31 Mart 2016 Perşembe

YOGA YAZILARIM

 
 
Yoga hakkında çok soru sorulur oldu. Sorular arttıkça ve daha doğrusu yanlış sorular arttıkça, ortalık yanlış veya en iyi ihtimalle eksik bilgi ile parlatılmış cevaplarla doldu, taştı.. Herkesin her şeyi bildiği çağımızda, aniden internet bağlantısı kesilse, o kopyala yapıştır bilgiler nasıl derlenir toplanır ve yazılır acaba?
 
Üzülüyorum. On yıldır yoga yapmaya, yaşamaya, anlamaya niyet etmiş, kah başarmış, kah çuvallamış biri olarak ve hala öğretmekten çok öğrenirken, etraftaki kirliliğin bize kadar gelmiş olmasına içerliyorum.
 
Yoga öğreten kişinin nasıl davranacağına karar verecek merci elbette ben değilim, kaldı ki olduğumu düşünseydim bile susardım, üzerime şimşekleri çekmek istemezdim. Zaten benim asıl inandığım, insanın insana olan sevgisi ve şefkatidir. İş buradan ayrılıp, başka noktalara gidince, hoca kelle saymaya başlayıp, mükemmelliğe odaklanınca konu benim anladığım noktadan epeyce uzaklaşmış oluyor. Yoganın merhametli yüzüne ters düşüyor.
 
Yoga, benim için başlı başına bir bütüncül sağlık teklifidir. Sadece bedeni değil, durmadan dışarıdan bombardımana uğrayan zihni de dikkate alır. Üstelik bununla kalmaz ve ruhun huzuru için el uzatır. Her çalışma aynı kalitede ve başarıyla gerçekleşmeyebilir. Bazen yıllarca sadece bedeni sakinleştirir, yumuşatır insan. O kişi için başlama noktası orasıdır. Ne sakıncası var ki?
 
Benim için böyle olmuştu; önce esnedim, uykum düzene girdi. Sonra sonra başka neler oluyor diye bakmaya başladım. Hala da meditasyon yapmaktan, doğru soruyu sormaktan ve zihnimi devreden çıkartmaktan çekinirim... Öğrenilmiş kalıpları bırakmak hiç kolay değil. İnsanın kendisi için güzeli seçmeye cüret etmesi hızlı bir değişimle mümkün olmuyor... Defalarca aynı yere toslaya toslaya belki vazgeçilmediği takdirde çıkılabiliyor ferah düzlüklere?
 
Yoganın kitaplarda anlatıldığı gibi onlarca farklı tekniği ve uygulaması olduğu gibi, her hocanın da kendine has uygulamaları vardır. Öğrenci ve öğretmen ihtiyaçlarının kesiştiği ölçüde birlikte çalışmaktan zevk alırlar. Bu sebeple bize iyi gelen hocanın peşine düşmeliyiz öncelikle. Sonrası zaten bireysel bir yolculuk.
 
Devamı var...
 

30 Mart 2016 Çarşamba

SADİ'NİN GÜLLERİ...

 
 
 
Çıkrığının ardında ihtiyar kadın lanet
ederken, meclisin baş köşesinden gelen aferinlerin
değeri yoktur...

Kendi ahlakını düşmanından dinle; dostun
gözünde her yaptığın iyidir...*
 
Seyahat biletim cebimdeyken, bir sonraki için heyecanlanmak benim adetim. Ölümlü dünyanın bana vermemek için ayak dirediği huzuru, ülkeler arası kısa kaçışlarla bulmaya çalışan ben, şimdilerde Şiraz'a düşürdüm gönlümü...
 
Kuzey masalını yalayıp yutmuş, içime sindirmiş değilim. Sırada yolumu gözleyen bir Batı Roma da var, var olmasına ancak bu kaos o zamana kadar nereye varır bilinmez.. İnşallah planladığımız gibi gidebiliriz. Kuzenimin yakın zamandaki Napoli ve Roma ziyaretinde bir cümle paylaşmak gerekirse, der ki,  "rahipler bile yakıyor ortalığı. Otobüs şoförünü görünce, arkadaşıma hadi Feride binelim, bakalım bizi nereye görürecek?!" demiş!!
 
Ama Şiraz yüreğimi başka türlü hoplattı!
Aslında her şey zincirleme kaza gibi oldu sanki. İçimdeki doğuluyu ard arda gıdıklayan tesadüfler zinciri, gidip gidip Şiraz' da düğümlendi.
Dün akşam dersime İran kökenli bir öğrenci adayı geldi. Ondan bir evvel ki adım Furuğ'un şiirleriydi. Ve bir önceki tesadüf tiroid ultrasonumu çeken doktorun hem İranlı, hem de illüstratör olmasıydı. Bi de bekar olaydı...  Neyse, ilkini zaten anlatmıştım, uçaktaki Beyrut güzeli ... Bana doğulu kanımı hatırlattı. İçimi ısıttı.
 
Bu durumda Batı Roma okumalarının hemen ardından Şiraz' a veriyorum kendimi. Sadi'nin Gülistan'ı nicedir kitaplarımın arasında öksüz.. Mesnevi'm yatağımdaki yerine hasret...
 
Şimdi gülleri hayal etme vakti:)
 
* Şirazlı Sadi'nin Bostan ve Gülistan'ından

28 Mart 2016 Pazartesi

DUA ETMEK VE LANET OKUMAK ARASI İKİ SANİYEDE BİR GİDİP GELEN AKIL, AKIL MIDIR?




Hayat nalları dikti. Sadece benim için değil, ülkem için, hatta tüm gezegen için... Üçüncü Dünya Savaşı bu değilse nedir gerçekten bilemiyorum.. İlk ikisini yüzlerine gözlerine bulaştıran tarihçiler, bunu nasıl anlatacaklar acaba?
Herkesin şuurunu kaybettiği, birbirinin gözünü oymaya çalıştığı, her türlü açlığın, tatminsizliğin, çirkinliğin tavan yaptığı yıllardan geçiyoruz. Arada bir okula gidip bizim çocukları görmesem, üç beş arkadaşla abuk subuk konuşup şakalaşmasak vay arkadaş, koskocaman bir gemide bildiğin su alıyoruz!
 
 
Bence iş duaya kaldı. Ağzını yaya yaya rakı masalarında ülke kurtaran "sözde aydınlık" insanlarımızla geldiğimiz yer aha burası; nowhere miydi İngilizcesi?
Göbek büyüten pis zenginlerin, yıllardır çıkarları doğrultusunda göt yalamalarını saymıyorum bile. Vergiden yırttınız da sizin çocuklarınız bu gemide değil mi? Alooo!!!
Aralarında vaktiyle adam sandıklarımın olması ne kadar da acı..
 
 
Eğitim desen, çoktan satıldı. Okullara ortak oluyor parası bol aileler. Olmadı okul aile birliğinde cirit atarak paşaları için ayrıcalıklar yaratmaya çalışıyorlar. Sonuç, empati nedir bilmeyen, merhametsiz, kolunda birkaç bin dolarlık saatle gezen edepsiz bücürler! Onlara çocuk diyemezsiniz, zira ana ve babalarına ne kadar insan denebileceği belirsiz...
Utanıyorum gerçekten şu yazdıklarımdan...
 
 
Gerçekten dua etmek lazım. İnananlar da bol bol namaz kılsın zannımca. Tesbih çeksinler. Benim durmadan "sabır ya Allah sabır" diyesim var!!! Hatta bağırasım var pek çok!
Buradan çıkışımızın hayal edebileceğimizden daha kanlı, acılı olacağı ne zamandır ufuktaydı da, biz münasip tarafımızı dönmüştük di mi? Ben bile gördüm arkadaş, düşünün artık!
 
 
İnsan suretindeki onun bunun çocuklarına dikkat edin diyeceğim fakat ona da dilim varmıyor. Suçun, dolandırıcılığın, hilekarlığın koynumuza girdiği şu şehirde kimi, neyi, kimden kollayacağız?? Yar kim, kaypak kim? it oğlu it kim?
Bir bilsem!
 
Dua şart. Vallahi tek kurtuluş. Yapacak bir şey kalmadığına göre, git elini yüzünü yıka, hatta çıkart, kalbini de bi çitileyiver lavaboda. Belki azıcık arınırız.. Gerçi kesin üşenir bulaşık makinasına atarsın!
 
