30 Ocak 2024 Salı

NASIL BİR SON?

 

Günaydın:)

Güneşe rağmen depresif hissettiğim  artı üç derece sabahtan sevgiler. Az sonra Ela'nın davet ettiği siyaset bilimi dersine katılcağım. Konumuz Rusya'nın dağılışı ve sonrasına dair olan biten. Ders öncesi tavsiye edilen okuma ne güzeldir ki eski arkadaşım Sabri Gürses'in çevirisi. Kitap 2015 yılında Nobel Edebiyat ödülü almış. Gerçi bu ödüller asla kriter değil benim için ama aranızda böyle şeylere değer veren varsa diye not düşmek istedim. Adı İkinci El Zaman. Çeviri nefis, gayet akıcı. Üstelik hiç fikrim olmayan bir konu. Henüz bitiremedim ama bugünkü dersi sabırsızlıkla bekliyordum. Zihnimin farklı sularda gezmeye ihtiyacı var.

Ders çıkışı neler olmuş anlatırım size. Şimdi yavaş yavaş saçımı başımı toparlamam ve kahve yapmam lazım. Saç demişken, epeyce zamandan sonra tekrar uzatmaya karar verdiğim saçlarımla bir türlü barışamıyoruz. Koparak dökülüyorlar ve hep kuru. Bu konuda tavsiyesi olan var mı? Malum cilt ve saç kalitemiz yaşla beraber değişiyor:))) Bu şekilde devam edersem bir sonraki yazının konusu paçalı donların rahatlığı olabilir, hiç yadırgamayın, gördüğünüz gibi rota belli!

Şimdi derse gidiyorum, dönüşte bir yere kaybolmayın. Ya da çıkıp yürüyün biraz, durdu galiba yağmur. ( Ayy aklım dışarıda kaldı, acaba gökkuşağı çıkmış mıdır? )

29 Ocak 2024 Pazartesi

BAŞKA BİR SEÇENEK YOK.

 

Şehirdeki herkes gibi haftaya kış güneşiyle başladım. Ömrümde ilk defa yaşlıların soğuk sevmeyişini anlayabiliyorum. Çünkü neredeyse her gün farklı bir yerim ağrıyor. Dün sabah kalçam, bu sabah dirseğim... Galiba şimdiye kadar cepte bildiğimiz sağlığımıza ödeme alınan döneme girdik. Neredeyse bütün arkadaşlarım benzer şeyler anlatıyorlar, hepimiz mızıldanıyoruz. 

Etrafımızda sadece oram buram ağrıyor diyenler değil, ciddi grip olanlar ve daha zor hastalıklarla cebelleşenler de var. Tek bildiğim fareler gibi, mecbur kalmadıkça evden çıkmadığımız tuhaf bir dönemdeyiz. 

Dün sözde müzik dinlemeye gidecektik, Osman bile "patiklerimi giydim yuvarlanıyorum" dedi! Düşünün ekibin en parti seven adamından çıkan ses buydı! Vah bize vahlar bize...

Hayatımızın her dakikasını yük gibi algılamaktan hızlıca vazgeçip, silkinmek lazım, lazım tabii de nasıl? Zaman zaman uzun yürüyüşlere çıksam, matı serip debelensem bile içimde bir parça var ve o derin uykuda. Bu nasıl bir his anlayamadım. Sürekli bekleme halindeyim, üstelik neyi beklediğimi, bana ne verilse iyi hissedeceğimi bilmeden. Hayatı, ara istasyon gibi algılamaya başladım. Sanki yaşanabilecek tüm iyi günler zaten tamamlandı, kota doldu ve bir sonraki varış noktası için tren bekliyoruz! Hissim galiba böyle yada buna benzer birşey. 

Sağlık sigortamı ödemek gibi sözde gerekli ve medeni dünyanın şartı olan rutinlerin çoğu aşırı anlamsız geliyor. Şimdilerde o kadar başka ki dertlerim. Mesela hızla pahalanan beslenme ve sağlık giderleri. Mevsimle gelen neşenin hiç mi hiç evime uğramayışı. Okuduğum ve yazdığım kelimelerin anlam azalmasına uğraması....

Acaba herkes böyle mi hissediyor? Yoksa mevsime tutunamayan sadece ben ve etrafımdaki birkaç kişi mi? İnsan merak ediyor... 

Neyse, bugün yağmur durunca pazara gideceğim. Yufka ve pancar alacağım. Yufkadan börek, pancardan turşu yapıp Pazartesi gününe dair vicdan rahatlığı yaşayacağım. Ah bi de ödemeler var tabii, ne güzel, onları da yapayım :)))

Hadi iyi haftalar, s..ke s..ke yaşayacağız, kaçış yok!








27 Ocak 2024 Cumartesi

KİMSEYE ETMEM ŞİKAYET




Ben ederim. Maalesef henüz,  adına sükut denen o ulu tepenin olsa olsa eteklerindeyim. Bu sabah yürüyüşe çıktım, haydi dedim değiştireyim ezberimi sıkı bir sahil yürüyüşü yapayım. 

Derya aradı, konuşa konuşa yürüdüm. Ardından T. P. yi aradım derken öyle iyi geldi ki sohbet muhabbet, hadi öğleden sonra rakısına çökelim dese eskilerden biri, topuklarım kıçıma vura vura koşardım. 

Geçmişe güzelleme değil, vallahi değil sadece yerine bişi koyamamak sıkıyor canımı. Rakı sofralarında edebiyatın, sanatın, aşkın sevdanın dibine vurulduğunu görüp, sonra sabah akşam tost gevelemek nedir bilir misiniz siz? Bilemezsiniz. Belki de bilirsiniz?

Tutunmayan* bir kadın olmak istiyorum. Babasına, anasına, kardeşine, eski aşklarına, hatalarına, günahlarına, şehirlere, evlere.... Hiçbir zımbırtıya tutunmayan. Eyvallah diyebilen, elindekinin en güzel haline dikkatini veren bir insan.

Ne öğrendim biliyor musunuz? İnsan şu hayatta sadece kendini yontabilir, o da milim milim.... Tıpkı işe kendi evini temiz tutarak başlamak gibi. T.P. dedi ki "sen epeyce toparlamışsın."  Güldüm, "yok be canım bu iş ev temizliği gibi; dip köşeyi parlat, haftaya sil baştan!" Doğruydu. Travma, s..tiri boktan onca acı hatıra  puf diye yok edilemez. Yaşanan ve yaşanamayan herşeyin izini, şimdiye hakimiyetini kontrol etmek için hep ama hep uyanık, her saniye tetikte olmalı insan. Yoksa o evi, zihnimizi yine bok götürür tez zamanda!

Sofralar kurardım eskiden. En zengin ve en fakir zamanlarımda hep, hep sofralar kurdum eşime dostuma. Keşke daha çok kursaymışım... Yalnız yediğim her yemek içimi sızlatıyor. Yerine birşey koyamadığımızda hayat kayıplar silsilesi gibi. Oysa bu bizim algımız. Hayat ne kazanç ne de kayıp, sadece hayat!

Dünya'nın dört bir yanına saçılmış arkadaşlarımı çok özlüyorum. Ana dilimde içimi açmayı, zihnimi parlatmayı, en iyisinden sevişmelere değişmeyeceğim sohbetlerimizi özlüyorum. Sabahlara kadar daldan dala konduğumuz birbirimize şiir okuyup, şarkılar dinleterek zar zor bi arabaya binip eve döndüğümüz, evdeysek en ayık olanın diğerlerini usul usul yatırdığı sabaha dönen gecelerimizi özlüyorum...

