28 Şubat 2009 Cumartesi

Aramızdaki Çin Seddi'nin Adı.



Bu yazı benim N.K'ya olan sevgime ve onun şahane egosuna ithaf edilmiştir:)))









Dürüstlüğüm can yakıyormuş, kendimle yaptığım muhasebe blog okurlarından bazılarını rahatsız ediyormuş... Okuyan da sağolsun, okumayan da, fakat bu sayfaya tıklamak Allah Kelamı değil. Kaldı ki zaten Kuran'ı da açıp her gün okuduğunuzu sanmıyorum:)) Gırtlağınıza çöken mi var oku diye?

Elbette okuyucu başımızın tacıdır ve zaten onu umursamıyor olsak blog yazmaz günlük tadında kalırdık. Demek ki burada yazıyor olmanın bir büyüsü var.


Ben iyi bir cadıyım; bütün büyülerim iyilik için. Ama nihayetinde insanım. Canım sıkıldığında tatlı tatlı gülümseyecek ya da kalbim kırıldığında pişkin pişkin sohbete devam edebilecek olgunlukta da değilim henüz. Üstelik bu halim için özür dilemeyeceğim. Kendim olmak yolundaki çabam ve o çabadan buraya yansıyanlar huzur kaçırıyorsa, o sizin bileceğiniz iş. Ben kimseye huzur vaadinde bulunduğumu hatırlamıyorum. Fakat gerçek şu ki, ben de zaten onun peşindeyim! Bir bulsam, siz de nasiplenirsiniz:)) Azıcık destek yahu!


Etrafımdaki hikayelerden burada zaman zaman bahsediyorum; evlenenler, boşananlar, çoluk çocuk maceraları, eski sevgililer... Bazılarını isim vererek anlatabiliyorum. Bazı hikayelerde ise özellikle isim vermiyorum. Çünkü yazarken izin almayı sevmiyorum. Kimseye gidip de "senin hakkında yazabilir miyim?" diye sormuyorum. O zaman tadı tuzu kalmıyor. Çünkü benim yazı disiplinim yok, günlerce kurgulamıyorum ki ne yazayım, kim hakkında yazayım diye. Pat diye bir cümle dökülüyor ve onun izini sürmeye başlıyorum kendimce.


Bugün ashramda meditasyon yaparken yine çok zorlandım. Zihinden çıkmak ve bedenimi özgür bırakmak ne kadar zor bir deneyim benim için anlatamam. Kendimi daima, mikroskobun iki camı arasına sıkıştırılmış kan örneği gibi hissediyorum; annem ve sayısı elin parmağını geçmeyecek üç beş kişi - aralarında egosu tavan yapanlar da var, onlara ayrıca merhaba demek isterim; "hello!" :)) - gözlerini dikmiş mutlu muyum, mutsuz muyum diye beni seyrediyorlar! Bu durum, ruhsal ve bedensel olarak gevşememi engelliyor. Sahi neden bu insanlar beni rahat bırakıp kendi mutluluklarına odaklanmıyorlar? Hişşşt kime diyorum?


Neyse, meditasyona dönelim. Dans bölümünün sonunda, nihayet kolumu bacağımı yere yatırdıktan sonra, sanırım biraz da müziğin etkisiyle gözümün önünde tuhaf tuhaf görüntüler canlanmaya başladı. Tam olarak şöyleydi:

Dünya Doğu ve Batı olmak üzere tam ortasından ikiye ayrılmıştı. Ben Doğu tarafındaydım. Tıpkı meditasyon sınıfındaki gibi yerde ceset* pozisyonunda uzanmıştım. Diğer yarıda da aynı şekilde uzanmış biri(!) vardı. Aramızda ise Çin Seddi gibi uzun ve yüksek bir duvar!

Tıpkı anda olduğu gibi meditasyon yapıyorduk ve her ikimiz de bedenlerimizi uzandığı yerde bırakarak yükseldik. Yükseldik ve duvarı aştık! Sonra duvarın üzerinde yürümeye başladık. O sırada çalan cd'deki kadın ve adam sesleri, içe doğru yapılan yolculuk vs vs diye bir takım cümleler sıralıyorlardı. Yani hem sınıftaydım ve onları gayet net duyabiliyordum, hem de duvarın üzerindeydim hala.


Benim gibi meditasyon özürlü biri için bu anlar çok kıymetlidir çünkü nadiren yakalayabiliyorum. Çünkü nadiren kendime dürüst olup, nadiren kalbimdeki gerçeğe teslim oluyorum.


Neyse, duvarın üzerinde yürüyorduk. Hiç olmadığımız kadar hafif ve hiç olmadığımız kadar sakindik. Bedenlerimizin bu hayatta yakalayamadığını, ruhlarımız ya da diğer adıyla enerji bedenimiz oralarda bir yerde başarabiliyordu. Her şey kalbimize teslimiyetle başlıyordu. Ben kendime teslim olmayı başarmıştım! Eskiye oranla epeyce yol aldığımı görmek içimi ferahlatmıştı. Ama Batı tarafında devam eden hayatta hala dürüst olmayan şeyler vardı; bana dürüst olmayan, kendine dürüst olmayan, dürüst olmayan...


