26 Aralık 2012 Çarşamba

SENİ SEVDİM AMA...

Seni de kendimce sevdim 2012. Yine Allah biliyor ya,  2008'i sevdiğim kadar değil... O başkaydı... Belki sen daha cömerttin, hatta çok daha fazla hediye vardı elinde kolunda ama AŞK yoktu be sende! Kusura bakma fakat gerisi o kadar ilgimi çekmiyor. İnsanın kalbi tam takır kuru bakırken ne karnı, ne de gözü doymuyor. Aç bıraktın beni 2012:)
Ne diyeyim ki, güle güle git. Allah aratmasın yokluğunu.... Verdiklerin de güzeldi:)

24 Aralık 2012 Pazartesi

NOEL!

Kalbim çok uluslu, çok dinli. Bu sebepledir ki geçen yıl İsa'ya, bu yıl Mevla'ma gittim. Oysa bu görünen tablonun arkasında, zihnimin orta yerinde her Aralık ayında, hepsiyle beraber oturmuş kurabiye geveliyorum. Neden derseniz asıl olan kurabiye!
Ya tabii bu işin Elvan sululuğu bölümü. Aslında gönül her yerde olmak istiyor. Hele ki aileleri, dostları bir araya toparlayan zamanlarda...Fakat noel için aklım Süper Prenses'de kaldı... Geen yıl ilk defa bir noel kutlamasının tam kalbindeydim. Öncelikle Süper Prenses hayattaydı( şükürler olsun ki hala hayatta ve hayatımda:)) ve bu zaten bir kutlamaydı. Sonra Avrupa'daydım ve şehrin noel pazarlarında cirit atmaktaydım ki bu da kendi başına önemli bir kutlamaydı!
Kaldı ki ortaçağ pazarına deli olmuştum. Adeta eve dönmek gibi bişi yaşadım. Söylemenin yeri geldi mi bilmem ama Almanya'ya yolu düşen olursa rica ederim Esslingen Ortaçağ Pazarı'na gitsinler. Şaraplar, yiyecekler, hediyelikler... Amanın hele ki müzik! İnanılmazdı.
Bu yıl Süper Prenses'le orada olmayı kaçırdım diye son derece üzgünüm doğrusu. Kalbimin bir odacığı orada! Geriye kaldı bir odacık, iki karıncık:)
Fotoğrafta o geceden ağacımızın ucunu, ki almaya beraber gitmiştik ve çok güzel bir duyguydu, ve benim çok değerli ejderha tütsülüğümü görüyorsunuz. Kendisini bana Süper Prenses aldı. O kadar hoşuma gitti ki anlatamam! Hala kutsal köşemin en değerli parçası!
 
Tabii unutulmaz noeller listemde canımın içi küçük prenseslerimin olduğu harika noeller de var. Gökyüzünde ejderhalar uçurduğumuz, Zihni Bey kardeşimle beşik başında, Eda Lisa'ya kadeh kaldırarak yeni yıla girdiğimiz noeller... Her biri eşsiz ve paha biçilmez.. Hatta Bodrum Oasis Çarşısı'nda kutladığımız noeller de paha biçilmezdi. Vay be, bahsettiğim onbeş yıl öncesi.... Hayat! Sen nasıl da hızlısın!
Sahip olduğumuz hayatlar ya da bir başka deyişle bize sahip olan hayatlar hızla akıp giderken ve biz bilinçli veya bilinçsiz bu gezegendeki fizik varlığımızın sonuna doğru yol alırken bir noel daha geldi. Başka noelleri anımsatan, gelecekteki noeller için heveslendiren ve bu gece için paketler hazırlatan sihirli zamanlar...
 
Bu gece İsa ile olacağım. Dileklerim iyilikten, güzellikten ve sağlıktan yana olacak. Hepimiz için, bütünün hayrı için olacak. Mutlu noeller!