Şarap çanaklarımızı, sabah yenilen dumanı üzerinde poğaçaları... Kimseye şikayet etmem ne ya? Ben burada cümle aleme anlatıyorum bugünümü, dünümü. Ne var? Mızmızım işte ve halka açık yapıyorum mızmızlığımı.

* Sevgi Soysal


26 Ocak 2024 Cuma

BEN KENDİNE YAZIK EDENLERDEN OLDUM.





Annem laf arasında birkaç defa dile getirmiştir, eğer erkek olsaymışım adımı Yunus koymak istemiş. Sanki çekecek çilem olduğunu sezmiş gibi. Aynı sohbette babamın bana uygun gördüğü isim Osman Nevres. Onun da amma yüksekmiş beklentisi diyeceğim ama konu şu ki, annemin hamileliğinde babam Kurtuluş Savaşını anlatan Kutsal İsyan isimli cilt cilt romanı okuyormuş. Yani adımı Kazım Karabekir koymaya da kalkabilirmiş! Velhasıl kız doğarak her iki isimden de muaf olmuşum.

Neyse, konumuz Yunus veya Osman olmak olmamak değil, benim bu yaz, Ekim ayının son tutulmasında ilk kez bir astrolojik açıyı iliklerime kadar hissedip, gerçek hayatta olayları yönetemediğimde denizin ortasında dudaklarımdan dökülenler!

Benim Allah dediğim, seküler kesimin ve ateist arkadaşlarımın kuantum veya tesadüfler silsilesi olarak adlandırdığı sisteme içli içli mırıldanırken başıma gelen birşeyi anlatmak istiyorum.

Biliyorsunuz bu sene suda zaman geçirmenin son yıllardaki en iddialı yazını, hatta sonbaharını yaşadım. İster adına spor diyelim, ister rehabilitasyon, o hikaye bende çok işe yaradı. Fakat suyla bile işlerin üstesinden gelemediğim, kendimi yaklaşık bir hafta boyunca çöle fırlatılmış ahtapot gibi hissettiğim günlerim de oldu. 

Ölmedim ama neredeyse ölüyordum.

Tüm Dünya ile savaşacak kadar güçlü ve kudretli ben, en yakınımın şah damarıma bir kesik atıp, kıçını döneceğini bilemezdim.... 

Olaydan birkaç gün sonra beynime azıcık kan gider gitmez, kendimi yüklenip denize götürmeyi başardım.  Herkesten yeterince uzaklaştıktan sonra yavaş yavaş ısısı değişmeye başlayan suda öylece durmuş gökyüzüne bakıyordum.

İçimden öyle garip bir dilek yükseldi ki, anlamlandıramadım. Ama cümlemi tekrarladığımda içtenliğime şoke olmuştum:

"Keşke bir balina gelip beni yutsa!"

Tam olarak böyle dedim. O kadar canım yanmıştı ki, bi lokmada yutulup, herşey bitip gitsin istedim. İstedim de, balina falan gelmedi tabii. Fakat ilginç birşey oldu, aniden sular kabarmaya başladı; tıpkı tenceredeki sütün yavaş yavaş yükselişi gibi denizin kabarmasına tanıklık ettim. Gerçek anlamda tedirgin olmuştum, böyle birşey mutlaka çok normaldi ama bu defa suyun içindeydim ve hissettiğim şey, bedenim de dahil olunca gerçeküstü gelmişti. 

Gökyüzü karardı, etrafta koyu lacivert tonlar arttı ve ben kıyıya doğru yüzmeye başladım. İşte o an, aslında bir balina tarafından yutulmaya o kadar da hazır olmadığımı anladım. Yoksa ha bir dalga, ha bir balina ne fark ederdi ki sahiden bitsin istiyorsam?

Bana ne dilediğime dikkat etmem söylenmiş, bütünün denetleyicisi, alemlerin efendisi bana bildiğin ayar vermişti. Anlamıştım ve eyvallah diyerek çıktım sudan.

Ben çöle fırlatılmış bir ahtapot değil, sadece uykusunda susamış, rüyasında çölleri gören bir ahtapottum o kadar. Abartmamalıydım.

Aradan üç ay geçti. Yaram taze ama sorun yok, iyileşir. Sonuçta iyileşmese bile parmağımı sokup tekrar tekrar kanatacak kadar akılsız değilim. Bu arada dayımın hastalığı sinsi sinsi ilerliyor, tıpkı o kabaran deniz gibi. Ve ben buna tanıklık ederken uzak diyarlardan gönderilen hangi duayı tekrar ediyorum biliyor musunuz? Yunus'un balinanın karnındayken durmadan tekrar ettiğini. 

Dua şöyle diyor:

Senden başka ilah yoktur

Sen tüm eksikliklerden uzaksın

Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum*

Müthiş değil mi? Yunus'un hikayesini okuyun bence, bana ilham verdi. Küçükken peygamber hikayelerini ** okumayı ne kadar sevdiğimi hatırladım. Sanırım kendini seçen insanları, iç sohbetlerini duyabilenleri taa o zamanlardan seviyorum.

Dua iyidir. Zikir, mantra, dans iyidir. Yaşamla ahenk için şarttır. Ağzımızı hayırlı olana açmak ise en iyisidir. 

Son zamanlarda yaşamımla puzzle tamamlıyorum. Parçaları sıkıştırdığım yerlerden çıkartıp, gerçek yerlerine bırakıyorum. Burada çok yalnızım. Fakat kesinlikle seçilmiş, istenen bir yalnızlık. Rivayete göre Yunus üç ila kırk gün kalmış balinanın karnında ve bu duayı durmaksızın zikretmiş. Sonunda balina onu sahile kusmuş. Diyeceğim o ki, ben hala elli yaşımın içinde, ormanın derinliklerindeyim. Kime, ne kadar, ne zaman dönerim belirsiz. Burada kalır mıyım o da bilinmez. Bildiğim şu: ahenkli bir yaşam istersek eğer ruhu hatırlamak, postu yedirip içirmenin ötesine geçmek şart. Bunun da bin yolu var: ormana gitmek, balina tarafından yutulmak vesaire vesaire...

Senin yolun nedir? Yürüyecek misin onu düşün?


*Enbiya Suresi, 87. Ayet

** Kısas ı Enbiya, Ahmet Cevdet Paşa




24 Ocak 2024 Çarşamba

İÇİMDEKİ FIRTINA...







 

         T.P. 'ye.... 

Fenerbahçe'deki evden taşınmadan önce son kıştı. 2022. Gerçekten soğuktu. Kar ve yağmur birbirine karışmıştı. Nasıl oldu, oraya nasıl geldim hiç hatırlamıyorum ama birden bire "İçimdeki Fırtına" çalmaya başladı. Daha önce defalarca duyduğum şarkıyı sanki ilk kez dinliyordum. Katıla katıla ağlamaya başladım. Neye veya kime dökülüyordu gözyaşlarım bilmeden öyle ne kadar çırpındım bilmiyorum. Merak ettim şarkının hikayesini, açtım bilgisayarımı ve Çiğdem Talu'nun başını Melih Kibar'ın omuzuna koyduğu siyah beyaz fotoğrafı görünce anladım beni yerle bir edenin ne olduğunu.

      Aşk. 

      Aşk, beni yine vurmuştu.
   