Sonuç olarak enerji bedenim de saf olmayanı kabullenemedi. Uzandığım yere geri döndüm ve yavaş yavaş diğer tarafla bağımı koparttım. Zorlandım ama başardım. Bunun adı eskiyi atmak değil, eskiyi yok saymak değil. Bunun adı eskiyi anlamaya çalışmak ve eskiyi olduğu gibi kabullenmeyi öğrenmek. Eski kendini yenilemeyi reddetmişse onu, yeniye taşıyamama kararlığı göstererek, ana dönmek!


Bu durumda rahatlıkla diyebilirim ki, denek** üzerinde yapılan çalışmalar süper gidiyor doğrusu. Bu tempoyla bir yıla kalmaz hallederim meditasyon işini:)) Çünkü kendime dürüst olmak yolunda ciddi adımlar atıyorum. Haz odaklı yaşamayı reddettiğimden beri, önümde aralanan saadet kapılarına dikiyorum gözümü. İçeri alınacağım güne doğru kah ürkerek, kah cesurca ilerliyorum. Ama hiç gözümü kırpmıyorum. Ne şanslıyım ki muhteşem yol arkadaşlarım var. Ve ne şanslıyım ki beni o yola iten aynalarım var. Sen varsın!


Bundan sonra yapacağım şey, şu ana dek süre gelenden farklı olmayacak; sayıklamaya, iç dökmeye ve arada sırada başka hayatlardan anlar çalıp yazıya aktarmaya devam edeceğim. Bazen masalımsı olacak söylemlerim, bazen reality show tadında. Ama daima "dürüst" olacak.

Kendi içindeki dürüstlüğü sorgulamaya gücü olmayan ya da bu güç gösterisini ölümlülere layık bulup, tahtlarına kurulanlar zaman zaman rahatsız olacaklar krallıklarında. Ama onlara Kapri Kralı'nı okumalarını öneririm. Bazen bir masal, Elvan Hanım'ın dürüstlük - ve bittabii cesaret - arayışından çok daha etkili olabilir. Bir kadına bir kitapla aşık olan adamlar, aynı şekilde bir masalda kendileriyle göz göze gelebilirler:))***


Buradaysanız ve hala satırlar arasında ne aradığınızı bilmiyorsanız, serüvenimden hoşlanıyor olmalısınız. Teşekkür ederim, benim için bir zevk!




*Savasana

**Ben:))

*** Bende Türkçesi de var, sana okuyayım mı?



Not. Bugün Yin Yoga denedik, şaka gibi güzel bir şeymiş. Bayıldım.




27 Şubat 2009 Cuma

Enya.


Sabah sabah cd çekmecesinde eşelenirken Enya buldum. Bir zamanlar ne çok dinlerdim ve severdim... Onun sesi beni uçsuz bucaksız yemyeşil coğrafyalara, hiç görmediğim kadar büyük dalgaların kucağına götürürdü... Yıllar önce Londra'da son albümünü* duyduğumda çok mutlu olmuştum. Şimdi aradan geçen onca zamandan sonra, Enya dinlerken burnuma klor ve Londra kokusu geliyor. Özlüyorum; hem Enya'yı, hem de iç huzurumu ve Londra'yı...

Çok güzel bir mahallede yaşıyordum. Sokağı gördüğüm an, aşık olmuştum yolun iki yanında sıralanmış kiraz çiçeklerine. Arabanın rüzgarıyla, kaldırımlara dökülmüş tüm çiçekler üzerimize doğru uçuşmuştu. Daha o dakika aradığım şeyi bulduğumu anlamıştım, hem de hiç ummadığım bir anda. Hem de tam vazgeçmiş ve tam da kaçmışken...
Yaşadığım mahallede güzel bir havuz vardı; eski, kendine has garip bir kokusu olan huzurlu bir havuz.. Sessizdi. Fırsat buldukça oraya kaçar ve dakikalarca yüzerdim. İnanılmaz ucuzdu! Benim gittiğim saatlerde havuzun bir köşesinde beş altı tane yaşlı kadın suda tuhaf hareketler yapıyor olurdu. Bunun su jimnastiği olduğunu ve kasları zayıf insanlar için hareketleri kolaylaştırdığını çok sonra öğrendim. O garip topluluğun dışında, mermer kadar beyaz tenli, hamile bir kadın yüzerdi havuzda. Karnı kocamandı. Su da doğuracak diye düşünürdüm içimden.

Kendimi sulara bıraktığımda, bir yanımda hayata, diğer yanımda ölüme gün sayan canlılar vardı. Sırt üstü yüzerken, havuzun üzerini kaplayan muhteşem vitrayı seyreder ve sadece orada olmanın büyüsüne bırakırdım kendimi. Anne kucağı kadar ılık ve sarıp sarmalayan bir su, hoparlörlerden yayılan müzik... Mutlak huzur!

Cennet böyle olmalı diye düşünürdüm; huzurlu, ışıklı, nemli, zamansız...


* A Day Without Rain. Bu albüm ben oradayken çıkmıştı.

26 Şubat 2009 Perşembe

DÜŞ MÜŞ!


Her zaman düşmanlar ya da uzlaşamadıklarımız değilmiş aynalar. Bazen bir dostun yüzündeki ifade de, insana içindeki ahenksizliği yansıtabiliyormuş... Zaten dostu, arkadaştan ayıran da tam olarak bu ifade olamlı.
Sessizliğiyle içinizdeki tüm gürültüyü bastıracak kadar bambaşka bir duruluk dostluk, "saçmalıyorsun, oradan değil bir de bu taraftan bak" demenin en zarif hali...


