31 Aralık 2009 Perşembe

ÇARK DÖNÜMÜ FIRTINASI*

BEN (FAITH)
Fırtınada yola çıkmışım. Cesaretim cehaletimden. Dünyaya gelmemek için çok direnmişim ama babamın duaları ve annemin azmi karşısında Cemaziye’l –i Ahir’in 11. günü atmosfere düşmüşüm. Yıl 1393.

Doğum anındaki yıldızlar insanın kaderini belirler der doğulu bilgeler. Buna pek inanmam. Fakat beklenmedik bir fırtınanın ortasında, feleğin çarkına sıkışmış ve kaderin dümenini tutmaya çalıştığım o dakikalarda, inançlarımı yeniden sorguluyordum. Kadere inanmaya başlıyordum…

Adım Fortunata. Yaşım 35.

Annem anarşisttir. Babam tüccardı. Sadece bir kardeşim var. Uzaklarda yaşayan benden gizli…
Çocukluğum, kendi iç denizlerinde çırpınan ebeveynlerimin sağa sola sıçrattıkları sularda, kayık yüzdürerek geçti. Bu yüzden denizciliğimin tarihi çok eskilere dayanır.

Kardeşim ve ben, boya kalemlerimiz ve masal kitaplarımızla, uçsuz bucaksız bir mandalin bahçesinde büyüdük. Öğrendiğim her harfe karşılık, boya kalemlerimi tek tek kaybetmeye başladığımda, kelimelerle de resim yapabileceğimi keşfettim. Sonraki yıllarda kardeşim bir sol anahtarıyla flört etmeye başladıysa da o ikisi hiç bir zaman evlenmediler...

Kayıplarım daima keşiflerime yol açtı. Asla kaybettiğimin peşine düşmedim.

Zaman zaman evimize giren ve olur olmaz eşyalarımızı yürüten birileri vardı sanki… Bir gün gelip babamı da aldılar. Ne boya kalemlerimden, ne de babamdan bir daha hiç haber gelmedi. Onu bazen görüyorum ama rüya aleminde emirler çok açık: benimle buraya gelmesine izin yok.
Annem hala kendi iç sularında dalıp çıkıyor... Çok saçı var, kurutmuyor. Hasta olacak diye korkuyorum.

Aşk geçti üzerimden. Denizcilerin, değişen iklimlere güvenerek, yıllardır takvimlerde görünmeyen bir fırtınayı yok saymaları ne denli büyük bir hataysa, benim aşkı yok saymam da en az o kadar ölümcüldü...

Ve biri gerçekten öldü.
Ben!

Peki nasıl öldüm? Baştan anlatıyorum:

Gün ışığında olimpik havuzlarda geçen hayatım, geceyle beraber karanlık bir okyanusa süzülürdü. Aslında karanlıkta yüzmekten çok korkardım. Bu yüzden, gece boyunca, başıma taktığım şapkanın ampulünü hiç kapatmazdım. Tıpkı madencilerinkine benzerdi şapkam ama bir farkla; ben maddeye inanmam. Bu ampul benim ruh sigortamdı. Nasıl, bir deniz feneri yakınından geçen gemilere doğru mesajları göndermekle yükümlüyse, ben de ruhumu bu karanlık sularda olur olmaz tehlikelerden korumakla yükümlüyüm diye düşünürdüm.

O gece ampul söndü. Yedek pilim yoktu. Zaten hiçbir zaman da olmamıştı. Bazı şeylerin yedeklenmemesi gerektiğine inanırım; Aşk gibi. Hem yedekli yaşamak sürprizleri baltalar… Sürprizsiz hayat, ölüm uykusu gibidir.

Bana doğru yaklaşanın kim olduğunu göremedim. Çok karanlıktı. Ama kokusunu aldım. Uzun süre önce, kapatıldığı kasadan firar etmiş bir kelime ciniydi gelen. Kulağımı yakan nefesiyle, aşk hakkında bir cümle fısıldadı ve kaçtı! Ruhumu ondan koruyamadım... Her kulacımda beni takip eden inatçı sözcüklerinden kaçamadım. Gün ışıyana kadar yanımda kaldı kelimeleri...

Yenildim.

Işıksız geceyi takip eden, zifiri karanlık aylar boyunca “bir çocuk doğurabilirdim” diye hayıflandım. Uykuya sığındığım kısacık zamanlarda o hiç tanımadığım bebeği kokladım. Oysa benim sancılarımdan ölü bir aşk doğdu sadece...

Bu sabah, kucağımda o karanlık geceden kalan kelimeler ve üzerimde sarı mayomla güneşe teslim olmuş yüzüyorum bahçedeki havuzda. Başımda saçlarımı acıtan dar, mor bir bone var. Balıklar kaçışıyor tenime sinen yalanın kokusundan. Kokuyor içimdeki kelimeler… Hemen çıkıyorum sudan. Çok utanıyorum balıklardan.

Kadınlar güneş kremi sürüyorlar kavrulmuş omuzlarıma. Annem şemsiyenin altına sürüklüyor çillerimi. Çocuklar kokumdan huzursuzlanıp, buruşturdukları yüzleriyle, usulca uzaklaşıyorlar benden. Neden?

 Hatırlıyorum!

Akşam oldu. Odamdayım. Gizli gizli takvime bakıyorum pikemin altında. Kardeşim bunu bir saplantıya dönüştürdüğümü düşünüyor ama kafasının üzerinde yağmur bulutuyla dolaşan talihsiz çocuk benim. O bunu hiç anlamıyor. Oysa takvim hala işliyor; önümde fırtınalar var... Hissediyorum!

Bugün Mevsimsiz Soğukların ilk günü. Hava durumu raporu okuyan kadın hafta sonuna kadar sıcaklar artacak diyor. Onun içinde kokuşan kelimeler yok… Onu takip eden bir takvim de yok.

 Ne şanslı biri...

SEN (SORROW)

Adım bu benim. İsmimi o verdi. Ruhum zaten onun. Sadekarım. Doğduğum ve büyüdüğüm şehrin hikayelerine kulak tıkayarak, daha kötüsü içimdeki masala sağırlaşarak yaşamanın son noktasındayım. Babam çok hasta. Annem yıllardır Akdeniz’in eski bir liman kentinde sürgün.

Kırk bir yaşındayım. Ne Ali Baba ve Kırk Haramilere, ne de diğer masallara inanmam. Çark Dönümü Fırtınası nedir bilmem, ağzımdan çıkan kelimelerin koktuğunu da ilk kez o söyledi.

Oysa sadece aşığım; hem altına, hem de altın saçlı kadına.

Karım bizi biliyor. Ona eski bir aşk hikayesi anlatmıştım ama sürmekte olanı gizledim. Şu an, klavyenin üzerinde dolaşan parmaklarıyla bana ses olan kadını seviyorum. Hep sevdim. O ise, benden kurtulmak için aslında bir tekini bile söylemediğim kelimeleri ekrana döküyor. Çaresiz izliyorum. Bana cesaretsiz diyor, sadakatsiz diyor.

Evet, ben bunların hepsiyim ve Aşık!

İki kış önce kapısına gittiğimde ne hissettiğimi hatırlamıyorum. Ona göre sarhoştum, bana göre Bardül’aczin etkisinde... Önemi yok. Bildiğim tek şey; o gece, gün ışıyana kadar kızıl bir denizde yüzdü ruhum.

Lale mevsiminden Kırlangıç Fırtınası’na dek onsuz kalabildim. Uzun zaman , hayalinin gölgesinde, nefessiz uykulara yattım. Yüzüme dökülen saçlarını parmaklarıma doladım. O tuhaf gecelerde sırtıma batan çiviler mi vardı, yoksa sırtım dikenlenmiş ve bir kirpi mi olmuştum, hiç anlayamadım. Onun gözünde işe yaramaz bir diken yumağıydı varlığım, ne zaman yakınlaşsak canını acıttım…

Çark Dönümü Fırtınası’nda savrulduk! Başlatan bendim, bitiren O. Bevarih Rüzgarları’na teslim oldu hikayemiz. 306 gün geçti.

Aramıyor.

O (DESTINY)

Aralarına girmedim. Ben geldiğimde o yoktu. Varlığını hep hissettim fakat evimin çatısını uçuran o ilk fırtınaya kadar hala emin değildim yaşadığından. Doksan bir ay önceki Kırlangıç Fırtınası…

Hiç yüz yüze gelmedik. Ama bakışları hep kocamın gözlerinin içindeydi. Bazen beni oradan izlediğini hissederdim. Sanki alaycı bir ifadeyle gülümsüyordu. Kötü biriydi muhtemelen. Dedim ya, hiç tanışmadık.

Ne mi yapıyorum? Son on beş yıldır her sabah erken saatlerde uyanıp, oğlumla beraber yuvamızın duvarlarına sorumluluk tutkalı sürüyoruz. Bir yıl önceki Çiçek Fırtınası’ndan bizi koruyan da bu tutkal olmuştu.