 
Birkaç ay evvel düşündüklerim ve hissettiklerimle şu an arasında miller var. Ama uçuş mili diiil. Meğer benim aklım uçmuş da, o sebeple geçici iyimserliğe tutulmuşum. Ne zaman yere kondum, pardon çakıldım, işte o an itibariyle kanatlarım kurşun gibi ağır... Gagamda pis bir zift tadı. Bir kendi salaklığıma küfür ediyorum, bir olan biten pisliklere! Şimdilerde devekuşu olup kafamı kuma gömesim var, ancak biliyorum boşuna, yapamam ki.. Sevdiklerim kentin dört bir yanında dolaşırken, hiç olmadığım kadar tetikte ve hiç hissetmediğim kadar gerginim. 
Başımı yastıkta huzurlu tutamıyorum.
 
Anneler hala nasıl uyuyor merak ediyorum... Uyuyor musunuz hanımlar? Ülkede heriflerin bu denli sapık olmasının nedeni haftanın yedi günü başı ağrıyan sizler misiniz yoksa?? Bu yüzden mi hala sokağa dökülmedi  hemcinlerim?
Feminizm falan diyorlar ya, ülkede önce kadınları hırpalayasım var, onların yetiştirdiği herifler değil mi bu ortalıkta salınanlar??? Bencil, konformist, egoist, megaloman, yetersiz, hadsiz ve de sapık!
 
Son olarak, Pakistan'daki lunaparkı uçuran ibnenin evladı cennete gittiyse şayet hiç oralara gidesim kalmadı. Ajandamdan çıkarttım. Yaysın kıçını otursun tek başına pis yaratık. Hatta eline de karanfil değil, gül alsın!!!
 
 
Lanet olsun merhametsizlere!
Lanet olsun kendi sefil hayatını kurtarmak veya konforunu korumak için insanların kalbine ateş düşürenlere! Onların hasta zihinlerine lanet olsun!
Yazdım, yazdım ve fakat rahatlayamadım!!!
uçmayı anımsa
kuş ölümlüdür.
Furuğ

27 Mart 2016 Pazar

ESKİ SEVGİLİYİ ARAMAK MI DEDİN?




 
Yemeklerin kıralı ve pastaların kraliçesini köşklerinde ziyaret ettiğimde ilginç bir bilgi paylaştılar. Sarhoşken sevgiliyi aramayı engelleyen bir aplikasyon var imiş. Bak hele!
İyi de ben sarhoşken güler, eğlenirim. Aklıma sevgilinin ne eskisi gelir, ne de yenisi!
Bana bu aplikasyonun güzel şeyler gördüğümde, hayattan zevk aldığımda beni durdurabilecek modeli lazım. Zira hemen ilgili şahsı aramak ve ağız dolusu "Allah belanı versin!" demek geliyor içimden. Üstelik bir kez değil; defalarca, bu cümle içimden çıkıp gidene, tükenene, anlamsızlaşana  kadar söylemek istiyorum!
 
Bu sebepledir ki eski sevgilinin telefon numarası muhakkak silinmeli cancağızım. Yoksa maazallah ararım ve "Allaaaah belanı versinnnn!" derim. Gerçi aramaya ne hacet, aklıma geldikçe, çiçek kelebek gördükçe bol bol söylüyorum içimden. 
 
Elbet gün gelir devran döner yerine ulaşır dilekler :))
 
not. tamam, bana yakışmamış olabilir ancak ruhumun bin türlü halini, sırf şık oliim diye saklamayacağım. Öfke kusulmalı ki, mide rahatlasın:)

ERGUVAN ZAMANI, ERGUVAN ROTALARI

 
 
En sevdiğim ağaçlardan biridir erguvanlar. Sekiz yıl önce hayatla başım fena halde derde girmişken annemin bana aldığı erguvan fidesini hatırlıyorum da, sanki şahsıma koru bahşedilmiş gibi havalara uçmuştum. Büyümedi fidecik. Zaten iki yıl sonra o binadan taşındık. Muhtemelen benim kadar üzerine titreyen olmadığından tutunamadı, küsüp gitti.
 
Duygulu ağaçtır erguvan. Mevsime çabuk kanar. Yağmura hemen yenilir.. Çiçeklerini sadece ağaçta değil, toprağa ve asfalta döküldüğünde de çok seviyorum. Günlük hayatta pek tercih etmeyeceğim bu tuhaf pembe--mor renge Mart sonunda başka türlü yakınlık duyuyorum.
 
Sadece İstanbul'un değil Edirne ve Bursa'nın da erguvan mevsimi çok güzel olur. Edirne, birkaç hafta arkadan gelir ısı farkı nedeniyle. Bursa ise İstanbul'la eş zamanlıdır. Çok ilginç ama ilk erguvanlar güneyde açıyor sanırım, badem ağaçlarının hemen ardından. Mesela Sağır Bahçe'de bir erguvan var. Öyle güzel ve saf ki; bazen ılık sonbaharı da yaz zannedip açıveriyor!
 
İstanbul'un bana göre en güzel erguvan rotalarından biri  Kuzguncuk'dan başlayarak Göksu'ya kadar, uzanan boğazın Anadolu yakasıdır. Mart sonu itibariyle başka türlü kokar deniz.. Laleler de açınca renklerden gözünüzü alamazsınız. Bütün hattı baştan sona gitmeye üşenirseniz en iyi manzaralardan birinin Kandilli'de Adile Sultan Sarayı'nda olduğunu söyleyebilirim.
Bu sarayın teraslarından izleyeceğiniz manzara  gerçekten sultanlara layıktır. Kaldı ki Adile Sultan sıradan biri değildir. O da tıpkı kendisi gibi erguvan rengine tutkun ve iyiliksever bir insan olan Thedora gibi yaşamı boyunca insanlara, özellikle kadınlara ve çocuklara yardım etmiş ve kadın hakları için savaşmıştır. Sarayını ölmeden evvel okul olmak üzere bağışlamıştır. Uzun yıllar pek çok genç kızın eğitimine destek veren biz zamanların Kandilli Kız Lisesi onun hayırlı işlerinden yalnızca biridir.
 
Fakirlere yemek dağıtmak, imarethanelerde bizzat çalışmak dışında özellikle kocasından zulüm gören kadınlara destek olduğu bilinir. Hatta inancından ötürü sık sık Eyüp sultan Hazretlerinin ziyaret eden sultanın, bir gün bu rutin ziyaretleri sırasında tesadüfen kapısını çaldığı bir konakta kaptan-ı derya olan eşinin metresiyle nasıl burun buruna geldiğini anlatan şehir efsanesi çok yürek burkucudur.. İyilik her zaman iyilikle ödüllendirilmiyor..
 
Neyse, Kandilli'den erguvan seyredeceğiniz tek yer saray değil. Sadece sokaklara tırmanarak da boğazı süsleyen erguvanları seyredebilirsiniz. Hafta içi bir zaman seçme hakkınız varsa, Çengelköy ve Küçüksu bence atlanmaması gereken noktalar.
 
Çengelköy'de Thedora'yı anmayı unutmayın. Tarihin dedikodu sayfalarının bize yalan yanlış anlattığı bu güçlü kadın aslında Adile Sultan'dan hiç farklı değildir. Thedora, sıradan bir ailenin, hayatını erotik danslar sergileyerek kazanan kızlarındandır. Adının anlamı Tanrının hediyesi, lütfu. Dans ettikleri sokak dönemin Bizans sarayına çok yakındır ve onu seyretmeye gelenler arasında saraydan soylular da vardır. Daha sonra kocası olacak Jüstinyen ile burada tanışırlar. Thedora dans ettiği sokak yüzünden onu karalamaya çalışanlar tarafından fahişe olarak anılmıştır. Ancak tarih yazıcıları bize durumun bugün baktığımız yerden yorumlandığı gibi olmadığını ve Pornai sokağında erotik danslar sergileyen kadınların hepsi için fahişe diyemeyeceğimizi açıkça anlatır*
 
Çengelköy'de Thedora'nın artık dans edemeyecek kadar yaşlanmış olan dansçılar ve oyuncular için bir manastır yaptırdığını biliyoruz. Toplumda pek kabul görmeyen bu geçkin kadınları veya artık bu işi yapmak istemeyenleri kucaklayan bu manastırın izlerini görmek hala mümkündür.
 
