29 Aralık 2018 Cumartesi

YENİ BİR YILA GİRERKEN YENİ BİR ŞARKI





Ne şarkı ama... Sisli bir sabahta zihnimi yalayıp geçen satırlar arasında yitip gideyim diye yazılmış sanki. Zaten boğazın üzerimde tam da böyle bir etkisi var; ne vakit yanına yaklaşsam onlarca geçmiş yaşantı ve bir o kadar da pas geçtiğim hayatın kokusu gelir burnuma. Bu şehri bildim bileli, ki onu kendimden evvel bilmişimdir, seyrederim mavi sularını. Bir tek günüm olmamıştır ki rengine , kokusuna  alışayım, sıradanlaşsın ve bakıp görmeden öylece kıyısından geçeyim… Öyle bir an yok hayatımda. Çok şey alan ama en  az o kadarını veren güçlü bir anne İstanbul. Heybetli kraliçem, benim şiddete maruz kalan kentim. 




Boğaz mı? Onun pelerini; düşlere, kabuslara örttüğü tülü...




Tavanında denizin dans ettiği bir yalı var düşlerimde, Orhan Veli'nin Evi'nden kıyıya inen yokuş, Özlem Çayevi, semt pazarı... İstavrite çıkan sandallar, Arnavutköy kıyılarından yayılan çilek kokusu, Göksu çayırına yayılmış çocuklar... Macun satanlar.. Mihrabat Korusunda gezinen sevgililer. O kocaman ağaç! Sandal sefaları... 




Yeni bir yıla girerken bir de bak bunu duydum işte tam da o güzelim kıyılara bakarken çalıyordu:

https://www.youtube.com/watch?v=VmWZT12nfJ8




Geçmiş geçmişte kaldı, sustu demedim bak, arkada kaldı.
Mutlu yıllar hepimize....

16 Aralık 2018 Pazar

TILSIMLI HAYAT!





Kendimi bildim bileli hayatın üzerine sim dökmeyi severim; masallar yaratmayı, sürprizler yapmayı, gölgeleri, efsaneleri, çocukları, hayvanları, orman cinlerini, mavi çiçekleri, yedi denizin dibinde derin uykudaki canavarları ve elbette ejderhaları....

Hayal gücüm bazen elimden sıyrılıp o kadar hızlı koşmaya başlar ki, gerçek denilen yükümü bırakmadan onu yakalayamayacağımı kabullenirim. İşte o nadir anlar beni arada yoklar. Ama ne yoklamak!

Mesela ısı değişir, yoğunluk farklılaşır, gerçeklik değişir, yakınlık, uzaklık bildiğin ne varsa değişir. Ezberler bozulur, gerçek yeniden yazılır.

Hayat tılsımlıdır. Ben hayatın, hayatımın, hayatların üzerine sim dökmeyi çok severim:)

8 Ekim 2018 Pazartesi

LİSTEDEKİ YERİM




Benim merhametim ve öfke patlamalarım aile içinde meşhurdur. İnsanlar birincisine teşekkür bile etmezken, ikincisini koz olarak ceplerinde taşımaya bayılırlar. Neyse ki ilerleyen yaşımla beraber dünyanın gidişatına inat, merhametim artarken, öfke krizlerimi kontrol etmeyi öğrendim. Öğrendim derken hemen ümitlenmeyin, hala öğrenci sayılırım:)

Yaklaşık bir yıl önce katıldığım değerli bir çalışmada daha ilk dakika sorulan soru, hiç beklemediğim bir cevap getirmişti:

"Neden buradasın?"

"Çok yorgunum; kronik yorgunluğum var. Zihnimi, bedenimi, daha da önemlisi ruhumu dinlendiremiyorum. Neşem azaldı ve en önemlisi etrafıma olduğum kadar kendime merhametli değilim..."