Siz içinizdeki, zamanı ve mekanı arap saçı olmuş trafikte küfürler savururken, sakince kolunuza dokunup, boşalan benzin deponıuzu gösteren hafif tebessümdür dostluk. Trafik açıldığında gidebilecek hale getirmek gerekir arabayı. Ve dost dikkatinizi buraya çekendir. Çünkü öfkeye, kaybedişe ve gürültüye kapılmışken bunu atlarsınız; gelecekteki iyi günlere inanmayı ertelersiniz! Ben çok uzun bir zamandır erteliyormuşum. Taa ki dün geceye kadar...


Uyuyamadım, sabaha kadar düşündüm. Sonra sürünerek çıktım yataktan ve hayatını dondurmak zorunda kalan, hiç beklenmedik bir anda gerçek bir acının tam ortasında nefessiz bırakılan bir kadını ziyaret ettim. Gerçeği suratımda tokat gibi hissederek, kendime acımaktan o dakika silkelendim!


Zamanın hoyratlığını, bir balığın oltayı gırtlağında hissettiği gibi hissettim kalbimde. Yırtıldım! Çırpınarak döndüm evime. Ertelemelerimi ve tembelliğimi lavabo deliğinden denize uğurladım. İki fincan kahve yaptım. Annemle karşılıklı içtim kahvemi. Sakinleşmeye çalıştım. Ağlamayı kestim. Tam o sırada P. Özer aradı, bana yeni kitabının adını söyledi! (ama burada yazamam, daha kurulun onaylamadığı, basım tarihi sır olan bir kitabın adını veremem, fakat içim içime sığmıyor!!!) Havalara uçtum sevinçten, okumak için delice sabırsızlanıyorum.
Sonra ne dedi biliyor musun, Elli Parça'yı yeniden okumuş geçenlerde. Bunu duyunca kitabımı özledim. Telefonu kapatınca, ben de açtım rastgele bir sayfa ve bak ne çıktı: "... Kendine yüksek sesle söyledikleriyle, geçmişin hayaletlerinin fısıldadıkları sürekli birbirini yalanlayarak, birbirinin sözünü keserek konuşurlar içinde..."


Sonra bir kez daha denedim. Bu defa gelecek için mesaj istedim: "...Gençken, sevgililerinden ayrılırken, büyük ve sonsuz zamanı varmış gibi gelirdi ona. Yıllarını, duygularını istemeden hoyrat kullandı. Pişmanlıkların öğrettiklerine kulak vermeyi zamanla öğrendi. Bu kez değerini bildi sevdiğinin. Bulduğunun değerini bildi. Çaresizlikten değil, artık değer bilmeyi öğrendiği için kalbini ve zamanını tutumlu kullandı.."

Gülümsedim.
Sağol, ben bana yalancıyken ve kendi içime düğüm üzerine düğüm atarken yanımda olup, içime ayna tuttuğun için.. Gözlerini gözlerime diktiğin, bana benden daha dürüst olduğun için... Teşekkür ederim..

Namaste...



24 Şubat 2009 Salı

Rüyamdasın Nihayet!

Dün gece rüyamdaydın. Seni ilk kez rüyamda görüyorum. Bizim Bodrum'daki evimizde misafirmişsin ama ev aslında benim de ilk kez gördüğüm bir ev. Çünkü iki katlı, oysa bizim evimiz tek katlıydı. Rüya işte.
Sabah kalkıp uyuduğun odaya bakıyorum, yer yatağı yapmışız sana fakat yatakta değilsin. Kalkmışsın herkes uyanmadan, salonda televizyon seyrediyorsun. O en dağınık halimle beni görmenden çekiniyorum ama ayak sesime uzatıyorsun başını hemen. Gülüyorsun! Çok mu komik pijamalarım?


Senin üzerinde basit bir t-shirt ve eşofman var. Hiç alışık değilim seni böyle görmeye. Önce yanına oturuyorum, sarılıyorum sana. Sonra aklıma evdeki diğer insanlar geliyor... Birileri daha var.


Bir bardak su istiyorsun benden. Ne sebeple ve nasıl bizim evimizde kalıyorsun bilmiyorum. Aklım karışıyor biraz. Ama zaman bu zaman.... Yani koşullar değişmemiş... Sanırım sırf bu sebeple sana su vermiyorum; "git kendin al! " diyorum en suratsız halimle. Sen yine gülüyorsun!


Sonra da salondaki dolapların kapaklarını açıp kapatarak sana yüzlerce - bir evde o kadarının bulunmasına hayretler içinde kalarak - cam bardak gösteriyorum. Hepsi farklı formlarda cam bardaklar! Ama bir tanesine su doldurup sana vermiyorum.


Rüyamda bile içim sana kırgın... Bunu atlatamıyorum!




Yorum: Bilinçaltım yavaş yavaş gerçekleri kabullenmeye başladı. Artık reddetmiyorum. Bu da benim tez zamanda iyileşeceğime işaret:))

23 Şubat 2009 Pazartesi

Çocuksuz ve Sigarasız Hayat.