Thedora da tıpkı Adile Sultan gibi erguvan renginin asaletine gönlünü kaptırmış bir kadındı. Bütün Bizans soyluları gibi erguvan renkli pelerinlere, değerli taşlara ayrı bir ilgi gösterirdi. Benim Thedora'ya asıl hayranlığımı  onun Nika Ayaklanması sırasındaki tavrıdır. Ancak erguvanlarla bir ilgisi olmadığı için bunu ayrıca araştırmanızı tavsiye ederim.
 
Erguvan rengini boğaz dışında en çok yakıştırdığım yer Haliç kıyılarıdır. Cibali'den başlayıp Eyüp'e kadar uzaman hat boyunca özellikle tekne ile gezerseniz ( Perşembe Pazarı kıyısından kiralayabilirsiniz, ancak mutlaka pazarlık yapın:))  bu güzel ağacın kıyıyı nasıl süslediğine hayran kalacaksınız. Hele şimdi, Paskalya zamanı nasıl da güzel olur... Oralara kadar gitmişken Eyüp'de Adile Sultan'ın türbesine de uğrayabilirsiniz. Türbedarlık denilen kültür artık yaşamıyor olsa da Eyüp, gerçekten İstanbul'un en mistik alanlarından biridir. Gerek Cellat mezarları, gerek oyuncakçılar ve halkacılar hala çok etkileyici.. Tarihin ilk hayvan hastanesinden tutun, Bizans'ın en güzel ormanlarına kadar yüzlerce sırla doludur bu topraklar..
 
Tekrar boğaza dönersek, bu mevsimde Beylerbeyi Sarayı'da en popüler sezonuna giriş yapar. Güzel bahar günlerinde ve sıcak yaz zamanlarında sarayın püfür püfür esen rıhtımının tadını çıkartabilirsiniz. Fena sayılmayacak bir kahvaltı servisi bile var burada:)
 
Ve tabii en güzel minyatür kasırlardan biri de Küçüksu Kasrı'dır. Erguvan denilince bu güzel binayı geçmek olmaz. Bu bölge özellikle IV. Murat'ın en sevdiği has bahçelerden biriydi. Osmanlı ve öncesinde Bizans için her zaman çok sevilen bir mesire yeri olmuştur. Bugün hala bahar geldiğinde burada hayat aniden canlanıverir. Bu kadar çocuk nereden çıktı diye şaşırıp kalırsınız!
 
Küçüksu Kasrı'nı müze olarak gezebilirsiniz. Hazır buraya kadar gelmişken mutlaka Hasan Usta'nın Çömlek Atölyesi'ne uğrayın derim. Çiçekleriniz için güzel saksılar alabileceğiniz bu sevimli atölyede zaman zaman çömlek kursları da açılıyor. Çamurla oynamak, hem de geleneksel bir atmosfer solumak isteyenlere  güzel bir fırsat olabilir. Ben atölyeden aldığım parçaları evimde de kullanıyorum ve gerçekten çok güzeller!
 
Erguvan rotasında yemek yenecek yerler hakkında özellikle bir şey yazmıyorum ancak elbette Kuzguncuk Çınaraltı' nda tost ve çay molası verebilir, Beykoz Korusu içindeki restauranta giderseniz gerçekten lezzetli yemekler yiyebilirsiniz. Aralarda birbirinden güzel seçenekler göreceksiniz. Bu civarda pek bayat yiyecek olmaz. Hele ki baharda içiniz rahat olsun.
 
Erguvanlar hakkında biraz daha anlatacaklarım var ama sonra:) Şimdi erguvan seyretmeye gidiyorum!
 
 
 
*Yunanca πορνογραφια (pornographos) sözcüğü, porne (fahişe) ve graphein (yazmak) sözcüklerinin birleşiminden oluşur ve "fahişelerle ilgili yazılar" anlamına gelir.

Çeşitli kaynaklarda ''fahişe'' olduğu bile söylenen Theodara aslında mükemmel bir dansöz olarak bilinir. Dans etmek ya da dansöz olarak bilinmek o dönemde de pek makbul sayılmayan bir özellik. Ama dönemin en iyi dansçısı olarak adını tarihe kazımış bir isimdir.
Bu gün kapalı salonlarda basket,voleybol maçları arasında yapılan pon pon kızlar gösterilerin kökeni o günlerden kalma olduğu düşünülür.
Theodora  dansözlük ya da dans gösterisini nerede yapıyor? Pornai sokağında.Yani bu gün dünya dillerinde ortak kullanılan sözcüklerin başında gelen porno kelimesi,dansçı kıyafeti gereği yarı çıplak kadınların dans ettiği lokallerin bulunduğu bu sokaktan  türetilmiş..
Bir zamanların eğlence bölgesi yani...Bu sokak halen burada Sultanahmet'te.,aradan binbeşyüz yıl geçmesine ve o günlerdeki fonksiyonunu yitirmesine karşın  her gün binlerce insan  bu sokaktan yürüyerek hiç bir şeyin farkında olmadan geçiyoruz.

Theodora (Teodora ya da Teo), İmparator Justinian'nın eşidir.

26 Mart 2016 Cumartesi

KUZEY DEFTERİ NOTLARI; 13 & 14 MART 2016 HEMAVAN

 
Hava limanındayım. Yaklaşık bir saat sonra İsveç'e doğru yol almaya başlayacağız. Böylece son on yılın hayaline doğru bir adım daha atılmış olacak. Heyecanlıyım. Mutluyum. Daha da mutlu olabilirdim fikrini kendimden uzaklaştırmayı başardıkça düzenli nefes alabiliyorum. Pasaportum, kahvem, çantam.. Hazırım. Evet, kesinlikle hazırım!
 
Saat 10.55, on beş dakika içinde havalanmış olacağız.
Hakan halime çok gülüyor, onun kırk dört yıldır göremediği ışıkları, sadece üç gün içinde üstelik bulutlu bir havada görmeyi beklemek ona göre hayal. Haklı, bana göre de hayal:)) Ama asıl olan maceranın kendisi değil mi?
 
Havalandık! Ve uçsuz bucaksız bir bulut tarlası var altımızda! "Merhaba bulutlar, annemin size selamı var"
Bilmem ki annem neden bulutlara selam söyledi? ( bunu eve dönünce anlıyorum.. Anneme "bulutlara selamını söyledim anne, ama ilginç bir şey oldu biliyor musun? Sanki sırf senin selamını ileteyim diye yol boyu bulut tarlaları üzerindeydik" dedim.
Annem " Yıllar önce İstanbul'dan Rize'ye uçuyorduk amcamla. Hayatımda ilk kez uçağa biniyordum ve bulutlara bakakalmıştım. Amcam "bak babanın pamuklarına benziyor değil mi? " dedi. Evet, bulutlar babamın pamuklarına benziyordu....)
 
Babalarımızla yarım kalan hesaplarımız mı vardı?
Vardı tabii..
Ne tuhaf, annemin hayallerini hiç bilmiyorum... Oysa tüm çocukluğum ve gençliğim onun hayal kırıklıkları arasında geçti..
Oysa bir insanı tanımanın en kestirme ve en güvenilir yollarından biri değil midir düşlerini dinlemek?
 
Her yolculuk bir içsel keşif nihayetinde...
Geliyorum Laponya!
 
Uçuşumuzu tamamlamak üzereyiz.
 
Aynı gün akşam Sundsvall'da bir hosteldeyiz. Sabah sekizde yola çıkacağız. Yatak fazla yumuşak. Ama kimin umurunda?
 
14 Mart sabahı! Geliyoruz Laponya!
 
Dün akşam pek etrafı görememiştim. Kaldığımız yer de fena değilmiş. Etraf ağaçlarla çevrili ve kentin içinde sayılırız. Yol boyunca kar, buz ve ağaca doydu gözlerim. Elif bir geyik görmeyi başardı. Biz o kadar şanslı değildik. Rotamız Kiruna değil, aynı hizaya denk gelen daha batıda Norveç'e yakın bir noktaya gidiyoruz.
 