Bütün Dünya değişmiş, istekler arzular farklılaşmış olabilir. Belki değişmeyen, istesem bile değiştiremeyeceğim tek şey kalmıştır, o da benim sahici olana tutkum. Yaşamımın trajedisi de burada gizli olabilir; ne derler bilirsiniz,  aza tamah etmeyen, çoğu bulamazmış.

Geçen hafta Nişantaşı'na düştü yolum. Çok uzun bir aradan sonra gitmiştim ve en sevdiğim mekanlardan bile keyif alamadığımı farkettim.... Şehrin hemen hemen her yerinde hissettiğim içimi paramparça eden şey yine gelip kalbime çöreklenmişti; yabancıydım. Bu şehir artık beni sevmiyordu. Rüzgarı saçlarımı okşamıyor, denizinin kokusu ciğerime ciğerime dolmuyordu... Bir vakitler güle oynaya yürüdüğüm sokaklarında kaldırım taşlarına takılıyordu pabucum. Bütün bunlar yetmezmiş gibi T. gitmişti. 

Sizin en son ne zaman bir dostunuz gitti hayatınızdan bilmiyorum ama ben hiç yaşayan birinin ardından bu kadar ağladığımı anımsamıyorum.

Başa çıkamadığım pandemi süreci ve devamında gelen zor günlerde ailemi ayakta tutmak, kötülüklerden korumak ve iyi kılmak o kadar takıntı haline gelmiş, öylesine sinirlerimi yıpratmıştı ki, en kıymetlim dediklerimi tarumar ettim. Yardım isteyememiş, ağzımı açıp konuşamamıştım. En biriciklerime bile içimde yükselen tanımsız bir kırgınlık, anlaşılmadığımı düşündüğümden ( oysa anlatmamıştım ki anlaşılayım...) dipten bir öfke hissediyordum. Adını bugün bile koyamadığım öfke-korku veya artık her ne ise o berbat karışım sadece beni değil, bana en yakınları da alev alev kavurdu. Öylece kala kaldım küllerin içinde. Yalnız, kimsesiz, faydasız, yetersiz...

Fakat Noel  sonrası çok uzaklardan ve bir yıl gecikmeli olarak bir not geçti elime. Tıpkı Oscar Wilde'ın Mutlu Prensi'nde olduğu gibi tüm aleve rağmen yanmamış bir kalp vardı küllerin arasında ve hayatımı kundakladığım halde çok şükür onu yok edememiştim.

İşte o gün, Nişantaşı'nda tek derdim şehir değil, artık bu şehirden göçtüğünü öğrendiğim o kalbin sahibiydi, T... Çok uzun yıllardır, hiçbir haber beni yerime mıhlamamış, böylesine ağır bir taşı kucağıma bırakıp kaçmamıştı. Bedenim en iyi bildiği tepkiyi veriyordu, donmuştum. Bağıra bağıra ağlamak için ertesi gün Ela'nın aramasını beklemem gerekti.

Ne kadar büyük bir illüzyon yaşatıyordu beynimiz bize... Ben şu an iletişim kuramıyorum diye hayatı, ilişkileri durdurabilir miydim? Artık zorlanıyorum diye sevdiğim bir dostla iletişimi dondurabilir miydim? Hadi oldu, bu densizliği yaptım diyelim, tekrar özlediğimde, kırmızı bir zarfın içinde veya küllerin arasında ona olan derin hislerimi bulduğumda o insan bıraktığım yerde olur muydu? Bana hayatım boyunca yapılmış en büyük kötülüğü ben en değerli üç beş dostumdan birine nasıl yapmıştım? Nasıl kıymıştım onca yaşanmışlığa, onca inceliğe? 

Ama delirmek, içine içine delirmek tam olarak böyle birşey. İçime delirmiştim. Onca acı, taşlaşmış hatıraların yerinden oynaması beni un ufak etmişti. Tüm travmalarım, değersizliğim ortalığa saçılmıştı. Acımadık yeri kalmamıştı varlığımın. Ne yaptım peki? Kabalaştım, buz gibi fırtınalar koparttım ve ne var ne yok bana dair, bana yakın yakıp yıktım. Kimse sevginin naifliğini, kırılganlığını, teslimiyetini öğretmemişti.... Tüm inceliklerime rağmen, severken, en sevdiğime bile hırçındım. Vah bana...

İşte İçimdeki Fırtına ile deliler gibi kriz geçirdiğimde muhtemelen T. babasını gömüyor, eşyalarını topluyordu. Ben orada değildim. Ben yalnızlığında, öfkesinde boğulmuş bir aptaldım. Defalarca elele onlarca dar boğazdan geçtiğim dostumun gözyaşlarını silemedim. Onu layık olduğu hayata el sallayarak uğurlayamadım. Sadece sebepsiz olduğunu sandığım bir nöbet geçirdim.

Peki bana, bize ne oldu? Ben kendime bir şans verdim, bu yazdan başlayarak artık beni geçmişimin yönetmediği bir hayat olasılığına izin verdim. Sonra o içime dokunan, aklımı başıma devşirten notun ardına düştüm. T.'ye yazdım. Konuştuk, halleştik. Yeniden o kalbi alıp yerine koyduk. Şimdi üzerine titriyorum ki, bir daha ne bir sel, ne de yangın olmasın, onu benden almasın diye. Çok şükür ikinci şansa inanan bir dost varmış karşımda, yoksa ben bu kucağımdaki taşla nasıl devam edebilirdim? Düşünmek bile istemiyorum.

Bütün bunları şunun için yazıyorum; lütfen benim teklediğim, lal olduğum yerde siz bülbül olun, o samimiyetin, ortak dilin ve elbette sahiciliğin değeri paha biçilmez, sahip çıkılmazsa öyle yazık ki, of! 

T. bana Erol Evgin'in konuk olduğu Nasıl Olunur isimli postcast'i yollayınca bütün bunları anlatmak istedim. Ortak değerlerimiz, geçmişimiz, birbirimize verdiğimiz emek, zaman ve en önemlisi koşulsuz sevgi yokluğunda insanı ayazda bırakan birşeymiş. Bir daha herhangi bir dostumu sırf öfkelendim, korktum veya çaresiz hissediyorum diye incitirsem, şu hayatta iki yakam bir araya gelmesin. Değmez, değmezmiş. 

İçimdeki Fırtına'yı dinlerken onca içlenişim de bundanmış: sahici olana özlemimmiş beni ağlatan.... Aşkta ve dostlukta en sahici olandan azı mı? Asla! O halde çok şükür hatamı telafi etmeme izin veren hayata ve T.'ye... 

İnancım tamdır en sahicisinden aşka ve dostluğa.











23 Ocak 2024 Salı

MECBURİ İSTİKAMET

 


Kendimi aklamaya çalışmak otuzlarımda önemliydi, haklı olmayı fazlasıyla seviyordum. Oysa elliler günah sevap kavramının, haklılığın ve buna benzer öğrenilmiş tüm değerlerin epeyce geride kaldığını hissettirdi. Öyle bir noktaya geldim ki, başkalarının gözünde aklanmaktan ziyade kendimi, olaylara verdiğim tepkileri anlamakla ilgileniyorum; kimim, burada ne yapıyorum veya neden yapamıyorum?

Burası yani şu an içinde olduğum duygu ve düşünce durumu bana daha kabul edilebilir geliyor. Neredeyse kocaman bir ömrü yedi mahalleyi memnun etmeye harcayan ben ne ardımda kalan yarım akıllı ilişkilerin, ne de kurduğum sofraların pişmanlığında değilim. Öyle yaşamam gerekiyormuş ve ancak o şekilde yaşayarak bugün sorduğum sorulara kavuşabilirmişim diye anlıyorum. 

Eskiyi seçmeyeceğim. Belki acı çekeceğim, ezberlerime dönmemek için kendimi zincirlemem bile gerekebilir ama bunu  bir kez daha yaşamayacağım. 

Geçen hafta Nişantaşı'nda yürürken eskiden benim için ne kadar keyifli bir semt olduğunu hatırladım. Eskiden... İstanbul'un pek çok yeri eskiden çok değerliydi benim için ama artık değil. Şehrin değişiminden, dönüşümünden canım yanıyor. O kadar ki olumlu değişiklikleri göremeyecek kadar moralim bozuluyor. Aynı şey ilişkilerim için de geçerli; değişiyorum ve onlar da mecburen değişecekler. Ya benimle yeni bir dil bulacaklar ya da benden vazgeçecekler.

Sevdiklerimin mutluluğu ve sağlığıyla ilgili endişelenmekten aşırı yorgunum. Hala endişeliyim, kendimce hayatlarını daha iyi kılma arzum hep içeride, en dipte, pusuda. Fakat yapmayacağım. Benden yardım istenmediği sürece ve hakkım olan sevgiyi, saygıyı görmediğimde yardıma koşmayacağım. Kaldı ki bedenim bile bu fikirde olmalı ki dizlerim ağrıyor.... Elli yaşında birinin dizleri ağrır mı hiç? Benim ağrıyor.

Bütün bunları neden yazıyorum biliyor musun? Şu hayatta seçmemiz gereken tek kişi varmış o da insanın kendisi. Bize bizden başka dost yokmuş...





17 Ocak 2024 Çarşamba

SEVGİ SOYSAL VE İÇİNE DOĞDUĞU DÖNEM

 

Çocukluğun yaralarından kurtulmak muazzam bir çaba ister.

                                                                             Gabor Mate


Büyük keyifle, hiç tanışmadığım uzak bir akrabamın hayatına dair izleri takip edercesine okuyorum Sevgi Soysal'ın hayatını. 

Gülerek, imrenerek, incinerek okuyorum. Kavgalarını, varoluş mücadelesini, şans ve şanssızlık olarak isimlendirdiklerini o kadar kendime yakın hissettim ki, kitabın ortasında durdum. Çünkü derin sularda yüzmenin bedelini mutlaka ödetir hayat, acaba Sevgi ölmeden evvel daha neler yaşayacak?

İçine doğduğu hayata aramızda yıl farkı olduğundan bire bir tanıklık etmemiş olsam da ortak dostlarımız, kıymetli bulduklarımız vardı. Aralarında bizzat tanışma şansına erişemediklerim olduğu gibi, aynı ortamları solumuş olanları neredeyse tek tek biliyordum. 

Sevgi Soysal çok şanslıydı, ülkenin ışıl ışıl parladığı yükseliş döneminde, tazecik fikirlerin evlerden taştığı yıllarda genç olmuştu. Benim çocukluğum onların yaşadığı tutkulu dönemin son sahnelerine denk gelir.  68 kuşağının çocukları olarak doğduk biz ve ne zaman biraraya gelsek bunun ne kadar hazin bir durum olduğunu konuşuruz..

Yine de kitabı okurken geç tanışmamızın aslında tam zamanında olduğunu hissettim. Onun ilk öykü denemelerini arkadaşlarına okuyuşu, ilk kitabını bir matbaaya gidip bastırışı ve tiyatroyla ilişkisi bana çok anlamlı geldi. Coşkusu, neşesi, ortamdaki hakimiyeti de  kendi Beyoğlu günlerimi hatırlattı. Onların ev toplantılarını anlatan satırları okurken, erken yaşta oturduğum sofraların tam şu günlerde ne kadar özlediğim şeyler olduğunu gördüm. O zamanlar dinlerdik, anlatılanlardan zihnimiz kamaşırdı ama söyleyecek sözümüz yoktu. Vaktinden evvel okunmuş kitaplardan cümlelerimiz olsa da yaşanmışlıkta tazeciktik.

Erdal Doğan tarafından yazılan kitabın tam ortasındayım. Tüm güzel günlerin geride kalmış olduğuna dair kederim büyüyor. Ve çok iyi biliyorum bu bir yanılsama. Sevgi Soysal'ın hayatta olduğu yıllarda da ülke ve Dünya zor günlerden geçiyordu. Fakat arada büyük bir fark var: Sanat. 

Sanat şimdi nerede?





16 Ocak 2024 Salı

LİSTELER

Günaydın,

Salı sallanır derler, sahiden sallanır mı acep? Eğer böyle bir söylenti yayıldıysa vardır hikmeti. O halde sallandığı iddia edilen ve zan altında bırakılan Salı'dan sevgiler.

Malum seviyorum güneşten evvel uyanmayı. Havanın kasveti iki kat yün yorgan misali ruhuma çökmüş olsa da kalktım ve kahve makinasına* ulaşmayı başardım. Pencereleri açtım. Havanın yumuşamış olduğunu fark ettim. İnsan şehirde pek hissedemese de böyle şeyleri, bu sabah iki üç gün öncesinin buzullar oluşturmuş İstanbul'undan kesinlikle farklıydı. Yağmur şehrin ılıman havasını geri getirmiş. Fakat evden çıkılacak gün değil. Neyse ki gerek de yok.

Haftanın ikinci yarısı şimdiden fazlasıyla planlandığından bugünü son güç toplama günü ilan edebilirim. Ne yaparım? Liste!

Okunmayı bekleyen kitaplarımı listeleyebilirim mesela. Ya da seneden beklediklerimi değil, hali hazırda sahip olduklarımın listesini yapabilirim. 

Severim ben bişileri alt alta yazmayı; düşünmeyi, anlamayı ve karar vermeyi kolaylaştırır. Eskiden uzun seyahatler öncesi bavula koyacaklarımı listelerdim. Yeni yıl hediyelerinin listesini yapardım... Büyük bir yemek daveti vereceksem masada olacakları listelerdim. Neyi hangi gün pişireceğim, alış verişi ne zaman yapılmalıyım, hangi malzemeler pazardan, hangileri marketten alınmalı? Vesaire vesaire... 

Bütün bunlar açıkça anlatıyor ki ben görerek kafasını toplayabilenlerdenim. Gözlerim belli ki en değerli organım. 

Bugün tatlı bir ılımanlık var şehirde, eğer yağmur sakinleşirse belki yürüyüşe çıkarım. O zamana kadar bu hafta yapacaklarımı listeleyebilirim. Acaba şehir dışından gelecek kıymetli misafirimi nerelere götürsem?

Nişantaşı'na mecburen çıkacağız çünkü küçük hanımın doktor kontrolleri var. Orada kadar gitmişken güzel bir kahve iyi olur. Sonra belki Beyoğlu'na geçeriz. O kadar uzun zamandır gitmedim ki, açıkcası korkuyorum. Etrafın hızla değişmesi beni ürkütüyor. Yine de şu İş Bankası Müzesi'ne bakmak istiyorum. Bi de TomTom Sokakta sevimli bir restaurant gördüm. Birkaç masaları var ve rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Belki küçük bir hovardalık yaparız? Sonuçta kefenin cebi yok, zaten benim de kefene dolduracak bişeyim yok:))

Cuma günü hava izin verirse Kadıköy'e inebiliriz. Hatta Üsküdar'ı çok özledim. Misafirim oraları çok iyi bilir, belki birlikte Üsküdar'a gideriz. Aslında aklımda hamam var ama hava soğuk diye herkes mızıldanıyor. Çok saçma. 