Aslında her şeyi bir çırpıda söylemiş ve ağzımdan dökülen kelimelere ben bile şaşırmıştım. Kendime karşı alabildiğine merhametsiz ve öfkeliydim. Dışarıya ise cömert ve sevecen fakat yorulup tükenince de bir o kadar sabırsız ve öfkeli! İki zıt kutup arasındaki salınıp durmak canımı yormuştu! Dengelenemedikçe daha da yorgun hissediyor, sanki içime doğru hızla yol alırken dikenli tellerle her yerimi yırtıyordum. Her şey, herkes batmaya başlamıştı. 

Bana ne oluyordu?

Bahsettiğim eğitim bir yıl sürdü. O süre zarfında öğrendiğimiz tekniklerle sadece etrafımdaki insanlara değil, kendime de olumlu, huzurlu ve sakin hissetmeme destek olacak çalışmalar uyguladım. Nihayet, uzun yıllar sonra etrafıma gösterdiğim ilgi ve alakayı azıcık da olsa kendime göstermeyi başarmıştım. Bu beklenmedik gelişme beni kendime dair umutlandırdı.

Yanılmamışım, bir süre sonra okuduğum kitapla* şunu hissetmeye başladım, evet dikenli teller vardı, ama benim de onları kucaklamama seçeneğim vardı. 

Yavaş yavaş kendime ayırdığım zamanda cömertleşmeye başladım. Tembellik etme hakkımı, kendi önceliklerimi ve seçimlerimi dile getirme özgürlüğümü keşfettim. Bunun adı bencillik değildi. Sonsuza kadar Mutlu Prens'i** oynayamazdım. Neyse ki gözlerimi de vermeden evvel, baktığımı görmeye başladım. 

Böylece kırlangıç ölmeyecekti.

Gündelik hayata nasıl yansıdı derseniz, mesela yıllardır öğrencilerime bıkmadan usanmadan anlattığım "anda kalma sanatınının" bizzat icracısı oldum. Şöyle ki işe en basit rutinlerimi bozarak başladım. 

Yataktan kalkarken acele etmeyi bıraktım. Uyandığım saatte ve canım istediği için güne başladım. Pijamalarımı paldır küldür çıkartmayıp, sabahlıkla gezinme adeti edindim. Ne zaman hazırsam, o zaman üstümü başımı değiştirdim. Kahvaltı saatimi de ucu açık bıraktım. Nasıl olsa acıkacaktım, illa "sekizde yenecek o kahvaltı" diyen diktatörü devirdim.
Sabah saatlerinde kedimle konuşmak, onu doyurmak ve sevmek için geniş zaman ayırmaya başladım. Bedenimin sabah sporu veya yogası sevmediği gerçeğiyle barıştım. Sadece kahve, kahvaltı ve meditasyon bana daha iyi geliyordu, varsın diğerleri akşama kalsındı!

Bunların dışında herkese ve her şeye yetişmek sevdamı bıraktım. Evet gönül tüm yaralara merhem, tüm dertlere deva olmak istiyordu ama önü ardı bir insandım. Yaşam sürem, kazancım ve gücüm, özellikle de ruhsal gücüm sonsuz değildi. Haddimi bilmeye, sınırlarımı zorlamamaya, egomu şişiren fedakarlıklardan kaçınmaya başladım. Tek başıma olmak yerine yardım istemeyi denedim. Eğer  bir bütünün parçasıysak o zaman neden yalnız savaşçı olacaktım ki? Ordunun formalarından bi tane kaptım ve hayat  kolaylaşmaya başladı.

Öncelik sıralamasında yürüyüşüme, yemeğime, kedime, kitabıma, çalışma saatlerime yer açtıkça omuzlarımdaki gerginlik azalmaya, öfke patlamalarım seyrekleşmeye başladı. Kendimi bildim bileli içinde kıvrandığım, yorucu döngü sanki ufak ufak ritim değiştiriyordu. 