Saat on 12.07 ve Kutup dairesi içindeyiz artık! Forsvik tabelasını az evvel geçtik. Yolda fazlasıyla çikolata yediğim için midem bulanmaya başladı. Çocuk gibi sağa sola bakarsam olacağı buydu:))
 
Nihayet Hemavan'a ulaştık. Burası Avrupa'da yaşayan ünlü kayakçıların sık sık antreman için geldikleri kayak pistleriyle ünlü bir bölge. Etrafta oteller ve dağ evleri var. Samilere çok yakınız ancak henüz bir Sami görmedim.
Çok yorgunuz ve hemen odalarımıza yerleştik. Ben Atlas'la kalıyorum. Buraya gelirken yakışıklı bir İsveçli fena olmaz diye düşünmüştüm ama yaşı konusunda belli bir cümle kurmamıştım. E bu durumda şansıma on iki yaşında bir İsveçli düşünce şikayet etmeye hakkım yok değil mi? Üstelik kendisi önümüzdeki günlerde anlaşılacağı üzere gerçek bir centilmen ve soylu bir kan!
 
An an kulağımda müzik....
 
Gabriel Faure Pavan ve Pachelbell'den Canon sonrası sanırım en çok bu besteyi seviyorum... Doğrudan içimde bir yere dokunuyor...
 
Akşam yemeğine indiğimizde bizi ne beklediğini bilmiyordum. Karlarla kaplı bir ülkede üç kişilik bir aile ile bu kadar keyifli ve lezzetli bir yemek yediğim için şanslıyım. Mantarlar, geyik eti ve eşsiz bir şarap şöleni. Yeryüzündeki cennetin kuzeyde bir yerlerde olduğunu sezmiştim ancak kapıların bu kadar hızlı açılmasını beklemiyordum!
 
Kuzey Işıklarını şu an için göremiyor olmamız canımı sıkmıyor. Burada olmak başlı başına güzel! Kutup Dairesi içindeyim! Bu kadar yakınındayken ve aslında bulutlar kenara çekilse göz göze gelebilecekken hala bana görünmüyorlarsa mutlaka bir zamanı vardır değil mi?
 
İçim sakin. Duş, yemek ve sohbet, hepsi çok iyi geldi. Gün aydınlandığında etrafa bakmak için heyecanlıyım:) Az evvel Kardelen ve Burhan'la konuştum. İstanbul'da da hayat yolunda.. Aklımı başıma devşirdiğimde şansıma şükrediyorum.
 
Unutma Dersleri'nden " anası olmayanların da yarası tarafından büyütüldüğünü biliyordu..."
 
Kuzeyde ilk uyku....
 
 
 

24 Mart 2016 Perşembe

KUZEY DEFTERİ NOTLARI, 20 MART 2016



Uçak
 
Uçağımız Budapeşte civarında bir yerlerden geçiyor. Gökyüzünde ezber bozan bir Ay var. Zaten tüm seyahat boyunca gökyüzü  ezber bozan cinstendi, Ay neden farklı davransın ki?
 
Annem "bulutlara selam söyle" demişti. Ondan mı oldu acaba? Daha önce hiç bu kadar güzel bir bulut tarlası üzerinde uçmamıştım! Ay, masmavi gökyüzünde ışıl ışıl parlayarak aşağıdaki bulut tarlasına yuvarlanmak için can atan bir haylaz! Bana bakan yüzü aydınlık, bakışları uzun zamandır olmadığı kadar sıcak. Sanki gülümsüyor.
Son aylarda o kadar uzaklaşmıştı ki hayatımdan, için için güceniyordum. Bu güzel yıldızı bir daha sevemezsem diye korkuyordum. Boşuna endişelenmişim.
 
Kuzey tatilinin düşünmediğim, umut etmediğim kadar iyileştirici olduğunu dönüş yolunda Ay seyrederken fark ediyorum.
 


 
Gökyüzü ne kadar etkileyiciyse, şu an üzerinden geçmekte olduğumuz Romanya da en az o kadar büyüleyici. Sanki gerçek değil; sadece ben seyredeyim diye uçağın rotasına serilmiş dev bir harita! Nehirler, dağlar, çıplak alanlar, ekilip biçilmiş topraklar.. İnsanı bilgilendiren, neşelendiren, düşler kurduran bir şey harita.
İnsanları da harita gibi okuyabilseydik keşke; yüzüne bakınca içindeki yolları, çatallanan patikalarını görebilseydik. En derin acısı okyanus olsaydı, en inanılmaz sevinci yüce bir dağ. Oralara hiç dokunmasaydık. Geniş, toprak yollar olsaydı keşke insan haritasında; kalbe ulaştıran. Kolay okunur, pusula dahi gerektirmeyen, aman yırtılır mı diye endişenmeye sebep olmayacak kadar kalın bir kağıda çizilseydi sevgili haritası. Güzel olmaz mıydı?
 
 
 
37.000 Feet.
Ölüm var değil mi?

Yanıma oturan kadın Beyrut'lu. İri yarı kocaman genç bir kadın. En fazla otuz yaşında olsun. Önce hoşuma gitmiyor iriliği. Sanki kendim pek ufak tefekmişim gibi! Yine de zoraki gülümsüyorum. Başlangıçta hiç konuşmuyoruz. Elimdeki kitaba saklıyorum bakışlarımı. Sonra uyuyakalıyorum. Gözümü açtığımda Ay var penceremde. O nasıl bir güzellik...
Fotoğrafını çekiyorum. Anları yaşamak ve saklamak arasında hala bocalıyorum... Yanımdaki kadın bana telefonunu uzatıyor, önce anlayamıyorum. Hah, şimdi oldu, O da Ay fotoğrafı istiyor. Çekiyorum. Çok mesuduz. Onlarca metre yukarıda, insanlardan ve gezegende olup biten her kötülükten uzakta, bu hiç tanımadığım kadınla gökyüzünün güzelliğini paylaşıyoruz. Yemek masası altında buluşmuş çocuklar gibiyiz!
Çantasından bir elma çıkartıp veriyor bana. Önce almak istemiyorum. Yıkamış mıdır acaba? Ne çirkinim, hemen toparlanıp alıyorum elmayı. Gülümsüyoruz. Ben de ona marzipanlı çikolatalarımdan veriyorum. Hımm, belli oldu şimdi, hoşlanmışım bu paylaşımdan.

Çok az İngilizce biliyor. Buraya altı ay önce yerleşmişler. Yabancılardan çekiniyor. Çok mutlu olmadığını ifade ediyor. Onu anladığımı hissettirmek istiyorum. Gözlerine bakıyorum, çok güzel bakışları var. İri bedeninin altındaki tanımsız inceliğe hayran kalıyorum..
Tekrar kitabıma dönüyorum sessizce. Ne zaman sonra koluma dokunuyor, anlamıyorum ki ne oldu şimdi? Diğer penceredeki günbatımını gösteriyor bana. İnanılmaz... Gülümsüyoruz. heyecanlanıyoruz. İlk defa bir yabancıyla günbatımı izlediğimi düşünürken, yakınım sandığım yabancılar geçiyor aklımdan... 

Dilini, kültürünü bilmediğim bir kadınla nasıl olup bu kadar kısa zamanda bu denli sıcacık bir bağ kurabildiğimize şaşırıyorum. Aslında ne kolay bir açıklaması var; gezegenin birbirine çok yakın coğrafyalarından geliyoruz. Muhtemelen aynı ritimde neşelenip, benzer şarkılarda hüzünleniyoruz. Ölülerimizi yıkıyor, bebeklerimize şerbet kaynatıyoruz. saçlarımızı sevdiğimiz erkekler için tarayıp, mutsuzluklarımızı yatak altına süpürüyoruz... Aslında birbirimizi gayet iyi tanıyoruz...

Ölüm ve yakınlık.. Yakiiin olma hali hakkında düşündürüyor beni Beyrutlu kadın. Onu, uçaktaki ay ve güneşi başak tarlalarına benzetiyorum. Artık ne zaman uçakta günbatımı görsem ve gülümseyen haylaz bir Ay, onu ve kalp tanışıklığımızı anımsayacağım.
 
 
 

23 Mart 2016 Çarşamba

KUZEY DEFTERİ NOTLARI, 15 MART 2016 NORVEÇ FİYORTLARI MO İ RANA



 
 


XII
Şimdi, bir masaldan bir peri
Sessizce dinlesin beni
Alsın yorgun başımı

Alsın cümlemi
Usulca kalbine koysun.