23 Aralık 2012 Pazar

GURUDWARA'DAN ALINTIDIR....

neden ağladığımı bilmiyorum, diyorsun
çünkü bir şeyler değişiyor içinde
kendini ikna etmiyor düştüğün boşluk
bildiklerin başkalaşıyor gözlerinin önünde
yabancılığı öğreniyorsun
...
gece söndürür hayalet olmaya yetmeyenlerin ışığını
güçlü olmaya benden daha çok ihtiyacın var
çünkü haksız olduğunu
kalbinin bir yerinde biliyorsun
gündüzün kepenklerinde duyduğun güven
çelimsiz gölgelerin fısıldadığı
küçük sırlarla büyüyorsun

zamanın ve
aynanın önüne bırakılmış
kısa bir mektup bu
belki çok sonra anlayacaksın içindekileri

ama şimdi okuyorsun ..

murathan mungan

21 Aralık 2012 Cuma

SON GÜN DEĞİLSE...

Dünya'daki ilk günümü ne yazık ki hatırlamıyorum. Gerçi çok da şahane olmadığı fikrindeyim, zira anlatılanlar hiç hoş değil. Annem epeyce zor bir doğum yaşamış. Daha doğrusu yaşamışız. Yani ilk karşılaşmamız her ikimiz için de bir tramva olmuş!* Hal böyle olunca, son gün konusunda çok da hevesli değildim.
 
En kıymetlisinden bir iki dost çağırıp, en basitinden bir sofrada topladım. Aradaki günlerin hakkını çok mu vermiştik de, son günü partiye çevirecektik! Peh!
 
21 Aralık efsanesinin bu kadar büyümesinin ardında insanların derin bir arzusunun yattığını düşünüyorum; kepenkleri indirme arzusu.
 
Yaşamak, yaşamaya tam tamına hakkını vermek zor iş. kaldı ki bunu, "yapmalısın", "etmelisinlerle" dolu dayatmalar toplumunda başarmak daha da zor. Öyleyse imkansıza kürek çekmek yerine, kendini akıntıya salıvermek en şahanesi! Bu yüzden sarılmadık mı olası son senaryosuna?
 
Bu iş o kadar kolay değil... Bize bir can verilmişse, bizim de o canın hakkını vermemiz şart. Eğer ölmediysek, yaşamak şart!
Aşık olmak, aşkın kendisi olmak şart. Dost meclisinde bulunmak, etrafı görmek, etrafta kendini görmek şart. Komşun açken tok yatmamak, gözünü onun bunun varlığına dikmemek, ağzını hayra açmak, hayır değilse de susmak şart.
 
Yaşamak için "sevmek" şart. Anda kalmak da şart. Eğer bugün son gün değilse, onu ilk gün yapmak bence en büyük şart:)
 
 
* bakınız Otto Rant

20 Aralık 2012 Perşembe

KONYA ARALIK 2012


Döndüm. Evdeyim. Yıkandım. Sabunlarıma, kahve makinama, yatağıma yani benim olduğunu, vazgeçilmezim olduğunu düşündüğüm hayatıma kavuştum. Elbette bu kavuşmada kollarımın kocaman bir hiçliği  kucakladığının farkındayım.

Şükürler olsun ki artık bu kollar kucaklamayı öğrendi.

Oysa az önce geldiğim yerde kollarım dolu doluydu. Etrafımdaki herkesi kocaman bir ışık çemberi içinde hissettim. Sanki sadece ve sadece ben onları tanıyayım diye oradaydılar. Pir çağırmıştı, biz de gitmiştik işte. Aslında hepsi, tamamı bu kadardı olan bitenin. Aradaki tüm sözler, tüm hareketler kocaman boşluklardı. Sonuç olarak bir yılda yaşadığımızdan çok daha fazla “an” ı birkaç günde yaşadık. Yaşadım. Anda olduk, biriktirmedik. Ne mutlu!

