30 Ağustos 2013 Cuma

RÜYA KÜÇÜK ÖLÜM..

 
Uyku için "küçük ölüm" dermiş birileri. 26 Ağustos akşamı uykuya dalarken o gece ne göreceğimi, görürsem sabah hatırlayıp hatırlamayacağımı merak ederek kapattım gözlerimi. Ne ölüm, ne ölmüşlerim, ne de can yakan anılar uğramadı rüyama. Sadece şimdilerde görüşmediğim, ama beni neden özleyip aramadığını da çok merak ettiğim değerli bir kadın vardı. Çok ama çok kıymetlimin, Victor'un dostu.
 
Hiç tanımadığım sokaklarda yürüyor, sakin, huzurlu bir sohbetin tadını çıkartıyorduk. Saçları kısaydı, zayıflamıştı. Ne gariptir ki, etek giymişti. Zeytin gibi siyah ve parlak gözlerinin içi ışıldıyordu. Ah dedim içimden ne kadar da özlemişim, keşke sabah olmasa..
 
Ertesi gün düşündüm. Ne olmuştu ki bu gece onca şey varken rüyama bu hatun gelmişti? Cevabı az önce internetten aldım; annesi vefat etmiş. Hem de benim onu rüyamda gördüğüm gün..
Rüya küçük ölüm. Rüya büyük haber. Rüya bilinmeyen diyarlara, bazen de insanın kendi merkezine yolculuk...

ARAZİDEKİ MEZARLAR

Bu haftanın önemli bir kısmını, neredeyse tamamını arazide geçirdim. Oysa yıllık planda pirelerle birlikte pirefabrikte yaşamam hesaplanmıştı! Antropolog ve adli tıp uzmanlarımızın yardıma ihtiyacı olunca, yaklaşmakta olduğu varsayılan yağmur da işe eklenince bendeniz çıktım pirefabriğimden, düştüm arazi yollarına.
 
Aslında özlemişim. Yeniden güneşin ilk ışıklarıyla ısınmak, sabahın erken saatinde toprağın kokusunu hissetmek hoşuma gitti. Mezar kazmak arazide en sevdiğim iş olmasa da, içimin bana gizli odalarında hastalıklı olan parçalarımdan bir kısmının iyileştiğini görmek çok güzeldi. İlk kez mezar kazdığımda aylarca toparlanamamış, artık doktora gitmeliyim noktasına gelmiştim. Oysa bu defa kendimi çok daha güçlü ve empatinin b..kunu çıkarmamış görmek rahatlattı.
 
Ortalama bin yıllık bir mezarı açarken antropologların ve arkeologların uzun uzun düşünecek, hislenecek zamanları yoktur aslında. Açılan mezar hızlıca ve elbette dikkatlice kaldırılmalıdır. Bizim arazide pek öyle olmadı. Zira bir belgesel çekimine tanıtım filmi yapılacağı için iskeletlerimizi iyice temizledik ve önce onlar çekim yaptı, sonra biz kaldırdık.
 
Zamanımız dar, işimiz zordu. Toprak ıslak pudra gibi sıkışmış, kemikler kireçtaşından ayrılamayacak kadar yumuşamıştı. Efsanelerdeki gibi uzamış saçlar ve tırnaklar yoktu ama yaşları ortalama üç-on arası değişen ve sayısı onu aşkın çocuk mezarı ellerimizin altındaydı. Düşünmemeye gayret ettim. Ama minicik kollar, kaburgaların altına saklanmış minyatür parmak kemikleri yüreğimi sıkıştırdı. Göz çukurlarına bakmamaya, onu hasta ve aç bir halde annesinin kucağında hissetmemeye özen gösterdim. Çocuğun kemiklerinden çok onu o daracık, küçücük çukura bırakmak zorunda kalan annenin bin yıllık acısına içlendim.
 
Alanın kuzeyinde annesinin bacakları arasında yatan çocuktan hiç bahsetmeyeceğim. Zira o mezarı kazmamak bana şans gibi geldi. Aşıklı höyük'deki ilk mezarımda bir anne bebekti. Bebek cenin pozisyonunda annenin karın bölgesine yerleştirilmişti. Ellerim titreyerek kazdığımı hatırlıyorum. Bana çok zor gelmişti.
 
Demek büyümek böyle bir şey; insanın kalbi soğuyor, acıları sadeleşiyor. Uzak geçmiş daha da uzaklaşırken ve o hep hayal edilen geleceğin gelip gelmeyeceğinin bilinci bir kale burcu gibi yükselirken, an, içinde bulunulan an her gün daha anlamlı oluyor.
 
Mezarımı özenle açtım. Toplarken aynı incelikte olamadım. dar zaman beni yendi ve ne yazık ki pek çok kemiğin çıt diye kırılıp elimde kalışını üzülerek izledim. Yine de dar zamanı suçlamak istemem. Kabahati bölüşmek lazım. Belki de ben artık tükenmiştim ve bitsin istedim.
 
Bir sonraki adımda bu mezarlar incelenecek, onca küçük insan neden ölmüş bir fikrimiz olacak. kimbilir belki bazılarının yüzü etlendirilecek.. Yüzyılların ardından bize bakabilecekler.
Garip işler bunlar.
 
İşte bunların hepsi bilim:))
 
 

28 Ağustos 2013 Çarşamba

PANDORA'NIN KUTUSU VOL I

İki gündür arazideyim. Fiziksel olarak yorulmak ve güneşten rahatsız olmak bir yana, evdeki işlerin aksıyor olmasından çok huzursuzum. Arkeolojik kazılarda farklı disiplinlerden ekiplerin yer alması dışında ana ekip genellikle ev ve arazi çalışanları olarak ikiye ayrılır. Evde çalışanlar araziden çıkan malzemenin temizlenmesi, tasnif edilmesi ve uzmanlarca çalışılabilir hale gelmesi için emek harcarlar. Ev, bir anlamda arkeolojinin mutfağıdır diyebiliriz. Arazi ise mutfağa gelecek malzemenin madenidir. Bu yüzden arkeoloji denilince herkesin içindeki maceracı ruh hareketlenir ve hiçbir öğrenci evde kalmak istemez. Evde çalışmak neredeyse cezalandırılmak ya da beceriksizlikle eş değerdir.

Ben iki senedir evde çalışıyorum. Geçen yıla göre çok daha konforlu bir çalışma alanım varsa da elbette hiçbir zaman arazide çalışmanın hazzını yakalıyamıyorum. Neden derseniz ev daima insanın dikkatini dağıtan türlü uyarıcıyla doludur. Maillerinize bakarsınız, telefonunuz çalar, evdeki temizlikçi kadınlar manasız gürültülerle ortalıkta dolanır ve daha neler neler... 

Ev ekibi, arazi ekibine göre daha konforuna düşkün ve sorun yaratmaya meyillidir. Kahveler, çaylar, uzun duş saatleri evde çalışmanın avantajlarıdır. Tabii herkes bu avantajları kullanmaz, bazıları sanki arazideymişcesine amele gibi çalışır! Kimileri de hoca etraftaysa ya da arazi ekibi dönmüşse ve evin diğer çalışanları paydos etmişse işgüzarlığından çalışırmış gibi yapar! Görürsün, susarsın, acaba bir zaman gelir ve görmesi gerekenler de görür mü diye mırıldanarak iç geçirirsin.

Kazı ortamı genellikle sinir bozucu ve yorucudur. Kimin ne kadar arızası varsa yavaş yavaş ortaya çıkar. Kazı başkanlarına sayıp söven, "bak ona neler yapacağım, ne soruşturmalar açılacak hakkında diyen" temsilciler, kuyruklarını bacakları arasına kısıp gider. "Gelemem ben kişilik haklarımın çiğnenmesine!" diye esip gürleyen öğrenci, hocaları yalayıp yutmaya başlar... Alan dar, yemekler sıkıcı, odanız kalabalıktır. Bütün bu riyakarlıklardan, ruhunuzu sıkan patırtıdan kaçacak yeriniz yoktur. Duşta, tuvalette bile yalnız kalamazsınız.

Elbette her an yüksek gerilim olmaz, çok güldüğümüz zamanlar, orta okul yıllarına dönmüşcesine basit şakalarla birbirimize takıldığımız günler de yaşanır. Yine de sakın ola ki bir kazıda kendinizi emniyette hissetmeyin, huzuru yakaladım dediğiniz an, huzursuzluğa kapı açtığınız dakikadır.

Oysa arazide sadece siz varsınız! Siz ve önünüzdeki açma/mezar. Gerisi kocaman bir boşluk. Eve dönene kadar özgürsünüz. İstediğiniz kadar düşünebilir, hatta düşünmeyip sadece ve sadece çalışmanın tadına varabilirsiniz. 

Arazi ekibi koşullardan kaynaklı olsa gerek, birbirine daha bağlıdır. Kolay kolay sinirlenmez, saçma şeylere olay yaratmazlar. Zaten hava sıcak, çalışma şartları zordur. Olan ve değiştirilemeyecek koşulları daha da zorlaştırmanın da anlamı yoktur.


Arkeoloji güzeldir. Ama filmlerki gibi adrenalin pompalanan bir yer değildir kazı evleri ve arazi işleri. Her yerdeki gibi birbirinin üzerine basmak isteyenler ve işine odaklananlar burada da mevcuttur. İnsana dair büyük resimde ne varsa, kazı evlerinde de aynen görülür. En sıkı dostluklar ve en pis hesaplaşmalar bu dar alanlarda yaşanır. İnsanın sadece geçmiş zamanları değil, daha çok kendini tanıdığı, sabır ve affediciliğinin sınırlarında misket oynadığı bir tür çift yollu yolculuktur arkeoloji: bir şerit içeri, bir şerit dışarı. İnsan sadece çapa salladığı arkeolojik alanın değil, kendi geçmişinin de izlerine rastlar derinlere indikçe..

Abarttığımı düşünenler olacaktır ya, bence hayatın küçük bir özetidir kazıevleri; iyi ve kötü polisimiz, tanrımız, hatta tanrıcıklarımız ve dolayısıyla bir panteonumuz, meleklerimiz ve şeytanlarımızla gezegenden kopuk, birkaç aylığına galakside kaybolduğumuz yerlerdir.

İnsanın her sezon bilim insanı olmaya tutkuyla bağlandığı ve sezon sonunda insandan soğuduğu alanlardır. Benim için hep bir adım ötemde,  aşık aşık bakan sevgili oldu arkeoloji. Ona ne zaman yaklaşsam, uzaklaştı. Nazlandı. Ne mi oldu? Bir gün canıma tek etti, s.. tiri çektim! Değil gözümün içine bakmak, elini daldırıp kalbini sökse, çıkartıp verse olmadı artık. Vazgeçmiştim! Hayde!!

Araladım kutuyu, döktüm kötüyü. Eski bir arkeologun iç dökümünü okudunuz sayın dostum, hadi iyi geceler:)

24 Ağustos 2013 Cumartesi

MİNİ MİNİ YENİLER...YAVAŞ YAVAŞ ESKİYENLER..

Yazın kokusu yavaş yavaş çekilirken, şimdilerde burnumu sonbahar rüzgarı gıdıklamaya başladı. Hayatımdan bir mevsim daha eksilirken içim burkulmuyor desem yalan olur. Ruhumu dengeleyen yegane şey mini mini yenilerim; yeni öğrencilerim!
 
Güzel, aydınlık sınıfımda, bahçesinde ağaçları, kahve içmek için harika bir penceresi olan okulumda kendimi keyifli, şanslı hissediyorum.
 
Yeni öğrencilerimin isimlerini öğrenirken, öte yandan büyük öğrencilerimin yeni ders planını çıkartmak için çalışıyorum.

 
Ben bütün bunlar ve önüme yığılmış çanak çömlek dağları arasında gidip gelirken, dakikalar, saatler ve günler parmaklarımın arasından kayıp gidiyor. Dün gece M. Schreiner'ın Hayal Kırıklıkları Kitabı'nı özlediğimi fark ettim. Fal tutar gibi bir sayfa açtığımda bakın ne diyordu:
 
"Her şeyin eskisi gibi olabileceğini düşünürüz hep. Ama bu doğru değildir. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Hiç bir şey. Kırışıklar hiçbir zaman düzleşmeyecektir. Ne duruş bozukluklarımız, ne görme, işitme duyularımızdaki zayıflıklar, ne de eklemlerimizdeki hasarlar giderilebilir cinstendir. Bir bacak kırığı her şeyi değiştirir; tıpkı her burkulma, her deneyim, her aşk ve her sitem gibi. Her şey ardında iz bırakır. Özellikle de hayat...."
 
Paragrafı defalarca okudum. Ömrümüzün bilinmeyen bir zamanına ertelediğimiz ve durmadan umutlarla beslediğimiz o hiç gelmeyecek günleri düşünüp, güldüm!
 
Ne daha iyi olacak ki? Bacaklarım, kollarım yirmi yaşımdaki gibi güçlenecek mi? Saçlarım parlayacak, gözlerim içinde şimşekler mi çakacak? Boşversene, bitiyor işte. Çaktırmadan, usul usul ölüyoruz. Derimiz, kalbimiz, ruhumuz kuruyor... Hayal kırıklıklarımız derin çatlaklar yaratıyor içimizde; hiç bir macunun dolduramayacağı çatlaklarımız var ...Sesimiz kısılıyor, kulaklarımız ağır işitmeye başlıyor. Gözlerimiz görmeye dayanamadığı şeylerden kaçmak için elinden geleni yapıyor..
 
İlk defa doğduğumuz andan bu yana aldığımız yolu hesaplıyoruz. Vay be! Hayat turta yapmak için bekletilmiş, sonra da marmelat bile olamayacak kadar çürümüş bir sepet elma! Elmanın kurdu da bizim korkularımızdan, öğretilmiş değerlere boyun eğişimizden başka bir şey değil!
 
Neyse, bugün uyuzluğum üzerimde. Hepimize iyi hafta sonları:)

18 Ağustos 2013 Pazar

BOZUK DÜZENDE SAĞLAM ÇARK OLUR MU?

Bilmem, kimine göre olur, kimine göre olmaz. Bana sorarsanız olmaz derim.  Zira olmuş gibi görünse de alışmamış g.. don durmaz.
 
Hayatım boyunca bilip susanlardan, görüp göz yumanlardan olamadım. Elbette her ölümlü gibi saçmaladığım, sapıttığım dönemler oldu. Olacaktır da. Kendimde sevdiğim tek şey de bu zaten;  dürüst olma arzum ve  harcadığım çaba.


2013 yazı bana bunun kıymetini bir kez daha gösterdi. Hayatımın ilk yarısından ikinci yarısına doğru tam gaz giderken hala bu denli öğrenme meraklısı oluşuma ben bile hayret ediyor ve tek hayatın insana asla yetmeyeceğini düşünüyorum. Bu nedenle yeniden ve yeniden doğmak, her doğduğumda azıcık daha olgunlaşmak hayalindeyim.

Yapmaktan zevk aldığım işi bulmak otuz beş yılımı yedi. Şimdi önümde bunun tadını çıkartacak bir otuz beş yıl daha var mı meçhul... Çok da önemli değil, nereye kadarsa yol, ben de oraya kadar yürürüm.
 
Son yılların en güzel gelişmelerinden biri sezgilerimin güçlenmiş olması. Artık karanlık gölgeleri seçebiliyor, Momo'nun değimiyle DUMAN ADAMLAR'dan kaçabiliyorum. Onlar her yerde... Mutsuzlukları, yaraları ve geçmişten getirdikleri kompleksleriyle gezegeni ele geçirmiş durumdalar!


Bu yaz benim arkeolojiye veda yılım... İçim rahat, gönlüm serin, kalbim buz gibi soğuk. Elime aldığım her eserle usul usul vedalaşıyorum.

Arazide içilen çaylarımın sonuna yaklaştım, ben kim bilir hangi aile ferdinin hücrelerinde sıramın gelmesini beklerken yaşamış insanların, zamana gömülmüş izleri arasında dolaşmak günlerim bitmek üzere. Her veda gibi buruk, ama her veda gibi gerekli..

Artık hep ertelediğim hayatı yaşamak için hazırım. Onun bana gelmesini beklemekten sıkıldığım için de ben ona gidiyorum. Gerçi ben hep ona doğru gidiyorum ama adımlarım çekingen ve yavaştı. Şimdi koşmaya hazırım! Meyve, sebze, şifalı ot, masal ve çocuklarla dolu hayal alemimi yaratmak için önümdeki tek engeli, kendimi kaldırdım; modası geçmiş korkularımı eteklerimden silkeledim.
Şimdi toprağa basmak zamanı, şimdi yeni bir çark üretmenin tam zamanı:)
 

5 Ağustos 2013 Pazartesi

SAPANCA FOREVER, 2013 AĞUSTOS!

Herkes kaçar. Bazen şehirden, bazen kendinden… Bazen de ne bileyim başka bir şeyden. Ben kaçmayı çok severim. Kovalanmayı sevmem. Belki saklanacak yerim olmadığından, belki de sakladıklarımı taşımaktan yorulduğumdan sık sık kaçarım. Param ve zamanım ne kadar izin verirse o kadar da uzağa kaçarım. Favori kaçış noktalarımdan biri de Sapanca'dır. 
Sağ olsun eski sevgililerimden biri beni ailesinin yazlığına davet etmişti yıllar önce. Evi görür görmez – ki terk edilmiş, örümcek ağlarıyla örülmüş haldeydi- bu evin bahçesinde dört mevsim hayal ettim. Gözlerimi kapattım; yazdım, okudum, uyudum, çimenlerde yattım yuvarlandım. Ama o evde adamı yani evin sahibini hiç düşünmedim. Onunla oradayken bile aklımda, kalbimde başka biri vardı.. Kısacası adamı değil, evi istedim! İşte kadın kafası!
 

Şimdi yine o evdeyim. Mevsimlerden yaz. Ne evin sahibi olan adam yanımda, ne de o zamanlar kalbimde olan adam kalbimde. Kafam rahat, hayatım gıcır. Sağlığım yerinde. Oh, maşallah. Var tabii eksikler, şehre dönünce yapılması gerekenler ama hakikaten hiç derdim değil. Şimdi mis gibi bir banyodan sonra yaban güllü ( markası Lavera, tavsiye ederim hanımlar ) kremimin  kokusuna karışan rüzgar sesiyle Sapanca gölü manzaramın tadını çıkartıyorum. Az sonra yeşil çayım da gelince daha ne isterim ki?
Uzun zamandır bu kadar huzurlu ve neşeli değildim. Sanki huzurumu umutsuz bir hikaye ile takas ettiğim o uğursuz Nisan gecesiyle hayatım tepe taklak olmuştu. Dünya tekrar dönmeyecek diye o kadar korktum ki. Zaman zaman derinleşen karamsarlığımla başa çıkamadığım, yediğimle içtiğimle, uykumla savaştığım günler yaşadım. Kıymetsiz, beş para etmez hissettiğim saatlerin altında ezildim, pestil oldum. Hastalandım. Başa çıkamayacağımı zannedip zırıl zırıl ağladım. Ama geçti.

Ölümün nefesini saçlarımın arasında duydum duyalı hayat hiç olmadığı kadar anlamlı, hiç yaşamadığım kadar değerli. Toprağın üzerinde olduğum her dakika bir mucize!Hala genç ve güzelim. Yaşasın:)))

ÖNEMLİ NOT. BUGÜN KÜLKEDİSİ'NİN DOĞUMGÜNÜ VE BEN ONU ÇOK SEVİYORUM.  İYİ Kİ DOĞMUŞ, İYİ Kİ KARŞILAŞMIŞIZ.