O halde ben listelerime gömüleyim bugün ve sonra yeniden buluşalım:)






*Selma senden gelen kahveyi dün bitirdim, Jasmin'in paketi bu sabah açtım:) Demek yarım kilo kahve bana bir ay yetiyormuş:)

14 Ocak 2024 Pazar

KARŞILAŞTIRMALI DİN TARİHİ


İyi Pazarlar,

Sabahın ilk ışıkları o kadar güzeldi ki, soğuğa rağmen dayanamayıp evden çıktım. Yüzümü, zerre kadar ısıtmayan güneşe çevirip, iki tarafı ağaçlı yolda yürümeye başladım. 

Hava inanılmaz sertti. Berrak bir lodos. Oysa hissedilen buzzz gibi poyrazdı. Hep böyle sanki; gerçekte olan ve benim hissettiğim aynı değil.....

Geçen hafta Tahsin Mayatepek'in Maya Kültürü ile ilgili raporunun bir bölümünü okuduktan sonra evde Sabiiler hakkındaki kitabı aramaya başladım. Kesinlikle vardı ama neredeydi. Taşınma sırasında sahafa yolladıklarım arasında olmazdı çünkü henüz okumamıştım. Kaldı ki zaten vermezdim, başvuru kitabıydı. Buldum. Theo pencerenin yanındaki küçük kitaplıkta saklambaç oynarken arkaya düşürmüş. 

Dünden beri okuyorum. Yazan bir ilahiyat profesörü ve dini bütün bir zat olduğundan şu ana kadar yani kitabın ilk yarısında müslümanlığa Sabiilerden devşirilen hiçbir tören, inanış ve benzeri şeyden bahis yok. Sanki tüm alış verişler Yahudiler ve hristiyanlarla olmuş, bizim tayfayla da yolları eh şöyle bi kesişmiş gibi anlatılıyor. Ama dikkatli bir göz için çok şükür dipnotlar verilmiş. Bu da Şinasi Bey'in akademik terbiyesinden kaynaklanıyor zannımca.

Yazılan her satırı dikkatle ve altını çizerek okuyorum. Çok keyifli. Bana meraklı olmanın kıymetini derinden hissettiriyor. Hayatım boyunca çok sevdiğim ve irite olduğum şeylerin nasıl da aynı potada eridiğini hayretle görüyorum. Güneş, ışık kültü sahiden büyüleyici. Bana o kadar ilham veriyor ki, bir ömrü bu kimseye faydası olmayacak okumalarla geçirebilirim. Çünkü vakti zamanında sardırdığım herşeyin yani bütün yolların Roma'ya çıktığını görmek, bunun izini sürmüş olmak müthiş bir keyif.

Mevlevilik, masonluk, dördüncü yol, budizm başta olmak üzere tüm saygı görmüş veya korkularak yok edilmiş inançların benzer değil, kesinlikle aynı kumaştan biçilmiş olması benim inançla ilişkime çok uygun. Ayrıca mesele bana uyması veya uymaması da değil, evet, tek yol var. Zamanla çalı çırpıyla kaplanmış, üzerine bile isteye yanlış işaretler bırakılmış olsa da inat edenler için hala görülebilir, yürünebilir, yaşanabilir!

Bence oku emri çok manidar. Çünkü okumak bir kitapla sınırlanamaz. Kitapları oku, etrafını oku, hayatını, kendini ve daha aklına gelen ve gelmeyen ne varsa oku. Oku ki, hepsinin tek yerde birleştiğini gör. Ayrıntılar.... Takılma. Semboller ve törenler sende karşılık buluyor mu ona bak. 

Sabiiler hakkında bilgilenmek çok hoşuma gitti. Nasuriler. Nasıralı İsa, Harran Ovası yıldız gözlemcilerinin Sabiilerin kimliği altına saklanmaları, İran'da hala varlık gösteren az sayıdaki Sabii. Esseniler ve Sabiilerin neredeyse bire bir aynı geleneği sürdürüyor olmaları, hatta belki aynı olmaları... Of, çok güzel ya. 

Lütfen bu konuya sardırın biraz:) Hatırım için.


13 Ocak 2024 Cumartesi

DAYIM YAŞARSA NE GÜZEL OLUR.

 

Dün gece hiç uyuyamadım. Dayımı düşündüm. Onu ağrılara yenilmiş, iki büklüm görmenin hafızamda beni nereye götürdüğünü farkettim. 

Kahve mi içtim zehir mi, yemek miydi yediğim dayak mı anlamadım... Tek bildiğim insan kaçtığına yakalanıyor. 

Babam öldüğünde dokuz yaşındaydım. Ölüm, kanser, ameliyat gibi kelimeler annemle babamın evde olmaması, babamın hastanede yatması, etrafımızdaki atmosferin değişmesi demekti. Daha mı iyi olacaktık, yoksa köklü bir değişimle mevsim rüzgarına boyun mu eğecektik bilmeden, kardeşimle birlikte arkası yarın dinlemeye devam ettiğimizi hatırlıyorum. O aylara dair çok az hatıram var çünkü hatıralarımı diri tutsaydım muhtemelen hayatta kalamazdım. Çok şükür, benim anlamadığım bir şekilde sistem orada kapatmış olmalı kendini. 

Ufak bir filin gelip göğsüme oturması  o zamanlardan yadigardır.

Şimdi geri dönüp kırıntıları yan yana dizdiğimde aslında üçümüzün de; annem, kardeşim ve ben, o dönemde ölümcül yaralar aldığımızı görüyorum. Kardeşimin ufacık ellerini yüzüne kapatarak ağlaması, okulda kusmaları, benim derslere ilgisizliğim, annemin sapsarı suratı ve buz gibi bir kış. 

Hepsi çok ağırdı.

İnsan kaç defa böyle olaylara tanıklık eder? Kaç defa aynı nefes kasen yerlerde sürünerek dolanır bilmiyorum. Ama o zaman evin koridorunda üç kişiydik. Geniş bir alanda değil, orada güvende hissediyorduk. Yalnızdık, çocuktuk, bizi koruyacak kimse kalmamıştı.

Yıllar sonra o günlerden kalan arızalarımı okuyabilmeye başladığımda içimde çöreklenmiş derin kederi gördüm; babama yardım edememiştim. Belki bu yüzden hep kurtarıcı pelerini ile dolandım hayatın içinde, pervane oldum ailenin kalan üyelerinin etrafında. Derdim herkesi iyi kılmaktı. Başka kurban vermek istemediğimden, Tanrıya inacımı yitirmiş, onu kötü bellemiş ve ölüme, hastalığa savaş açmıştım.

Bugün işler değişti. Baştan kaybettiğim bir savaşa girmek istemediğim gibi, buradaki vazifemi de daha iyi anlıyorum. Her canlı ölümü tadacaktır. Eyvallah, kabul. Benim yenişemediğim her canlının yaşamadığıyla ilgili.