Yukarıda verdiğim link tıklanmalı ve görüntüleri mutlaka izlemelisiniz., lütfen. Gerçi ne kadar caydırıcı olur bilemeyeceğim ama benim blogun okuyucuları arasında fosur fosur sigara içenler ne yazık ki var. Bir iki tanesi dışında da içmeyenlere karşı epeyce saygısızlar. Hatta kişisel seçimlerini etraflarına dayatan edepsiz bir tutumları var ne yazık ki..

Sakın benim sigara düşmanı olduğum düşünülmesin; cinayetin her türlüsünü severim. Özellikle kansız ve kelimelerle, yavaş yavaş öldürenlerinin hastasıyım! Benim derdim sigara yüzünden ölmemek. Yani kendim için seçtiğim bu değil. Yoksa dostlarım arasında yolu bu olanlara diyeceğim yok. Nasıl olsa hepimizin dilediği gibi yaşamak ve dilediği gibi ölmeyi "düşlemek" hakkı saklı. Tabii kullanabilene!

Sigaradan çocuklara geçeceğim de, bunu yaparken doğru cümleleri bulmakta zorlanıyorum. Pazar akşamı Tuna'nın evinde üç haftadır sürdürdüğümüz mutfak toplantılarından birini yapıyorduk. Aniden, Külkedisi'nin yazılarından birinde okuduğum cümleyi hatırladım: "Mutfak Kadının Morgudur!" Evet evet, Tuna'nın güzel mutfağı da bizim morgumuz olmuştu; evli, dul, bekar, çocuklu ve de çocuksuz kadınların buluşup, türlü likit tükettip, birbirlerini ve hatta kendilerini yargılamaktan özellikle kaçınarak sohbet ettiği, duygu ve düşüncelerini kesip biçip diktiği bir alan. Fakat ben, morg kelimesinden ziyade "Duygu Atölyesi" demeyi tercih ederim.

Herkesin deneyimlerini, anılarını, anlık duygularını, çözümsüzlüklerini ve korkularını sakince bir diğerinin bakışlarına sunması başka nasıl adlandırılabilir ki?

Orada tesadüfen bulunmadığımı hissediyorum. Çünkü bu sohbetler sırasında kendimi pek çok farklı kadın duygusuyla yakınlaştırıp, aslında hiç bakmadığım pencerelerden bakıyorum hayata. Ama her toplantının sonunda zenginleşmiş olarak kalkıyorum sofradan. Tabii kitaplar, filmler ve güzel yemeklerle ilgili bölümü anlatmıyorum bile!

Dün akşam Yasemin, oğlu Cem'i tiyatroya götürmüş. Ve zaten orada olanları blogunda gayet güzel anlatmış; http://www.cemuyurken.blogspot.com/. Gerçekten okumanızı isterim. Yasemin, kurallara ve yaptırımlara olabildiğince yenilmemeyi tercih eden, üstelik bunu gayet de güzel giyinmiş bir kadın. Zaten onun emeğini oğlunda görmemek mümkün değil. Tuna da öyle. Daha geleneksel ve daha kırılgan olmakla beraber - ki bence onu muhteşem bir değişim bekliyor Roma'ya doğru:))) - , onun da her davranışında incelik ve iyi bir anne olmak var.

Şimdi karar mı vermeliyiz biz diye düşünüyorum. Çünkü bu kadınların ve hatta komşum Agi'yi de eklersek bu üç kadının hayatında küçük çocuklar var. Ve elbette bu çocuklarla yaşamanın artıları ve eksileri. Her zaman oyuncu, gülücükler dağıtan birer melek değiller. Bazen dişleri uzayıp, bitmez inatlarıyla hayatı epeyce çıkmaza sokabiliyorlar. Peki aynı noktaya gelmiyor muyuz o zaman? Yani sigara içen dostlarımızı sigara içmiyoruz diye, çocuklukları çocukları muzurluk yapıyor diye eleyecek miyiz hayattan? Bize bire bir uymayan her insanı hayatımızdan çıkartarak varacağımız yer kendi morgumuz değil de neresi o zaman?

Seçimlerimiz her zaman uzun sürede haz vermez, bazen anlıktır. Üstelik göz göre göre hayatımızın kalitesini ( duygusal ve zihinsel olarak ) düşürüyorsa bir sorun var demektir. Sigaranın, sosyal hayatı hem içen, hem de içmeyen açısından zorladığına ve ister kabul edelim ister reddedelim, sağlığı akıl almaz derecede tehlikeye düşürdüğüne inanıyorum.
Bütün istediğim içmeyenlere biraz daha saygı gösterilmesi. Çünkü içmemeyi seçtiysem bu benim başka bir ölümü tercih ettiğimi gösterir. Demek ki sigara içenlerle el ele ölmek istemiyorum. Ama sigara içenlerle sohbet etmek, hatta dışarı çıkıp eğlenmek istiyorum. Neden ben bunu sadece yaz aylarında yapmakla cezalandırılıyorum?*

Gelelim çocuklara... Kendi çocuğunuz yoksa bile biraz empati lütfen. İster babalarıyla büyüsünler, ister sadece anneyle, emin olun hiç kolay değil bir canlıyı şekillendirmek. Ve ne yazık ki çok az kadın "pasif bağımlı" ya da ağır tramvaları olan yaratıklar değil, "gerçek insan yavruları" yetiştirebiliyor. Ve bu kadınlar verdikleri kararın sonucuna katlanırken dışlanmayı, yargılanmayı değil bence desteği hak ediyorlar. Çünkü hala hayattalar ve önemli bir deneyimi göze almışlar.