Bu yazıyı anda olamayarak, kaydetme isteğiyle yazıyorum. Gerçi kalması gereken tüm bakışlar, tüm kucaklaşmalar ve sözcükler kalacaktır ya, hani detayları unutursam diye bir şehirli kaygısı benimkisiJ

Konya

Pir çağırmadan gidilmez derler. İlk gidişimde ruhum yerlerdeydi. Lime lime olmuş bir kalple, ayaklarım sürüyerek çıkmıştım Pir’in huzuruna. Ne bir dileğim, ne de isteğim kalmamıştı. Son gün niyaz penceresine bakmış ve gönlümden kısacık bir cümle geçirmiştim.  Ve ne oldu biliyor musunuz? O cümle canlandı ve tüm hayatımı kapladı.

Bu defa ne sürünen bir ruhum, ne de hayatı ıskalayan bir halim vardı. Artık kusurlarımın, günahlarımın ve en önemlisi hala vaktim olduğunun farkındaydım. Yine bir cümlem vardı, onu  niyaz penceresine fısıldadım....

Eve gelip bavulumu açtığımda içinden güzel anlar ve insanlar çıktığını gördüm. Kirlilerimi çamaşır sepetine, anıları bilgisayarıma ve bu yeni dostları da kalbimin boş odacıklarına yerleştirdim. Kalbim çok güvendiğim fakat zaman zaman bana bile kapalı bir organım olsa da, onları başka bir yere koymak istemedim.

Bu gezinin bana en büyük hediyesi Selahaddin Çelebi oldu. Onunla selamlaşmak, anlattığı hikayelerden hissemi almak ve bana Elvan Sultan demesinin onuruyla çok büyük bir sevinç duydum. Onu dinlerken kah içim genişledi, kah yüreğim ezildi. Gücüne, o gücün içindeki naifliğe hayran kaldım. Ezmeyen bir güç! Nasıl da etkileyici, nasıl da saygı uyandırıcı.. Sevildiğimi hissettim.

Türbe yerindeydi. Camiiler de öyle. Sokaklar.. İlk gün Şems’e gittiğimde akşam ezanı okunuyordu. Sanırım en çok onu düşündüm bu gezide. Aşk için ölmek ne demek çok düşündüm. Acaba ömrü hayatımda uğruna başımı verebileceğim ne var diye düşündüm…

Başım bende kaldığı için çok üzüldüm..

İçilen kahveler hiç olmadığı kadar lezzetli dostları görmek anlamlıydı. Dedeyi dinlemek, hocamın her zaman paylaştığı birbirinden değerli hikayelere bir kez daha kulak kabartmak paha biçilmezdi. Odamı Begüm Can’la paylaşmak, onun hazırladığı sofraya buyur edilmek en az bin teşekkür değerindeydi. Parmağımdaki vav öyle güzel ki…sağol LajjaJ

Tesbih satın aldığımız dükkan, bileğimden yayılan misk kokusu, burnumun ucunda hissettiğim soğuk ve zikir tesbihinin kenarında salınan ben! Konya için söylenecek çok söz var sandım ama şimdi gördüm ki bu iş kelimelerle olmayacak. Belki daha sonra yazarım, kimbilir..

Orada olan, hayatıma giren herkes ve her şey için mutluyum. Sebep olandan, yolu oraya götürenden Allah razı olsun.

Pir’e selam ve teşekkür olsun!

13 Aralık 2012 Perşembe

KONYA


Yarın bu saatlerde kimbilir hangi dergahta kaşık sallıyor olacağım? Kimbilir hangi eşsiz sohbete tanıklık edecek kulaklarım? Ben geliyorum Konya!

11 Aralık 2012 Salı

ACI VAR MI ACI?

Yok çok değil aslında. Yani biraz acıyor tabii ama daha ziyade sızı gibi. Hani eski bir ameliyatın yeri sızlar ya soğuk havalarda, işte öyle. Çocuksuz kadın olmak böyle birşey; sızılı.
 
Salı günleri benim çocuklu günüm. Gönlümü çocukla doldurduğum çalıntı zaman. Çok mu sevecenim? Yooo. Hatta kızdığım bile oluyor onlara. Fazla disiplinli bile denilebilir benim için. Ama öyle garip saniyeler var ki, eğer bu hissettiğim anne olmanın onda biriyse vay annelerin haline diyorum. Mesela mı?
 
Duruşah ağladı bugün. Herkesin kolaylıkla yaptığı, çünkü o yokken yani geçen yıl öğrendiği bir hareketi yapamadı. Pembe beyaz yanaklarından yaşlar akmaya başlayınca aklım çıktı. Çünkü ben de etten ve kemikten bir insanım ve bu çocukların bazılarını deli gibi seviyorum. Duruşah onlardan biri. Tam bir biblo. Ona sarılırken bile yanı yanacak diye içim titriyor. Her baktığımda anne ve babası ne kadar şanslı olduklarını biliyorlar mı diye düşünüyorum.
Açık yeşil gözler, kıpkırmızı kıvır kıvır saçlar ve porselen gibi bir cilt. Duruşah tam hayalimdeki kız çocuğu. Tıpkı Eden gibi. Sanki sadece rengimiz değil, ruhumuz da yakın.
Ona bağlanmamak, özel ilgi göstermemek için çok ama çok dikkat ediyorum. Yine de hey hat, çocuksuz kadın olmanın zaafından mıdır ne, gözyaşlarına dayanamıyorum...
 
Evet, kesinlikle içim sızlıyor. Anneler ne olur çocuklarınızın kıymetini bilin....

KONYA



Konya zamanı yaklaştıkça içim sakinleşiyor...

9 Aralık 2012 Pazar

MAYALAR NE MAYALADI ACABA?

 
Maya'ların bu işlerde bir parmağı var mı bilemem. İşin aslı tanıdığım bir Mayalı olmadığı için soramam da. Bildiğim tek şey, gayet ilginç bir dönemden geçmekte olduğumdur. Zaman zaman kara kutu açılır, içinden ezber bozan olaylar taşar ya, işte tam öyle bir hal. Gelecekte bir gün, kara kutuyu açtığımda bugünlerden dökülenler sadece ve sadece kaos olacak sanki.
Ne istediğimi, ne hissettiğimi hiç bilmiyorum. Herşeye karşı hevesimi kaybettim sanki. Aklımda sadece ve sadece seyahatler var. Yeni ülkeler, yeni insanlar ve hiç tadına bakmadığım, henüz kokusunu bilmediğim coğrafyalar. Aslında bazen içinde bulunduğum hayattan firar edip, müzikle, ya da güçlü bir edebi metinle bunu başarır gibi oluyorum. Yine de fiziksel bir gidiş özlüyor ruhum.
İnsanın heyecanını kaybetmesi çok fena. Eğer bunun adı büyümekse, gerçekten çocuk kalmak lazım.
 
Üretmek için sakin bir ruh gerekli galiba. Fırtınalardan sağ kurtulmuş, üzerini silkeleyip kalkmış bir ruh. O bende var mı bilmiyorum. Fizik bedenim o kadar kalınlaştı ki, ruhumu göremiyorum:))
Yaptığım işlere harcadığım enerji sahip olduğumun o kadar azı ki, bu dünyada kalmak istediğimden bile yüzde yüz emin olamıyorum. Sanki her an ip kopabilir ve savrulabilirim gibi geliyor. İkisi arasında bir fark da göremiyorum. Yüz yıl yaşamakla, kırk yıl yaşamak arasında gerçek anlamda fark yaratmak için çabalamıyorsam, bu kadar enerjisizsem  o fark yok demektir.
 