Benim cümle taşıyacak halim
yooooooğğğğğ*

Hayatın sunduğu hediyeler ve cezalar bizim daracık pencerelerimizden seyrettiğimiz manzaradan gayrı ne ki aslında? Oysa hakikat dediğin, ortada ne hediye barındırır, ne de ceza.. Bulunduğun enlemden azıcık yukarı çıkıyorsun, bir kaç hafta evvel seni hırpaladığını düşündüğün hayat, o an kalbine masaj yapıyor. Şaşırıp kalıyorsun. Sen değil miydin etimden et koparan diyecekken, buz tutmuş gölden yüzüne esen serin rüzgar, "hadi uzatma artık" dercesine yanağını okşuyor.
Yüreğine çökmüş çakılları suya atıyorsun.

Rüzgarın eli yüzündeyken kızgın kalamazsın..
 

 





XVIII
En acısını sevgilim en acısını
tadayım istedin;

En acısı buydu.

Mart ayını güzelleştirmek ne kadar olasıdır hiç bilemezken, kabullenilmiş kayıplardan bir kolye dizdim kendime. Ve sonra kazanılmış güzel anlardan da bir çift küpe yapıverdim. Sağ kulağıma kuzey ışıklarını taktım, sol kulağıma fiyortları. Hiç kıymeti kalmayan bir bilezik vardı kolumda; kanatlı melekler ve şiirlerden yapılmıştı galiba. Sıyırıp okyanusa bıraktım.

Dünya, Atlas'a yük olmuştu, yalancı aşıklar benim yüreğime.
 

 


XXIV
Bir masal bir taş ağırlığında olabilir mi?
olurmuş meğer

Birlikte bir masala inanmak istedim
Ben seninle, sadece bu
Sen beni tek

Tek

Tek

Bıraktın.

Benim artık taş taşıyacak,
Taş kaldıracak, taş atacak
halim mi var?

Dalgaların biçimlendirdiği yosunlu kayalar, donmuş buzla kaplanmış toprak ve Atlantik kıyısındaki, ki ben ona Atlas okyanusu demeyi daha çok seviyorum, Havmann.. O kadar hüzünlü ki fiyortlar... Gri ve mavinin birbirine en yakın tonları bu sularda buluşmuş gibi.  Dağların yeşili, bembeyaz soğuk bir örtüyle gizlenmiş. Sert ve ıslak rüzgarın nefesi dolaşıyor kirpiklerimde. Yüzümün daha önce hiç tanışmadığı bir soğuk şu hissettiğim.

Yepyeni bir enlemdeyim,
anlamaya çalışıyorum,
sahi ben neredeyim?
 
 
Tek başıma buradayım ya; kuzeyde, kutup dairesinde, işte sırf bu yüzden neşeli şarkılar mırıldanıyorum. Sonra Havmann' a takılıyor gözlerim, yalnız olmadığıma seviniyorum. Çocuk gibi zıp zıp zıplıyorum kıyıda. Botlarımın tabanındaki buz çıtırtısı içimi ürpertiyor. En uzağa gelmişken hala uzakları özlüyorum. Bir gün taş kesilip kalsam da, beklediğime değeceğine nasıl da inanıyorum!
 
İnancım koca bir taş. Onu avucumun ortasında sımsıkı tutup, içimdeki çocuğun cebine saklıyorum.



 
 
 * Birhan Keskin, Y'ol


YUVAYA DÖNMEK/KENDİNE DÖNMEK

 
 
Boş bir eve gelmenin güzel olduğunu söylemeyeceğim. Hatta balkondaki çiçekler, Burhan Bey'in ayva tatlısı ve masanın üzerindeki şiir kitapları olmasa gayet yürek burkucu...  Ama dolu bir hayata dönmek, bildik kokuların arasında soluklanmak gerçekten eşsiz bir şans! Yaratmak için çırpındığım bir güzellik...
 
P.tesi günü, tüm yorgunluğuma ve uykusuzluğuma rağmen beklediğimden çok daha iyi dersler yaptık. Çocuklar, keyifli ve tam olarak orada bulunmaktan memnun davrandılar. Sarıldık, öpüştük. Sohbet ettik. Beş farklı yoga pozu üzerinde çalıştık.
 
Amaaa Salı bambaşkaydı. Unutulmaz günlerden biri olarak işlendi yaşanmış özel zamanlar defterine...
 
Salı, sabah 10.00- 14.40. Küçük Kara Balık, Çatı Katı
 
Denge Oyunları 1,2,3.
 
Beni tanıyanlar bilirler Küçük Kara Balık hayatımda özel bir yer tutar. Anne ve babamın bana okudukları ilk kitaptır. Üstelik bununla kalmaz; çocukluğum boyunca kitabın sonundaki Kırmızı Balık olduğuma ( ki bu tatlı bir geçmiş zaman hikayesidir, sonra mutlaka anlatmalıyım ) inanmışımdır.  Ayrıca yıllar sonra kırkıma bir iki yıl kala bambaşka bir kariyere adım atarken bana kapılarını açan okulun adı da ne hikmetse Küçük Kara Balık'tır.
 
Hayat işte!
 
Salı sabahına dönersek, uzun zamandır şarkı mırıldanmayan ben,  yeni yılın sihrinden midir nedir, şarkı söyleye söyleye okula vardım. Öğretmen arkadaşlar baharın gelişine pusu kurmuş bir çete gibi bahçedeydiler:) Önce onları öptüm. Sonra bahçemizin güzelliğine baktım; çocuklar, çiçekler, dallarına su yürümüş ağaçlar...
 
Biraz Deniz'le sohbet ettik. Yeni çocuklarımızın kura heyecanı vardı odasında. Müdürümüzde ise güneyden gelmenin tatlı huzuru:) Ne güzel kadınlarla çalışıyorum diyerek bir kez daha gülümsedim.
Kimsenin kimseyi anlamak istemediği bir şehirde, sadece haftada bir gün kısacık sohbetlerle halden anlamak, iletişime niyet etmek.. Galiba bütün mesele dönüp dolaşıp aynı yerde kilitleniyor; amaç ne? Üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi?
Ah zavallı bağcı!
 
Çatıdayım. matları serdim. Birinci grup geldi. Çok küçükler! Yeni yeni yogaya uyum sağlıyorlar. Onları kapıda karşılıyorum ve küçük seslerini yanlarına alıp almadıklarını soruyorum. Aldık diyenlere de yoga için hazır mısın diye soruyorum. Böylece kapıdan geçiş törenimiz tamamlanıyor.
 
O sabah bana oyun yaptılar! Özge öğretmen çocuklara "görünmez olun ve Elvan öğretmen hiç anlamadan sınıfa geçelim" demiş. Ben de bunu duydum ve gözlerimi kapattım. Sessiz sessiz sınıfa girişlerini dinledim. Sonra da büyük bir şaşkınlıkla "aa nasıl gelmiş bu çocuklar matlarına? " diyerek başladım derse.
 
Her zaman severek oynadığımız tehlikeli nehir oyunu Salı sabahı bir göle dönüştü. İkea minderlerinden oluşan taşları gölün üzerine yerleştirdik ve annesine götürülmesi gereken inek için bir kurtarma operasyonu başlattık! Çocukların hem denge çalışması yapmalarına izin veren, hem de içlerindeki merhamet duygusunu canlandıran, başka canlıların ihtiyaçlarına ve yaşam haklarına saygılı olmayı esinlemek amacıyla kurguladığım bu oyun, nasıl oldu bilmem bambaşka bir coşkuyla akıp gitmeye başladı!
 
Başlarının üzerindeki minik ineği tutan eller, aynı zamanda taş olduğunu hayal ettiğimiz minderlere basmaya dikkat ederek gölün ortasında yürümeye başladılar. Her oyuncu turunu tamamlayıp, diğer arkadaşına nezaketle ineği ve dünyayı teslim ediyordu.
Şahane bir görsel şölendi benim için. Her birini hayranlıkla seyrettim.
 