Sonuç olarak sigara dumanı gözünüze kaçtığında yan masaya ters ters bakmayıp, lütfen içmeyin demek hakkımız olmalı. Ya da bir çocuk azıcık dozu kaçırıp, annesinin yanakları utanç ve sinirden al al olduğunda, çaresiz anneye sıcak bir gülücük göndermeli. Yani bence:))
Farklı seçimleri reddetmek yerine, uzlaşmayı öneriyorum. Tercihimiz daima hayattan yana olmalı. Yaşamak ve yaşatmaktan yana olmalı diye düşünüyorum. Kendimizi feda ederek ve kraldan çok kralcı olarak değil, sadece savunma kalkanlarını yere bırakarak da bunun başarılabileceğine gerçekten inanıyorum. Başkalarının pencerelerinden bakmak hayata olsa olsa zenginlik katar. "Etiketlemeden Yaşama Sanatı"** diye bir ders çıksa da, koşarak gidip kayıt yaptırsak!



* C.tesi gecesi sabahın dördüne kadar sokaktaydım ve eve gelince kokudan delirdiğim için yıkanıp yatmam gerekti. Takdir edersiniz ki çok üşüdüm!
** Aslında yoga biraz başarıyor bunu ama dersi çağdaş hale getirmek lazım. Siz hala "How to Cook Your Lİfe " filmini izlemediyseniz, ona bir doz da " Bir Ömür Yetmez" ve "Cahil Periler" ekliyorum. Muhteşem mutfak sahneleri vardır. İsterseniz hazır izlemişken, "Karşı Pencere" de eksik kalmasın:)))

21 Şubat 2009 Cumartesi

Büyüyememek:))

İstesem de büyüyemiyorum. Etrafım çocuk dolu benim. Ve bu şirinlik muskaları olgunlaşmamı engelliyorlar! Pilatescadısı bana Pippi'nin tokalarından verdi bugün. Sevgili Meltem'im de, Ozan'la Işık Savaşları oyunumuzdan fotoğraflar yollamış! Zaten şu hayatta beni en iyi anlayan hatunun da yirmi aylık olduğunu düşünürsek, durum ortada!
Hani bedeni gelişmeyip, diğer tüm olgunlaşma sürecini normal tamamlayan vakalar var ya, işte ben onun tam tersi bir süreç içindeyim. Geçen yıllar zarfında; kendinden emin, tebasına diz çöktürmeyi iş sanan, olgun ve de vakur halimden eser kalmadı. Tek kaşımı kaldırarak karşımdakinin kanını dondurduğum ve de dudağımın ucuyla galaksiyi yönettiğim günler arşivlerde kaybolup gitti!
Size kalan, yirmisekiz dişiyle gülümseyen, hal ve tavırları bedenine on numara küçük gelen bir kadın! Bakınız ben:))

Yüzümdeki çiller azalınca bana bir ciddiyet gelecek zannederdim ama meğer keramet çillerde değilmiş. Dahası fazla kilolarım ve manikürlü ellerim bile beni olmam gereken(?) noktaya yaklaştıramadı. Aslında bu bir şikayet değil, bir kaç tahtam eksik dolaşmaktan için için hoşanıyorum. Hatta, halinden pek memnun durmaya çalışan ama ayakkabısı ayağının canına okuyan kadınları tuvaletlerde ruj tazelerken görünce, kıs kıs gülüp, kendime sürpriz taşkınlıklarımın tadına varıyorum. ( Virgilius bilerek mi beni altıncı çakra yapmış emin olamadım ama vallahi tam da doğru yere iliştirmiş:))

Fotoğrafta Işık Savaşları oyununda en yeteneksiz olduğum sahneyi görüyorsunuz. Ozan'ın direktifleri doğrultusunda gerçek bir savaşçı olmaya çalıştıysam da, kostüm eksikliği ve sanat yönetmeninin tembelliği sebebiyle biraz zayıf kaldık. Yine de kapı gibi duruşumla uzaylıları kaçırdığıma inanıyorum!*

Haftaya genç kuşaktan bir sinemacıyla randevum var. Laf arasında rol yeteneğim hakkında fikrini almayı düşünüyorum. Böylece önümüzdeki yaz çok daha iyi karelerle huzurlarınızda olacağız:))
*E.T, kaç yıl oldu ses yok senden!!!

20 Şubat 2009 Cuma

MUTLU YILLAR GÜZEL KADIN.

Neden kaçıyorsun? Bugün senin doğumgünün. Dünya'da iz bıraktığın bir koca yıl daha yaşandı! Hala senin ayak izlerini takip edenler var, görmüyor musun? Ben varım, kızın var, Mia var... Seni önemsiyoruz.

Afedersin, müziğin rahatsız edebileceğini düşünmedim. Demek keman sesi ağlatıyor seni. Hala ağlayabiliyorsun... Ne güzel hem de bu yaşta... O da ağlar mıydı, merak ediyorum?

Seni özlüyorum. Seni seviyorum. Seni badem ağaçlarının altında hayal ediyorum. Limana bakan pencerenin önünde sigara içişini anımsıyorum. O kadar içime giriyor ki anımsamak, anımsamanın ta kendisi oluyorum. Duman gözüme kaçıyor. Oturup ağlıyorum..

Gözlerine bakıp, "ben kimim?" diye sormak istiyorum. Beni, benden evvel tanıyorsun, bunu biliyorum... Yakında geleceğim ziyaretine. O zamana kadar sağlıklı ve huzurlu kal lütfen. Gerçi mayanda huzur olmadığını hayat öykünde okuyorum. Dünya'ya sürgün, huzursuz ruh....

Seninle baş başa, aramızda olmayanlar için kadeh kaldıracağımız ve kesişen yazgıların şerefine içeceğimiz geceye kadar hoşçakal.
Mutlu yıllar Renin Teyze!

19 Şubat 2009 Perşembe


Loş hayatımı yakmadan aydınlatan ışığını çok sevdiğim bir kadın, bundan tam bir yıl önce "kalbim üzerine kırk köy kurulacak kadar ıssız" demişti. O zaman yani tam da bu mevsimde hayatımdaki en önemli adamlardan birine bu cümleyi söylediğimde karşılıklı gülümsemiştik. Yine bir Beyoğlu gecesiydi, yine beraberdik ve yine birbirimizi çok ama çok seviyorduk... ( bazen merak ediyorum, ben onu yirmibir yıldır kesintisiz sevmişken acaba o da beni sevdi mi???? )


Yetmedi. Onun baskıcı ve beni nefessiz bırakan sevgisi aklımın raylarından çıkarttı kelimeleri; kırdım geçirdim. Üzgüm onu.


Şimdi, aklım, kalbim, kelimelerim aynı hizaya geldiğinde beni uzaklara üflüyor bu adam. İçimin buz gibi kalakalmasına sebep oluyor. Kırılmışlığının hesabını soruyor benden. Kızıyor muyum? Hayır! Bu onun hakkı.


".... Can yaktı, can yaktım ben, onun düşlerini yıktım!"


Gömsene beni yıktığım son harabeye!

17 Şubat 2009 Salı

Lav.

Bütün gece rüya gördüm. Uyudum uyandım, arkası yarın gibi devam etti rüya hali. Ne yazık ki konuyu hatırlamıyorum. Oysa gecenin tuhaf bir anında yataktan fırladığımda tekrar gözlerimi kapatmadan evvel kendi kendime rüyamı anlatmıştım. Fakat sabaha sadece bir kaç görüntü kalmış kafamda.

Yanımda kimler vardı hatırlayamıyorum. Ama yeni tanıdığım birini evinde misafirdim, onun ailesi ve arkadaşlarıyla yenecek bir yemeğe hazırlanıyordum. Ama adamın adını bilmiyorum! Ardından eski ama güzel evlerle dolu bir sokak gördüm. Sonra, bir yerlerden kaçılıyordu apar topar ve benim elimde ayakkabı kutusu büyüklüğünde bir kutu vardı. Birlikte yoga yaptığım kızlardan biri kutunun içinde ne olduğunu merak ediyor. O karmaşada ayakkabılarımı kaçırıyorum sanıyor. Oysa kutunun içi hatıralarla dolu! İşin ilginç yanı aynı kutudan birinde daha var, ama o her kim ise yüzünü hatırlamıyorum. Sadece elinde kutuyu görüyorum. O da aynı şekilde koruyor kutuyu. Ortak hatılarla dolu iki kutu.

Bu telaş devam ederken, rüya hafiften kabusa dönüyor. Lavlar dökülüyor bir kraterden! Etraf cehennem gibi. İçimden dünyanın sonu olmalı diye geçiriyorum. Gerçekten korkuyorum. Zaten uyandığımda hala o korku vardı üzerimde. Sıcaklığı hissetmedim ama bir yanardağın dibinde durup fokur fokur kaynamasını izledim! Yanımda bu kez bir kadın vardı. Sanırım Külkedisi idi. Yüzünü görmedim.

Tekrar uykuya daldığımda rüya hali devam etti. Çok güzel bir kar yağışı vardı gecenin ortasında. İnce ince yağıyordu. Ardından adamın biri bana bir çift eldiven uzattı, pembe. Eldivenler hakkında konuştuk. Ban uzun uzun modadan bahsetti. Etrafta değişik cinslerde köpekler vardı. Daha neler neler... Ama tüm hatırladıklarım bunlar. Aslında asıl hatırladığım lavlar karşısında duyduğum korku. İlk kez cehennemi düşündüm!

Sabahlar hayrına denir değil mi?:))

16 Şubat 2009 Pazartesi

Thyke Senden Yana Olsun.

Bahar sessizce gelmez dostum, ve bahar sessizce geçmez. İnan bana. Kalbi olanlara daima fısıldar gelişini. Düşünsene geçen sene nasıl bangır bangır yaşamıştık erken baharı? Bu yıl da aynısı olacak. Bu kez ben, senin en sadık izleyicin olacağım. Sen hakkın olanı hayattan alırken, ben haklı olanın kazandığını izlemenin hazzına bırakacağım kendimi. Erguvanların altında keyif kahveleri içeceğim bol bol.
Güçlülerden çok sıkıldım. Güçlülerin, şişik egolarla sarmalanmış hayatlarından, bambaşka yerlerde aradıkları anlık mutluluklardan da sıkıldım. Gırtlağına kadar kanlı zaferlere batmış, hayatlarıyla yetinen hallerinden içim bulanıyor. O hayatlara güneş olmaktan eskisi kadar zevk almıyorum. İnanır mısın, kızıp kızıp poyraz olmayı hayal eden, yakıp yıkmak isteyen yanımdan da fena halde sıkıldım. Herkesin lodosu kendine!

Şimdi, senin "sakinliğinin" tadını çıkartmak ve bana doğru esen rüzgarında gülümsemek istiyorum. Düşünüyorum ; elimizdeki tohumları yeterince harcamadık mı taşlık arazilerde? Yeterince filiz sırf yanlış mevsimde dikildiği için solup gitmedi mi içimizdeki topraklarda?

Şimdi dingin bir ormandasın, bizim varolmadığımız zamanlarda bizim sorularımızı sormaya başlamış ve artık başı mavi göklere değdi değecek olan bir çınar tarafından hayatın huzurlu yanına davet ediliyorsun.

Seni kocaman bir ağacın altında dinlenirken düşlemek bana, kendimi Kuzey Denizi'nde yelken açmış giderken hayal etmek kadar iyi geliyor.

Dün akşam sanki cebimde param varmış gibi Kuzguncuk'daki evlere baktım. Haftasonu konuştuğumuz ashram hayatını düşündüm; avlusunda kediler dolaşan, terasında güvercinler uçuşan, boğazın kokusu koridorun sonuna kadar erişen aydınlık bir ev... Huzurlu bir yazı masası... Mutfaktan gelen kahve kokusu... Hiç bu kadar yakın hissetmemiştim:))

Bu yana doğru derin bir nefes üfledi Thyke, saçlarımın içinden geçti vaadleri. Hiç bir yere tutunma lütfen. Bırak seni uçursun şans ve kader tanrıçası!

15 Şubat 2009 Pazar

İkea Sen Bizim Herşeyimizsin.

Bir sevgililer gününü daha kazasız belasız ve de oldukça manasız bir şekilde atlattıktan sonra gerçek hedeflerimize doğru, motivasyonu arttırıcı bir sabaha uyandık bugün.

Aslında dün de çok eğlendik. Külkedisi'ne en güzelinden kek, Muse ve Burhan'a ise en şahanesinden yemek ve dvd ziyafeti çektim. Tamam tamam dvd seçimi felaketti. Ama ben masumum tamamen Ebru'nun suçu! Yine de çok güldük. "Hayatınızı Nasıl Pişirirsiniz?"* den sonra "Aşk Gurusu" acayip geldi doğrusu:))))

Günü kuzenlerle ve dostlarla yapılan enfes bir kahvaltının ardından, Sophie ve Ajdar'a yeni evleri için eşya arayışlarında destek olmak üzere İkea cümbüşünde geçirdik. Aslında Ebru otoparkın halini görünce "ah ulen çok kalabalıktır!" dediyse de geçmiş olsun, geldik bile!

Arabayı park ettikten sonra kafeinsizlikten çırpınan ve de tir tir titreyen ellerimizi sakinleştirip, ardından koltuk cennetine doğru emin adımlarla ilerledik. Elbette İkea'nın bir vazgeçilmez olduğunu savunacak değilim fakat ortalamanın gerektirdiği her ihtiyaca cevap verdiğini düşünüyorum. Hepimiz isteriz 60.000 dolarlık tasarım bir koltukta yayılmak ama gel gör ki hayatta seçimlerimiz o yönde olmamış. Eh, bu noktadan sonra da, vay neden İtalya'ya gidip koltuk bakmıyoruz diye mızıklayacak değiliz. İşte sana İkea!

Ajdar gayet işe yarar ve şirin şeyler buldu doğrusu. Özellikle kırmızı çöp kovası ve Sophie'nin lambasına bayıldım. Ebru ve ben, acil bir kaç parça dışında kendimizi tutmayı başardık. Ama mavi bir tencere takımı vardı ki, vallahi canım "ev"lenmek istedi. Ben ne zaman İkea'ya gitsem, bi gözüm dönüyor zaten; aklım fikrim banyo mutfak, çanak, çömlek oluyor. Adeta reddettiğim tarafım fırlıyor içimden!

İşte böyle, koşturmacalı bir pazar gününün sonundayız. Tüm saz arkadaşlarıma ve dostlarıma harika bir hafta diliyorum. Şahsen ben epeyce yoğun olacağım, umarım hepimiz için verimli bir hafta olur:))


* Mutlaka seyredilmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Mesela ben en az iki kez daha izleyeceğim. Ama Zen men hikaye diyorsanız boşverin gitsin.


Not. Fotoğraftaki Ebru, sayfanın en altında ise o bahsettiğim mavi/lacivert ( yarabbim lapis lazuli mübarek:)) tencereleri görebilirsiniz:)))

14 Şubat 2009 Cumartesi

Sevgililer Günü Sabahı.

Geç yattım dün gece ve sabah hiç çıkmak istemedim yataktan. Dışarıda mis gibi yağmur, odamın içinde sağa sola dağılmış kitaplar ve kıyafetler arasında öylece kaldım. İçimi, Virgilius'un haftalar önce dert yanarak anlattığı "banyo" gibi hissettim!
Sonra ittir kaktır çıktım yorganın altından ve günün ilk kahvesine on barmağımla sıkı sıkı sarılarak, banyoya doğru ilerledim. Tam banyodan çıktığımda annem de uyanmıştı. Kocaman bir öpücükle sevgililer günümü kutladı. Ben onun sevgilisiydim, sevgili kelimesinin ondaki karşılığıydım.