İşte böyle böyle yıllardır listenin alt sıralarında değersiz, yorgun ve de bıkkın hisseden Elvan Hanım'ı yukarılara taşımaya başladım. Şimdilik ilk sıralarda uzun süre kalamasam da, nihayetinde ilk üçteki yerimi korumayı başardım. Bu az bir şey değil, çünkü ilk üçte olmak demek kendine merhametli, şefkatli davranmayı başarmak demek. Dersteki öğrencilerim kadar, kendi sırtımı da sıvazlamak ve "afferim kızım sana" demek. Daha da güzeli yorgun ve tükenmiş hissedene kadar her naneye yetişmemek kronik yorgunluktan sıyrılmak demek.

Bütün bunlara güzel yemekler, spor, yoga ve meditasyon  da eklemişsek oh derim, artık her gün ölüm yok, yaşanmamış anlara öfke yok, korkuya, geçmişe, gelecek kaygısına teslimiyet yok. Olabildiğince şimdiki zaman, anda kalabilmek, uykuya dalmamak var. Ve elbette tökezlemek ve eski döngüye kapılmak hep mümkün ama fark şu; o dönüş anlarının devamında bunu görüp, paniklememek ve kalınan yerden devam etmek var.

Son bir şey, ajandayla yaşamayı çok seven biri olarak, zaman ve planlama takıntıma da ayar çektiğimi söylemeliyim. Evet hala o minicik defterlere annemle çay, pazar alış verişi, PTT gibi notlar düşüyorum ama bir davet alırsam veya aniden canım başka bir şey yapmak isterse tamamen iç sesimi dinliyorum. Hızlıca, tam da o anda duruma göre karar vermeye, akışı hissetmeye çalışıyorum. Zamanla sörf yapmak kolaydır demiyorum, hayatın tamamı ninni gibiyken uyanık kalmanın kolay olduğunu hiç söylemiyorum. Ancak denedim ve olabileceğini gördüm, gayet mümkündür diyorum. Neye mi yarar? 

Listedeki popülerliğinizi arttırır!









24 Ağustos 2018 Cuma

ANA "KARA" İNSANLARI







Kimse kapıyı çalmadan girmezdi odama. Hayatımın ilk çeyreğini  orada geçirdiğimi söyleyebilirim. Yalnızdım. Kitaplarım, defterlerim, yatağım ve çalışma masam bana yetiyor, artıyordu bile. Sonra sonra kendimi yetersizlik hissine bıraktım.  Üstelik bu ilk yalanım da değildi. Birkaç yıl geçip uzaklara gittiğimde, başka bir odada, içimi tuhaf bir özgürlük kapladı. Yatağımın üzerindeki çatı penceresini döven yağmurla ciğerlerimin bilinmedik zerrelerine, akla hayale sığmaz miktarda temiz hava doldu!
O, evimden uzak içime yakın ülkede, kimseden kaçmadığım, kendime yakalanmadığım, labirentleri aklıma bile getirmediğim, üstelik en yüksek dağlara tırmanıp çoban yıldızı kovaladığım sayısız gün yaşadım.  Zihnim berraklaştı, kalbim özgürleşti. Hiç olmadığım kadar şeffaftım.
 
İnsan iyiyi korumakta çok basiretsizmiş, kısa sürede saydamlığımı kaybettim!
 
Kaybım büyük, yenilgim hazmedilemeyecek kadar yıpratıcı oldu. Hemen hemen o yıllarda takmaya başladım "her şey yolunda" maskesini. O kadar yakışmıştı ki, kendi yüzümü unuttum.
 
Bir gece büyük, çok ama çok şiddetli bir fırtına koptu. Yorganı kafama kadar çektiğim o tekinsiz gecede içimdeki yeryüzü sularla kaplanmış, gökteki yıldızlar denizin dibini boylamıştı. Dalgalar sakinleştiğinde hasarı anlamak istedim, kıyıya yürüdüm. Tanıdık ne varsa alıp götürmüştü deniz. Kumsalda dolaşırken gözüme ilişen son şey, bir ahtapotun canı pahasına kucakladığı kirpinin bakışlarıydı. Ahtapottan sızan kanın üstünden atladım. Sal yapabileceğim malzeme toplamam gerekiyordu,  adanın içlerine doğru yürümeye başladım.
 