İkinci grup onlardan birkaç ay, en fazla bir yaş büyük çocuklardan oluşuyordu. Buradan yola çıkarak oyunu azıcık zorlaştırdım. Acaba ellerimizle sadece dünyayı korusak, inek başımızın üzerinde tıpkı bir simitçi tepsisi gibi durabilir miydi? ( Demir, o kadar güçlü ve sakindi ki, bir an gerçekten ineği kurtardığına inandım! ) Ama çok dikkatli olmak lazım, gölde dişleri keskin ve karnı acıkmış balıklar var! A kıyıda bir timsah gördüm sanki!
 
Derken biraz daha zorlaştırarak üçüncü grupla da aynı oyunu oynadık. Uzay inanılmazdı. Onun yüzündeki ifade beni bazen çok güldürüyor. O kadar şakalaşmaya açık ve kendine özel bir espri anlayışı var ki, inanıyorum ilginç bir iletişim dili olacak insanlarla, hayatla. Ve Demir... Onu ilk kez bir yoga oyunundan bu kadar zevk alırken görüyorum! Nihayet! Oh diyorum içimden, demek istediği buymuş; macera ve bedensel farkındalık!
Bir kez daha yoganın sekiz basamağına dair ısrarcı davranıyor oluşuma seviniyorum! İşe yaradığını görmek içimi serinletiyor.
 
Ve sonunda iki ay sonra yuvadan uçacak olan dördüncü grup geliyor. Hiç bir konuda olamadığım gibi öğretmenlikte de profesyonellik tahtına ilişemeyen ben, bu çocuklara bakarken gerçekten duygulanıyorum. Gittikleri yerde çok sevilsinler, hiç üzülmesinler istiyorum. Büyümelerine tanıklık etmek, zaman zaman karşılaşmak ve bu çatı katındaki özel anları onlarla birlikte anımsamak istiyorum...
 
Dördüncü gruba oyunun kurallarını anlattım. Yavaş yavaş nasıl zorlaştıracağımı uygulamalı olarak gösterdim.
Birinci aşamada elimizde dünya, başımızın üzerinde annesine götüreceğimiz inek olacaktı. ikinci aşamada inek hala başımızda kalacaktı ama onu tutmayı bırakıp dünyayı iki parmağımızın ucunda taşıyacaktık, tıpkı Atlas gibi?
Üçüncü bölümde işler biraz karışıyordu, solfej yapmaktan hallice bir iş peşine düşecektik. Başımızın üzerinde inek, elimizde sayfalarını çevirerek yürüdüğümüz bir kitap! Bütün bunlar olurken, aman ayaklara dikkat, zira göldeki piranhalar çok acıkmış!!!
 
Çocuklardan ikisi, Can ve Ömer sadece seyretmek istediklerini söylediler. Yıllar önce anladığım ve her defasında işe yaradığını gördüğüm için hiç ısrar etmedim. Onlar seyretsin bakalım.
 
Oyun başladı. heyecan dorukta. İnek zaman zaman düşüyor tabii göle! Ama hızlıca alıyoruz oradan ve şimdilik sadece kulaklarını yemiş balıklar! Onları da anlıyoruz, çünkü açlar! Ama her şey yolunda, ineğimiz kurtuluyor ve annesine kavuşuyor.
 
Her çocuğun tepkisi, hızı, yüzündeki ifade o kadar kendine özel ki... Yiğit'in dikkati, Ali Bilge'nin çevikliği, Mert'in hızı ve Aras'ın tüm benliğiyle orada olmayı başaran hali! Ayda ve Leyla... Nasıl kendilerine özeller. Ne kadar tatlı kızlar bunlar! Kaan çok heyecanlı, yüzünde gülücükler. Azıcık cesaretlendirmeyle hemen dikkatini topluyor. Pek çoğumuz gibi, "elbette yapabilirsin" cümlesine ihtiyacı var. Onu anlıyorum, zira ben de öyleyim. Biri bana yapamazsın derse, hemen tası tarağı bırakıp kaçarım:))
 
Günün iki mucizesi var ki gözlerim doldu sevinç ve şaşkınlıktan. Deniz ve Ömer.
 
Deniz çabuk küsen, bebek dilini kullanmaktan hoşlanan, azıcık inatçı ve dünya tatlısı bir öğrencimiz. Kolunu incitti geçtiğimiz aylarda ve bu sebeple bedenini kullanırken çekimserdi. Nadiren oyunlardan zevk alır Deniz ve ders sonu dinlenmesini hiç sevmez. Salı günü ne oldu bilmem, Deniz inanılmaz dikkatli, hevesli ve kusursuz oynadı! Onu mutlu görmek içimi şenlendirdi!
 
Ve Ömer... Bu minik adam, sonuna kadar dikkatle izledi oyunu. Ve en zor son bölüme gelince "ben de yapacağım" dedi! Olur dedim. Ama sıranı beklemelisin. Bekledi. Ve yaptı!! O minicik insan, kusursuz bir şekilde turunu tamamladı. Ömer'in önce iyice izlemeye ve anlamaya, kendini güvende hissetmeye ihtiyacı varmış! Ah Ömer ne güzel bir şey hatırlattın bana; hepimiz ne kadar farklı öğreniyoruz...
 
Ben Salı günü gezegenin en mutlu insanlarından biriydim . İçimde sevinç, yanaklarımda mutluluktan yayılan bir pembelik... Saçlarım uçuşa uçuşa yürüdüm sokaklarda. Günün kalanı da öyle geçti. Hatta akşam dersinde de uzun zamandır olmadığım kadar oradaydım.
 
Evet, son zamanlarda aramış ve bulamamıştım. Düşmüştüm. Ne yalan söyleyeyim, zaman zaman da hayal kırıklığının ince kıymıkları hala çıkıyor sağımdan solumdan.. Ama gücümü toparladım, kaldığım yerden aramaya* devam edeceğim. Enerjim yükseldi. Bunu Salı günü anladım, çünkü çocuklar bizim enerjimizin aynası. Bizde ne varsa, geriye onu yansıtıyorlar. Son haftaların en kaliteli dersiydi. hem çocuklar için, hem de benim için..
 
Çok mutluyum! Kendimi yeniden Kırmızı balık gibi özgür ve maceraya açık hissediyorum!
 
* Aramakla bulunmaz, lakin bulanlar arayanlardır.
   Beyazıd Bestami
 
 
 
 

21 Mart 2016 Pazartesi

DÖNDÜM

 
Aylar önce gitmiş gibiyim... Oysa sadece bir hafta oldu. Ve sadece yedi günde ardımda bıraktığım şehir gibi benim de ruh durumum çok değişti.
Farklı bir coğrafyada yedim, uyudum. Yürüdüm, yazdım.
Üşüdüm.
Ama daha çok düşündüm...
Bazı kelimelere ve ardımda bıraktığım anlara uzun uzun takılıp, onlarca defa kafamda evirdim, çevirdim.
Yorulup, yerine bıraktım.
Güzel insanlarla, aile olmanın anlamıyla selamlaştım.
Anladım. 
Üzüldüm.
Giderken çantama koymadıklarım, çoraplarıma saklanmış meğer! Bir kısmını, Sami geleneklerine özenip, dağdan  yuvarladım.
İnanır mısınız, kendi rızasıyla atlayanlar da oldu, "gitmem!" diye direnenler de...
Elim kolum, içim dışım, varım yoğum* döndüm.
Döndüm.
Dön-düm.
 


*N. Artam

12 Mart 2016 Cumartesi

ADIOS AMIGOS:)

 
 
 
 
 
İşte beklenen gece! Yıllarca hayalini kurduktan sonra nihayet yarın bu saatlerde gezegenin en çok görmek istediğim noktasına birkaç saatlik mesafede olacağım. Olacağım da bir  halt mı değişecek diye soran olursa, vallahi bilmiyorum. İstiyordum, yapıyorum! Çocukça mı? Evet, kesinlikle çocukça!
 
O zaman yaşasın çocukluk!
 
 
 

Hiç umurumda diil, sonuçta beni heyecanlandırıyor mu? Evet! Gerisi hikaye!
 
 

Basbayağı mutluyum ulen, gidiyorum işte. İyileşmenin, güzelleşmenin ve yeniden yaratabilmenin en vazgeçilmez reçetesi yollara dökülmek zannımca. Aramak. Kendimi bildim bileli hep çok soru sordum, didik didik araştırdım merak ettiklerimi, arayanlardan oldum.
 
Ve tabii ki Mevlamı da böyle buldum, belamı da! 
 
 
 
 
Bu gece uyuyabileceğimi hiç sanmıyorum. Sanki dönüp duracağım yatakta. Olsun, nasılsa yarın gece Aurora Borealis (Kutup veya Kuzey Işıkları) sadece azıcık ötemde olacak. Ve Pazartesi günü kim bilir belki de nihayet, bu deli gibi istediğim şeyi görebileceğim. Kaldı ki görmesem bile orada, o hep istediğim gökyüzünün altında durmak çok hoşuma gidecek!
Nihayet orada olduğum için güçlü, mutlu hissedeceğim. Kendim için bir şey yapmanın, bunu başarmanın sevinci olacak içimde.
 
 
 
 
Çok heyecanlıyım!!! Son haftalarda yol için bana destek veren tüm dostlarıma hoşçakal demek istiyorum..
Öncelikle evimi ve derslerimi teslim alan Burhan bey ve Kardelen'e yüz kere teşekkürler... İyi ki varlar..

 

 
Babamın atkısını, Bingül'ün hediyesi bileziğimi, Agi'nin botlarını, Handan'ın Ağrı'da giydiği montunu, "Uğur"lu eldivenleri, annemin kolyesini, Maciej'in hediyesi kazağımı, Victor'dan sitrini, Prusya Kralı'nın kredi kartını ( sağolasın:)) benimle olmasını tercih ettiğim her şeyi yanımda götürüyorum. Bütün bunlara, şansıma teşekkürler! En önemlisi de, bir "kuzey günlüğü" tutmak üzere boş bir defter koydum bavuluma.
 
 
 
Mutluyum. Bazı düşlerimin ayağı kaymış, burnu dümdüz olmuş ve belki de asla gerçekleşmeyecekleri bir zamana ertelenmişken, uzun zamandır beklediğim bir diğer hayalim şimdi, tam da ihtiyacım olan bir zamanda gerçekleşiyor. Bütün kalbimle dilerim ki herkes için, özellikle dostlarım için  hayallerini gerçek kılmak en yakın zamanda mümkün olsun:)
 

Oralarda internet olur ve buraya bir şeyler yazar mıyım bilemem ama döndüğümde, defterden notlar paylaşacağım muhakkak.
Ardımdan el sallayan, heyecanımı paylaşan  herkese kucak dolusu sevgiler...

EYVALLAH....



İNSAN kısmı bir misafirhane,
Her sabah yeni birisi gelir.
Bir sevinç, bir bunalım, bir zalimlik,
Aniden farkına varmak birşeyin,
Hepsi beklenmedik misafir.

Hepsini karşılayıp eyle!
Evini vahşetle süpürüp,
Bütün mobilyalarını boşaltan
Bir kederler kalabalığı bile gelse.

Her geleni alnının akıyla misafir et.
Olur ki yeni bir zevk getirmek için
Boşalttılar evini.

Karanlık düşünce, utanç ve garez,
Hepsini gülerek karşıla kapıda
Ve buyur et içeri.

Minnettar ol her gelene
Kim gelirse gelsin.
Çünkü bunların her birisi
Öte taraftan bir kılavuz
Olarak gönderildi.

HZ. MEVLANA

Çeviri: Vehbi Taşar

8 Mart 2016 Salı

KADIN

 
 
Keşke bu sabah sokaklarda işim olmasaydı da, uzun uzun bir zamanlar bu topraklarda - zira diğer toprakların tarihi hakkında pek bir fikrim yok - kadın olmak ne anlama geliyormuş bildiğim kadarını yazabilseydim...
 
Bugün, "ne tuhaf bir heykel" diye baktığımız Kybele'nin o bir sürü memeyle ne anlatmak istediğini, Çatalhöyük' deki koca popolu tanrıçanın gizemini, Anadolu'nun kuzey kıyılarındaki Amazonları, Orta Anadolu'nun bacılarını, dergahlarda kadın olmanın incelikli halini, başka bir inanışın tekelindeymiş gibi sözü edilmeyen, şehrimin koruyucusu Meryem Ana'yı uzun uzun konuşmak gerektiğini yazabilseydim.
 
Erkeklerin Lilith'den nasıl ve neden korktuklarını söyleseydim de gülseydik:) Mezopotamya'nın biricik kraliçesi İstar'dan hikayeler anlatıp, baharın gelişini kutlasaydık. Mısır'ın İsis tapınakları ile Yunanistan ve Anadolu topraklarındaki Hera tapınakları arasındaki bağlantıyı inceleyip, ocak ve ev kavramlarını hatırlasaydık. 
Sonra benim sevdiklerime dönüp mitolojideki kadınlara göz gezdirip, Hera ve Metis arasındaki farklılıkları, erkeklerin bu açmazdaki kaypaklıklarını konuşsaydık.
 
Böylece, sanki bir lütufmuşcasına bize sunulan "Kadınlar Gününü" gizli -yoksa bastırılmış mı demeliydim?- gücümüzü hissederek yaşasaydık. Aslında bu belirli tarihe sıkıştırılan, samimiyeti tartışmaya açık, onlarca cümleye hiç ihtiyacımız olmadığına, ardımızda ve elbette içimizde dağ gibi bir birikim olduğuna aysaydık!
 
Keşke..
 
ÖNEMLİ NOT. Unuttuğum pek çok değerli kadın var tabii, sabah telaşına kurban giden... Affetsinler.
 
Heykel grubu, Camille Claudel 19.yy. Paris

7 Mart 2016 Pazartesi

YAZMAK GÜZEL EYLEM:)



Yazının iyileştirici gücünden yararlandığım için eleştirildiğim olmuyor değil. Haklı mıdır bu eleştiriler derseniz, pek umursadığım söylenemez. Zira herkesin, başına gelen şeylerle mücadele etme ve olan biteni kabullenme biçimi farklı. Ben öfkemi, kırgınlığımı veya her ne ise duygum onu  yazarak kusmayı tercih ediyorum. Bütün bunlar olurken de kimin ne kadar alınıp alınmadığıyla ilgilenmiyorum. Zira zaten bütün hikayeyi yazmama sebep olan insanlar da zamanında benim hassasiyetlerimi  pek ciddiye almadıkları için gönlüm ferah, kalemim rahat yazdıkça yazıyorum. Bazen "oh bitti!" dediğimde, beklenmedik bir bulantı geliyor, tekrar yazıyorum.
 
Bunca yıldır şu blogda zırvaladığım her şey kelimesi kelimesine gerçek. Kurgu olan bölümler bile!
Edebi değeri vardır yoktur haline de takılmıyorum. Kaç kişinin yazdıklarımı okuduğu da beni ilgilendiren bir durum değil. Sadece yazıyorum. Böylece hem rahatlıyorum, hem de bir süre sonra geri dönüp o an ne hissetmişim diye bakabileceğim belgelerim oluyor. Yoksa insan balık hafızalı; duygu uzaklaşınca olayları unutup, Allah korusun aynı hikayelere yuvarlanmak an meselesi.
 
Koşmak da hoşuma gitti gitmesine ancak yine de yazmakla aynı işi yaptığını düşünmüyorum. Koşarken hissettiğim fiziksel ve zihinsel rahatlama, yazının getirdiğinden çok farklı.
Daha iyi veya kötü değil, sadece farklı.
 
Muse'un yolladığı karikatürdeki gibi:
"yazdıkça senden uzaklaşıyorum"
"yazma o zaman"
"o zaman da kendimden uzaklaşıyorum"
 
Yazıyla yakınlaşıldığı doğrudur. Küçücük bir not hayatın tüm akışını değiştirebilir... Aylarca, yıllarca mektuplaşarak birbirini sevmeyi sürdürebilmiş çiftler tanımıştım zamanında... Birkaç şiir için olmadık insanlara değer veren kadınlar da bilirim... Hatta son tanıştığım hatun, adamın korkaklığından, sokak köpeği gibi kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırıp gitmesinden o kadar tiksinmiş, o kadar bu durumla yenişememişti ki bir defter dolusu yazmış olan biteni!
 