Biliyorum, uzun zamandır üçümüz birlikte nefes alıyoruz; o, ben ve kocam. Artık düşünmüyorum. Çünkü kocamı seviyorum. Onu mutlu etmek için yıllardır bu madende en saf altını arıyorum. Bazen gecelerce uyumadan çalışıyorum. Fedakarlığım onu büyülüyor. Büyüyü hep taze tutuyorum.

Hayattaki tek arzum kocama, onun saçlarını unutturacak kadar parlak bir altın sunabilmek. Şimdi Soğuk Mevsimler’den geçiyoruz…

Yine gelecek hissediyorum.

BEN

Yedinin üç katı sessizlik… Hayatlarımızın tamamı bir tek ışıksız geceye hapsolabilir mi? Etten ve kemikten kafeslere kapatılan vahşi hayvanlar ne kadar zapdedilebilir? Uykularımı yiyorsun, ruhumun kanında yüzüyorsun.
Bazen biri ölmüş gibi hissediyorum. Sen ölmüşsün, ben ölmüşüm. Biz ölmüşüz. Her yalnız kalışımda, her canım yanışında böyle hissediyorum; biri ölmüş gibi… Hatta sanki tam da o anda ölmüş ve ben cesedin altında soluksuz kalmışım gibi!

SEN

Karımın madenden dönmesini bekliyorum. İşlemem için altınlar getirecek bana; parlak turuncu hazinem! Senin dönmeyeceğindense eminim. -Emin miyim? Yoksa umutsuzca diliyor muyum?- Hayaletimi kapından sokmadın… Gölgem reddedilişinin şaşkınlığıyla aylardır içine kapandı… İttiğin bedenim yalnız uyumuyor! Ruhum nerede çok iyi biliyorsun…

Takvimi yırt. Karaya çık. Bizi bul.

O

Artık ne oluyor bilmiyorum. Sormuyorum. Benim olanı korumak dışında hareketsizim. Kramp girmiş kalbim ve solunum cihazındaki ilişkimle mutluyum. Huzursuzum. Katil olduğumu fısıldıyor erguvanlar, ama kimi öldürdüğümü söylemiyorlar…

Bazen gün ortasında uyuyakalıyorum. Rüyamda kızıl bir ormanda yürüdüğümü görüyorum. Ağaçların ruhları sarıyor etrafımı. Kiraz çiçekleri uçuşuyor üzerime. Ayaklarımın altında yabani çilekler var; kan gibi bulaşıyorlar bileklerime. Kırlangıç Fırtınası zamanıymış...

Onun soluğu var havada, gölgesi göz kapaklarımda. İyi biri olamaz. Hissediyorum!

BEN

Hayattayız; Çaylak Fırtınası’ndan hepimiz yarım, kırgın ve İncinmiş çıktık… Aşk mı bu boşluğun adı? Yoksa hiçliği anlamak için mi bu uçurumda sallanıyorum?

Benim adım Fortunata. Hayatımın tam ortasında kadere ve şansa inanmayı öğreniyorum. Ömrünü fırtına takvimine göre yaşamış biriydim. Şimdi, bu beklenmedik fırtınanın ortasında şaşkınlığımla vedalaşıyorum. İçimdeki limana yaklaşıyorum.

Kitaplar teslimiyeti anlatıyorlar; direnmemeyi ve izlemeyi. Öğreniyor muyum? Bilmem. Yaşlarımı izliyorum, yaslarımı uğurluyorum… Sırf, içinde kendinden bir iz bulabilmek için acımasız bir cerrah gibi kesip biçtiği kalbimin yırtıklarını  dikiyorum. İçimle uyumlanıyorum, rüzgarla uyumlanıyorum. Geçmişle uyumlanıyorum. Geleceğe yer açıyorum…

Bazen kabus görüyorum. O geliyor; Sadekar. Elinde altın iplikler var, kolları tıpkı bir örümceğinki gibi uzun, hızlı ve simsiyah. Bütün bedenim felç olmuş gibi yüzüne bakıyorum. Gözleri gözlerimde. Elindeki makarayla yavaş yavaş etrafımda dönmesine izin veriyorum. İplik bitip durduğunda artık onu göremiyorum.

Altın kozanın tırtılıyım ben, asla kelebek olmuyorum.

SEN

Artık başka çarem kalmadı. Onun için savaşamam. Benim için savaşmasını isteyemem. Onu hepimizden korumalıydım. Özellikle de kendimden. Başka çarem yoktu ya da çare aramaya gücüm yoktu.

Aşka ihanet eden aşığım ben.

Az sonra uğruna savaşmadığım kadının, başka insanlarla yaşadığı hayatı gizlice seyredebilmek için buz gibi ekranın önünde olacağım. Senin sadece sezinlediğin ama asla emin olamadığın anlar bunlar. Buradayım, ekranın tam ardında.

Kelimelerle hançerlediğin ölüyüm ben. Artık beni öldüremezsin!

O

Bir anlamı yok hayatımın. Ya da nihayet anlamlı. Ne zamandır fırtına takvimi dışında yaşıyoruz. Sorumluluk tutkalını bütün kapı ve pencerelere bol bol sürdük oğlumla. Buz gibi esen Poyraz dışında hiçbir tehdit yok yuvamızda. Hüsun Fırtına’sı sadece eski bir tarih ajandalarımızda.

Fırtınadan korkan adamın limanıyım.

BEN

Devran döndü, Zilhicce geldi. Sonunda anladım. Bana biçtiğin rolü ilk günden reddetmiştim. Çünkü aşkı hassas terazide ağlatan, ağırlığınca altına satan sarrafsın sen. Senin terazinde birkaç gramlık bir et parçasıydı kalbim. Anladım…

“Sevmek, bazen sevdiğine ihanet etmektir” demişti adam, anlayamadım...

Rüya:

Şişmanlamışsın, bedenin kocaman. Sana sarılamıyorum. Karaköy vapur iskelesinden Kabataş’a doğru yürürken sokaklar karanlık, liman kahvelerin kokusu ve seni ardımda bırakmanın keskin acısı var sol avucumda. Yavaşça parmaklarımı gevşetiyorum, dizlerimin bağı çözülüyor. Kuzey rüzgarı tutuyor elimden; saçlarını ağaçlara, gözlerini denize, imkansızlıklarla mühürlediğin her şeyi Altın Boynuz’un çamurlu sularına savuruyorum.

Gün Dönümü Fırtınası’ndan ellerim boş, omuzlarım hafiflemiş olarak çıktım. Hiç beklemediğim bir anda çağlar ötesinden gelen aşık, bana aşkı anlattı. Zamanın ezeli ve ebediliğinde göz göze gelmenin derinliğini sezdim! Beni hiçbir zaman seçmediğini bilmenin huzuru var uykularımda.

Sen, benim hazinemdin. Şimdi sandığı açtım, usul usul üfleyen Kuzey rüzgarına bıraktım anılarımızı.

Zemheri Fırtınası’nda yiten sevgiye; rasgele!
Zilhicce 1430



* Hiç bitmeyeceğini ve asla nokta koyamayacağımı sandığım bu hikayeyi, otuzbeş yıllık derin uykuma ve uyanışıma; "aşk" a ithaf ediyorum. İmla hataları için üzgünüm, aslında bu hikayedeki en masum şey onlar....

Önemli Not. Blogun altındaki fotoğrafta gördüğünüz takı aşkı anlattığı için seçilmiş olup, her "aşk" aşığına göründüğü gibidir.

30 Aralık 2009 Çarşamba

LEYLA&MECNUN


Leyla ve mecnun u basit bir aşk hikayesi sanırsın.

Aşkın basiti olmaz amma hikayedir deyü yanılırsın.

Aşk varsa, gülü görüp bülbül olursunuz.

Aşk yoksa, diken batar ah ü zar olursunuz.

Aşk varsa, kar altındaki dikende bile vefa bulursunuz.

Aşk yoksa, yaz günü susuz bir gül gibi solar durursunuz.

Aşk varsa, gülde dikende safaperver der durursunuz.

Aşk yoksa, gülde de bülbülde de hicran bulursunuz.

Aşk varsa, dikenlere bakıp bergüzar sanırsın.

Aşk yoksa, gülü nadan, kendini nalan sanırsın.


MECNUN, LEYLA İLE SOHBETTE
Mecnun bir gün fırsat buldu, Leyla ile oturmaya muvaffak oldu. Leyla, onu sınamak için bir dilekte bulundu:
- Ey âşık! Neyin varsa getir.
- A ay yüzlü, dedi Mecnun, aşkınla ne suyum kaldı, ne kuyum. Ne ciğerimde azıcık kan, ne gözümde bir nebze yaş. Aklımı yağma ettin, uykumu çaldın. Artık bir canım var, emreyle onu vereyim.
- Ben onu senden ne vakit istesem alırım, başka neyin var, sen ondan bahset.
Mecnun o vakit arandı, yakasında sakladığı bir iğnesi vardı, onu çıkarıp sevgiliye sundu.
- İşte varlık aleminde sahip olduğum tek şey bu iğnedir. Bunu da neden taşıyorum bilmek istersen, çölde, ovada seni izlerken çok düşüyorum, kendimden geçiyorum; oralarda ayağıma, bedenime dikenler batıyor; bu iğneyle o dikenleri çıkarıyorum.
- İşte bunu istiyordum ben senden. Eğer aşkında gerçek isen bu iğne nasıl layık oluyor sana? Dikeni çıkarırsan buna vefa mı derler?!..

