29 Şubat 2016 Pazartesi

BARBARIN KAHKAHASI, ELVAN'IN GÜLÜMSEMESİ

 
 
Kitaptan bana kalanlar ve çağrıştırdıkları...
 
"Sıradan bir olumsuzluğu büyük acılardan kalan deyişlerle anlatırsan, asıl keder görünmez hale gelir.."
 
Yapıldı. Hatta banyoda üzerine basılıp geçildi...
 
"Gerçekten arkadaş olsalardı çoktan bitmişti ilişkileri. Arzuyu kabullenip aşkı yaşasalardı altı aya kalmaz ayrılırlardı. İkisini de beceremedikleri için sonunda yabancı topraklara esir düşmüşler. Birbirlerini suçlamaktan başka dil kuramıyorlar."
 
Yaşandı Mı?
 
"Samimiyet bir fiskede kanamaya başlıyorsa eğer, ileride önemli sağlık sorunlarına sebep olabilir."
 
Oldu.
 
"İlk yabancı lisanım, kendi dilim."
 
Evet, benim de.
 
"Bütün ihlallerimi hatırlar, sana titizlendiğim günleri unutursun. Seni terslediğim anları hatırlar, etrafa saçtığın düşünceleri geceler boyu dinlediğimi unutursun. Özensiz sözlerimi harfi harfine hatırlar, attığımız kahkahaları unutursun. itip kakmalarımı hatırlar, saçının teline kıyamadığım anları unutursun. Kiralık kasa gibisin be melih. Değersiz hisseler topluyorsun. Onlarla zengin oluyorsun sen."
 
Zenginsin gerçekten. Ne mutlu sana!
 
"Hikaye anlatmadan önce bekle biraz. Boşlukları doldurmak için acele etme."
 
Evet, biraz bekle..

29 ŞUBAT : BİR KASA MUTLULUK VAR EVİMDE!

 
Bugün mutlu olmayı beklemiyordum. Oysa mutluluk, tıpkı üzüntü gibi gafil avlıyor insanı:) Pazar sabahı evden çıkarken telaşlıydım. Aslında içimden balkona bakmak gelmişti ama nasıl olsa Tatlım Zişan'a* su verdim, laleler, sümbüller ve de nergisler henüz uykudalar diye düşündüm. Yanılmışım!!
 
Nergislerim açmış. Üstelik sümbülümde de bir kıpırtı başlamış. Tatlım Zişan mı? Oh, o kim bilir bu yeni arkadaşlarıyla nasıl mutlu!!
 
Baksanıza kızlarımın keyfine:
 
 

Sol üsttekiler lale soğanlarım. Onun hemen yanındaki ve altındaki iki küçük yuvarlak kapta sümbüller var. Sol ortadaki elbette nergislerim ve sağ alttaki de tatlım Zişan:)
 
Kendime bitki konusunda hiç güvenmiyordum. Bir canlıyı hakkıyla bakabileceğime dair kuşkularım vardı. Bu eve taşındığımda içeriye benden başka bakıma muhtaç veya ilgi bekleyen canlı almayacağım diye söz vermiştim. Neden yaptım bunu gerçekten bilmiyorum. Sanırım bambaşka bir haksızlığın faturasını yine kendime kesmiştim. Zira insanlar o kadar akıllı ki, giderken arkalarında nasıl bir duygu kaldığıyla pek ilgilenmiyorlar. Herkeste bir can telaşı... O canı nereye taşıyorsa artık... Ne diyelim, ayaklarına bir taş takılmasa bari..
 
Neyse, bugün konumuz güzellikler, hediyeler.
Masmavi köyümün gidip öpemediğim nergislerine, teyzemin mandalina bahçesini mis gibi kokutan sümbüllere benzemeseler de, küçücük bir kasada dünya güzeli bitkilerim var. Hele Zişan... Onun bana ifade ettiği şey öyle büyük ki...
 
Ölümsüzlük ağacı tatlım Zişan:)

Kendisi Thassos' dan buraya gelmiş dünyalar güzeli bir zeytinciktir.

27 Şubat 2016 Cumartesi

BADEM ÇİÇEKLERİ...


En az erguvanlar, nergisler ve anemonlar kadar severim badem çiçeklerini. Şimdilerde kır bayır badem çiçeği olmuş.. İnsanın nasıl da gidip göresi geliyor.. Zeytinlerin arasında kimbilir ne kadar güzel parlıyorlar..
 
Belki Nisan'da...
 
 

25 Şubat 2016 Perşembe

KADIN KAFASI :))

 

Kadın kafası benim geç bulduğum ancak tadını doya doya çıkarttığım nefis bir kafa. ne midir? Az alkolle bile hızla kana karışan kimyasal durumdur.
Bin tane farklı şekli vardır. Örnek verelim, eğlenelim.
 
*  Bagaja şampanya koyup, çantaya da kırmızı ruj atıp, arabanın eksik evraklarıyla ülke değiştirmek!
*  "Memelerin sarkacak birkaç yıla kadar, aç kız yakanı bağrını" diyerek evde kalmış arkadaşını dekolteye teşvik etmek!
*  "Sevgilin yok senin elektrikli battaniye alalım sana" diye bekar arkadaşa takılmak!
*  Eski sevgilileri ve eski kocaları konuşurken  "vay arkadaş benim vaka hiç orijinal diilmiş" diye dertlenip, "hepsi aynı tornadan cancağızım!" diyerek kahkahayı basmak!
Ve daha neler neler...
 
Amma velakin en güzeli Geyik Koşusu sonrası dönen sohbet:
 
"Biliyo musun on dört kilometrede kim koşmuş?"
"Kim?"
"Bilseydik, biz de koşardık!"
"Kim be?"
Telefon açılır ve ekranda Carlos Martin!
"Aha, iyiymiş"
"Koca bizi erken götürmedi tabii, göremedik!"
Koca cevap verir: "Yakışıklı erkeklerin hepsi gay"
Ve içimiz rahatlar:)))
 
Çok iyi anımsıyorum, Kurtlarla Koşan Kadınlar'ı okuduktan sonra kadın olmakla ilgili memnuniyetim artmıştı. Etrafımdaki güzel kadınları daha da iyi ayırt etmeye başlamıştım. O zamandan beri de en umulmadık zamanlarda gelen destekleriyle kadın arkadaşlarım beni şaşırtmaya devam ediyorlar. Hayat öyle güzel hediyelerle dolu ki, arada iki de kazık yemişiz çok mu diyesi geliyor insanın:))



ÖZEL RUHLAR VAR ETRAFTA:)))






24 Şubat 2016 Çarşamba

BAŞKALARININ MERDİVENLERİNDEN ÇIKMAK...



“Başkalarının ekmeği acı,
başkalarının merdivenlerinden
çıkmak eziyetlidir.” Dante


 Ben hayvandım, deyelim/
Vurdunuz.
Önce siz yaralandınız, sonra ben yaralandım.
Ben durunca durdunuz.

Soğuktu, donuyordum.
Yaralarım vardı, sardınız.
Bir denizde boğuluyordum,
Kurtardınız.

Açdım, deyelim/
Bir simid istedim sizden.
Ya ben söylemesini bilmedim,
Ya da siz simidden korktunuz.


Özdemir Asaf
-Nasılsın-




Anne ve babalarımıza benziyoruz. Oturup kalkışımız, bir konu hakkındaki düşüncemizi dile getirişimiz, ilişkilere, aile kurumuna, dostluğa, paraya ve daha pek çok şeye bakışımız tıpa tıp onlara benziyor..
 
Babam çok severmiş Özdemir Asaf'ı. Neredeyse tüm kitapları vardır bizde. Her biri tek tek imzalanmış. Anlaşılan o ki, samimiyetleri de varmış. Ne güzel. Bir şairle dostluk insanı nasıl da keyiflendirir bilirim. P. Özer sayesinde adıma imzalanmış kitaplarla koşa oynaya evime dönmenin mutluluğunu çok iyi bilirim..
 
Velhasıl, insanlarla kurduğumuz ilişkilerde de rol modellerimiz onlar, ailemiz...
Benim annem hırçın bir kadındır. Hırçınlığı anlaşılamadığında artar, biraz sevildiğini hissettirirseniz hemen geçer. Babam için böyle cümleler kuramıyorum, ama tanıdığım herkes nezaketini, sınırları konusundaki netliğini ve merhametini anlatıyor. Annem bütün bu anlatılanlara öfkesini de ekliyor:)
Hatta beni tanımlama cümlesidir annemin; babası gibi çabuk kızar ama çok merhametlidir benim kızım.
 
Bütün bunları sabah sabah niye anlattığıma gelince... Bana, emek harcamak, bize emek harcayana sevgi ve saygı göstermek öğretildi. Karşı komşum bizi adam yerine koyup iki dilim kek getiriyorsa,  güler yüzünü tatlı dilini esirgemiyorsa, ben de ona Eminönü'nden kahve getiririm. Nezaketini, güzelliğini gördüğümü ve teşekkür ettiğimi bilsin, hissetsin isterim. Karşılıklı kıymet verme mesajlarıdır bunlar benim için, hayatı güzelleştirir.
 
Hayatıma bir adam girmişse veya bir kadın, bana, bize emek harcamaya ve birlikte yürümeye niyet ettiğini söylemişse onu herkesten ve her şeyden korumak, var olan değerine değer katmak isterim. Ha burada bir tek şeyle çuvallarım o da ben, bizim için çırpınırken, eğer karşımdaki kımıldamayı reddediyorsa anlaşılamadığım her dakika öfkemi yükseltir...
 
Şimdi şimdi öğreniyorum, diğerine değer katmak, onu yukarı çekmek şansım olmadığını... Buradaki tek işin kendim olması gerektiğini.. Hayat işte, öğrencilik ve öğretmenlik durmadan kapıda!
 
(Bakınız Öfke Dansı bu konuda ne diyor:
Düşündüğümüz ve hissettiğimiz her şeye hakkımız olduğunu - diğerlerinin de bu hakka sahip olduklarını - beynimizin yanı sıra yüreğimizle de öğrenmemiz gerçekten zor. kendi duygu ve düşüncelerimizi açıkça ifade edip, kendi değer ve inançlarımıza uygun kararlar vermek görevimizdir. Diğer bir insanın bizim gibi ya da bizim istediğimiz gibi düşünüp hissetmesini sağlamak bize düşmez. Böyle bir şeye kalkışırsak, kişisel acıların ve duygusal sarsıntıların yaşandığı ve sonuçta hiçbir şeyin değişmediği bir ilişkinin içinde bulabiliriz kendimizi. Sayfa.36 )
 
Zordur başkalarının merdivenlerini çıkmak. Ancak ben birlikte yürüdüklerimi asla yarı yolda bırakmam. Ne kadar öfkeli veya kızmış olursam olayım, yardımına koşmam bir telefona bakar. Ne kırgınlığım engeller beni, ne de yaşananların kötü tadı. İçinde bulunduğumuz zamandır biricik olan, bir canın ihtiyacıdır. Elbette acısı, acım değildir. Ama bilirim çaresizliğin ne anlama geldiğini, anlamaya gayret ederim.
 
Yine de bütün bu cömertliğin içinde benim de olgunlaşmamış, ham yanları var ruhumun.... Kalbimi söküp, kedilere yem yapanı affedemem... Açık yarama basıp geçeni, nazikçe yüzüme gülümseyeni, onun bana uzak, kendine imkansız ruhunu unutmam... Etimden et kopartırcasına kucağıma bir bomba bırakıp, hayallerimi havaya uçuranı unutamam. Böyle insanlara yardım edemem, onları affetsem, kendimi affedemem.
 
Yaşanmışı değiştiremem. Bıraktığı izi silemem. Sadece, bana ait bir tek manevi objenin bile artık diğer tarafta kalmasını istemem. Simitten korkulmuşsa eğer artık bağlasalar duramam.
 
Aileden öğrenilir bazı şeyler..
 
Birkaç zaman sonra beni, yine başkalarının merdivenlerinde görürsünüz:) Zira bize öğretilen sevgine, sevdiğine, dostuna, ailene, değer verdiğine sahip çıkmak, onu ardında bırakmamaktır.
 
İhanet etmemektir.
 
 








23 Şubat 2016 Salı

 
 
 
 
 






22 Şubat 2016 Pazartesi




 
Benim hayatımın sorunu, gördüğüm şey ile görmek istediğim şeyi hep karıştırmış olmam.”
                                                            Umberto Eco

21 Şubat 2016 Pazar

KOŞ COŞ EĞLEN


 
 
Son dört ayın en güzel gününü yaşadım bugün. Nasıl iyi geldi... Oy oy oy. Anlatması zor. Ama deneyeceğim.
Öncelikle ilk tepkim "Hayırrrrrr!!!" oldu. Koşmak mı? Ben mi? Uleyn, benim koşmam demek belimin, dizimin zorlanması demek. Ayrıca kapladığım alanı düşünürsek pek estetik de sayılmaz. Yok yok, koşamam dediiim ama sonra kuzu kuzu kaydımı yaptırdım. Sözde antreman yapacaktık ancak o da kısmen başarılabildi. Veee olurdu olmazdı, yok yağmur yağacak falan  derken koşacağımız gün geldi.
Ta ta ta ta....
 
Dün akşam mızıl mızıl söyleniyordum. Mis gibi ortamdan kalk, istediğin kadar içemeden yatağa kon! Neymiş ertesi gün koşulacakmış!!!
 
 
Sabah da böyle uyandım. Tayt falan giyince üşüyeceğimi düşünüp önce ona bir posta homurdandım. Üzerine pamuklu bir eşofman daha giydim. Başladım Bingül'ü beklemeye. Mod huysuz cüce modu!
 
Geldi araba.
E mecburen bindim! Baltalar elimizde uzun ip belimizde biz gideriz ormana hey ormanaaa şarkısını(!) söyleyemeden Belgrad Ormanı'na vardık. Şarkı söyleyemedim, zira Bingül asla izin vermiyor! Oysa ben onu hep destekliyorum..
Alman kaçmış içine:))) Ayrıca yol kısa sürdü, ona da uyuz oldum!
 
Sıranın bize gelmesini beklerken Eda, Leyla ve Altuğ ile de sohbet ettik. Kızların orada olması günümü ne kadar güzelleştirdi bilen bilir. Prensesler yanımdaysa koşarım da  zıplarım da! Bir ara Bingül'le portakallar yedik. Biraz serindi hava ama tam koşacağımız saat yaklaşırken güneş yüzünü göstermeye başladı. Şanslı mıydık ne?
 
 
Sonrası mı?
İnanılmazdı... Hayatımda, çocukluğum da dahil olmak üzere çok nadir koşmuşumdur. Hani ondan bundan kaçarken falan belki.
Şu yaşımda fark ettim ki koşmak, hele ki bir ormanda koşmak, ben büyük bir kısmını yürümüş olsam da, efsane bir eylemmiş.
 
Vay arkadaş, kimse bana, koşarken yoldan başka şeye dikkatini veremezsin, duyduğun tek şey kendi soluğun ve çalı çırpının sesi olur dememişti. Hiç kimse ormanın, ağaçların arasında kendimi minicik hissettiğimde zerre kadar korkmak bir yana, şen çocuklar gibi hoplayıp zıplamak arzusuna tutulacağımı da söylememişti.
 
Geride kaldığımda kulağımı dolduran sessizlik, Bingül önümde yürürken onun ardı sıra izlediğim patikalar ve neredeyse hiç konuşmadan bir meditasyonda nefes izler gibi bayrakları takip etmek! Çamurlu rampalarda, adeta bir çikolatalı pastanın üzerindeki süs gibi vıcık vıcık kaymak... Tam düşecekken ağaçlara tutunmak.
 
Çok iyi geldi. Bedenimin yepisyeni bir mutlu olma yolu keşfetmesine çok sevindim. Aklım çözüldü, nefesim aktı ve en önemlisi ne iyi ne de kötü bir şey düşünemedim. Kafamın farklı bir kısmı devreye girdi ve bu bana çok iyi geldi.
Son zamanlarda uzun yürüyüşlerle epeyce sakinleşmiştim. Açıkçası bu hızlı toparlanmaya çok şaşırmıştım. Fakat görülen o ki, fiziksel aktivitenin bedende salgıladığı hormonlar hakkında daha çok okumalıyım. Fiziksel aktivite insanın kimyasını, dolayısıyla ruh durumunu inanılmaz değiştiriyor. Kendimizi mutlu ve mutsuz etmek üzerine bu kadar cahil ve inatçı olmamız ne yazık. Oysa mutluluk sınırlar zorlandığında elde edilebiliyor. Kolaycılara mutluluk yok hayatta. Suat'ın dediği gibi "kenarda durup, ortadan yemek yoook!"
 
 
Adam niye koşmasaydım yazamazdım demiş anladım üstadım. Kafayı misler gibi boşaltıyor ki, yazmak istediklerini kurgulamaya yer açılsın. Annadık mı???
 
Bundan sonra ne olur bilinmez ancak bahardaki dans kursuna kadar bir İznik koşusu var önümde. Yaza da havuz kaydı yaptırdım mı, oh, işte mutluluk budur!
 
 
 
 
 
 
 
 
 

GERÇEĞE METHİYE

 
Her kopuş, her ayrılık sancılı. Acılı... Yaralanmaya müsait... Ve bir o kadar da kaçınılmaz, ertelenemez... Birlikte yaşaması uygun olmayanlar, yolculuklarına tekil devam etmesi gerekenler var hayatta. Nihayetinde insan yalnız doğmuş ve yalnız ölecek bir canlı.
Dünyaya gelişimiz büyük ve sancılı bir kopuştan başka nasıl tanımlanabilir? Ve buradan gidişimiz... Bizi deliler gibi seven, biz olmadan soluksuz kalanların, gün gelip, birkaç metre toprağın altına bıraktıkları bedenimizi, acıdan çarçabuk uzaklaşmak adına hızlıca terk edecekleri o anı bilmiyor muyuz? O kaçınılmaz sahneye rağmen umutlanıp, yine o sahneye methiyeler düzerek dertlenmiyor muyuz?
 
Bilmek mutluluk getirmez çoğu zaman. Ama gerçek, kabullenmemiz gereken zor bir dostluk sunar her yeni günde, her ayrılıkta, kopuşta. Neşeli ve umut vaad eden yüzünü severiz gerçeğin, fakat dostluk tam da böyle bir şey değil midir? Her yüzünü sevmek, her halini sevmek gerekir, bizi kendi parçası gibi koruduğuna, kolladığına inanmak...
 
Bütün bunları düşündüren şey bir kaç nota oldu. Ne garip, içimizde onlarca duygu ve düşünce var kuluçkaya yatmış; kendilerini uyudukları uykudan uyandıracak, kımıldamalarını sağlayacak anları bekliyorlar. Bazen müzik, nasıl da alıp götürüyor insanı kendi ruhunun kuytularına..
Beklemeyi bilmeyen tek canlı biziz, insan. İnsan telaşlı, insan müdahaleci, insan hep endişeli.. Bütüne inanmadığı, bütünden koptuğu için yalnız.
Üstelik yalnızlığı hem gerçeği, hem de yanılgısı.
 
Koşulsuz bir teslimiyetin, anda kalabilmenin hasretiyle tükenirken hayat, yalancı gönüllerde yorulur, iğneli sözlerle hırpalanır.
Her kopuş can yakar, ister etinden et olsun giden, ister evrende bir toz zerresi. Sana değersiz, çaresiz ve yalnız hissettirmiştir ya gerisi boş.
 
Ağaçlara bak. Tomurcuklanan dalları seyret, sonbaharla birlikte yitip gitmişlerdi, adeta ölü gibi kurudular... Oysa şimdi hiç olmadıkları kadar tazeler. Doğanın gerçeği, neden bizim de biricik gerçekliğimiz olmasın? Onu uyutan ve sonra uyandıran, dansa davet eden ve şiirler yazdıran o kocaman varlık, bizi kucaklayan bütünlük neden dışarıda bıraksın ki bazılarımızı?
 
Kopması gerekenler kopsun, çekilmesi gereken sancılar her zaman bir doğum içindir. Varsın çekilsin... Yeter ki gerçek, dostluğunu hiç bir zaman esirgemesin bizden.
 
 

 
 
 

20 Şubat 2016 Cumartesi

CEMRE


 
 
Bütün cemreler düştüğünde çantamı hazırlamış, içliklerim, kar botlarım, çoraplarım, sonunda düğmesini kapatmayı başardığım kar pantolonum ve bana emanet edilen "kutsal uğur eldivenleriyle" daha önce görmediğim o uzak ülkeye doğru yola çıkacağım. Yıllardır hayalini kurduğum gerçek soğukla nihayet kucaklaşacağım. İçimdeki buz, dışarıdaki buzla göz göze gelince bakalım ne hissedecekler?
 
İlk ne zaman gönlüme düştü Kuzey bilmiyorum. Olsa olsa on, on beş yıllık bir hikayedir. Sanırım yelkenle haşır neşir olduğum dönemde, dümen başında üşümek ve soğuktan kıpkırmızı olmuş parmaklarımda daha önce hiç hissetmediğim o garip hazzı duyumsamakla başladı her şey.
 
O anın içinde, doğanın kabullenmem gereken bir durumu vardı; soğuktu, hırçındı ve benden daha büyüktü. Müdahale edemezdim, mücadele edemezdim ve değiştiremezdim. Olanı olduğu gibi kabullenip, uyum sağlamak dışında seçeneğim yoktu. Bükemeyeceğim eli öpecek  ve ritim tutturacaktım içinden geçmekte olduğumuz fırtınayla.
 
Erol Hoca, "şarkı söyleyelim" demişti. İçimden o kadar kızmıştım ki... Ne şarkısı yahu, dalgalar kafamın üzerinden geçiyor, ıslanmadık yeri kalmamış vücudumun! Zangır zangır titriyorum. Ne şarkısı?
 
Oysa birlikte şarkı söylemek içinden geçmekte olduğumuz anı genişletti. Korkumu, çaresizliğimi azalttı. Dümene sımsıkı yapışmış parmaklarım gevşedi. Omuzlarım gevşedi. Boşa harcadığı güçten bitap düşmüş kollarım huzur buldu. Benden daha deneyimli bir adama ve benden çok ama çok daha büyük bir duruma itaat ettim. Sanırım doğanın aklımı başıma getirmesine vuruldum ben. Soğuk ülkeleri özlemek belki de o gece düştü kalbime?
 
Suya düşen cemre gibi...
 
Havaya düşen cemreyi çok iyi hatırlıyorum. O çocukken olmuştu. Zarife anneannenin ve Hüseyin dedenin bizi, inekleri otlatmaya götürürken yanlarına aldıkları zamanlardı.
Kırlarda serbestçe dolaşmak küçücük bir çocuk için bulunmaz  özgürlüktür. Zeytin ağaçları, harımın incirleri, tüm yeşilliğe yayılmış bin bir çiçek arasında özgürce koşuşturmak!
Orada hissettiğim şey saf huzurdu. Çiçekleri koklamak için eğildiğimde burnuma gelen nemli toprak kokusunu, gece boyunca gök delinmiş gibi yağan yağmurun ertesi güne bıraktığı o eşsiz kokuyu asla unutmadım.

Sabahın temizliğindeki koku.
 
Toprağa düşen cemre ise benzer zamanlara denk gelir. Ancak daha ileri bir çocuklukta hissetmiştim. Babamın gidişiyle...
Tabiat ananın cömertliğini sorgulayamayacağımı öğrendiğimde küçücüktüm. Her şeye hayat veren, doğayı ısıtan cemre o yıl benden kocaman bir parça almıştı... 
Yıllar içinde bu biricik gerçeği unuttum. Tekrar hatırladığımda yine Mart'tı ve koca kadındım. Vitito' nun gidişi cemrelere denk gelmişti. Acım, eski yaramın sırtına bindi. Yüze, bine katlandı sanki. Aylarca kanadı.
 
Şimdi, bu yıl uzun zamandır yapmadığım kadar dikkatle cemreleri sayarken, sanırım hayata büyüklendiğim ve ardından kısacık bir hayal kırıklığı yaşadığım süreci geride bırakmanın ve kalbimi yeniden ısıtmanın derdindeyim. Doğa ile zayıflayan bağımı cemreleri sayarak, kendimi bütünün parçası belleyerek güçlendirmeye gayret ediyorum.
 
O uzak ülkeye gittiğimde aradığımı bulacak mıyım? Bulursam birbirimizi nasıl tanıyacağız bilmiyorum. Bir tek şey var emin olduğum, hayallerimi kovalamayı seviyorum. Fırtına takvimini izlemeyi, gün doğumu ve gün batımlarını önemsiyorum. Ayın hallerinin ruh dünyamda yarattığı gerilimi, hassasiyeti dikkatle izliyorum.
 
Gittiğim o soğuk ülkede, kurtlarla mı koşarım, ren geyikleriyle mi dans ederim bilemem. Gidiyorum işte. Şansıma güvenip, çantamı topluyorum. Bir canım var, o da Allaha emanet!

https://www.youtube.com/watch?v=9wxqdTnKS90
 
 
 

19 Şubat 2016 Cuma





" Bir insanı tuhaflıklarına rağmen değil, tuhaflıkları için sevin. Bir insanı harcamak için değil, hayatı paylaşmak için sevin.''

W. Edish

18 Şubat 2016 Perşembe

NASIL BİR SABAHTIR ANKARA İÇİN....

 
 
Asıl değişmesi gereken KİŞİLER/DURUMLAR hala ve huzurla oturdukları yerde yayılırken, nasıl oluyor da insan/biz tüm kötülükler ardımızda kalmış gibi devam edebiliyoruz?
Gözlerimizi, bizzat kendi ellerimizle kapatıyoruz sanki!
 
Dün, şehrin dört bir yanında "aman hava ne güzel, hayat ne güzel!" diye dolaşırken, asla bilemezdim başka yaşamların son saatleri olduğunu. Eminönü'nde Nüans' ın kasasında duran neşeli ve hoşsohbet adamla ayaküstü konuşurken,  işlerin nasıl düştüğünden ve bunda Sultanahmet patlamasının ciddi bir rolü olduğundan bahsettik. Yine de ben, o güne ölümü hiç yakıştıramadım.. Aklımdan geçirmedim...
 
Her gün, her dakika yüzlerce insan ayrılıyor dünyadan, biliyorum. Ancak böyle değil, gidiş şekli önemli... Üç beş adamın ergenlikte kalmış ruh halleriyle, adeta amiral battı oynar gibi yönetiliyor gezegen. Ve biz piyonlar, sıra bize gelmediği için sevinemez haldeyiz artık...
Geleceğe dair ne umut kaldı, ne neşe. Bitse de gitsek diye yaşatıyorlar hayatı... Tutunamayan, tutunmaya inanmayan, manasızlıkta boğulan garip bir nesil olarak anımsanacağız.
 
Henüz ciğerimiz yanmadı. Çünkü henüz sevdiğimiz biri orada değildi.. İyi de bu korkuyla yaşamak nereye kadar? Hem bizim sevdiğimize bir şey olmadı da,  bu Sultanahmet'de ve Ankara'da ve daha nice yerlerde ölenleri kimsesiz yapmaz ki.. Anaları, babaları, eşleri, çocukları ve dostları vardı..
 
Nasıl bir sabahtır Ankara için? Nasıl bir sabahtır insan olmak için?
 
 
 

16 Şubat 2016 Salı

PARLAMAK KALPTEN GELİR:)

 
 
Akşam derslerime iki yıldır devam eden dünya tatlısı bir öğrencim var. Kendiyle uğraşmayı seven, her daim arayan, bulduğunda da kıymet bilen bir kadın. Genç bir kadın. Geçtiğimiz sonbahardan beri sevgilisiyle geliyor derslere. Öyle tatlılar ki, onları seyrederek yoga yapmak, sevginin olduğu yerde "bir ve bütün" olmaktan bahsetmek inanılmaz bir deneyim.
 
C.tesi nişanlanıyorlar. Temmuz ortası evlenecekler. Bu yolculuğu izlemek, bir anlamda parçası olmak bana büyük bir hediyesi hayatın. 
 
Bu akşam kapıdan çıkarken "nasıl da parlıyorsun bugün, ne oldu sana bu kadar yükseldi enerjin? " diye sordu.
Çok sevindim. Hem bir aydır ağır aksak giden süreci sorgulamadığı için minnettarlığımı hissettim gönlümde, hem de farkına vardığı enerji yükselmesinin keyfini iliklerimde duyumsadım.
 
Evet, defter kalem kalmayınca ortada, insana bir güzellik, parlaklık geliyor. Kalbin buğusu silinince, kalp gözü açılıp, etrafa ışıltı saçılıyor.
Hayatın tüm geri bildirimleri çok anlamlı. Bütün ilişkiler birbiriyle bağlantılı..  
 
Öyleyse kaldığımız yerden devam ediyoruz; yaşasın parlaklı hayatlarımız!

KARLARIN İÇİNDEN ÇIKAN ÇİÇEK:)




Galiba sana teşekkür etme ve olan bitenle vedalaşma vakti geldi...
Temiz bir merhabadan evvel, hakkıyla "hoşçakal" diyelim mi?

İlk görüşte ısınmak benim duygum.
Sevdiğim kız çocuklarına benzemen, neşen, öfken, içtenliğin.
Hayata inancın.
Kız çocuk özlemek, kız kardeş özlemek...
Güzel genç bir kadının dünyaya bakışını, duygularını ilgiyle izlemek.
En önemlisi, beni on ikiden vuran "gerçek" etten ve kandan bir insan olman.
Köhnemişliğe ve karanlığa mesafen.

Güzel kalbin ve desteğin için teşekkür ederim.
Şükür geçti.
Kıymetliydi varlığın, hem de çok... 
Ve kıymetli kalmasını dilerim.
Hayatımdaki güzel insanlara katıl isterim.
Birlikte büyüyelim isterim.

Sağol.

Ve Hoşgeldin:)
Parlak, neşeli günlerde yeni doğanları, yeni olanları konuşalım olur mu?

Son bir teşekkür de bunun için, yıllar sonra içimden dans etmek geliyor! Baharda dansa başlayalım mı? Bana yardım eder misin?:

https://www.youtube.com/watch?v=KQu8FOjJXdI

ÇOK SEVİYORUM DEMENİN BİN HALİ!






Ben:
- Mezuniyete hazır mısın?
Ayda*:
- Hayır, mezun olmayacağız. Sen ve ben bin yaşına kadar burada kalacağız! Birlikte!


* Üç yıldır öğrencim. Bu konuşma yapılırken bahçenin kenarında oturuyoruz. Ayda kucağımda. Kafası ağzımın içinde, ayakları ve çamurlu çizmeleri her yanımda!



LUGAT 365: HİSSİKABLELVUKU

 
 
Yerini çok sevdim. İçim de sızladı hani, zira oraya pek yakın bir evi vakti zamanında kaçırmışlığımız  var. Neyse, az zaman sonra, tam kulenin dibinde olmasa da pek yakınında ikamet edip, şehrin kalbinde kahve içme günlerim gelecek şükür. Tabii ömür yeter, hayat izin verirse.
 
Gerçi her şey dakikalar içinde değişirken geleceği belli olmayan zamanlara hayal ısmarlamak pek makul değil, bunun da farkındayım. Ona da bir şükür sabah sabah.
 
Lugat 360, işlerini ilgiyle takip ettiğim, hikayesini de Prusya Kralı'ndan öğrendiğim bir macera olup, yaratmak üzerine kafa patlatanın işin içinden nasıl alnının akıyla çıktığının en güzel örneklerinden biri.
 
Ben sevdim. Bir iş hem sırtına tarihini vurup*, hem de nasıl bu denli yalın, işlevsel ve estetik olur derseniz buyurun Lugat 360 dükkanını ziyaret edin. Gönlünüzün bir türlü dile getiremediği, sözcük dağarcığınızın inim inim inlediği duygularınıza tercümanlık eden bu minicik dükkan, vallahi de billahi de özel bir yer.
 
Seçtikleri malzemelerden tutun, yazı karakterine kadar her ayrıntının ince ince düşünüldüğü o kadar belli ki. Sahibini tanısam öpücem alnından dedirtiyor insana.
Gerçi, ben tanışma şerefine eriştim ancak, koskocaman adamı alnından öpemedim tabii, "elinize sağlık diyebildim :)
 
Orta okuldayken, Türkoloji okumuş bir edebiyat öğretmenimiz vardı. Onun heveslendirmesiyle Nihat Özön' un Osmanlıca-Türkçe sözlüğünü almış, ilk olarak da adımın anlamına bakmıştım. Farsça bir kelime olduğunu anlayınca da şaşırdığımı anımsıyorum. O sözlükle kaç yıl ilgilendiğimi hatırlayamıyorum. Tek aklımda kalan kelimelerin beni epeyce büyülediği. Dil gerçekten ilginç bir uğraş.
 
Lügat 360'a dönersek, sadece defterleri değil, çantaları, bardak altlıklarını ve özellikle Türk Kahvesi fincanlarını sevdiğimi söyleyebilirim zira üzerine "gıybet" yazmışlar!
 
Şu güzel havalarda Kuledibi' ne uğrayıp, Cenevizlileri selamlamanızı, üzerine misler gibi bir kahve içmenizi öneririm. Zaman sorununuz yoksa Lügat 360 ziyaretini takiben Karaköy'e doğru Nardis'in sokağından aşağıya bırakın kendinizi ve o yolları yüzyıllar önce arşınlamış denizcileri, tüccarları, hamalları hayal edin. Hala sağınızdan solunuzdan geçiyor ruhları. O yüzden her nereye gidersek gidelim geri çağırıyor İstanbul.
Ne geçmiş hikayeleri unutuluyor, ne de andaki güzellikleri kentimin..
 
Bahar geldi gelir, aklım fikrim İstanbul gezmelerinde!
 
 
*
Bütün tarihini sırtına vurup
Denizi üç günde geçen serçenin
Bir seher vaktinde soluk soluğa
Tünediği dalda şenlik gibisin.
Ülkü Tamer
 
 
 

15 Şubat 2016 Pazartesi

DUYGULARI İFADE ETMENİN YOLU





Ben:
- Mandala çizmek ve boyamak sana kendini nasıl hissettirdi?
İhsan*:
- İçimdeki pozitif ve negatif duyguları ifade etmenin bir yolunu daha öğrendim.


* 9 Yaşında, geçen çeyrek dönemde iki kez misafir öğrenciydi, şimdi tam dönem için geldi ve bu ikinci dersimiz.

CEMRE




Havaya düşecek olan cemre...
Suya düşecek olan cemre...
İkisinin arasında gelecek olan dolunay...
Olan biten her şey,
Tam da olması gerektiği gibi.