Evet dayım neredeyse son evrenin ortasında. Ama hala bir hayali var ve bence ona dair gerçekçi adımlar atıldığını görmeye ihtiyacı var. Umudumu kesmek istemiyorum. Tek arzum farkındaliklı hayat yaşaması ve bittiğinde de aynı bilinçle geçiş yapma hakkını elinde tutması. Yaşayacaksa bu harika olur. Çünkü toprak, ev, evin içindeki yorganlar bile tamam dayımın hayallerinde. Ve kimbilir belki yeni gelecek ilaç sahiden müthiş bir şans yaratabilir hayatta? Ama burada başka kabuller de olmalı. Filmin devam edemeyeceği bir noktaya da gelmiş olabilir dayım. Eğer oradaysa, babam için yapamadığımı yapmak istiyorum; yanında olmak ve elini tutmak. Huzur içinde yola çıkmasına ve etrafıyla hakkıyla vedalaşmasına destek olmak. Ve bir başka boyutta yeniden birbirimizi tanımayı umutla, hevesle beklemek....

Duygularım çok karışık. Acı çektiğini görmek canımı yakıyor. Tek arzum ağrılarının dinmesi.






11 Ocak 2024 Perşembe

RECEP IS HERE

Canlılığın anlamına dair inanılmaz bir yaz geçirdim. Yaşamanın gerçekten ne olup, ne olmadığı hakkında sorular sordum. Sordum mu? Aslında sormadım. Ben sustum, cevaplar geldi.

Şu içinde devinip durduğumuz hayatı kurgulayan büyük akıl artık benim için muamma değil. Çünkü çocukken legolardan veya iskambillerden kurduğum hayatı biri veya birilerinin de aynı şekilde benim için kurguladığını anladım.

Özgür irade out, birlik bilinci in.

Üç ayların ilk gününde makul bir yazı olmayacaktır dile getirmek istediklerim.Bu yüzden dogmatik anlamda tapınmayı, inanmayı sevenlerin affına sığınıyorum. Ben yapamam, hiç beceremedim. Soru sormak ve kurcalamak benim yaratılışım.

Benden nefis şeyler olurdu aslında. Biyolog, dansçı, teolog, tiyatrocu, yemekhane müdüresi, yetimhane yöneticisi, kutsal kase koruyucusu, botanikçi... Ola ola arkeolog olup, ondan da defalarca anlattığım sebeplerle vazgeçtim. Ne mi oldum? Olamadım. Hala olmaktayım. Olmaya devam ediyorum. Görünen o ki bir kaç hayata daha ihtiyacım var.

Ama inanç kısmını anladım. İnanmanın ne olduğunu kavradım. Bu işin niçin teslimiyet, ego, nefis, aşk gibi kelimelerle mühürlendiğini idrak ettim çok şükür. Eski hallerime baktıkça bana bi gülme geliyor. Herşeyi bilmeler, insan beğenmemeler, doğrucu davut olmalar. Komikmiş, komikmişim.

Bu yaz Ardınç'la aslında iyi yok, kötü yok sohbetimiz ne güzeldi mesela. Galiba asıl açlığım buna, kalbin dilinde, delilik sınırında sohbete. Herşeyin sade, basit ve samimi olanını seviyorum. İnsanın, tasarımın, yemeğin, evin, edebiyatın... Sadeliğin ucuzlaşmadığı bir Dünya'ya dair hayallerim var. 

İnsan hayatını ne kadar sade tutarsa, derinleşme şansı o kadar artıyor. Tıpkı arazide açmalarımızın ölçülerini belirlemek gibi, yaşamın da sınırlarını netleştirebiliriz. Derinleşmek istiyorsak açmayı 5X5 yapmayalım! 1X1 olsun. Hayat da böyle, eğer anlamlı, tatminkar bir yaşamsa peşinden koştuğumuz, önce durmak şart. 

Ben bu yaz durdum. Küçüldüm. Öyle bol zaman kaldı ki ellerimde nihayet yaşayabildim. Yaşamak her dakikayı dünyevi tatminkarlık üzerinden tıka basa doldurmak değil. Yaşamak, gerçek canlılık ritimle mümkün. Havanın, suyun, toprağın telaşsızlığı ama her an kımıldanışı gibi olmalı yaşamak. 

Üç aylara dönersek işte tam bu iş için var kutsanmış zamanlar. Kabenin yapılış amacını boşver. Namazın nereden nereye geldiğine de kafayı takma. hayvanı değil, nefsini kurban et. Bırak dışarıdan alkış gelmesin, içinin uçurumundan yükselen alkışa kulak kesil.

Üç aylarda ben bol bol meditasyona oturacağım. Zihnimin örümceklerini doğaya salıp, kalbimin kulaklarını temizleyeceğim. Rüya görmenin sınırında yaşamak varken, bana zerre kadar faydası olmayan dış dünyaya da bir adet nanik benden. Üç aylardaki hedefim ezber bozmak. Benim patronummuş gibi davranan zihnimi alaşağı etmek.

Şimdilik bu kadar. Regaip Kandiliniz Mübarek olsun.

UNUTAMADIKLARIM... UNUTMAK İSTEMEDİKLERİM VE İSTESEM BİLE HATIRLAYAMADIKLARIM...


Viva Forever.... Spice Girls. Oya Ayman. Bayındır, İzmir. Kış. Arabadayız ve Oya'nın ormanın dibindeki evine ulaşmak için arabayla tırmanıyoruz. Uçurum korkum var. Oya beni sakinleştirmek için gençliğimizden bişiler çalıyor. Bu şarkıyı çok severdim diyor. 

Oya uçuruma paralel araba sürerken, altı yüz metredeki eve varabilmek için derin nefesler alarak şarkı söylüyorum, dayanıyorum. Arabanın koluna yapışmış parmaklarım yavaş yavaş gevşiyor. Bütün bunlar yaşanırken, akşamın alacasında şarkının beni hep Oya'ya götüreceğinden haberim yok.... Viva Forever.

Fly Me To The Moon... Frank Sinatra. Kardeşim. Noel Arefesi. Fenerbahçe'deki ev. İstanbul. Nadiren gülen, gülüşleri hayatın silindiri altında dümüz olmuş Prusya Kralı. Çok şakalaştığımız, tüm olumsuzluklara rağmen umutlu ve genç olduğumuz zamanlar. Aynı şarkıyı sevmenin ve koridorlarda birbirimize gülümsemenin güveni...

Birlikte gümeyi özlediğimde hala söylüyorum....

Farkındayım. Sezen Aksu.... Arda Akman. Eski kocam. Manastır Mevkii. Bodrum. Evdeki son sabahımız. Artık birbirimizi sevmiyoruz. Neredeyse her zaman Yunan radyosu çeken evimizde son kare. Arda Karaada'ya bakıyor, ben ona ve Karada'ya. Radyoda Sezen Aksu çalıyor. İkimiz de farkındayız, her zaman iyi arkadaştık, aşık değil.

Eden... Hooverphonic. Naci Kurtulan. En eski sevgili. Fenerbahçe. Pandemi zamanı. Bloga mesaj bırakmış. Uzun zaman sonra gördüğüme inandıramıyorum. Ego! O gece içiyorum. Çok içiyorum. Ama çok içiyorum. Üstümü başımı ıslatacak kadar ağlıyorum. Bu mevzu için gözlerimde tek damla yaş kalmamasını dileyerek sürüne sürüne ağlıyorum. 

Gözyaşlarım bitiyor ama uğruna savaşılmamış olmanın sızısı baki. Bana değersiz hissettiren herkese, bu hisse yenildiğim için en çok kendime bileniyorum.

Kimseye Etmem Şikayet... Müzeyyen Senar. Babam. İstanbul'un Meyhaneleri... İçmeye başladığımdan beri her duyduğumda babamı hatırlarım. Farklı zamanlarda aynı meyhanelerde içerken kimse bilmez bu şarkı çalınca taş kalbimin nasıl tuzla buz olduğunu, içime ağlamayı taa o yıllarda öğrendiğimi. 