Yol boyunca ahtapotu düşündüm. Uğruna ölecek kadar sevdiği, hayatın kıyısında gelmişti. İçimin illüzyonunda bunu unutmamaya söz verdim. Kağıt kalem yoktu yanımda, sol bacağıma not ettim.
 
Ellerim yüreğimden daha beceriklidir, salı çabuk tamamladım. Fakat ayaklarım korkaktır, günlerce yola çıkmayı erteledim. Bazen karnım ağrıyordu, bazen de başım. Sonunda yola döküldüm, ana karaya varmaktan kaçamazdım. Orada benim gibi kazazedeler olduğunu umuyordum, onları bulmalıydım. İçimde güneş yoktu, kaç gece ve kaç gündüz adanın etrafında daireler çizdiğimi sayamadım. Neden sonra çemberi bozduğumda güçlü bir akıntı beni ana karaya sürükledi.
 
Kumsal uzun ve temizdi. Güneşin altında altın gibi parlayan küçük çocuklar vardı. Yaklaşınca fark ettim, ellerindeki kovalara deniz yıldızı dolduruyorlardı! Onlara seslendim:
"Yapmayın, lütfen yapmayın!" Ve sonra fısıldayarak ekledim "onlar bir gün gökyüzüne dönecekler, lütfen denizden çıkartmayın..." Son kelimem dudaklarımdan henüz dökülmüştü ki şemsiyelerinin altında oturan ebeveynler dehşetle bana doğru koşmaya başladılar. Ortalık mahşer yerine dönmüştü. Kısa sürede hiç bilmediğim bir dilde haykırışlar yükseldi. Beni tartaklamaya başladılar. Oradan uzaklaştırmaya çalıştıklarını anladım. Direnmedim.
 
Ana karadaki yetişkin insanla birbirimize benzemiyorduk; sekiz kolum olması onları korkutmuştu! Oysa ben iki yüzlü oluşlarına hiç aldırmamıştım... Ana karada yaşamak istiyorsam diğer altı kolumu feda etmeliydim. Bana yardım edecek güvenilir bir kazazede aradım, bu işi tek başıma yapamazdım.
 
Tüm kıyıları yürüdüm, gözyaşlarım ANA "KARA" İNSANLARI tarafından fark edilmedi.
 
Deniz tuzluydu.
 
 
 
 
 
 
 
 
 

7 Haziran 2018 Perşembe

MAVİ

 
 
 
 
Mavi saçlı kıza baktım bu sabah.
Ona ve saçlarının arasına saklanmış kırmızı balığa.
Benim için kimindir o mavi saçlar diye düşündüm.
Bulamadım...
Kendimi ardına sakladığım mavi saçların sahibini göremedim.
Bu sabah mavi saçlı kızı ve küçük kırmızı balığı düşündüm;
Birimizin kelimeleri, diğerinin gözyaşlarıydı.
Gülümsedim.

İlüstrasyon. Ayşe İnan Alican

2 Haziran 2018 Cumartesi

EL ELE

 
 
 
Bazen dünyada yeteri kadar kitap var diye düşünüyorum, içimden yazmak gelmiyor. Sonra mektuplar, notlar, kısa öyküler ve günlükler geçiyor elime. Başka hayatların içine sızmanın, o kendi dünyamıza giriş için çatlak bulamadığımız anlarda nasıl ferahlattığı hatırlıyorum. Kağıdın üzerinde gezen ellerimi, avucumdaki yumuşacık hissi, gıdıklanmayı, kalemin orta parmağıma yaptığı basıncı, yazarken heyecanım arttıkça bu basıncın artışını hatırlıyorum. Gülümsüyorum.
 
Yazacak kadar yükselmemişse duygularım, beni kendi gezegenine sürükleyecek bir yazar seçiyorum. O hiç tanışmadığım insanın elini tutup, bu kez benim kontrol etmediğim bir kalemin titreşimiyle nefes alıyorum. Elimi tutmayan bir yazarı asla okuyamıyorum. Edebiyat bence gayet kişiye özel bir sanat, asla kitlelere yazmıyorum.
 
 

22 Nisan 2018 Pazar

NEDEN, NASIL, NİÇİN?

 
 
 
Bu sabah hazır azıcık vaktim varken, kendimle dertleşme hakkımı kullanmak ve durmadan önüme gelen sorulara cevap vermek istiyorum.
 
Neden çocuk yapmıyorum?
 
Yapamıyor veya yapamıyor değilim, bunun için bağ kurmak gerektiğine inanıyorum. Ve benim bağ kurmaktan anladığım şey aynı yatağa girip debelenmekten biraz daha farklı. Ayrıca o istasyonu geçtiğimi düşünüyorum. 

Ben doğurmadım diye dünya dönmüyor değil di mi?
 
Neden yazmıyorum?
 
Yazıyorum. Yıllardır bir bloğum var ve aklıma gelen ne varsa, hatta çoğu zaman sakınımsızlığın suyunu çıkartarak yazıyorum. Sadece okur yazarlığın hem okur, hem de yazar olma bölümünü gözümde çok büyütüyorum. Haddimi biliyorum, hatta biraz da çekiniyorum. Yazdıklarıma bakınca mutlaka basılmalı diye bir hisse kapılmıyorum. Zira çoğu sevdiklerime mektuplar tadında, onlar da zaten yazdıklarımı okuduğuna göre yazı bendeki işlevini tamamlamış oluyor. Bir tür rehabilitasyon diyelim.
 
Böyle yoga öğretmeni olur mu?
 
Nasıl olur yoga öğretmeni?* Kaç tanesiyle tanıştın? Kimlerin yolculuğunu biliyorsun? Kaç kapıdan dönüp, bu aralıktan içeri girdim haberin var mı senin? Yok! Konuşma o zaman, eksik bilgi yanlış sonuca götürür.
( bazen gerçekten zihnen ve bedenen aşırı yorgun hissediyorum ve yine de öğrenci karşıma gelip, saçma sapan bir soru sorduğunda, nezaketimi ve sağduyumu kaybetmeden cevap vermeye çalışıyorum. Ama nedense ondan yana cümleler kurmayınca bilgim sorgulanıyor:) Ya da derse yarım saat geç kaldığında ve ben bir sonraki gecikmede haber vermesini rica ettiğimde "hocam neden bu kadar gerildiniz?" diyor?!! Bilmem, sen gelene kadar Himalayaların tepesinde oturmadığımdan veya zamanım konusunda hassas olduğum için ya da benim de bir sinir sistemim olduğundan olabilir  mi??? )
 
Niçin beraber iş yapmıyoruz?
 
Yapmıyoruz, zira eşitler ilişkisi nedir, yeri geldiğinde karşındakinin bilgisine saygı gösterip bir adım geride durmak nasıl bir nezakettir, ekip çalışması nasıl gerçekleşir gibi pek çok sorunun cevabını bilmiyorsun. Yüz tane şifa kampına gitmişsin ama iyi halin devamlılığını anlamışlığa dair hiç-bir-iz-yok gözlerinde... Ben de çok ortaklı bir limited şirket kurup sen, senin egon, ben, benim egom ve daha bi ton kişilikle cebelleşmek istemiyorum! Oldu mu?
 
Oh, bu sabah dertleşmesi çok iyi geldi. Haydin iyi Pazarlar bize:))
 
* ne kadar insan varsa, o kadar yoga vardır, Patanjali.
 
 

13 Nisan 2018 Cuma

SEHER VAKTİ

 
 
 
 
Bir geceden bir sabaha hayatın değiştiğini söylemeyeceğim. Öyle bir iddiam, deneyimim yok. Sadece kısa zamanda fark ettiğim bir şeyden bahsetmek istiyorum. İnsan denilen canlı hayatının hatırı sayılır bir bölümünü boş işler peşinde geçiriyor. Farkındalık, bütün o geçmiş zamanlara öfkeyle ziyan edilmediği sürece aslında ortada büyük bir sorun yok. Şu an, şu satırlar için onlarca saçmalamaya delice ihtiyacım vardı. Ağlamalı, çırpınmalı, suçlamalı ve daha pek çok şey yaşamalıydım. Yaşadım da.Muhtemelen bu şiddette olmasa da önümde bir o kadar daha yolculuk var! Olsun.
 
Kendimi seher vakti ipinden kurtulmuş, bir kaç safra atmış ve iyice yükselmiş rengarenk bir balon gibi hissediyorum. 

2 Nisan 2018 Pazartesi

ZAMANDA SIÇRAMALAR, ZAR ATMAK VE SEKSEK

 
 
 
 
 
Hawking gezegenden ayrıldı. Dindarlar, kuantumcular ve biz yani ne yapacağını şaşırmış, yine de aramakta ısrar edenler; kaldık mı baş başa!
 
Haydi oyun başlasın o halde!
 
Pek çoğumuzun hayatını, inceden inceden irdelemeye ağzından çıkan her sözün, her davranışının farkında olmaya ya gönülsüzdür, ya buna niyet etmez veya enerjisi yetmez! Hani şeytan bırakmıyor denir ya, hah tam o işte! Mesela beni genellikle şeytan bırakmaz. Gayet güzel bilir ve sezerim ne nedir ama iş uygulamaya gelince içimdeki miskin ayağıma yapışır, ağırlaşırım.  Oturup meditasyon yaparsam kim bilir ne güzellikler yakalayacağım, bunu bal gibi bilirken, gidip olmadık bir DVD'nin ardına saklanmak çok daha kolay gelir. Çünkü insan sözde yeniyi isterken ve içinde bulunduğu cendereden şikayetçiyken bile, bilinmeze adım atacağına, tanıdık sularda yüzmeyi sever.
 
Napacaksın, mayamız bu!
 
Fakat gün gelir yaş ilerler... Gözler bozulmaya, kulaklar az işitmeye başlar, hele bir de bunlara bedenin olur olmaz yerde havlu atması eklenince, nihayet içeri bakmayı akıl ederiz. Dış dünyada ekip biçtiğimiz tarlalara nur yağmamıştır. Hatta bizim buğdaylardan yapılan ekmeklerle büyüyüp adam olanlardan bırakın bir teşekkür, selam almak mümkün değildir. İnsan tam da orada uyanır veya bu hayatı pas geçer... Seçim bizimdir. Seçim her zaman bizimdir; tarlayı biçen de bizdik, dış dünyaya kucak açan da...
 
Hafta sonu denizi ve nehri izlerken yalnız olmak istedim. Duygu ve düşüncelerimiz dört kişilik arabada sağdan sola sıçrarken, annelerimizin son çeyreğine geldikleri hayatlara baktım. Yıpranan sadece eller, yüzler, bedenler değildi, kalpleri, bakışları, umutları da aşınmıştı. İçimden derin bir merhamet yükseldi..
 
Kaç hayatım var diye düşündüm, kaç hayatım var acaba dış dünyaya harcanmış? Ruhumu görmezden geldiğim kaç hayat sürüklüyorum rüyalarımda? Bir sek sek çizsem, taş atsam, hangisine basmak istemem acaba? En derin yarayı aldığım ve en büyük dersimle yüzleştiğim o hayat hangisiydi? Büyük bir şansla zar salaldığım ve içinde kulağıma sevgi sözcükleri fısıldanan hangisi peki? Her sıçradığımda bulutlara yükseldiğim, yedi denizin dibinde ölümsüzlüğü ararken paha biçilmez hazineyle karşılaştığım ve şimdi bana yüzlerce kitap arasından el sallayan, ben ona bakarken ve biz göz göze geldiğimizde umutlandırdığım kim var? Kimler? Kimsin?
 
Kaç hayatım vardı diye düşünmekten yaşamaya fırsat bulamadığım? Sorularda kaybolduğum? Kaç hayatım var?
 
 
 
 
 
 
 
 
 

16 Şubat 2018 Cuma

TURKUAZ RENKLİ BİRGÜNDEN NOTLAR

 
 
 
 
Kitapçı.
"Ölmek, eskimiş bir kıyafeti değiştirmek sadece...." Dün kitapçıda Deniz'in önerdiği kitaplardan birine denk gelir miyim diye bakınırken karşılaştığım cümle.
Peki yaşamak ne?
İnsan ne zaman gerçekten yaşar? Hayatın hakkını vermek dediğimiz nedir?
 
 
 
Tatlıcı.
Bazı tatlılar kişisel tarihimize yolculuk sanki. Kaşık dolusu tavukgöğsünün ağzımın içinde yuvarlanışı ve ben yutkunduğumda düştüğü yer.
Orası çocukluk.
 
 
 
Nur-u Osmaniye.
Ezberim, endişem, tanıdığım, hiç tanışmadığım. Akrabam, akbabam. Hepsi ve hiçbiri.
 
 
 
 
Kadırga.
Sıcacık bir tanışıklık. Değişmeyen ayrıntılar. İnsanda geçmişe dönme isteği yaratan güzellik... Pencereden sarkıtılan hasır sepet, küçük renkli kuş  lokumları...
Artık yaşamayan Necati bakkal...
 
 
 
 
Özbekler Sokak.
Annem. Anneannem ve dedemin aşkı. Aşığın aşka ihaneti. İhanetin miras kalan laneti.
 
 
 
 
 

12 Şubat 2018 Pazartesi

EVDE OLMAK






Uzun zamandır hissetmediği duygular ard arda içimi yoklamaya başladı. Sanki sihirli değnek değdi de şu hayat oyununun perde arkasına geçmeme, sahnelenen oyunu izlememe izin verildi. Hatta  zaman zaman o kadar cömertleşti ki oyun kurucu, kulise girmeme ve makyajını silip, kostümünü çıkartan oyuncuları görmeme bile müsaade etti.
 
Sahne performansını sevmediklerimi, ayna karşısında kendi yüzlerine bakarken gözlediğimde içimde yükselen anlayış ve merhamete çok şaşırdım. Kimse masum veya kimse suçlu değildi. Senaryo ne diyorsa onu yapmışlardı.
 
Evime çok yaklaştığımı hissediyorum. Bütün eşyalarım hazır, renkler, sesler hatta kokular bile. Anahtarı görüyorum ama henüz elime almadım.
 
Rüyalarım beni daha önce gitmediğim yerlere taşımaya başladı. Yoga matı yine uçan halım. Bilinmeyene karşı yükselen merakım ve öğrenilmiş çemberde kalmamı isteyen tembelliğim çekişmeli bir telaşın içindeler.
 
Sezgilerim yükseldi. Öfkem dinginleşti. Bana iyi gelmeyeceği besbelli olan enerjilerden hoyratlık etmeden uzak kalabilmeye başladım. Belki de ilk kez bütünün parçası olabilme ihtimalini, bunun olabilirliğini sezdim. İlk kez kitaplar değil, algılarım dile gelmeye başladı.
 
Evimin içini çok merak ediyorum. Dilerim merhameti yüksek bir ruh vardır içeride... Kaderinde çok üretmek, çok sevmek, çok anlamak olan... Beni bana yeniden hatırlatacak bir ruh.
 
Şimdilik bahçem bile çok güzel!
 
 

28 Ocak 2018 Pazar

ÇOK




Çok sevmek
Eve koşar adım gitmek
Bazı istasyonların geride kaldığını bilmek,
el sallayanları görmek
Sonra kompartımana dönmek
Yine çok sevmek