29 Aralık 2009 Salı

NAKKAŞ HASAN PAŞA...


Ayvansaray, Eyüp, Balat ve Fener gezisinde elbette anlatılacak çok şey var. Ama bu defa sırayı bozup, en fazla canımı yakanla başlamak istiyorum: Nakkaş Hasan Paşa'nın içime işleyen terkedilmişliğiyle.

Eyüp semtine yolu düşmeyen, Fatih Sultan Mehmet'in bu semte verdiği önemi bilmeyen kalmamıştır diye düşünerek Eyüp'ü, Pierre Loti'nin eşsiz manzarasını ve mezarlığı - ölüler arasında içilen kahveyi, mezar taşını mesnevinin aşk beyitleriyle süsleyen muhteremi - , Hançerli Sultan'ı, Mihrişah Sultan Türbesi'ni, civardaki aşevinden her gün bin ikiyüz kişiye çıkan yemeği ve elinde kaplarla duvarın dibine çömelip bekleyenleri geçiyorum... Hatta Caferpaşa Medresesi avlusunda kokladığım havayı ve oradaki görevli ile Sir arasında geçen "eyvallah"lı sohbetinin samimiyetini de geçiyorum.

Zal Mahmut'a ve sevgili zevcesine ait camii ve türbeye giderken solda kalan o gariban türbeden bahsetmek istiyorum sadece; Nakkaş Hasan Paşa Türbesi....

Bu türbede beni çok yaralayan, içimi acıtan garip bir hava vardı. Onca kırk dökük mezar taşından değil de, nedense burada yatan adamın halinden etkilendim.

Nakkaş kelimesi çocukluğumdan beri ilgimi çeker. İlk kez ne zaman duyduğumdan pek emin değilim ama babamın halı dokuyan bir köylü kızı için "nakkaş gibi" dediğini hayal meyal anımsıyorum. Ya da anımsamak istiyorum.

O zamanlar sık sık Çömlekçi köyüne giderdik. Orada dostlarımız, babamla birlikte çalışan aileler ve tertemiz ilişkiler vardı. Köyün neredeyse tüm evlerinde en az bir halı tezgahı ve her halı tezgahı önünde de güzel bir genç kız hatırlıyorum. Onlar benim hafızama yerleşen ilk nakkaşlardı.

Din turizminin cenneti olan Eyüp, çok değil iki gün sonra "Dünya Başkenti İstanbul" hikayesinin en ilgi çeken parçalarından biri olacak. Merak ediyorum ister istemez 2010 bütçeleri nereye gidiyor acaba? Neden restorasyon&konservasyon öğrencileri sahaya çıkartılıp, hiç olmazsa temizlik yaptırılmıyor? Pulları mı dökülür acaba? Beş kilo arap sabunu iki kıl fırça o türbeyi temizlemeye yeter de artar. Çok mu zordur Sanat tarihi bölümünden on çocuk alıp bir C.tesi günü şu zavallının türbesini süpürmek?

Nakkaş Hasan civardaki insanlar tarafından Mimar Sinan'ın nakkaşı olarak biliniyor. Oysa kronolojik olarak bunun pek mümkün olmadığını görüyoruz. Yine de hayat hikayesine bakınca* hafife alınacak biriyle karşı karşıya olmadığımız çok açık. Belli ki dönemin sultanı tarafından sevilmiş ve onurlandırılmış bir zat kendisi.

Eyüp Osmanlı ile hayat bulmuş bir semt değil, Öncesinde de, Bizans için çok değerli manastırların, azizlerin yaşadığı kutsal bir alan. Fakat ne yazık ki farkında değiliz.... Ne surların, ne de o surların dibinde can vermiş yüzlerce insanın hatırasına zerre kadar saygımız yok. Ne ölüye, ne diriye, ne tarihe, ne de geleceğe bakıyor İstanbullular.

Nakış nakış işlenmiş bir şehrin içine ediyoruz her gün. Gezdikçe daha çok üzülür oldum. Boşuna dememişler "göz görmese gönül katlanır" diye...

Utanarak farkettim ki, camiiler ve türbeler belli bir gurubun tekelindeymiş gibi adeta kin güderek geçiyoruz önlerinden. Orada yatan garibanlara bir Fatiha okumak zul geliyor. Oysa iki adım ötedeki Eyüp Sultan Hazretleri'nin başı her an kalabalık. Neden? İsteyeceklerimiz var çünkü ondan! Arsızız.

Neyse, yolunuz düşerse Nakkaş Hasan Paşa'ya uğrayın. Çaresizliğini, unutulmuşluğunu görün. Onun başına gelenin bizi de az ötede beklediğini bakalım benim kadar sarsılarak hissedecek misiniz? Faniliği hissedin... Türbesine asılan çamaşırlara bakın da, o çamaşırları asan muhteremler namaz kılarken ne yüzle Allah'ın önünde secdeye kapanıyorlar sizde benim gibi merak edin!

"Haliç Kıyısı" macerası devam edecek...


*Eyüp Zal Mahmut Paşa Caddesi üzerinde, Zal Mahmut Paşa Medresesinin arkasına bulunan bu türbe kesin olmamakla beraber 1623 yılında yaptırılmıştır. Mimarının Dalgıç Ahmed Ağa olduğu söylenmektedir. Nakkaş Hasan Paşa Osmanlı Sarayında Enderun’dan yetişmiş, Anahtar Oğlanı (1595), Büyük Mirahur (1596), Tülbent Gülamı (1597), Kapıcıbaşı ve Yeniçeri Ağası, Rumeli Beylerbeyi (1604), Vezir (1605), Sadaret Kaymakamı (1606), yeniden Vezir (1607) olmuştur. Bu devlet görevlerinin yanı sıra Sultan III. Murad (1574–1595), Sultan III. Mehmed (1595–1603) dönemlerinde ünlü nakkaşlar arasına girmiştir. Sultan III. Murad döneminin ünlü nakkaşı Osman Bey’in yanında çalışarak Bölükbaşılığa getirilmiştir. Yirmi ayrı minyatürlü yazma üzerinde çalışan Nakkaş Hasan Paşa’nın ilk minyatürlediği yazma 1582 tarihli Sultan III. Murad Surnamesidir. Minyatürlerinde turuncu, pembe ve yeşilin tonlarını sık sık kullanmıştır. Osmanlı minyatür sanatının önemli sanatçılarından olup, Sultan III. Mehmed döneminde Osmanlı minyatür sanatına yeni bir ekol getirmiştir. Nakkaş Hasan Paşa 1623 yılında ölmüş ve türbesine gömülmüştür. Klasik Osmanlı türbe mimarisi üslubundaki türbe kare planlı olup, üzeri sekizgen kasnaklı bir kubbe ile örtülüdür. Köfeki taşından yapılmış olan türbe iki katlı bir yapıdır. Önünde dört sütunun taşıdığı bir revak bulunmaktadır. Üç cephesine altlı üstlü pencereler sıralanmıştır. Türbenin giriş kapısının karşısında bir de avlu kapısı bulunmaktadır. Türbe altlı üstlü ikişer pencere ile aydınlatılmıştır. Bunlardan alt sıra pencereler dikdörtgen söveli olup, üzerlerine yuvarlak, sağır kemerler yerleştirilmiştir. Üst sıra pencereler sivri kemerli olup, alçı şebekelidir. Kubbe kasnağında sekiz pencere bulunmaktadır. Türbenin içerisi XVIII. yüzyılın kalem işleri ile bezenmiştir. Ayrıca kubbe içerisinde Çin bulutu motiflerine yer verilmiştir. Türbe içerisinde altısı mermer, altısı ahşap on iki sanduka bulunmaktadır. Bunlar Nakkaş Hasan Paşa ve Mostarlı Mustafa Paşa’nın oğlu Mehmet Bey’in (1714) sandukaları olup, diğerlerinin kimliği bilinmemektedir. Büyük olasılıkla bunlar Hasan Paşa’nın çocukları ve eşlerine aittir. Türbenin haziresinde de mezarlar bulunmaktadır. Bunların arasında Fas Muhafızı Mehmed Paşa’nın kızı Şehide Ayşe Hanım (1667), Saraylı Rukiye Hanım (1767), Şah Sultan İmamı Osman Efendi’nin eşi Hatice Hanım (1802), Odabaşı İbrahim Ağa (1803), Kul Hafız Mehmed Emin Efendi (1815), Sadrazam Yusuf Paşazade Yusuf Efendi’nin oğlu Edirne Kadısı Osman Efendi (1858) bulunmaktadır.

YILIN DÖKÜMÜ, DİLEK VE TEŞEKKÜR LİSTESİ.


Hem başlangıçları, hem de bitişleri kabullenmekte çok zorlandığım bir yıl oldu. Olmakta da... Çok ağladım, çok mızmızlandım... Çok sorguladım. Çok hırpalandım. Ne için? Kocaman bir "hiç" için.

Yolculukların, ayrılıkların, mucizevi buluşmaların gani gani üzerime yağdığı bir yılı daha bitirdim; içimde bitmemiş onlarca cümleyle... En değerli şey "zaman" diye yırtınan ben, beş dakika gecikmelere çenemi sıkarak susabilen ben, epeyce sakinleştim. Daha da çok yolum var.
Canımın yanmadığını söyleyemem, her konuyu halledip rafa kaldırdığımı da. Ama daha iyiyim sanki. Çaresizliğime de, çareler üretebilen parçama da eşit uzaklıktayım. Her şeye gücümün yetmeyeceğini, bazen durmam gerektiğini, seviyorsam "koşulsuz" sevmem gerektiğini ve daha pek çok şeyi anlamak yolunda adımlar attım. "Eyvallah" demeyi, elime kalbimin üzerine koyup selam vermeyi, yolculukları kendimden kaçmak için değil, kendime varmak için yapmayı öğrendim.

Sezgilerimi yeniden dinlemeye, rüyalarımdan cevaplar çıkartmaya başladım. Ve hatta gönülden bağışlamaya açtım kapılarımı. Ben kapılarımı açmadıkça, bana da "kapıların" açılmayacağını gördüm... Çok anladım, az anlattım.
"az ye, az uyu, az konuş"* öğüdünün perdesini araladım. "AŞK" ve "SIR" hakkında okumaya, okurken kaybolmaya, çoktan çıkarıp atmam gereken karanlığımdan sıyrılmaya karar verdim. Saklanmamayı deneyimledim. Teslim olmaya talip oldum.

Yeni yıldan ve kendimden beklentilerim var: affetmem gerektiği düşünmeden affedebilmeyi, görülenin dışındaki anlama saygı duymayı, aklımı ve egomu hiç farkına varmadan devreden çıkartabilmeyi, kendi merkezime doğru yol almaktan korkmamayı, kalbimden uzak olanları hayatımdan da uzaklaştırmaya cesaret etmeyi, vazgeçilmiş zamanlar için daha fazla mızmızlanmayacak kadar olgunlaşmayı, Sir'le yaptığımız gezilere daha fazla misafir kabul etmeyi ve bu konuda mükemmelliyetçi olmamayı, Burhan kadar güzel çizimler yapabilmeyi, "aşk" ve "sır" üzerine daha çok aramayı, kendine yakın olmayanı, bana yakın kılmasın diye Tanrı'ya her gece dua etmeyi unutmamayı, çocuklara yönelik işlere daha fazla zaman ayırmayı diliyorum...

Ve teşekkür ediyorum: Külkedisi'ne; "dost" kelimesini daha dikkatli kullanmam gerektiğini öğrettiği için, Purusya Kralı'na; haddimi bildirdiği için, Teyzeme; benden hiç vazgeçmediği için, Sir'e; Kerubim ve bana verdiği destek için, Burhan, Mustafa, Jasmin, Meltem& Hakan, Agi&Altuğ, Barones, Aysel, Özgür, Mehmetus, Küçük İnsan'a; "dostum" olarak kaldıkları için... ( adını atladıklarım kusuruma bakmasınlar.... ) Tüm ashram halkına ve sevgili Nazmi Hocam'a; orada oldukları ve onları tanıdığım için... Ve Pir'e; beni kabul ettiği için....


Herkese mutlu yıllar!





26 Aralık 2009 Cumartesi

25 Aralık 2009 Cuma

YEŞİL KULEYE YOLCULUK


"Kum gibi ömür suyunu emen, bizi tüketen boş sözler olduğu gibi, içinden ab-ı hayat fışkıran kum da vardır. Bu kum pek az bulunur. Sen git de içinden irfan coşan, ilahi sırları meydana vuran kumu ara."

Mesnevi'den...

Kulemizin çanı bozulduğundan beri içimdeki saraylara misafir kabul edemez olmuştum. Bütün zamanımı Konstantinopolis’in ne kadar güzel bir şehir olduğuna dair masallar yazarak, sokak sokak gezerek ve benden önceki seyyahların notlarını okuyarak geçiriyordum. Sadece Eda Lisa ve kız kardeşi Leyla Nora kalmıştı hayatımda, çünkü bütün karıncıkları ve kapakçıklarıyla sadece onlar için açılıyordu gönlüm….
Güneşsiz uzun bir kışa giren krallığımızda hala yazdan kalan fotoğraflarla ısındığımız o tuhaf gecede ilginç bir rüya gördüm. Rüyamda bir masal yazıyordum:

“Uzak ülkelerin birinde çok mızmız bir elma kurdu yaşarmış. Sabah, öğle ve akşam yemeklerinde sadece elma yediği için ve evi elma koktuğu için durmadan şikayet eder ve bu durumdan yakınmayan diğer elma kurtlarına da hayretle bakarmış… Gel zaman git zaman elma kurdunun hadini aşan şikayetleri, elma bahçesinin sahibi olan yaşlı kadının kulağına kadar ulaşmış. Bu yaşlı kadın sadece elma bahçesinin değil, aynı zamanda elmaların ruhunun da sahibiymiş. Ve elma kurdunun kabalıklarına maruz kalan elmanın, gizli gizli ağladığını biliyormuş… Uzun uzun düşündükten sonra elma kurduna güzel bir oyun oynamaya karar vermiş..”

Sabah uyandığımda bu masalın devamını düşünmeye başladım ve aklıma Elma Kurdu ile Eda Lisa’yı tanıştırmak geldi! Bu onun doğumgünü hediyesi olabilirdi.

Mutfağa gittim bir elma aldım ve onu altın rengine boyadım. Bunu geçen yıl Leydi Agi’den öğrenmiştim; birlikte noel sofrası için yapraklar ve meyvalar boyamıştık. Tam o anda sanki elmadan bir mızıltı geldiğini duyar gibi oldum fakat bu olsa olsa rüyanın etkisidir diyerek pek umursamadım. Özenle boyadığım elmayı alıp, kulenin altıncı katına çıktım. Kapıyı evin en küçük prensesi Leyla Nora açtı. Onu da kucağıma aldığım gibi Eda Lisa’nın yanına gittim:
“Bak Eda’cım size ne getirdim.”
Eda elmaya baktı, eline aldı ve tam ağzına götürecekti ki:
“O süs Eda’cım yemiyoruz” dedim.
Biraz üzüldü, yemeyeceksek ne anlamı vardı şimdi bu elmanın? Ama pek sorun etmedi neyse ki. O gün, elmayı masanın üzerinde bıraktık. Hatta birkaç hafta öylece masanın üzerinde kaldı elma. Bu arada Eda Lisa’nın dördüncü doğumgününü kutladık. Sihirli kremlerle herkesi pul içinde bıraktık ve daha neler neler…

Sonra bir sabah elmadan ses geldi. Masanın üzerinde duran elma, hafif hafif kımıldıyor ve konuşuyordu! Demek ki rüyamda gördüklerim pek de gerçek dışı değildi. “Bir delik açar mısınız lütfen!” Evet evet yanlış duymuyordum, elma yani Elma Kurdu konuşmuştu: “bir delik açar mısınız lütfen” demişti! Hemen bir kürdan aldım elime ve bir delik açtım altın elmada. “Oh! Nihayet” diyerek kafasını çıkarttı minik Elma Kurdu.

Eda Lisa ve Leyla Nora ondan çok hoşlandılar. Komik kırmızı yanakları vardı ve akordeon gibi uzun, şeffaf bir gövdesi. Ayrıca sesi çok inceydi.
Kısa bir süre sonra Eda Lisa, Leyla Nora ve Elma Kurdu çok iyi arkadaş oldular. Ben de hayretler içinde onları seyrediyordum. Rüyamda Elma Kurdu cezalandırılmıştı ya, peki ceza bu masalın neresindeydi?

O sırada aylardır ziyaretime gelmeyen ve artık beni unuttuğunu düşündüğüm biri belirdi penceremde: Ejderha! Hah dedim içimden, ben de şimdi bu masalda mutlu son nerede diye soracaktım ki sen geldin! Ejderha gülümsedi. Onun aklımı okuyabildiğini unutmuşum! Çok utandım.
Pencereyi açtım. İçeri girdi. Onu gören Eda Lisa koşarak boynuna sarıldı. Leyla da gelip kuyruğuna yapıştı! Çeliştirmeye başladı ve bir yandan da söyleniyordu: “çöpe atacağım seni!”
Hayatında ilk kez ejderha gören Elma Kurdu, elmasının içine iyice saklanmıştı! Hepimiz güldük onun haline. Ama aslında çok normaldi, insan bilmediği şeyden korkar değil mi? Bu gerçek elbette elma kurtları için de geçerliydi.

Hep birlikte ejderha’nın sırtına atladık, bu kez uzun bir yola çıkacağımızı söyledi. Peki dedik. Acaba Elma kurdu da gelebilir miydi bizimle? “Tabii” dedi ejderha, “zaten bu masalın kahramanı o değil mi?”

Uzun uzun uçtuk. Bir gece, bir sabah oldu ve nihayet daha önce hiç görmediğim yemyeşil bir kulenin bahçesine indik. Eda Lisa, altın elma ve Elma Kurdu, Leyla Nora ve bebeği ile ben, ejderhanın açtığı kapıdan içeri süzüldük. Burası daha önce gördüğüm hiçbir yere benzemiyordu. Yüksek tavanı, tılsımlı havasıyla şaşkına çevirmişti beni. Kızlar yerdeki halıların üzerinde yuvarlanmaya başladılar. Ben ve elimdeki altın elma öylece kalmıştık kulenin ortasında.

Ejderha dikkatlice gözlerime baktı ve “uzun uzun anlatmayacağım” dedi. “Burası bir kapı, rüyandaki mızmız elma kurdu sensin. Altın elma, senin ten hapishanen. Bu kule de kurtuluş yolculuğunun başlangıç noktası. Sen Elma Kurdu için bir delik açmıştın ya altın elmada ben de senin için bir şey yapmak istedim. İşte sana koskocaman bir kapı açıyorum, hadi geç!” dedi. O an elimdeki elmaya baktım. Elma kurdu ile göz göze geldik, bana gülümseyerek “hoşça kal” dedi. Anladım ki elmanın tam merkezine doğru bir yolculuğa çıkmaya karar vermişti. Ben de aynısını yapmaya karar verdim!

Eda Lisa’yı ve Leyla Nora'yı kucakladım. Saatlerce yuvarlandık halıların üzerinde. Hatta gri beyaz bir kedicik de geldi bizimle oynamaya. Sonra birden rüyamdaki yaşlı bilge kadın girdi içeriye. Onu görünce yüzüm aydınlandı. Bir avuç dolusu şeker verdi bize. Sonra kayboldu bütün periler gibi….

Ejderha sırtını duvara yaslamış gülümsüyordu. “Bu da sana son hediyemdi hadi dönelim artık” dediğini duydum. Ve hep beraber eve doğru yola çıktık. Dönüşte havada mis gibi elma kokusu vardı. Ağzımıza birer tane şeker attık ve bu muhteşem kokuyu içimize çektik.

Bu yıl masal Eda Lisa için değildi sadece, hepimiz içindi. Mutluluğu doğru yerde arayan herkes içindi!

Mutlu yıllar majeste!

24 Aralık 2009 Perşembe

KOKU


Sir'le Beyoğlu'nda yürürken nasıl olduysa konu açıldı ve nane likörünü ne kadar çok sevdiğimi söyledim. Sonra eve gelip Konya fotoğraflarına bakarken anladım ki ben nane likörü kokusunu sevdiğim kadar halı kokusunu da severim. Deniz kokusunu da... Ve bir de mandalin...

Umarım bir gün kokulu fotoğraflar yapmayı başarırlar:))

23 Aralık 2009 Çarşamba

MESNEVİ'Yİ DENEYİMLERKEN...


Konya'ya gitmeden önce arkadaşım Özlem benden bir şey rica etti: "Pir'in huzuruna çıktığında ona Mesnevi'yi anlamama yardım etmesini söyler misin?" dedi. Ben de dileğini ilettim. Cevabını da aldım, kendisine getirdim.
"Mesnevi'yi okumak kolay değil, okudum ama anlayamadım pek çok şeyi" diyenlere kısaca benim elde ettiğim açıklamaları iletmek istedim. Nedeni de çok basit; henüz birinci ciltteyim ama okudukça okumak geliyor içimden. Hatta onunla uyuyorum. Uykumda bile bana bir şeyler fısıldadığına da gönülden inanıyorum.
Mesnevi'yi yazan büyücü değil, etten kemikten bir insan nihayetinde ama gözbağını, gönül mührünü çözmeyi bilen biri kuşkusuz. Derin biri... Bu yüzden biz ona hazır olmadıkça Mesnevi'de bize hazır olmuyor pek çok şey gibi. Olamıyor. Bu bir gerçek. Uzatılan eli tutmak için iyice düşmek lazımmış... Düşen bilir:)) Düşmeyeni de Allah tez zamanda düşürsün.*
Mesnevi okumak için hazırsanız, yapılacak diğer en önemli şey doğru tercümeyi bulabilmek. Benim elde ettiğim tercüme kadar değerlisini bilmem bulur musunuz ama eğer hiç umulmadık bir anda sevgili dosttan gelen hediye ise Mesnevi, okumanın tadı yüz kat artıyor... Birileri kalbinize girmek için onu paramparça etmeyi bile göze alırken, hiç tanımadığınız bir gönül dostu gelip, baş köşeye kurulabiliyor! Hayat gören gözlere mucizelerle dolu gerçekten!
(Her ne kadar blogumu bilmiyor olsa da, kalbimdeki minnetimi hisseden sevgili dost Adnan'a buradan bir kez daha teşekkür ederim; Huuuu)
Mesnevi'nin en başarılı tercümelerinden biri Şefik Can'a ait olanmış. Şu an okumakta olduğum tercüme de onun ve gerçekten ilk denememe göre çok daha iyi bir noktadayım. Pir izin verirse niyetim tez zamanda tasavvuf dersleri almak. Çünkü tıpkı denizcilik terimleri gibi ( bu benzetmem lütfen hafife alınmasın çünkü ilahi gücü en şiddetli hissettiğim yer denizdir ) tasavvuf terimlerinin de insanı kavrayan, kucaklayan, düşündüren, kalbini, ruhunu açan bir gücü var. Öğrenirken, hayatın farkına varırken hafiflediğinizi, güzelleştiğinizi hissediyorsunuz. Tatlı bir su gibi Mesnevi; içtikçe susuyorsunuz!
Aslında Mesnevi'den önce de Pir'in sözlerini hayatın değişik aşamalarında okuduğumu hatırlıyorum. Fakat körmüşüm ben. Oysa şimdi sanki yavaş yavaş her şey dillenecek gibi. Etrafımdaki her şey bana sırrını fısıldayacakmış gibi hissediyorum. Yıllar sonra - ki babam öldüğünden beri hiç dua etmedim - yeniden geceleri dua etmeye başladım: "Allahım bana aşkı anlamak için sabır, sezgi, güç ver!" diyerek yatıyorum.
* Günlük hayatta olumsuz ifadeler için kullandığımız pek çok kelimenin tasavvufta bambaşka karşılıkları var... Düşmek kötü bir şey değil; düşülen yer ayıldığımız yer ise.

21 Aralık 2009 Pazartesi

AŞKIN KABESİNDEYDİM


"Hayatı, tıpkı ayağı frende acemi bir şoför gibi yaşayan kadını gördüm. Yokuşta, virajda, otobanda ayağı hep frendeydi. Elleri ter içinde ve direksiyona sımsıkı yapışmıştı. Gözünü kırpmadan dikiz aynasına bakıyordu; önünde uzanan yoldan çok, ardında kalandaydı aklı. Ne zaman frene basmak gerekse, kafası karışıp gaza basan bir kadındı. Omuzları gergin, dişlerini sıkarak uyuyan, kalbi felç, teslimiyet nedir bilmeyen biri... İstanbul'da tanıdığım, Konya'da bıraktığım bir kadın; beni takip etmesin diye adresimi, telefonumu vermeden, hatta veda bile etmeden uzaklaştığım biriydi..."

"Aramadığında bulursun" demiştiniz. Peki ya bulduğumda nasıl anlayacaktım elimdekinin kıymetini? Bunu söylemediniz...


Günlerdir azıcık uykuyla yaşıyorum. Yatakta geçirdiğim saatlerin çoğunda açık gözlerim. Uyur uyanır da, her şey rüyaymış der miyim diye korkuyorum. Kulağımda ilahiler, gözümün önünden gitmeyen semazenler... Yüzümde tennurenin rüzgarı... Aklım, tahtını kalbime bıraktı nihayet. Kalbim kabesini buldu.

Annemin ödü patladı bu sabah. Yastığımın altından çıkarttığım ( hayatımda ilk defa bir kitapla uyudum, ben onu okumayı bıraktığımda da içindeki kelimeler yakinimde olsun istedim. Yakiiin olalım istedim ) Mesnevi'den bir hikaye okudum ona: Cariye ile Kuyumcunun aşkı...
Mesnevi daha ilk hikayede ilaç oldu yarama! Bana göre zamanıydı artık bitirmenin, sana göre zaten kaçıklıktı aşk, hastalıktı...Anneme göre eyvahlar olsun! Ama gerçek bu. Hasta ruhların tek ilacı aşk...
Aşk belasından kaçan olsa olsa kayıptır şu alemde.

Soğanın tam ortasındaydım yıllardır. Kabuğumu soya soya dışarıya doğru gidersem, evreni anlarım, anlamı bulurum sanıyordum.... Şimdi yönüm değişti; içime doğru gidiyorum, cücüğe doğru. Yolun çok başındayım. Yolun güzelliğine vurulmuş bir şaşkınım. Ne hal bilirim, ne usul ama niyetliyim. Niyet ettim niyet eyledim ve hatta "niyaz penceresi"nde niyaz eyledim aşkı anlamak için...

Annem korkuyor demiştim. Evet, "Allah adildir" diye dolanan, ilahiler dinleyerek gülümseyen, "zikir güzel bir şey, ne var korkacak" diyen kızının bu defa hangi oyuna katıldığını anlamaya çalışıyor. Hem gülüyor, hem korkuyor. Belki de oyumu "onlara" veririm sanıyor:)) "Çarşaf da giyersin yakında" diye şakalar yapıyor. Şakalarında endişeler çınlıyor...

Şimdi ne desem boş... İlk kez oyunda değilim, ilk kez oyunun dışına çıkmanın lezzetini sezdim anne desem anlar mı? Ben bile kimyamı hayretle izlerken, yanıma kalbimden gayrı yük almadığım bu yolculuğun ucunu bucağını göremezken ne anlatabilirim ki? Hiç.

huuuuuu......



NARDUGAN

Hıristiyanların İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramıdır. Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor. Buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.
Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyükşenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor. Bayramın adı NARDUGAN (nar=güneş, tugan, dugan=doğan) Doğan güneş. "Güneşi geri verdi" diye Tanrı Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan.
Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş. Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş. Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş. Bu yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunuda Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok.
"Doğum, güneşin yeniden doğuşu" Sümerolog Muazzez İlmiye ÇIĞ

19 Aralık 2009 Cumartesi


"Allah ne oluyor,

can ne oluyor,

inci, mercan da nedir

bir sevgiye harcanmadıktan

bir güzele feda

edilmedikten sonra."

Hz. Mevlana

15 Aralık 2009 Salı






Bu gece aşıklar şehrine doğru yola çıkan trende ben de varım.. Orada bizi bekleyenler olacak... Kimi gönlümüze çok uzak, kimbilir belki bazıları düşündüğümüzden de yakın. Aslında bir önemi de yok; ben aşıklar kentine bir diğerine değil, kendime yakın olmaya gidiyorum. Umudum bu, beklentim hiç.

Ne aşığım, ne de hacı. Ne putperest, ne de bir başka şey. Sadece yoldayım.

13 Aralık 2009 Pazar

YIL SONU DÖKÜMÜ I.


İyi kalp dediğin şey ne allah aşkına? Sadece bir tuzak. Seni bana doğru çeken yetersiz bir sebep. Kaç, kaç ve kurtul. O yol gitgide sarpa saracak. Gözyaşı denizlerimde çırpınışını, içimde kopan fırtınada benim vazgeçtiğim anlarda senin hala tutunmaya inat eden aşkını görmek istemiyorum. Seyirci istemiyorum yolculuğuma. Yol arkadaşı istiyorum. Seni bana çeken iyi bir kalp değil, yolun kendisi olmalı; nereye gittiğini önemsemediğimiz sadece ve sadece yürümeye cesaret edebildiğimiz yol. Gerekirse birinin, diğerinin üzerine basarak yürüyeceği ve bundan mutsuz olmayacağımız upuzun bir yol: Hakikatin yolu.

11 Aralık 2009 Cuma

LEYLA UMAR HAYRANI DEĞİLİM AMA...

Bu sabah gelen bir maili kopyaladım, yapıştırdım... Buyrun.
Leyla Umar'ın yeni çıkan anılar kitabının ("Geriye Yazılar Kaldı", Epsilon) kapağındaki fotoğrafa bakıyorum. Bu yüzde bir kitaba sığdırılmış bütün anıların, bütün acıların, bütün sevdaların izi var. Alnını, gözlerinin kenarını, dudaklarının çeperini çevreleyen her çizgi,"Bak ne çok şey yaşadım" diye bağırıyor gururla...Ve gözler cümleyi tamamlıyor:"... ama hâlâ dimdik ayaktayım". Kapağı çevirip sayfalara daldığınızda onun neden "kırışıklıklarıyla barışık"yaşadığını anlıyorsunuz. Çünkü o, genç göstermesini, kulağının ardına gizlediği çizgiye değil,hayatın inadına izlediği çizgiye borçlu... Nikâh günü tek başına ağlayan gelin fotoğrafını nasıl çektirdiğini anlatırken de, doğuracağı gece kocasından yediği dayaktan bahsederken de, eşinin ihanetini anımsarken de en ufak bir ağıt yakma ya da pişmanlık izi yok satırlarında.. . Tersine "Yine olsa yine yaşardım" meydan okuması var.
Bir uçak yolculuğu süresinde okuyup bitirdiğim bu kitap, hayatının hiçbir döneminde muhabirlik heyecanını yitirmemiş 76 yaşında bir gazetecinin meslek dersleriyle dolu... Ama ondan da önemli hayat dersleri var:Yıl 1976... Umar, eşi roman yazabilsin diye kendini paralıyor. Onun gazete yazılarını daktilo ediyor. Rahat çalışsın diye işini bırakıp onunla Amerika'ya göçüyor. Bir gün evde yalnızken telefon çalıyor.Arayan bir kadın..."Kocanızla birbirimize âşık olduk, bundan böyle birlikte yaşayacağız" diyor.Sonra telefonu kocasına veriyor. Kocası durumu teyit ediyor. "...hem de inanmamasına içerleyerek.. ." Yüz gerdirme operasyonlarına servet yatıran kadınlar bu durumda ne yapardıbilmiyorum. Leyla Umar, kıymetli yüzüklerini satıyor. Onların parasıyla dünya turu bileti alıyor, Güney Amerika'dan Japonya'ya, oradan Hindistan ve İran'a uzanan biryolculuğa çıkıyor. Üstelik gittiği her ülkenin başbakanıyla röportajlar yapıp gazeteciliğe vepara kazanmaya devam ederek...
İnsan, şişirilen kaslar, silinen kırışıklıklarla genç kalmaz. Gençlik, göğüs gerdirmek değil, ihanetlere göğüs gerebilmektir; yaşadığıyla övünebilmek, değişimi göze alabilmek, her an başını alıp gidebilmek, hayata sil baştan başlayabilmektir. Bunu anlayanlar, yüzündeki çizgilerle yaşlanır, ama ihtiyarlamazlar.

MODERN DANS


Dün gece yıllar sonra - demek onca yılda hiç eksikliğini hissetmemişim ki arayı iyice açmışım! - bir modern dans gösterisi izledim. Zeynep Tanbay ve çekirgeleri'nden... Aslında hiç yazmazdım ya nedense sorumlu hissettim kendimi. Neden derseniz sebebini şöyle açıklayabilirim: Emek.

Orada oturup dansçıları seyrettiğim her dakikada insan bedeninin bu şekilde terbiye edilebilmiş olmasını ve ortaya koyduğu enerjiyi takdir ettim.

Dürüst olmak gerekirse modern dans benim yılda bir kaç kez izlemek isteyeceğim bir sanat etkinliği olmamakla birlikte, elli yaşındaki bu başarılı kadının ( başarılı olduğunu düşünüyorum çünkü on yıl öncesine kadar Türk Kahvesi ve Almanya'dan gelen Nescafe dışında kahve bilmeyen, kendi topraklarının içeceği olan şarapla henüz barışan, klasik batı müziğine kulakları hala sağır bir milletin evlatlarıyız ve Zeynep Tanbay dans ediyor. Üstelik de modern dans! ) ortaya koyduğu işi görmezden gelmek bence ayıp olurdu. Herkese, fırsat bulduklarında hiç olmazsa bir kez izlemelerini öneririm.

9 Aralık 2009 Çarşamba

YOL HİKAYELERİ, Aralık 2009


İnsan yaşlandıkça neler hisseder, hayaller ve gerçekler ne zaman birbirine karışır? NE ZAMAN VEDALAŞIR İNSAN İLK AŞKIYLA? Ya da ne zaman çoktan ölmüş olanlar tarafından ziyaret edilmeye başlar? Çocukluk ne zaman geri döner ve yetişkin olmanın şalterini indirir? Duvarlar ne zaman konuşur? Pişmanlıklar ne zaman göz kapaklarını yırtar insanın? Bilmiyorum... Daha, yani henüz orada değilim. Şimdilerde sadece "acı" ve "hayal kırıklıkları" üzerine yoğunlaşmış vaziyetteyim.
Uzun zamandır hissettiğim bir şey var... Nicedir benden esirgenen armağan nihayet verildi: anın biricikliğini idrak ettim. Anın hakkını vermenin geçmişi ve geleceği "değiştirebileceğini" anladım...
Yerçekimine yavaş yavaş yenilen bedenimi izlemeyi bırakalı, bakışlarımı gökyüzüne çevirdim. Aşağıya çekilen parçamın ardından ağıt yakmaktansa, ellerimi tutmuş yukarıya götürene teslim oldum. İnançlı mıyım? Evet. Tam bir inanan mıyım? Hayır, henüz değil... Şüpheler, sorular...

Akıl, ruhun elma kurdu!

7 Aralık 2009 Pazartesi

5 Aralık 2009 Cumartesi

SAPANCA'DAN SONBAHAR NOTLARI.

