23 Mart 2016 Çarşamba

YUVAYA DÖNMEK/KENDİNE DÖNMEK

 
 
Boş bir eve gelmenin güzel olduğunu söylemeyeceğim. Hatta balkondaki çiçekler, Burhan Bey'in ayva tatlısı ve masanın üzerindeki şiir kitapları olmasa gayet yürek burkucu...  Ama dolu bir hayata dönmek, bildik kokuların arasında soluklanmak gerçekten eşsiz bir şans! Yaratmak için çırpındığım bir güzellik...
 
P.tesi günü, tüm yorgunluğuma ve uykusuzluğuma rağmen beklediğimden çok daha iyi dersler yaptık. Çocuklar, keyifli ve tam olarak orada bulunmaktan memnun davrandılar. Sarıldık, öpüştük. Sohbet ettik. Beş farklı yoga pozu üzerinde çalıştık.
 
Amaaa Salı bambaşkaydı. Unutulmaz günlerden biri olarak işlendi yaşanmış özel zamanlar defterine...
 
Salı, sabah 10.00- 14.40. Küçük Kara Balık, Çatı Katı
 
Denge Oyunları 1,2,3.
 
Beni tanıyanlar bilirler Küçük Kara Balık hayatımda özel bir yer tutar. Anne ve babamın bana okudukları ilk kitaptır. Üstelik bununla kalmaz; çocukluğum boyunca kitabın sonundaki Kırmızı Balık olduğuma ( ki bu tatlı bir geçmiş zaman hikayesidir, sonra mutlaka anlatmalıyım ) inanmışımdır.  Ayrıca yıllar sonra kırkıma bir iki yıl kala bambaşka bir kariyere adım atarken bana kapılarını açan okulun adı da ne hikmetse Küçük Kara Balık'tır.
 
Hayat işte!
 
Salı sabahına dönersek, uzun zamandır şarkı mırıldanmayan ben,  yeni yılın sihrinden midir nedir, şarkı söyleye söyleye okula vardım. Öğretmen arkadaşlar baharın gelişine pusu kurmuş bir çete gibi bahçedeydiler:) Önce onları öptüm. Sonra bahçemizin güzelliğine baktım; çocuklar, çiçekler, dallarına su yürümüş ağaçlar...
 
Biraz Deniz'le sohbet ettik. Yeni çocuklarımızın kura heyecanı vardı odasında. Müdürümüzde ise güneyden gelmenin tatlı huzuru:) Ne güzel kadınlarla çalışıyorum diyerek bir kez daha gülümsedim.
Kimsenin kimseyi anlamak istemediği bir şehirde, sadece haftada bir gün kısacık sohbetlerle halden anlamak, iletişime niyet etmek.. Galiba bütün mesele dönüp dolaşıp aynı yerde kilitleniyor; amaç ne? Üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi?
Ah zavallı bağcı!
 
Çatıdayım. matları serdim. Birinci grup geldi. Çok küçükler! Yeni yeni yogaya uyum sağlıyorlar. Onları kapıda karşılıyorum ve küçük seslerini yanlarına alıp almadıklarını soruyorum. Aldık diyenlere de yoga için hazır mısın diye soruyorum. Böylece kapıdan geçiş törenimiz tamamlanıyor.
 
O sabah bana oyun yaptılar! Özge öğretmen çocuklara "görünmez olun ve Elvan öğretmen hiç anlamadan sınıfa geçelim" demiş. Ben de bunu duydum ve gözlerimi kapattım. Sessiz sessiz sınıfa girişlerini dinledim. Sonra da büyük bir şaşkınlıkla "aa nasıl gelmiş bu çocuklar matlarına? " diyerek başladım derse.
 
Her zaman severek oynadığımız tehlikeli nehir oyunu Salı sabahı bir göle dönüştü. İkea minderlerinden oluşan taşları gölün üzerine yerleştirdik ve annesine götürülmesi gereken inek için bir kurtarma operasyonu başlattık! Çocukların hem denge çalışması yapmalarına izin veren, hem de içlerindeki merhamet duygusunu canlandıran, başka canlıların ihtiyaçlarına ve yaşam haklarına saygılı olmayı esinlemek amacıyla kurguladığım bu oyun, nasıl oldu bilmem bambaşka bir coşkuyla akıp gitmeye başladı!
 
Başlarının üzerindeki minik ineği tutan eller, aynı zamanda taş olduğunu hayal ettiğimiz minderlere basmaya dikkat ederek gölün ortasında yürümeye başladılar. Her oyuncu turunu tamamlayıp, diğer arkadaşına nezaketle ineği ve dünyayı teslim ediyordu.
Şahane bir görsel şölendi benim için. Her birini hayranlıkla seyrettim.
 
İkinci grup onlardan birkaç ay, en fazla bir yaş büyük çocuklardan oluşuyordu. Buradan yola çıkarak oyunu azıcık zorlaştırdım. Acaba ellerimizle sadece dünyayı korusak, inek başımızın üzerinde tıpkı bir simitçi tepsisi gibi durabilir miydi? ( Demir, o kadar güçlü ve sakindi ki, bir an gerçekten ineği kurtardığına inandım! ) Ama çok dikkatli olmak lazım, gölde dişleri keskin ve karnı acıkmış balıklar var! A kıyıda bir timsah gördüm sanki!
 