Sevilmemişliğimize kadeh kaldırırım.

Kim O? Coşkun Demir... Teyzem.  Bardakçı. Bodrum. O genç bir kadın ve çok aşıkken, ben gencecik bir çocukken. Mümkün olmayan aşk ne demek anladığım an. Teyzem. Pek çok hayatta elimi tutan tek insan. 

I'm Your Man. Leonard Cohen. Naci beni terk etmiş, Alpay Özman kapımda kedi gibi dolanıyor. Gencim. İlk kez romantik ve nazik bir ilgiyle karşılaşıyorum. Kaset almış bana, I'm Your Man ve bir kilo muz:)) Hep komikti. Hep kendisi gibiydi. Şimdi NewYork'da dünya güzeli karısıyla yaşıyor. Onu her zaman ufkumu açtığı, bana başka seçeneklerin de olabileceğini gösterdiği için  minnet ve gülümsemeyle anımsıyorum. 

Kalbimi ona veremediğim için sonsuza kadar mahçubum.

Put Your Lights On. Santana... Ergün Dayım. Kuruçeşme Arena. İstanbul. Dayımın en sevdiği grubu dinlemeye gitmişiz. Dayı yeğen beraberiz, bira içip Santana dinliyoruz. Çok mutluyuz. En güzel anımız.... 

Uçurtma uçurduğumuz güne bu şarkıyı ekliyorum dayım için, yüzüm gülüyor.

Et si tu n'existais pas.... Joe Dassin. Bülent Uluçer ve Ekin Atalar. Her ikisiyle de paylaştım bu şarkıyı. Bize benzemeyenle anlık yakınlaşmaların keyfini hatırlatır bana. İnsanlar kötü değildir her zaman, bazen aynı şeyi aramıyoruzdur sadece yollar kesişmiştir. Hepsi bu.

Cambaz. Mor ve Ötesi. Fenerbahçe. İstanbul. Boşanmışım. Toparlanmaya çalışıyorum. Tuna Uygur'la salondayız.  Burak geliyor. Elinde albüm. Çok heyecanlı. Ne diyorsun diyor. Bugüne kadar yaptığınız en iyi iş, yıllarca dinlenecek, patlayacak bu albüm diyorum. Ve öyle oluyor. İlk kez bir Mor ve Ötesi şarkısını sahiden seviyorum. O yıl defalarca dinliyorum.

Uzun yıllar sahnede izlediğim lise arkadaşım artık ünlü. Beyoğlu'nda birkaç kişiye çaldığında da en az stad konserindeki kadar içten, en az o kadar aşıktı işine. 

"Cambaz" güzel günlerin ardımızda kaldığını söyler bana.

Falling in Love At A Coffee Shop... Landon Pigg. Even ayrılıp, Külkesi'nin mutfağına yerleşiyorum. Hap kadar, depodan bozma bir evde herşeyimiz var. Üzerimden tır geçmiş, kalbim boğazıma düğmelenmiş ama yaşıyorum. Yaralarımı yalayacak bir sığınağım var. Kadın dayanışmasını ilk kez o mutfakta yaşıyorum.

Bu şarkı yeniden hayata katılmayı anlatıyor bana. Bir defa başaran, yine başarır.

Dancing Queen. Abba. Charlie'nin Melekleri! Kadıköy. İstanbul. Tuna'nın doğumgünü. Agi, Tuna ve ben canına okuyoruz Kadıköy'ün. Dans ediyoruz, içiyoruz. Zor bir dönemde eğlenmeye karar vermişiz!

Herşey boka sarmışken birbirimize sarmayıp, inadına yaşamak demek bu şarkı:) 

Az dans edilmiş bir hayat eksiktir. Benim hayatım eksik.





8 Ocak 2024 Pazartesi

KIŞ HAKKINDA HİSLERİM


Bence tamamen yaşlanma alametleri bunlar. Yoksa kim sever kışı?

Ben bir zamanlar severdim. Noel seven kış sevmez mi hiç? Fakat bu sene deliler gibi terlememe ve susuzluk çekmeme rağmen- çamaşır makinası bozuktu, herşeyi elde yıkadım gibi konulara girmedim bile:)))- tercihim yaz.

Neden mi? Bi kere yüzülebiliyor. Üstelik denizde yüzmekle havuzda yüzmek arasında kayda değer bir fark var. İkincisi sabah saatleri çok güzel oluyor. Güneş doğmadan evvel gökyüzünün renkleri, havanın ısısı inanılmaz mutluluk veriyor insana. Kendi adıma mutlaka uyanmam gerekiyor çünkü yazmak, okumak ve kahve içmek istiyorsam birkaç saat sonrası hiç uygun olmuyor. Ama uykusuzluk ne olacak diyenleri duyar gibiyim. Yahu saat on ikiden sonra yap kahvaltını, al kitabını, hatta kapat perdeleri yat öğle uykusuna.

Şimdiden kürek kemiklerimde manasız bir ağrı ve içimde korkunç bir sokağa çıkmama isteği var. Zaten hayvanları düşündükçe fazlasıyla canım sıkılıyor. Çocuklar, soğukla arası hoş olmayan bitkiler... Hof!

Sabah uyanır uyanmaz ilk yaptığım şey nevresim değiştirmek oldu. Neden? Altına elektrikli battaniye koydum da ondan. Evin kombili olması beni hiç rahatlatmıyor, zira soğuk yataktan nefret ediyorum. Bu yüzden Sarışın alalım dediğinde gülmüştüm ama şimdi hoşuma gidiyor.  Bostancı'daki ev en üst kat olduğu için ısıtması zordu. Gerçi şimdiki evin de pek bir farkı yok. Altında otopark veya dükkan olan dairelerin kaderi bu galiba, serin olması.

Neyse sabah sabah nenem gibi mızıldandım ama hissim bu: kışa karşı eski sempatim yok. Noel bittiği an kış bitmeli. Mesela ben şimdi semt pazarına nasıl gideceğim??? Al sana günün olayı!




2 Ocak 2024 Salı

BRONZ ŞAMDAN VE HİÇ GÖRMEDİĞİM KENTTEN BALMUMUNDAN MUM.

 

Günaydın,

Winterson'dan Noel Günleri az evvel bitti. Sevdiğim kitapların başına gelen sondan o da kaçamadı. İki seçenek vardı zaten; ya yavaş yavaş okuyacaktım ya da bir lokmada ham yapacaktım.

"Öyleyse ölenler için mum yakın.

Ne kadar ihtimal dışı olsalar da mucizelere bir mum yakın ve kendi mucizenizi gördüğünüzde anlamak için dua edin.

Yaşayanlar için bir mum yakın, büyük anlam taşıyan dostluk ve aile dünyası için.

Gelecek için mum yakın, olabilsin, karanlık tarafından yutulmasın diye.

Sevgi için de bir mum yakın.

Şanslı sevgi için."

Ve bitti. Kitap böyle bitti. Mum yaktım. Yıllardır büyük bir tutkuyla okuduğum Winterson kitaplarından biri daha bitti. Fakat yeni bir yıl başladı. Birileri her ne kadar hiç değişmediğimizi düşünseler, bizi eski oyunlara döndürmeye çalışsalar da, olmaz. Çünkü eski eskide kaldı. Kimse geçtiğimiz yılı tekrar edemeyecek. Şu başlamış olan daha öncekilerden bağımsız. Zaman zaman anılar, olaylar bizi yoklasa da, biz mucizelere inanmayı seçerek alevi koruduğumuz sürece kimsenin karanlığı bizi yutamaz. İnatla değil, sevgiyle yaşayanlardan olmak en derin arzum. 