Kış ha geldi ha gelecek buraya, tam kapının ardında. Neredeyse tüm ağaçlar çoktan bırakmış üzerlerinde ne var ne yoksa. Üşümemek için iyice sokulmuşlar birbirlerine, saklanmışlar rüzgardan. En azimli meyvalar bile yerçekimine teslim... Toprağa düşmek için saniyeleri sayıyorlar... Yaprakların sesi, rüzgara karışıyor. Sakin, serin, sessiz ve ne yaptığını bilen bir bekleyiş var doğada. Mevsim o kadar güzel ki, Sir'ün dediği gibi "aşık olmak istiyoruz artık!" -ki olmadığımız ne malum?-


Hayatın verdiği hediyeler karşısında, gece rüyalarımda bile teşekkür ediyorum bunu görmemi sağlayan herkese, herşeye. Şimdiden içimde koskocaman bir heyecan var Konya için. Çok abarttığımın, büyüttüğümün farkındayım ama beşeri aşkın karanlığını gördükten beri umudu Mevlana'da aramam neden tuhaf olsun ki?


Dün seyrettiğimiz filmde* "insan hayatın gerçeğine iki yolla ulaşır. Biri kısa yoldur, diğeri uzun... Uzun yol kitaplardan geçer, kısa yol ise aşktır" diyordu. Konya'da beni gerçek aşıklar karşılayacaklar; en çok buna heyecanlanıyorum galiba...


Kitaplara tutkum tam gaz devam ediyor. Her gün sayıları artıyor hayatımda. Hatta Mehmet Abi de bana miras bırakacakmış kitaplarını. Yani iyice yaşlandığımda bolca kitapla dolu evinde sessiz sakin günler geçiren yaşlı bir kadın olacağım neredeyse kesinleşti.. Ve bu durumda hala uzun yolda yürüyor olacağım... Neden derseniz, kitaplar beni her yerde buluyor ama aşk aramıyor bile!


M. Birsen'in ( Mehmet Abi ) çok güzel bir evi var. İçinde merak, haz ve emek olan bir ev burası. Güzel bir ormanın içinde ve gerçekten seyirlik bir göl manzarasına nazır.. Türk Kahvemizi içerken, III. Selim'in bestekarlığından seçmeler dinleyebilir, kütüphanenin önünde oyalanırken, harem'den en müstehcen sahnelerle resimlenmiş bir kitapla şaşkına dönebiliriz burada. Bir sabah ney sesi günaydın der, diğer sabah kuş cıvıltıları. Şimdi şurada şöminenin ateşi karşısında türlü şey hayal ediyorum da en çok "ateş seni çağırıyor "lafı gülümsetiyor :)) Aklıma, kalbini kaptırmak üzere olan bir dost geliyor. Hem gülüyorum, hem de gönülden bol şans diliyorum.


El yazmaları, gravürler, eski fotoğraflar, orman meyvalı tartlar ve limon likörü... Daha neler neler var burada. Bu ev benim lunapark'ım. Bahçedeki dev gibi kayın ağacının ihtişamı, örtünün altında üst üste yığılmış yavru kirpiler gibi ayıklanmayı bekleyen kestaneler, hemen elimin yanındaki kavanozda bekleyen elma kurularıyla yeryüzündeki cennetimdeyim sanki!


Sahi siz ev son ne zaman evde tutulmuş bir yoğurt yediniz? Ya da en son ne zaman ev yapımı bir turşunun tadına vardınız? Bunları satın alamazsınız. Sevdiğiniz birinin elinden yemiyorsanız böğürtlen reçeli böylesine tatlı olmaz... Allah çok az insana elindekilerle mucizeler yaratma bereketi verir.


Bu güzel evin tadını çıkartmam için vesile olan sevgili A. S.'ya ne kadar teşekkür etsem yetmez... Şu anda tam 17.00'yi vuruyor saat. Dört saat sonra dönüş yoluna geçmiş olacağız. Derin derin içime çektiğim temiz hava, yediğim tüm lezzeti şeyler, kulaklarımdaki müzik de benimle gelecek. Keşke birazını da size taşıyabilseydim... HAYAT HAKSIZLIKLARLA DOLU:))


* Dinle Neyden.

4 Aralık 2009 Cuma

SAPANCA

Dün geldim Sapanca'ya. Sürsal&Birsen* malikanesindeyim. Odamda yapılan ufak tefek değişiklikler dışında - ki aynaya deli oldum -, salona eklenen şömineye bayıldım! Ne zaman burada uyusam sabah kalktığımda bir şeyi gerçekten, ama gerçekten istemek hatta sadece yürekten geçirmek bile ona sahip olmak için yeterli diye düşünüyorum. Çünkü bu evle aramdaki ilişki kesinlikle ilk görüşte aşktı! Pencereyi açıp Sapanca Gölü'nü gördüğüm andan beri burada mevsimleri hayal ettim. Şimdi yaşıyorum!
Buundan da şu sonuç çıkıyor; sahip olamadıklarımı, olmadıklarım, yeterince istemediklerim diye düşünmeliyim. Demek ki onların yüreğimde yeri yok...
Dün akşam yemekten sonra mutfak masasına yayılmış çizim yapmaya devam ederken, Mehmet abinin de yanımda zembereği kaymış duvar saatini onarması bana inanılmaz bir huzur verdi. Tam da Nazmi Hocamın anlatmaya çalıştığı şeydi yaşadığım: Olmak için uğraşmıyordum, sadece oluyordum. Huzurlu olmak için uğraşmıyordum, ben huzurun ta kendisiydim!
Bodrum günlerim geldi aklıma.. Tam da bunu aradığım için gitmiştim oraya. Teyzemle domates salçası yapmak için yerlere yayılışımız, rahmetli kocamla mandalin toplamaya gidişimiz...
Şehirde insan, ama hakiki bir insan olmak çok zor. Bu yüzden ashramın şehir dışına taşınmasını çok istiyorum. Yeniden, sadece yemek yaptığım, akşam saatlerinde evin orasını burasını onardığım, huzur içinde yazı yazdığım bir hayat istiyorum. Sanırım bunu bana veremeyecek olan adamlardan da farkına varmadan kaçıyorum...
Edirne'nin tamamlanmamış yazı dizisine Sabanca'yı da ekledim. Gerçi burada yazmaktan ziyade yaşamayı planlıyorum... Sapanca'dan sevgiler...
*Konunun burası biraz karışık, bilen bilir:))

1 Aralık 2009 Salı

ÜÇ ŞEREFELİ CAMİİ VE HADRİANOPOLİS'DEN KALAN KULE, VOL.V


Muse ve Edirneli dostlarıyla London Cafe'de gayet kötü - özellikle belirtiyorum: kö-tü - bir Türk Kahvesi içtikten sonra çarşı içindeki keyifli bir yürüyüşle Üç Şerefeli Camii'ye ulaştık. Zaten anlattığım üç camii de birbirine çok yakın. Hatta Rüstem Paşa Kervansarayı'da* aynı çemberde. Zaten Edirne'yi bu kadar sıcak ve keyfine doyulmaz yapan en önemli şey de bu mücevher gibi değerli binaların böylesine yan yana ve bu kadar birbirini ezmeden durabilmesi. Şehir bu yüzyılda değilse de belli ki başlangıçta gerçekten büyük hayallerle nakış gibi işlenmiş...

Üç Şerefeli Camii de tıpkı Eski Camii gibi Osmanlı-Türk mimarisinden önemli izler taşımakta. Özellikle avlusu -revaklı - ve kubbe içindeki kalem işleri, kapılarının dikkat çene ahşap işçiliği, avlusundaki çinileri ... Hangisini anlatsam ki; hepsi ama hepsi gerçekten göz alıcı. Ve bu güzel eserin çok kubbeli camiilerden tek kubbeli camiilere geçişin eşiği olması da gerçekten çok önemliymiş ki, bunu İstanbul'a döndüğümde öğrendim.

Bu camiinin minarelerinin ününü ve minarelerinden birini Fatih Sultan Mehmet'in yaptırdığını söylemeli miyim? Yok canım, bence herkes biliyor!

Camiiden çıkışta, karşımıza Roma'dan günümüze kalan çok az mimari buluntudan biri çıkıyor: Saat Kulesi. Ya da daha yaygın bilinen ismiyle Makedonya Saat Kulesi. Şimdilerde güvercinlere ev sahipliği yapan bu kule, Hadrianopolis'i çevreleyen surlarının bir parçasıymış zamanında. Sonra neler gelmiş başına neler... Cephanelik olarak kullanılmış. Yangın kulesi olmuş. Ve hatta saat kulesi bile olmuş işte. Dedim ya, sonunda güvercinlere kalmış!

Herşeye rağmen içine girmekten geri durmadığımız kulenin önünde belli ki kazı çalışmaları devam ediyor. Dileriz ki döneme ışık tutacak bir kaç parça buluntu ele geçsin.

Edirne anlatmaya devam edeceğim. Gerçi bir tek akıl hastanesi kaldı, korkmayın. Çünkü Bulgar Kilisesi'ni bu defa göremedik.. Sabrınız varsa yarın Beyazıd Külliyesi 'ni ve Karaağaç'ı gezeceğiz. Görüşürüz:))


* Kervansaray gerçekten çok hoş ama odaları pansiyon odası gibi: temiz, basit ve özelliksiz! İnsan Kervansaray denilince azıcık görkem bekliyor ama burada mevcut değil. Fakat iyi tarafından bakalım: ucuz:))

TAVA CİĞER, BÜYÜK SİNAGOG, VOL. IV


Edirne gezimize ciğer yemeden devam edeceğimizi düşünenler ya da "eyvah ciğer yemeyecek misiniz?" diyenler yanıldılar. Elbette yedik. Hem de iki öğün! Ama Aydın'da yiyemedik. Bayram sebebiyle kapalıydı. Eylül'de yedik. Ben beğenmedim. Gerçi Muse tamamdır dedi ya bana kalırsa arkadaşı tavsiye ettiği için kibarlığından beğendi:)


Edirne Tava Ciğeri'ni bilmeyen var mı aramızda? Kısaca şöyle diyebiliriz, ben ki et sevmem, Edirne ciğerine bayılıyorum.


Ciğerciden sonraki rotamız Büyük Sinagog oldu. Aslına bakarsanız koskocaman Yahudi Mahallesi'nden pek bir iz kalmamış. Çünkü 1900'lerin başındaki büyük yangından sonra pek çok ev ve sinagoglar yanıp kül olmuş. Dönemin padişahı II. Abdülhamit de batıya dönük yüzümüzü ve diğer dinlere karşı hoşgörümüzü göstermek endişesiyle bu devasa sinagogun yapımını buyurmuşlar ( 1906-1907 ). Ancak ne acıdır ki şimdilerde sadece ön cephesi – ki o da yıkıldı yıkılacak – kalmış bu muhteşem yapının. Davut’un yıldızları nasıl da azimle direniyor bir görseniz…


Yahudileri bağrıma basacak kadar sevmemekle birlikte sinagog önünde içim acıdı... Neyse ki uçan balonum vardı! Ne zamandır mavi-mor uçan balon görmemiştim ve açıkcası artık üretmiyorlar diye içerlemeye başlamıştım. Fakat Edirne'de hala satılıyor. Bakınız ne kadar şahane:))




30 Kasım 2009 Pazartesi

CAMİ -İ ATİK, VOL.III


Yolun karşısına geçtik, Eski Camii ( 15.YY ) avlusundayız. Burhan, Mustafa, Aziz G. ve ben ayakkabılarımızı çıkartırken, öğle ezanı da okunmaya başladı. Cemaat tarafından linç edilme riskini alarak başıma kapşonumu geçirip - adeta Kenny gibi - dalıyorum içeriye. Namaz kılmaya niyetim yok, alım fikrim kubbedeki meyvaları görebilmekte. Bir de Kabe'den geldiği söylenen taş var ya, acep nerededir?

Önce camiinin ortasına kadar kararlı bir tavırla yürüyorum ve kafamı kaldırıp kubbedeki işlemeleri görmeye çalışıyorum ama sonra şansımı zorlamamaya karar verip, kadınlar mahfiline yöneliyorum. Bu camiinin çok acayip bir havası var. Gerçekten zaman yolculuğuyla geçmişe ışınlandığımızı düşünüyorum. Sanırım bu durumda ezanın da etkisi olmalı çünkü uzun zamandır yani yıllardır bir camiinin içinde ezan dinlememiştim. İnanılmaz bir huzurla bırakıyorum kendimi. Bembeyaz duvarlardaki devasa hatlara dalıp gidiyorum. Deliler gibi merak ediyorum, anlamı nedir acaba bunların? Bir iki tanesini tanıyorum; amin, Allah... Acaba benim HU nerede? Burada var mıdır? Sir'e soruyorum, duvarı gösteriyor, tam yanındayız, HU burada! Çok heyecanlanıyorum.

Beyaz yüksek taş duvarlara yazılmış Arapça yazılar gerçekten büyüleyici... Eski Camii kesinlikle görülmeye değer ve kesinlikle Selçuklu kokuyor... Bu kesme taşlar, bu garip sadelik, bu tanımsız ululuk... Ev gibi!

Keskin bir koku var burada. Tertemiz. Kararlı bir nefes hissediyorum ensemde. Bu camii farklı. Restorasyondan epeyce nasibini almışsa da, Türk-Osmanlı mimarisinin erken örnekleri arasında anlatıldığı kadar etkileyici olmaya devam ediyor. Restorasyon, pardon sabotaj manayı zedelemiş ancak yok edememiş!

Allak bullak çıkıyorum dışarıya. Ne Kabe taşı var ortalıkta, ne de Hacı Bayram Veli... Hay Allah ya dilek dilemeyi unuttum! Yoksa bir dileğim yok mu benim? Dağıldım!

Devamı yarın, yoruldum....


SELİMİYE'DE BAYRAM SABAHI, VOL.II


Hadrianus'un şehrine girdik. Doğruca Şükrü Paşa Anıtı'na gidiyoruz. Kapıdaki güleryüzlü askercikle selamlaştıktan sonra yarım saat kadar, gayet güzel düzenlenmiş ve hem Balkan savaşını hem de o yıllarda yaşananları anlatan bir parkurda dolaşıyoruz. Yolda gelirken, Edirne hakkında açılış konuşmamızı buradan yaparız diye düşünmüştüm ama vazgeçtim. Benim Edirne'den anladığım bu değil. Ben Edirne'yi anlatırken sanattan ve aşktan bahsetmek istiyorum. Bu yüzden Balkan Savaşı gazilerinden ve özellikle Şükrü Bey Amca'dan özür dileyerek, huzurlarından çekiliyoruz!


Sırada Selimiye var... Bu ilk görüşüm değil onu ama içine içine bu kadar dikkatli bakışım ilk. Çünkü ilk kez, ben de onun içime içime bakmasına izin veriyorum... Hayatımda ilk kez kutsal mekanları inançla geziyorum. Bu defa anlatılanın değil, hissedilenin izini sürüyorum... Selimiye sadece teknik olarak bir şahaser değil. Onu büyük yapan şey ne Sinan ne de Sultan Selim. Bildiğimiz bir camii nihayetinde. Ama sırları var... Gözleri var. Selimiye'de akıllara zarar bir tılsım var. Serviler var, çark-ı felek var, kalem işlerinin en alası var. Pencerelerden sızan ışığın sihri var. Sinan'ın giderayak bıraktığı dualar, şiirler ve hayat var.
Sanatın en sonsuz en büyüleyici hali tapınaklar. İster inanın, ister inanmayın oradayken havada uçuşan mesajların, dileklerin trafiğini kalbinizde hissedebiliyorsunuz.
Bir bayram sabahı Selimiye'de, tam orada, bedenimin içindeyim.


Camiinin bilinen ve en sevilen hikayelerinden biri ters lale. Ters Lale... Sir büyük bir dikkatle arıyor. Buraya kadar geldiysek görmek istiyoruz kendisini. Ama yok! Bir iki tur dönüyoruz müezzin mahfili etrafında ama yok işte. Tam vazgeçmişken aniden görüyorum onu! Dokunmaya korkuyorum. Oturup ona lalelerle ilgili hikayelerimi anlatmak istiyorum fakat etraf çok kalabalık... Hem zaten biliyordur diye düşünüp vedalaşıyorum laleyle. Laleleri ardımda bırakmak ve taşlara kazınmış suskunluklarına teslim olmak bana hiç zor gelmiyor. Bunu daha evvel de yapmıştım...
Kim bir çiçeğe teslim olur ki Küçük Prens'den başka?


Camiinin avlusundan müzeye geçiyoruz. İçeride küçük küçük odacıklarda Osmanlı kültüründen değerli parçalar sergileniyor. Her ne kadar Edirne Sarayı'nın yerinde yeller esiyor olsa da, dönemin etkisi hala çok güçlü...
Oradan çıkınca avluya dökülüyoruz hep beraber. Ne gariptir ki bu avlu da tıpa tıp Süleymaniye'nin avlusuna benziyor. Sadece daha küçük. Fakat yapraklar inanılmaz güzel... Kızılın her tonu etrafta. İşin güzel tarafı kızılın maviyle yaptığı kontrast. Gökyüzü açık, bulutsuz ve gerçekten mavi. Tepeden tırnağa kızıla bürünmüş çınar ise yangın yeri gibi.


Çok çok fotoğrafımız olsun istiyorum burada. Sağolsun beyler beni kırmıyorlar. Bol bol şımarıp, kocaman kocaman kahkahalar atıyorum camii avlusunda. Sinan'ın ruhu etraftaysa, eserinin bizi ne kadar coşkulandırdığını görüp, gülümsüyor olmalı. Kafamı kaldırıp ben de ona gülümsüyorum.


Burhan'la en güzel fotoğraflarımız burada çekilmiş oluyor böylece. Tabii Sir, Aziz G. ve Muse'la da. Ama Burhan'la olanlar başka... Birlikte yaşlandığım dostumla beraber objektife gülümserken hiç zorlanmıyorum. Burhan yanımdayken gülmek de kolay, ağlamak da...
Devamı akşama...