İşin garibi kiminle konuşsam benzer şeyler söylüyor. Halsizlik, isteksizlik kol geziyor sanki. Elbette umut ve üretim var. Rutine tutunmak da var. Ama ona paralel, onunla at başı giden karamsarlık ve inançsızlığa ne demeli?
 
Neden çocuklarla çalıştığımı soruyorlar. Onlardan başka bir şeye inanmıyorum ki. Ne varsa orada var. İlk anlarda, ilk anılarda. Ben umutsuzca orada olmak, orada kalmak istiyorum. Bir yürüyen merdivende inadına geri yürü gibi.. Umutsuz ve hastalıklı görünse de aslında umut tazeleyen bir seçimim var. İçimdeki çocuğu büyütüyor, seviyor ve ona oyunlar oynatıyorum. Zaman zaman burnumun üzerine çakılıyorum tabii. Ama yaralanmadan büyüyen çocuk var mı?
 
Mayalar demiştim değil mi? Ne mayaladılar sahiden merakla bekliyorum... hayal ettim de şimdi; kocaman bir kepenk inse Dünya'nın üzerine, "kapattık kardeşim" dese uzaylılar. Biz de "oh!" desek artık. Ne hoş olurdu...
 
 
Önemli NOt. Görsel Merih Akman'dan.

5 Aralık 2012 Çarşamba

ÇOCUK YOGASI VE YETİŞKİN YOGASI ARASINDA NE GİBİ FARKLAR VAR ACABA?

Çocuk yogası çalışmalarımızı gerçekten merak eden, pek çok sorusu olan ve tam olarak neler yaptığımızı öğrenmek isteyen anne ve babalar olduğunu biliyorum. Hatta sırf bu sebeple yaklaşık iki yıl kadar Yogatime'da yürüttüğüm "aile yogası" sınıfını J.O Stüdyo'da da açacağım. Çünkü bazı ailelerin birlikte zaman geçirmeye gerçekten ihtiyacı olduğunu da anlayabiliyorum. Ve yoga , hele ki aile yogası bu birlikte olma isteğinin tutkalı olmaya çok uygun!
Konuya adım adım girersek, öncelikle en çok sorulan soruya cevap vereyim; çocuk yogası durağan bir çalışma değildir. Kesinlikle bir akış vardır ancak bu yetişkin yogasındaki gibi asanalar arasında bir akış değildir. Çocuk yogasında asanalar kullanılır ancak ya oyuna, ya hikayeye dahil edilmiş olduklarından Sanskrit dilindeki isimleri söylenmez. Yine de hareketin doğru nefesle yapılması için bir yönlendirme vardır. Fakat özellikle vurgulamak isterim ki nefesi yönlendiririz, asla hareketin mükemmel olması için bir baskı yapılmaz.
Dersin nasıl işleneceği konusunda her zaman bir planla sınıfa girerim. Konu herhangi birşey olabilir. Mesela kediler ve köprüler ya da yağmur ormanları gibi.. Ama o planın uygulanıp uygulanmayacağına çocukların o an ki enerjisi karar verir. Yerinde duramayan bir gruba yer hareketleri ağırlıklı bir oyun ya da hikaye anlatmak onları yogadan ve kendimden uzaklaştırmaktan başka hiç bir işe yaramayacaktır! Bu nedenle oyun kurucu rolümü onlarla paylaşmayı, öğretmen olduğumu hissettirmemeyi uzun zaman önce öğrendim:) Öğrettiler yani!
Gelelim yetişkin sınıflarından bizi ayıran en belirgin bir diğer özelliğimize. Çocuk yogası sınıfımızda biz yoganın sekiz basamağını da konuşur ve paylaşırız. Mesela bir dersimizin yarısını tatlı ve acı sözlere ayırabilir, kalp kırmamak üzerine hikayeler anlatabilir ve sonunda kalp çakramızla ilgili bir nefes çalışması ve olumlama cümlesi söyleyebiliriz. Oysa yaşadığımız yüzyılda pek çok insan yoganın sadece fiziksel basamağıyla ilgilenmektedir. Amma insanı fizik beden, ruh ve zihin diye ayırmak büyük hata olmaz mı? Özellikle de çocukları. Onlara asıl vermemiz gereken şey "bir ve bütün olma" hissidir. Kendilerini ne kadar tam ve çevreleriyle uyumlu hissederlerse, özgüvenleri ve ifade becerileri o kadar artacaktır. Üstelik bunu egolarını beslemeden yapabilmeleri için yoga en ideal çalışmalardan biri olacaktır.
Tabii bu iki temel fark dışında çocuklarla yapılan yoga çalışmasını yetişkin yogasından ayıran pek çok özellik sayılabilir. Örneğin bizim derslerimiz de dinlenmeyle biter. Ancak bu meditasyona götürecek bir dinlenme değildir. Daha çok yönlendirmeli meditasyona benzeyen ve çocuğun dikkatini kendi bedenine, nefesine toplamasına yardım eden "yönlendirmeli bir hikayedir".
Bu evrede müzikten, güzel bir kokudan ( tabii sınıfta koku alerjisi olan yok ise ) ve hatta küçük dokunuşlardan yararlanırız. İnanılması zordur ama çocukların en çok sevdikleri bölümlerden biri kesinlikle budur. Dinlenmek, sakinleşmek emin olun en çok ihtiyaçları olan şey!Hatta beş dakika ile sınırlanan bu bölümü kısa kestiğim için azar işitmişliğim bile vardır!
Çocuk yogası sınıfına misafir anne bbaba tercih etmiyoruz. Çünkü dersi izleyen bir anne, yanında anne veya babası olmayan çocuklar için üzüntü konusu olabiliyor. Yaşları itibariyle zaten dikkatleri çabuk dağılan ve kısa bir süre için bir araya gelen çocuklar bu oyun dışı ziyaretçilerden pek hoşlanmıyorlar. "İlla çocuğumla olmak isterim" diyen ve oyun oynamayı tekrar hatırlamak isteyen anne ve babalr için tam o noktada önerim elbette aile yogası!
Bir de deneme dersi sıkıntımız var. Çocuklar düzen ve tekrarı seviyorlar. Bir misafirin rutinlerini bozması onların çalışma içindeki akışını olumsuz yönde etkiliyor. Ama bir çocuğun dersi seyretmesi ve katılıp katılmayacağına karar vermesi için en harika yol bir tanıtım dersine izleyici veya katılımcı olması. Bu da İyi Cüceler'le mümkün; her ay orada bir "ÇOCUK YOGASI TANITIM DERSİMİZ" var.
Aklıma geldikçe ve tabii örnekler üzerinden sizlerle çocuk ve aile yogası hakkında deneyimlerimi ve zaman zaman da yaptığımız çalışmaları paylaşmaya devam edeceğim:) Mesela bir sonraki yazımızın konusu nefes çalışması olabilir??? Ya da aklınıza gelen bir soruyu bana mail atın, sorunuza cevap vermeye çalışayım.

2 Aralık 2012 Pazar

LONDRA

Londra diye inleyip inleyip, sonra gidip mızıldanıp, dönüşte de hiç bu seyahat hakkında yazmadığımı farkettim. Oysa çok iyi zamanlarım oldu. Güzel mekanlar keşfettim. Kıyafetler, parfümler, müzik dinlemek için keyifli salonlar ve pek çok hoş detay.
Bunlardan en çok ilgimi çeken kesinlikle Gudrun'un dünyası oldu. Burası Covent Garden sınırları içinde harika bir dükkan. İçeri girdiğinizde sizi rengarenk bir dünya karşılıyor. Adeta bir masal dünyası! Bu tanımlama sanırım benim neden o dükkana mest olduğumu açıklamıştır.
Dükkandaki renk cümbüşü nasıl olmuşsa olmuş, tam bir ahenk içinde. Etrafta güleryüzlü çalışanlar ve mis gibi kokan taze çiçekler var. Pamuklu ve ipekli kumaşlar, keçe aksesuarlar... Her detay olabildiğince oyuncu, olabildiğince hayal gücünü destekleyici. Umut ve sevinç dolu! Oysa sadece bir butik nihayetinde.
Bu dükkan unutamadıklarım arasında. Ortaçağ'dan fırlayıp, 2012 yılına düşmüş kıyafetler ve bu sıcak ortam Londra'ya yolu düşenlere ilk tavsiyem olur. Tabii çok şanslısınız, zira oraya kadar yorulmadan da bakabileğiniz bir sayfaları var: www.gudrunsjoden.com
 
Hazır Covent Garden'da gezerken, malumunuz oraya kabem diyorum. Bir kahve için benim için. Ah ya, bu dükkan var ya insanı mest ediyor. Kahve severler için cennetten bir köşe. A bir dakika, aç mısınız? O zaman önce Food For Thought ziyaret edilmeli. Bu nefis yiyeceklerle dolu dükkan bana Victor Ananias'ın hatıralarındandır. İlk yemeğimi onunla yemiştim...
Şimdi, karnınız doyduysa ağzınızdaki muhteşem lezzeti tamamlayacak mekana yani kahve cennetine gidiyoruz... Veee tabii kiii;
Monmouth Coffee!
Yemin ederim ki, daha iyisi yok şu dünyada. Yani varsa da ben daha içmedim! Daracık masalarda oturup, bu çileye değer mi falan demeyin sakın, zira kesinlikle değer. Kahve aşktır yahu!
Kahve faslı bittiyse sizi başka bir cennete götüreyim. Biraz parfüm koklamaya ne dersiniz?
 
Bu dükkanda parfümü uzun uzun anlatırlar size; içinde ne var, hikayesi nedir, kokladığınızda sizi nasıl bir dünyaya götürmek üzere tasarlanmıştır öğrenirsiniz. Ve gerçekten de amaçları sizi mutlu etmektir satıcıların. Bunu hissedersiniz. Gelelim bu büyülü dünyanın ismine:
Miller Harris!
Mutlaka içeri girin ve satışta çalışan kıza ne istediğinizi anlatın. Muhtemelen tam da aradığınız şeyi çıkartıp gösterecek. Biraz pahalı.. Ama değer:) Benim favorim fırtına sonrası beyaz çiçeklerin bıraktığı koku olmuştu... Ama param kalmadığı için alamadım:)))
 
Eh parfüm işini de hallettiğimize göre müzik dinlemeye gidelim mi? Kıyafetiniz için endişelenmeyin, burada herkes istediği gibi giyinebiliyor. Londra özgür bir şehir. İnanın Cuma akşamı donla gezen bile var! Vallahi de doğru söylüyorum. File çorabı ile sallana sallana yürüyen kadınlar var caddelerde. Üstelik ben kot pantalonumla bile o kadar rahat değilim!!! Sanırım bu yüzden seviyorum Londra'yı; gerçekten rahat bir şehir.
Hah müzik demiştik, hiç oyalamadan adresi veriyorum:
Wigmore Hall!
 
Burada müziğin alası sizi bekliyor. Ayrıca güzel bir İngilizce duymak için de şans. Zira yaş ortalaması epeyce yüksek olan bu mekanda bol bol İngiliz var. Üstelik Londralı!
 
Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Ama Lush'dan sabun kestirmeden ve nehrin kenarından St. Paul seyretmeden dönmek asla olmaz. Katerina'nın limanına da uğramak lazım... Tabii Holborn'daki pubları sakın atlamayın. Birbirinden köhne şarapevleri ve zamanda yolculuk hissi veren mekanlar orada gizli... Yine yazarım tabii, çünkü Londra bitmez....