Hayatım boyunca duyduğum en güzel dilek bu olabilir: "ne kadar ihtimal dışı olsalar da mucizelere mum yakın, kendi mucizenizi gördüğünüzde anlamak için mum yakın."

Geçtiğimiz yılın mucizesi asla yapamam dediğim şeyleri yaparken kendimi sobelemem oldu. Duramam derdim durdum, susamam derdim sustum, bırakamam derdim bıraktım.

Buz gibi bir hayatta, gerekirse mum ışığında ısınmayı göze alarak çekildim. Beni görmezden gelen, kayıtsız kalan insanlara kapılarımı kapattım. Yollarına bıraktığım işaret fişeklerini patlatmaktan vazgeçtim. Kendimi seçişimin mucizelere davet olduğunu hissediyorum. İçim kalabalıkken, hayatım bitmeyen bir seri telaşla doluyken mucizeler olduysa da göremedim... Şimdi hazırım, artık görebilirim. 

İnanç yalnızca hayalperestler için mümkün.



1 Ocak 2024 Pazartesi

ORMAN

 

Bu sabah orman Winterson masallarından fırlamış gibiydi. Bir süre ne şarkı söyledim, ne de müzik dinledim. Sadece kuşlara kulak kesildim. "Sus Elvan, için de sussun, bizi dinle " dediklerini hayal ettim. Sonra güldüm, güldüm. Yürüyor ve gülüyor oluşuma pek bir sevindim. Dizlerim ağrımadan uyanmış ve şimdi sonsuz güzellikte bir ormanın muhteşem renkleri arasında yürüyordum. Az ilerideki kulübeye baktım. Önünde uzanan nehir ve ardındaki göl inanılmaz huzur vericiydi. Doğada benzerimi, eğer yoksa eşimi arıyor gibiydim. 

Bulamayanların kırgınlığıyla değil, arayanların sevinciyle yürüdüm. 

Bu yaz amma güldürmüştüm arkadaşlarımı. Gölün üzerinde yüzen yapraklar bana etraftakilere anlattığım Ofelia hikayemi anımsattı. Ormanda herşey mümkün, istediğin kadar masal uydurabilirsin. Bir sabah Ofelia olup, Hamlet'in gözyaşlarıyla huzur bulurken, aynı gün akşamüzeri Musa olup suları yarabilirsin!. 

Eskiden uzun uzun bir rehabilitasyon merkezinde yatmam gerektiğini düşünür, oralarda yaşayan ve hayatı nihayet bulan karakterlere özenirdim. Oysa artık biliyorum ki ben zaten çok uzun yıllardır bir rehabilitasyon merkezindeydim. Sonunda aralık kapıdan kaçtım ve bu huzurlu ormana geldim. Nihayet özgürüm. Bana verdikleri sakinleştiriciler, gündelik yalanlar ve beni "normal" olmaya zorlayan herşeyden, herkesten uzaktayım. 

Galiba benim evim orman.

Ormandan korkma Selma. Ormanda bulacaklarını korudaki ağaç veremez sana. 

Biliyorum.... Burada olmak zor. Ama inan buradan uzakta olmak daha zor, sürgün gibi birşeydi. Sadece ufak bir tavsiye, işaretlere dikkat et. Hansel'in yaptığı hatayı yapma. Cebine doldurduğun nohutlar sana yardımcı olamaz. Tamamen çıplak olmalısın. Gökyüzüne bak olur mu? Havayı kokla, en vahşi halini hatırla, hatırla ki şefkatin en hesapsızı çıksın içinden. Orman vahşi Selma, orman vahşi ve güzel! Cadının Kalbi'ni okumuş muydun? Hah, orada azıcık anlatıyor ormanı. Herkesin ormanı kendine. Eğer yazabilseydim, düzeltiyorum, yazdığım zaman ben de öyle anlatacağım ormanı. Ormanımı:)


OMNIA TEMPUS HABENT*


Merhaba!

Yeni senenin ilk sabahından sevgiler. İyi ki doğmuşsun Selma:) Notunu aldım. Her yorumunu yayınlamıyorum, bazen mahremiyetimiz olsun istiyorum. Ama bir cümlen var ki ona bir iki kelam etmeden geçemeyeceğim.

Annem beni korkunç zor bir doğum süreciyle dünyaya getirmiş. Bazen bundan dolayı bana hala kızgın olduğunu hissediyorum. Belki benim hüsnü kuruntumdur, kimbilir. Ama senin doğumun bana İsa'ya atfedilen hikayeyi anımsattı. Epeyce kutsal görünüyor:) En azından benim gibi son dakikada Anadolu'nun kir pas içindeki bir devlet hastanesine yetiştirilmemişsin. Şükret:)))

Yılın Latince cümlesini seçtim. Yetmedi bir de Türkçe cümle belirledim: Kefeni Yırtma Yılı.

Malum hepimizin kefeni, kefeni giyme sebeplerimiz farklı. İnsan hareket edemediği süre uzadıkça, elini kolunu, kimi zaman ruhunu hiçbir devinime katamayınca anlıyor kıyafetinde, onunla gelen kabulünde bir sıkıntı olduğunu. Eskiden koza benzetmesi yapardım ama değilmiş, kıyafetim bir koza, ben de bir kelebek değilmişim. Daha çok vaktinden evvel kuşanılan, bizi diğerlerinin, hatta ne hazindir ki bazen onlardan kaçayım derken kendimizin içine soktuğu yaşam pratiğine uymayan şekilsizce bişimiş!

Kolları yok, yakası bağrı yok, terlemeye, üşümeye, adım atmaya izin yok. Yaşama yakışan birşey değil. Yaşarken giyilecek gibi değil.

Bu yüzden ne yapıyoruz? Kefeni yırtıyoruz. Hatta kefeni yırtmakla yetinmeyip, üstüne her şeyin zamanını beklemeyi bırakıp, zamanla akıyoruz. 

Benim ömrüm hep daha iyi günler bekleyerek geçti. Annemden öğrendim. Onun mottosuydu tüm iyi günler geride kaldı ve azıcığı da ileride diyerek yaşamak. O yüzden yazık ettik, yazık ettim şimdiye.

Çok bekledim ben. Ne kadar akıllı olduğumu biri görsün, yeteneklerim alkışlansın, sevdiğim adam hakkımı versin ve daha pek çok şey için durup bekledim. Zaman önümden aktı, ben onunla akamadım.

Sonra bir mucize oldu ve yüzerken şimdiki zamanı hissettim. Sürekli ileri geri zıplayan düşüncelerimi gittikleri yerlerden alıp alıp getirdim. Tıpkı çocuklarını izleyen bir anne gibi geçmiş hatıralarımı ve gelecek rüyalarımı izledim. Elbette hepsi vardı, hepsi bendim. Ve ben onların tümünden daha fazlasıydım.

Bu yüzden artık kefenim yok. Hayatım var. Yaşamak var. Nefes almayı kendime hak bilmek var. Şimdi yaşamak zamanı. O kefen er geç giyilecek. Herkes giyecek de herkes yaşamı giyecek mı? Yoksa dünyevi olanın hazzını yaşamak zannederek ölecek mi?

Keşke Rita Hayworth yaşasaydı da ben onun için kefeni yırtma dansı koreografisi yapsaydım. En çok ona yakışırdı.

Mutlu seneler hepimize. 



*Her şeyin zamanı vardır.