Derken biraz daha zorlaştırarak üçüncü grupla da aynı oyunu oynadık. Uzay inanılmazdı. Onun yüzündeki ifade beni bazen çok güldürüyor. O kadar şakalaşmaya açık ve kendine özel bir espri anlayışı var ki, inanıyorum ilginç bir iletişim dili olacak insanlarla, hayatla. Ve Demir... Onu ilk kez bir yoga oyunundan bu kadar zevk alırken görüyorum! Nihayet! Oh diyorum içimden, demek istediği buymuş; macera ve bedensel farkındalık!
Bir kez daha yoganın sekiz basamağına dair ısrarcı davranıyor oluşuma seviniyorum! İşe yaradığını görmek içimi serinletiyor.
 
Ve sonunda iki ay sonra yuvadan uçacak olan dördüncü grup geliyor. Hiç bir konuda olamadığım gibi öğretmenlikte de profesyonellik tahtına ilişemeyen ben, bu çocuklara bakarken gerçekten duygulanıyorum. Gittikleri yerde çok sevilsinler, hiç üzülmesinler istiyorum. Büyümelerine tanıklık etmek, zaman zaman karşılaşmak ve bu çatı katındaki özel anları onlarla birlikte anımsamak istiyorum...
 
Dördüncü gruba oyunun kurallarını anlattım. Yavaş yavaş nasıl zorlaştıracağımı uygulamalı olarak gösterdim.
Birinci aşamada elimizde dünya, başımızın üzerinde annesine götüreceğimiz inek olacaktı. ikinci aşamada inek hala başımızda kalacaktı ama onu tutmayı bırakıp dünyayı iki parmağımızın ucunda taşıyacaktık, tıpkı Atlas gibi?
Üçüncü bölümde işler biraz karışıyordu, solfej yapmaktan hallice bir iş peşine düşecektik. Başımızın üzerinde inek, elimizde sayfalarını çevirerek yürüdüğümüz bir kitap! Bütün bunlar olurken, aman ayaklara dikkat, zira göldeki piranhalar çok acıkmış!!!
 
Çocuklardan ikisi, Can ve Ömer sadece seyretmek istediklerini söylediler. Yıllar önce anladığım ve her defasında işe yaradığını gördüğüm için hiç ısrar etmedim. Onlar seyretsin bakalım.
 
Oyun başladı. heyecan dorukta. İnek zaman zaman düşüyor tabii göle! Ama hızlıca alıyoruz oradan ve şimdilik sadece kulaklarını yemiş balıklar! Onları da anlıyoruz, çünkü açlar! Ama her şey yolunda, ineğimiz kurtuluyor ve annesine kavuşuyor.
 
Her çocuğun tepkisi, hızı, yüzündeki ifade o kadar kendine özel ki... Yiğit'in dikkati, Ali Bilge'nin çevikliği, Mert'in hızı ve Aras'ın tüm benliğiyle orada olmayı başaran hali! Ayda ve Leyla... Nasıl kendilerine özeller. Ne kadar tatlı kızlar bunlar! Kaan çok heyecanlı, yüzünde gülücükler. Azıcık cesaretlendirmeyle hemen dikkatini topluyor. Pek çoğumuz gibi, "elbette yapabilirsin" cümlesine ihtiyacı var. Onu anlıyorum, zira ben de öyleyim. Biri bana yapamazsın derse, hemen tası tarağı bırakıp kaçarım:))
 
Günün iki mucizesi var ki gözlerim doldu sevinç ve şaşkınlıktan. Deniz ve Ömer.
 
Deniz çabuk küsen, bebek dilini kullanmaktan hoşlanan, azıcık inatçı ve dünya tatlısı bir öğrencimiz. Kolunu incitti geçtiğimiz aylarda ve bu sebeple bedenini kullanırken çekimserdi. Nadiren oyunlardan zevk alır Deniz ve ders sonu dinlenmesini hiç sevmez. Salı günü ne oldu bilmem, Deniz inanılmaz dikkatli, hevesli ve kusursuz oynadı! Onu mutlu görmek içimi şenlendirdi!
 
Ve Ömer... Bu minik adam, sonuna kadar dikkatle izledi oyunu. Ve en zor son bölüme gelince "ben de yapacağım" dedi! Olur dedim. Ama sıranı beklemelisin. Bekledi. Ve yaptı!! O minicik insan, kusursuz bir şekilde turunu tamamladı. Ömer'in önce iyice izlemeye ve anlamaya, kendini güvende hissetmeye ihtiyacı varmış! Ah Ömer ne güzel bir şey hatırlattın bana; hepimiz ne kadar farklı öğreniyoruz...
 
Ben Salı günü gezegenin en mutlu insanlarından biriydim . İçimde sevinç, yanaklarımda mutluluktan yayılan bir pembelik... Saçlarım uçuşa uçuşa yürüdüm sokaklarda. Günün kalanı da öyle geçti. Hatta akşam dersinde de uzun zamandır olmadığım kadar oradaydım.
 
Evet, son zamanlarda aramış ve bulamamıştım. Düşmüştüm. Ne yalan söyleyeyim, zaman zaman da hayal kırıklığının ince kıymıkları hala çıkıyor sağımdan solumdan.. Ama gücümü toparladım, kaldığım yerden aramaya* devam edeceğim. Enerjim yükseldi. Bunu Salı günü anladım, çünkü çocuklar bizim enerjimizin aynası. Bizde ne varsa, geriye onu yansıtıyorlar. Son haftaların en kaliteli dersiydi. hem çocuklar için, hem de benim için..
 
Çok mutluyum! Kendimi yeniden Kırmızı balık gibi özgür ve maceraya açık hissediyorum!
 
* Aramakla bulunmaz, lakin bulanlar arayanlardır.
   Beyazıd Bestami
 
 
 
 

Hiç yorum yok: