28 Şubat 2012 Salı

SEVMEK HER BİR HÜCRENİZ "KAÇ'" DERKEN KALMAK DEMEKTİR...*

Diyor Clarissa. Zamanında ben kalamadım. Belki kalabilseydim kısa bir süre sonra pılımı pırtımı toplayıp gerçekten gidecektim ama bunu hiç BİR ZAMAN öğrenemedim. Kaçtım. Kaçarken de düşüp elimi, kolumu, bacağımı, kafamı kırdım. Kalbimi kırdım:)
Sonra kendime kızıp, aynanın karşısında devam ettim kaçmaya; gözlerimden kaçtım...
Velhasıl hayat hızla akıp giderken, tamamen paçavraya dönmüş ruh dünyamı ancak toparladım. İşimi, kedimi ancak buldum:)Benim kadar gecikmemeniz için bakınız: KURTLARLA KOŞAN KADIN, CLARİSSA P. ESTES
*kitaptaki yüzlerce altı çizilesi cümleden biri.

27 Şubat 2012 Pazartesi

AÇIK KAPI:)

Bayılıyorum yağmurlu İstanbul günlerine. Hele ki evdeysem, hele ki yıkanmışsam ve yazıp, çizip çalışıyorsam...Güzel bir hafta diliyorum!

23 Şubat 2012 Perşembe

SUSKUN...


Hayatımın önemli bir kısmı, muhtemelen yarısından fazlası kendimden kaçarak geçti. Ne hissettiğimi ve ne düşündüğümü kimselere söyleyemeden. Ya fazla sabırlı veya aşırı tepkili oldum.. Bile bile zorladım şansımı, sağlığımı.
Doğum, ölüm ve yeniden doğum döngüsünü kavrayamadığım için önce yaşamaktan, ve doğurmaktan, sonra ölmekten korktum. Hayatımı korkular, öfkeler, kırgınlıklar yönetirken, kontrol edemediğim onlarca duygunun tam ortasında çığlık çığlığa sustum. Çok kalbim kırıldı. Kuyruğu dik tutmak adına kırıkları toplaya toplaya devam ettim. ve çok kalp kırdım; ruhum acıya acıya...
Sırf sağırlığımdan..
İçimdeki kadını hiç ciddiye almadım. Onun duygularını ve özellikle sezgilerini çiğneyip geçtim. Küstürdüm onu. Susturdum. Bu defa da rotasızlığımla başa çıkamadım. Başkalarının sevdiği biri olmanın bedeli benim sevmediğim birine dönüşmek oldu!
Çuvalladım.
Şimdilerde, içimde saklanan binlerce yıllık bilgiyi mesleğim gereği fırça ile santim santim çıkartırken çok keyifleniyorum. Bana rüyalarımda fısıldayan kadının, gün ışığına çıkıp gümbür gümbür bağırması an meselesi. Bunu hatırlatan kadının önünde saygıyla eğilirken, bugün aramızdan ayrılan, hiç kendi sesini duyamadan ölen bir kadına rahmet diliyorum...

21 Şubat 2012 Salı

ANNEM, BABAM VE EGOLARI... EVİMİZ ÇOK KALABALIK!


Herkesin pek merak ettiği "çocuklarla çalışmak çok zor değil mi?" sorusuna artık çekinmeden cevap veriyorum: "çocuklarla çalışmak değil, anne ve babaların her daim yanlarında getirdikleri egoları ile çalışmak zor!"
Kendilerini çocuk doğurarak evrenin sırlarına ermiş sayan kadınlarla, anneliğin veya çocukla iletişim kurmanın doğal yollarla elde edilen bir bilgi olmadığını, biraz emek harcamak gerektiğini ve bu emek harcama meselesinin de çocuğu o kurstan bu kursa sürüklemek veya ona eskitemeyeceği kadar çok oyuncak ve marka kıyafetler almak olmadığını konuşmak zor!
Öğrenemediği dilleri( veya kendi bildiği dilleri) çocuğu öğrenirse daha mutlu olmayacağını, aslında ihtiyaç duyulan tek besinin ilgi ama içten bir ilgi olduğunu nasıl anlatabilirim ki? Hem kim dinler beni? Haftada bir gün okula gelen ve çocuksuz bir kadınım ya. Bilsem ki iki tane doğursam ve sakalım olsa sözüm geçecek hem doğurmaya, hem de sakal bırakmaya razıyım. Fakat biliyorum ki çağın salgın hastalıklarından herkesi kurtaramam. Ayrıca benim bu hastalığa yakalanmamış olmam da kesinlikle bir lanet!
Velhasıl öküz altında buzağı arayan ebeveyn profili beni iyice endişelendirmeye başladı. Anaokullarda psikolog değil, aile danışmanlarının çalışması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü çoğu kez sorun çocukta değil anne ve babada oluyor. Evdeki her olayın, her anlaşmazlığın çocuğu yavaş yavaş biçimlendirdiğini bilmiyor muyuz?
Lütfen herkes kendi çocukluğuna bir yolculuk yapabilir mi? Bizi yaralayan, sevindiren, üzen ve havalara uçuran neler vardı? Anne ve babamızı nasıl hatırlıyoruz? Evimizde ne pişerdi? Sofraya nasıl oturur, nasıl kalkardık? Bu kadar özgürlük gerçekten gerekli mi? Yoksa özgürlüğü yanlış yerlerde mi veriyoruz? sadece boyları bizden kısa diye sağa sola çekiştirirken biraz hain, ya da en azından fazlasıyla sabırsız değil miyiz? Zorla gelmediler ya, siz istediniz! Biraz onların gözleriyle baksanız hayata.. ıskaladığınız o kadar çok şey var ki...

18 Şubat 2012 Cumartesi

KARABATAK VE VAN GOGH NE ŞAHANE BİR İKİLİSİNİZ!


Ey sanat, hasta ruhların ilacısın sen. Edebiyat, resim, müzik ve daha nicesi olmasaydı nasıl ayakta kalırdık?
Bugün Kurtlarla Koşan Kadın'ı hummaya tutulmuş gibi okuyup, ardından en zor öğrencimle nefis bir ders yapmıştım ki, kendimi Tophane'de harika ama gerçekten harika bir cafede buldum. Aslında adını söyleyerek mekanı popüler kılmaktan çekiniyorum ama nihayetinde toplasan yüz kişinin okuduğu k.. kırık bir blog burası; okuyanların yüzde sekseni eş dost, yüzde onu eski sevgili kadrosu ve kalan yabancılar için de yapacak bir şey yok, şanslı keratalar!
Bahsettiğim mekanın adı KARABATAK. Vallahi de batak bir noktada. Barones gelip kurtarmasa sağa sola baka baka pek bulunabilecek gibi değildi. Çok merak ettiniz ise arayacaksınız:)))Fakat kahve, sandwich ve kekler kesinlikle on numara. Dekorasyonun güzelliği cabası!
Sergi mekanlarına yakınlığını ve sohbet etmeye izin veren tam tadında bir müziği saymıyorum bile. Tabii kibar ve yakışıklı garsonları da bana küçük kaçtıklarından anlatmıyorum. Daha genç kardeşlerimiz gidip bakacak artık.
Unutmadan, Pazar günü için sevgilinizle, ailenizle, çocuğunuzla, olmadı kendi kendinizle olağanüstü bir iki saat için de Van Gogh* sergisini şiddetle öneririm. Beni benden aldı. Müzik seçimleri, tabloların geçişleri insanı iç dünyasında olduğu kadar, gerçeklikte de fırıldak gibi çevirip atıyor. İçmeden sarhoş olmak diye buna derim. Onbeş liraya bi güzel ruh sarhoşluğu. Afiyet olsun!

*İSTANBUL MODERN, ANTREPO

14 Şubat 2012 Salı


*FOTOĞRAF ALTUĞ KİRİŞOĞLU OBJEKTİFİNDENDİR...

BİR TUTAM SEVGİLİLER GÜNÜ:)

Zaman bu kadar hızlı geçerken galiba en çok neyin bizim için gerçekten anlamlı, neyin gereksiz olduğunu kaçırıyoruz. ( Iskalanmış mutluluklar toplamına mı hayat denir yoksa? )
Son iki senedir etrafımdaki ilişkileri ve ilişkisizlikleri izlemek beni o kadar bilgilendirdi ki hayatın benim için verdiği tüm kararlara minnettarım artık.
Pişmemiş bir yemeğin üzerine serpilmiş baharatlar düşünün. Çiğ bir et parçasını mesela. Güzel bir tabakta ve bol baharatla size servis edildiğini... Ama çiğ! İşte bu çağımızın ilişki anlayışı. "Aman benim canım acımasın, aman ben üzülmeyeyim, kıçımın rahatı da bozulmasın, toplumun gözünde evli olma statümün nimetlerini kaybetmeyeyim, ticari ve sosyal hayatımda istikrarlı olduğumu cümle aleme gösterip küpümü doldurayım... vs vs.." Bütün bu karmaşanın içinde aşk arıyorsanız veya sıkı bir yoldaşlık, vay halinize. Daha çoook ararsınız.
Üzücü değil mi? Şu ölümlü dünyadan nefsimize yenilerek göçüp gidecek olmak hakikaten üzücü. Yine de bütün bu gözlemler ve çağın getirdikleri bizi yıldırmasın gerçek aşk hala var. Onu yaşayanlar ve yaşatanlar da var. Sadece sayıları azaldı, bulmak da birazcık zorlaştı.
Bu durumda sevgilili ve sevgilisiz bütün dostlarımın "sevgililer gününü" kutlarım!Yanaklarından öperim:)

12 Şubat 2012 Pazar

ETHEM EFENDİ 47 SEN BENİMSİN!

Evimiz eskidi, taşınalı neredeyse tam bir yıl olacak. Yeni adresime ve telefon numarama iyice alıştım. Hatta hoşlanmaya bile başladım. İnsan hiç ardımda bırakamam dediği her şeyi nasıl da bırakıyor. Bir gün geliyor bedenini bırakıyor yahu, ötesi mi var!
Neyse, annemi bizim mahallenin az ötesindeki çarşıya götürdüm bugün. Zeytinci ve peynirci ile tanıştırdım. Pastörize olmamış sütü nasıl sipariş edeceğini öğrettim. Ama en önemlisi ona bahçe kapısına yapışıp, hatta duvarına tırmanın "benimsin!" diyerek baktığım köşkü gösterdim. En son bir ev için buna benzer birşey söylediğimde aile dostlarımız o eve kiracı oldular. Zira dediğim, "ah ya bu evde her mevsimi görmek isterim" idi. Gördüm de! Zaman zaman Sapanca'ya gidip dinlendiğim o şahane evden bahsediyorum. Asla benim olsun demedim. Ama orada mevsimleri seyretmeyi gönülden istedim. Şimdi bu evi istiyorum yani köşkü. Basbayağı seviyorum onu!
Okul yapacağım. Kocaman, neşeli bir okul.
Ethem Efendi 47 numarayı benim kılacak birini tanıyorsanız her türlü anlaşmaya varım! Yeter ki benim olsun. Sahibini tanıyan var mı????

BÜYÜMEK...

Ölümsüz olmak istemezdim. Bunun beni zaman zaman olduğumdan daha umutsuz yapacağını seziyorum. Sevdiklerimin ölümünü izlemek ve gittikçe manasını kaybeden bir dünyada devam etmek. Günden güne ıssızlaşmak. Bazen düşünüyorum, gerçekten mi manasız bu hayat? Yoksa ben uzun ve sonu gelmez bir depresyon sürecinde miyim? Elbette emin değilim. Emin olduğum herşey bi tarafımda patlamışken nasıl emin olacakmışım ki?
Etrafımda iyi ve kötü şeyler o kadar iç içe, anlatılamaz... İhanetler, boşanmalar, dost kazıkları, dedikodular. Ve aynı anda yeni tanışıklıklar, umut veren toplantılar ve planlar. Şükürler olsun ki hala gidilecek ülkeler, okunacak kitaplar var.
İnsana verilmiş en büyük ceza öleceğini bilerek yaşaması. Er geç elimden alınacak bir hayatta zengin olsam ne olur, fakir olsam ne olur? Bütün ihtiyacım yemek ve barınmaksa eğer neden gidip güzel bir köye yerleşmiyorum ki? Bu çaba neden?
Bir bilgisayar oyunu kadar yalanız aslında. Kıyafetler, mücevherler, arabalar, tüm eşyalar, teknolojik aletler... gerçekten mutlu ediyor mu? Etmiyor... Hepsi modern/yalnız insanın oyuncakları. Küçükken oynadığımız oyuncakların yetişkinler için üretilmiş çeşitleri bunlar... Bol oyuncaklı ama oyun oynamayı unutmuş çocuklarız hepimiz. İçimizden çok azı büyümeyi başarmış. Hemen hemen hepimiz hala çocukluktayız. Büyümüş bedenlerde mini minnacık çocuklar! Tedavisi mümkün ama göz ardı edilen hayatlar...
Büyümeyi sevmedim. Seveni de pek görmedim. Sabah sabah sızlandığıma göre besbelli ben de büyüyemedim!

9 Şubat 2012 Perşembe

UĞURBÖCEĞİ SEVECEN VE SALYANGOZ TOMURCUK

Kategori: Doğan Kardeş
Sayfa: 24
Ölçü: 20.5 x 15 cm
ISBN: 978–975–08–2176–9
YKY'de 1. Baskı: Şubat 2012
Uğurböceği Sevecen ile Salyangoz Tomurcuk dizisinin ilk kitabı “Arkadaşlık” Macar yazar Erika Bartos’un yalın ama ayrıntılarla bezeli çizimleri ve sıcacık hikâyesiyle çocukların çok ilgisini çekecek. Bir gün yere bir kiraz düşer. Kirazı Uğurböceği Sevecen bulur. Derken yanına Salyangoz Tomurcuk gelir. Küçük bir delikanlı olan Tomurcuk, kızımız Sevecen’e kirazı yerden kaldırıp el arabasına koyması için yardım eder. Ama daha sonra, kirazı bir türlü paylaşamazlar aralarında… İşte, sonra birbirinden ayrılmayacak bir ikili olan Uğurböceği Sevecen ile Salyangoz Tomurcuk’un arkadaşlık hikâyesi böyle başar.Erika Bartos 1974’te Budapeşte’de doğdu. Budapeşte Teknik Üniversitesi Mimarlık bölümünü bitirdi. Üç çocuk sahibi olduktan sonra, 2003 yılında çocuk masalları yazmaya ve çizmeye başladı.Beş kişilik bir ailenin gündelik hayatını anlattığı, 11 kitaptan oluşan Anna, Peti ve Gergö serisiyle 16 kitaptan oluşan Sevecen ve Tomurcuk serisi en sevilen kitapları oldu. Ayrıca masal ve şiir kitapları ve kahramanlarının çizgi filmleri yayımlandı. Çizimleri birçok sergide yer aldı; bunların içinde en önemlisi 2011 yılında Budapeşte Mimarlık Merkezi'ndeki, mimarlık ile masal illüstrasyonları arasındaki bağı gösteren sergisiydi. Anna, Peti ve Gergö serisiyle, 2010’da Macaristan’da “10 Yılın En Başarılı 50 Kitabı” yarışmasında Birincilik Ödülü; 2011’de Sevecen ve Tomurcuk çizgi filmiyle Jiangyini Uluslarası Çoçuk Çizgi Filmleri Festivali’nde En Başarılı Kısa Film Ödülü aldı.

7 Şubat 2012 Salı

LÜTFEN DİYORUM AMA!!!!




Uzun tatiller işe dönüşü zorlaştırıyor.. Beni, saçımı yıkayıp, üzerime doğru düzgün bir kılık bulmaya zorladığı için işe gitmeye üşeniyorum. Hele ki hava yağmurlu ve yapılacak iş listem de kabarıksa hiiç kımıldamak istemiyor canım.
Yatsam yuvarlansam, kalksam okusam. Biraz kahve içip yine yuvarlansam... Okumaktan sıkılıp yazsam. Olmadı azıcık örgü örsem, dikiş diksem. Biraz gücümü toplayınca çorba kaynatsam.
Lütfen ya!

5 Şubat 2012 Pazar

YALNIZ KUŞ

YOLUNMUŞ KAZ II

Birden bire okur oranımda yüzde yüzlük artış olunca sormuş idim ne iş diye. Enis Bey sağolsun cevaplamıştı. Yolunmuş kaz kelimesi yüzünden diye. Çok gülmüştüm acınacak halime! Ama Göksel için gerçekten üzüldüm şimdi. Konser hakkında iyi kötü yazı yazdım ama okur sayısı aynı!
Yolunmuş Kaz kadar olamadın Göksel. Üzgünüm!

SÖĞÜT VE KAVAK

Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Ekrem Aktaş, aspirinin etken maddesi olan salisilik asitin, 800 yıl önce Selçuklular tarafından ağrı kesici olarak kullanıldığını belirtti. KAYSERİ - 1206 yılında Selçuklu hükümdarı 2. Kılıçarslan’ın kızı Gevher Nesibe Sultan adına kardeşi 1.Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından yaptırılan Gevher Nesibe Darüşşifası’nın Avrupa’daki ilk tıp merkezi olarak bilindiğine işaret eden Prof. Dr. Ekrem Aktaş, bu mekânda, hastaların çeşitli yöntemlerle tedavi edildiğini ve şifalı bitkilerin de ilaç olarak kullanıldığını kaydetti. Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Ana Bilim Dalı Başkanı ve Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Ekrem Aktaş, yaklaşık 100 yıl önce keşfedilen aspirinin etken maddesi olan salisilik asitin de 800 yıl önce Gevher Nesibe Darüşşifası’nda tedavide kullanıldığına dikkati çekerek, şöyle konuştu: “O dönemde birçok bitki ilaç olarak kullanılmış. Örneğin mısır püskülü idrar söktürücü etkisinden dolayı kaynatılarak suyu hastalara içirilmiş. Çiğdem bitkisinin suyunu gut hastalığının tedavisinde kullanmışlar. Tabii kan değerlerini analiz edebilecekleri bir teknoloji yok. Hastanın genel durumuna göre bu bitkiler kullanılmış. Ayrıca kavak ve söğüt ağacından elde edilen salisilik asit ile baş ve diş ağrılarını geçirmeye çalışmışlar. Bu madde aspirinin etken maddesidir. Türkler bu maddeyi 1206 yılından 1800’lü yıllara kadar kullanmışlardır. Günümüzden 100 yıl önce ise bu madde laboratuvar ortamında sentetik olarak üretilmiş ve aspirin adıyla piyasaya sürülmüştür.” Prof. Dr. Ekrem Aktaş, söğüt ve kavak ağacının gölgesinde uyuyan kişilerin de son derece rahatlamış olarak uyandıklarını belirterek, bunun ağaçların özünde bulunan salisilik asitin etkisinden kaynaklandığını sözlerine ekledi.

4 Şubat 2012 Cumartesi

KONSER


İyi ettik, konsere gittik. Göksel'i de, albümü de pek beğendik. Güzel kadın Allah için. Bacaklar, bel, memeler... Özellikle memeler; ha fırladı ha fırlayacak diye kadın erkek herkesi telaşa düşüren o memeler, insanda diyet yapma isteği uyandırıyor:)) Yani en azından bende!
Konser süresince salon izleyicisini balkondan izlemek nefisti! Şehrin bütün seçilmişlerinin "alacalı lale" üyesi olduğuna dün gece ikna oldum! Neden mi? Nerede başlı başına sanat eseri olma özelliği taşıyan insanoğlu var ise "Salon" da idi.. Bir an için homo sapiens ile aynı dönemde yaşamak zorunda kalan homo erectus gibi hissettim kendimi. Zira pek gelişmiş ve seçkin idi izleyici. İzleyici diyorum çünkü o kadar çok konuşuyorlardı ki, Göksel'i duyduklarından emin değilim. Gerçi on kişiden birinin elinde telefon olduğunu düşünürsek izleyici bölümü de tartışmaya açık!
Delikanlılar pek cüretkar olmuş. Neden derseniz sevgili dostum Barones'e bi kadeh şarabı huzur içinde içirmediler. Kadıncağız nezaketinden ufak ufak benden yana sokulup kardeşlere yer açmak zorunda kaldı!
Yalnız albüm yeni olmasına rağmen şarkıları ezbere söyleyebilen kadın tayfasına erkek milletinin de eşlik etmesinde ne idi etkili olan anlayamadım? Müzik mi, Göksel mi? Yoksa tam da ikisinin karışımı mı? Aksi durumda erkeklerin de romantik olduğunu düşüneceğim ama olmadıklarından adım kadar eminim! Yoksa yeni bir avcılık türü mü bu? Gece dışarı çıkmaya çıkmaya nasıl av olunurdu, nasıl avcı unutmuşum! Av modası malum, her mevsim değişiyor. Aşkolsun anlayabilene. Benim elbise dolabım gibi kafamda seksenlerde kalmış!
Ama şunu iyice fark ettim ki, benim kukuletalı yün kazağım kesinlikle moda değil! Bir abla gördüm, Allah inandırsın Ağaoğlu gökdelenleri kadar yüksek topukluları var idi. Dudaklarına beş dudaklık silikon yerleşmiş ve saçları da en seksi şekilde yataktan henüz kalkmış gibiydi. Bakışları da "az önce seviştik, koşa koşa konsere yetiştik" der gibiydi! Göremediniz yahu, ben de daha fazla anlatamayacağım:)))
Kısacası sevdim ben bu konser meselesini. Göksel sahnede çok hoş. Sesi de , şarkıları da güzel bence. Özellikle "bende bir aşk var"* bence uzun yıllar dinlenecek ve günümüz kadının duygularına tercüman olacak şarkılardan biri. Ben bu albümü alın derim. Barones'e bu güzel Cuma gecesi için teşekkür ederim...Ondan başkasıyla çıkmak istemezdim:)
* adını "yalnız kuş" koyacakmış albümün ama annesi "evladım yapma" demiş. O da "anne ben böyle mutluyum" demiş ama anne inanmıyormuş bir türlü... Yoksa annemle akraba mıdır Göksel'in annesi?

3 Şubat 2012 Cuma

TAVSİYE

"Yahu bıraksana bi toparlanmayı. Otur çay iç, örgü ör, yuvarlan battaniye altında. Düşünme, birşeyler gevele..." dedi pek kıymetli bir dostum. Özetle "izin ver kendine" dedi. Verdim gitti. Ve çok da iyi geldi. Kar tatiline bayıldım. Senede en az iki defa olmalı bence. Dvd izlemek, battaniyeler altında yuvarlanmak, örgü örmek, kek pişirmek, kendimi mutfağa salıvermek vesaire vesaire pek iyi geldi doğrusu.
Sabah sabah gazetedeki kadının dediğine de bayıldım "kariyer ve çocuk aynı anda olmaz" diye buyurmuş. Haklı. İkisi de yarım yamalak olur veya biri güdük kalır. Kimi kandırıyoruz ki? Kadın gerçeği söyledi diye İngiliz basını ayağa kalkmış. Aynı basın çocuklar papates ve sosisle beslenirken neden ayağa kalmıyor? İngilizler aç! Dünya mutfakları take away sistemiyle Londra'ya taşınmış olmasa ne yerlerdi acaba???
Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar ya doğru bence gitse onuncu köyden de kovalarlar!
Velhasıl pek sevdim ben kar tatilini. Akşama konsere gidiyoruz Barones'le kimler geliyor acep?

2 Şubat 2012 Perşembe

KAR TANESİ

Uzaktan seyrediyorum. Bütün hareketlerini ezberliyorum. Seni, milyonlarca insan arasından seçebilecek kadar öğreniyorum. Ve bir gün senin hiç haberin yokken, aniden sana doğru serbest düşüşe geçiyorum. Önce saçlarının kokusu geliyor, sonra alnını görüyorum. Kısacık bir an gözlerine bakıyorum. Sen de bana bakıyorsun sanki.. Emin olamıyorum. Boynunun beyazlığına şaşırarak, göğsüne yaklaşıyorum. Göğüs kafesinin içindeki kalp, ben tam da önündeyken daha hızlı çarpar mı? Sezmelisin varlığımı, hadi! Nabzının yükselişini duymayı umut ediyorum. Ama yok, kalbin de beni görmüyor. El bileklerine bakarken hala kalp atışlarını duymayı bekliyorum çaresizce.. Yok.
Ani bir rüzgarla kendimi dizlerinde buluyorum. Ve çok geçmeden de ayakkabının ucundayım. Parlak, şeffaf bir su damlasıyım artık, eridim. Başını azıcık öne eğsen kendini görebilirsin bende. Bu benim son umudum ama sen boyacı çocuğa sesleniyorsun "Şışşt ufaklık, parlatsana şu ayakkabılarımı."
Niye şaşırıyorum ki; kendine eğilmeyen, bana eğilir mi?

1 Şubat 2012 Çarşamba

GECİKMİŞ BİR CEVAP DEĞİL TAM ZAMANINDA BİR CEVAP İSTER MİSİN?

Şehre en son ne zaman kar yağmıştı hatırlamıyorum. Uzun zaman geçmiş olmalı üzerinden. Sadece 1983 ve 1985 yıllarında yağan karı hatırlıyorum.
GEÇMİŞ I
1983 yılı aklıma Star Wars izlediğim günü de getiriyor. Süreyya Sinaması, Bahariye. Kuzenimin anne ve babası bize gelmişler. Babamı ziyaret etmek için. Sonra beni de alıp sinemaya götürmüşlerdi. Firigo yemiş, filmin büyüsüne kapılmış ve bir an için yorganın altındaki babamı ve karla kaplı şehri unutmuştum. O sırada Prusya Kralı evde şarkı söylüyor olmalı:"amman petrol, canım petrol... artık sana sana sana... muthacım petrol!"
Zor ve bir o kadar da uzak bir anı.
GEÇMİŞ II
1985. Evimizden Bağdat Caddesi'ne yürüyerek ulaştık. Üç ayaklı hayatımızın zor kışlarından biri. Annem bizi yemek yemeğe götürüyor. Bu özlediğimiz ve uzun zamandır unuttuğumuz bir rutin. Kar ve ailece dışarıda yemek yemek bizi çok mutlu ediyor. O gece Prusya Kralı bana soruyor: "herşey eskisi gibi mi oldu abla?"
Cevap yok...
ŞİMDİKİ ZAMAN
HER ŞEY DEĞİŞİYOR. Nadiren daha iyi, fazlaca daha kötü düşlerimiz. Çoğu zaman bilinmezliğini koruyarak geçiyor günler. Hep hamileyiz geleceğe. Bazen üçüz doğururken, çoğu zaman düşük yapıyor hayallerimiz.
Yine de hep yeni düşler kuruyoruz. Hep bir inanç, hep bir direniş var. Yorulunca değil, güçlenince teslim olmanın hazzını otuzu devirince anlıyoruz. İlk otuz yıl bizim üzerimize devrilince, geriye kaldığına inandığımız ikinci otuzu elimizin tersiyle hizaya sokuyoruz.
Cevap veriyorum: "ŞİMDİ herşey eskisinden iyi ve daha da iyi olacak:)"

HEYKELLER

Rüyamda heykeller gördüm. Sabah uyandığımda mahalle kocaman bir mermer heykel grubu gibiydi. Kımıldamadan duran ağaçlar, bembeyaz yol. Bilgisayarımı açtığımda da bir arkadaşımın facebook sayfasında inanılmaz güzel bronz heykeller* vardı!
Aklıma bambaşka şeyler geldi... Hayatımda bunca büyük değişiklik olurken, aynı şehirde uyanırken, uyurken hiç haber almadığım insanları düşündüm. Ve benden hiç haber almayan.. Yani bir hırsız gibi blogumu okumak dışında... Amma garipmiş hayat diye mırıldanırken yakaladım kendimi:) Yaşlanıyor muyum ne?
Yepyeni bir sayfa var önümde. Kar sanki sırf bana bunu söylemek için yağıyor günlerdir. Bütün ceketini alıp, yeni bir sayfaya atlayamayanlara inat kocaman bir adım attım dün gece. Bu yıl ejderha yılı. Benim yılım. Yeni bir iş, eş ve daha pek çok şey için tohum atma yılı. Ki atmadığım ne malum? :)