Ne mi olmuş? Ne olacak ki? Anlamak üzere kalbini, gözünü açacak olan bütün bu yazışmaları beklemez. Yazı hayatın akışına paralel bir yol gösterici olabilir ama yolun kendisi değildir. Bu durumda yazıyla kazandığınızı zannettiğiniz şey, aslında bir kazanç olmadığı gibi, yazıyla bir insanı kaybetmezsiniz. İçinize doğru yaptığınız yolculuğun araçlarından biridir yazı. 
Önü arkası bu aslında.
 
Haydi şimdi güzel bir haftaya başlayalım:)
 
 
 
 
 
 

4 Mart 2016 Cuma

GÖKKUŞAĞI MASALI

    
 
I. BÖLÜM
 
CÜCE

“İlişkinin başında ” dünyamı değiştirdin ” diyen kişi, sonunda mutlaka “biz ayrı dünyaların insanlarıyız ” diyecektir… İnsanın dünyasını değiştirecek tek kişi ” Kendisidir ” …”
Charles Bukowski
 

Bir varmış bir yokmuş, ömrü hayatı boyunca gökkuşağını aramış bir kız varmış. Hayatta tek derdi gökkuşağını yakalamakmış fakat bu pek mümkün görünmeyen hayalini gerçekleştirmek için ne yapacağını bilemiyormuş. Bir sürü kitap okumuş, okullara gitmiş, uzak ülkelere seyahatler düzenlemiş ancak ne ettiyse onu gökkuşağına yaklaştıracak bir formül bulamamış.
 
Günlerden bir gün, Cadı Bostanı sahilinde otururken yanına bir cüce gelmiş. Mavi renkli bir heybeden tomar tomar kağıtlar çıkartıp, kıza aydan, yıldızlardan, çiçeklerden bahseden şiirler okumaya başlamış. Biraz tuhafmış tuhaf olmasına ama öyle zarar verecek birine de benzemiyormuş.
Cüce anlatmış, kız dinlemiş. Kız anlatmış cüce dinlemiş. Birbirlerinin ne hakkında konuştuğunu pek anlamasalar da arada bir gökyüzünden bahsettiklerinden olsa gerek, benzer kelimeleri kullanmanın sohbet etmek olduğuna karar kılıp, ay üç kez yuvarlanıp, tekrar yay gibi incelene kadar sahilde oturmaya devam etmişler.
 
Uçmayan uçurtmaları, korkutmayan canavarlı şemsiyeleri ve toprağa dikilmemiş lale soğanlarıyla geçen uzun günlerden sonra zifiri karanlık bir gece, kız çok tuhaf bir rüya görmüş.
Rüyasında dumanlar arasından çıkan koskocaman bir cin, uçan  halısıyla, yatak odasının penceresine gelip, kıza küçücük kavanozun içinde sesi zar zor duyulan bir kalp vermiş. Kız, kavanozu eline aldığında pıt pıt atan kalbi görünce önce çok korkmuş. Bu ne biçim bir hediye diye geçirmiş içinden. Ama "cin bu, hediyenin ne olacağına elbette o karar verir" diyerek, huzursuz uykusunda sağdan sola dönmüş.
 
Sabah olup uyandığında rüyasını cüceye anlatmak için sahile gitmiş. Fakat cüce orada değilmiş. Kız akşama kadar büyük bir hevesle cüceyi beklemiş, "bu rüyayı olsa olsa o yorumlar, çünkü harika şiirler biliyor" diye geçirmiş içinden. Sonunda cüce gelmiş ve kız heyecanla rüyasını anlatmış.
Cüce, umursamaz bir ifadeyle omuzlarını silkmiş. Ona göre bu rüya çok anlamsızmış. Kız, bu beklenmedik tepkiyi pek sevmemiş. Ancak, daha ne hissettiğini söyleyemeden, cüce mavi heybesinden kağıtlarını çıkartmış ve kıza, uzak ülkeler ve bebekler hakkında şiirler okumaya başlamış. Şiirlerin büyülü dünyasına dalan kız, birkaç dakika içinde rüyasını unutmuş!
 
Zaman hızla geçerken, bazı kelimeler cücenin şiirlerinden kaçmaya başlamışlar.  Önce yıldızlar, sonra uçurtmalar, daha sonra bulutlar derken, en sonunda ay da gitmemiş mi!
Ayın gidişiyle birlikte şiirler iyice çekilmez olmuş, kız artık onun neden bahsettiğini hiç anlayamıyormuş. Zaten gökkuşağını aramadan geçirdiği zamanlar yüzünden de vicdan azabı içindeymiş. Sonunda, bu duruma daha fazla dayanamayarak yeniden gökkuşağının ardına düşmeye karar vermiş. Cüce yi sahilde bırakmadan önce ona   kendisiyle gelmek isteyip istemediğini sormuş. Cüce " elbette isterim, hem de çok isterim!" demiş çenesini yukarı yukarı kaldırarak.
 
 
Ve  ikisi birlikte gökkuşağını aramaya başlamışlar. Üç ayın sonunda kız, cüceden fena halde sıkılmış. Çünkü durmadan eteğine basıyor, susuyor, yoruluyor ve yolculuğun yavaşlamasına neden oluyormuş. Çok uyuyor, yerli yersiz gülüyor ve neden yolda olduklarını unutturmak ister gibi kızın hiç ilgisini çekmeyen konulardan bahsedip, dikkatini dağıtıyormuş.
 
Uzun ve yorucu bir günün sonunda kız bir rüya daha görmüş. Rüyasında en sevdiği, nergislerle süslü kupası kırılmış! O kadar üzülmüş ki, canı yanarak kalmış yatağından.
Yine rüyasını cüceye anlatmış fakat cüce bu defa onu dinlememiş bile. Ve  kız iyice anlamış ki, aslında bu yolculukta cüceyi yanında istemiyormuş. Rüyalara inanmayan, masal dilini bilmeyen biriyle gökkuşağı aramanın hiçbir anlamı yokmuş.
 
Ertesi gece, aylar evvel rüyasına giren cine tekrar rüyasına gelmesi için yalvararak uyumuş. Ona bir yol göstermesi için dilekte bulunmuş. Gerçekten de Cin, kızın rüyasına dönüp ona cüceden nasıl kurtulacağına dair değerli bir sır vermiş.
 
Sabah uyandığında kızın yastığının yanında bir kavanoz ve içinde de mini minnacık bir kalp varmış. Kız kalbi almış ve yanında uyuyan cücenin kulağından içeri akıtmış. Cüce huzursuzca kımıldanmışsa da uyanmamış.
Artık cüceye karşı hiç bir sorumluluğu kalmayan kız, derin uykudaki cüceyi bir balona bağlayarak pencereden dışarı bırakmış. Cüce uçmuş uçmuş uçmuş ve artık gözle görülemeyecek kadar uzak bir yerde balondan kurtularak eski bir apartmanın çatı katına düşmüş. Düştüğü yer Kalbi Sağır İnsanlar Ülkesi'nin en yüksek apartmanıymış.
 
Cüceden cinin yardımıyla kurtulan kız, gökkuşağını aramak için, kaldığı yerden yolculuğuna devam etmek üzere çantasını toplamış ve kışlık kıyafetlerini de yanına alarak kuzey ışıklarına doğru yollara düşmüş. Çünkü cin, ona sadece cüceden kurtulmanın sırrını değil, aynı zamanda gökkuşağını bulmanın da ipucunu vermiş:
Yeteri kadar cesur olursa gidebileceği en uzak noktada onu bekleyen bir sır varmış...
 
Cücenin sağır kalbinden uzaklaşan kız, ellerini göğsünün üzerinde birleştirmiş, kalbinin yerinde olup olmadığını kontrol ettikten sonra derin bir nefes alıp, gülümsemiş.
 
Şimdilerde dev bir zeplinle kuzeye doğru yol aldığını söyleyenler var. Dileğimiz bütün arayanlar gibi istediğine kavuşması...
 
Gökten üç kar tanesi düşmüş
Biri gökkuşağını arayan kızın başına,
Diğeri rüyalarda gezinen cinin başına
Ve sonuncusu da masalın aslında masal olmadığını çok iyi bilen okuyucuya:)
 
 
önemli not. masal sipariş üzerine yazılmış olup, dilerim hanımefendiyi memnun etmiştir. Henüz düzeltmelerini yapamadığım için kendilerinin affına sığınıyorum:))