Sevgili: Sizi seven fakat sizin, onun sizi sevdiğinden çok daha fazla sevdiğiniz, dünya yıkılsa bile sizden vazgeçmeyecek, asla ihanet etmeyeceğiniz, bir parçanız olan şahsiyet!

Annem için ben buyum. Zaman zaman dokunamadığı, zaman zaman ondan kilometrelerce uzak ve aslında her zaman şah damarı kadar yakın...

Ben anne değilim, anne olmak ne demek bilmiyorum. Ama bir çocuğu sevmek, ona emek harcamak ne demek hayal edebiliyorum. Şu anda kimsenin sevgilisi değilim, hiçkimse de benim sevgilim değil. Fakat sevdiğim ve tarafından sevildiğim en az bir düzine insan var.

Benden yana olan, bana baktığında hayal ettiğini değil, gerçekten beni gören insanlar... Külkedisi bunlardan biri. Bana bu sabah bıraktığı mesaj inanılmaz güzeldi, çünkü gerçekti. Hiç bir baskı altında kalmadan, gün ışığında, ayık ve aydınlık bir yürekle yazılmıştı. Bu yüzden eşsizdi! Ona huzurlarınızda teşekkür ederim; beni olduğum gibi, hiç değiştirmeden, en pasaklı ve en dip halimle bile sevdiği için. Benim, onu kardeşim gibi sevmeme izin verdiği için. Kafamın içindeki yün yumaklarıyla cebelleşirken, elimden tutup yoga derslerine sürüklediği için, Kuzey Denizi hayalimi ciddiye alıp bana sıcak su torbası aldığı için, Winterson romanlarını en az benim kadar sevdiği için. Hayat ve günlük koşuşturma bizi fiziksel uzaklıklarla sınadığında bile sevgisi azalmadığı için. Bütün bunlar için ve daha da fazlası için onu seviyorum. Onu bu hayatta ve yaşamımın en tuhaf virajında bana yollayan mucizeye de teşekkür ediyorum.

Bu teşekkür benim sözlüğümde "sevgili" kelimesinin çevresinde çember kurmuş dostlar için de aynı samimiyetle geçerlidir: Burhan, Muse*, Pelin, Jasmin, Saadet, Jale, kardeşim, Leyla, Eda, Mübeccel, Fergün... Ve uzar gider bu liste. Çünkü Cenk var, Bingül var, Filiz var, Aysel var. Var da var. Benim içim tıklım tıklım dolu. Bu yüzden sevgililerin anlamı çok büyük ama bir güne sıkıştırılan ve bedensel hazlarla paketlenmiş "yalancı sevdaların günü" pek manasız.

Yine de hem sevgililerimin, hem de birbirini sevgilisi sananların bu güzel C.tesi günü kutlu olsun. Ebru bugün çok çiçek satsın, Tuna'nın bir sonraki sevgililer günü Roma'da geçsin, Külkedisi onu kozasından çıkartacak muhteremle tez zamanda tanışsın, Burhan'a hayallerimdeki düğünü yapalım da annesi sevinsin, Pelin'in yeni kitabı yok satsın, Muse hayatının aşkına kavuşsun, M. Ersan beşinci kez evlensin, annem Paris'e gitsin, Saadet artık mutlu olsun**.... Bütün bu güzel şeyler şu ana kadar olduğu gibi, bundan sonra da benim etrafımda olsun:))




Sezen Abla'nın dediği gibi "Hayat sana çok teşekkür ederim...."



* Görüşmesek bile, mutlu olmasını en çok istediğim kadın sensin Saadet.
** Bu fotoğrafımız bence yıla damgasını vurur, ne dersin?




12 Şubat 2009 Perşembe

Kilometrelerce Sevmek!

Güzel sözler söyleyemeyeceğimi düşünüyorsun, kimbilir belki de güzel hisler içinde olmadığımı? Ne dediğin zerre kadar umurumda değil, işin aslına bakarsan hiç bir zaman da olmadı. Ben ne düşündüğümü ve ne hissettiğimi bir yere koyduktan sonra senin algıladıkların tamamen sana aittir ve benden bağımsızdır.

Yazdıklarımı saklıyorum. Güzel bir kutu aldım İkea'dan, görsen bayılırsın; mürdüm eriği rengi.
İçine koyuyorum tüm notlarımı; sağa sola çiziktirdiğim iç bulantılarımı, anlık serzenişlerimi ve daha neler neler...

Sen de yaz, yazmak akıl sağlığını korumaya almanın en güzel yollarından biri. Yazarken yakalan kendine, yazarken saklan benden! İnan iyi gelecek. Postalanmayan mektupların yükü korkutmasın seni, inan göze alınamayan hayatların soluğundan daha ağır değiller! Yetinenlerin yükü, başkaldıranlardan çok daha ağır...

Aylar önce okuduğum bir şiirde kilometrelerce sevmekten bahsediyordu şair. O sevmişti, ilan etmişti ve paylaşmıştı. Şimdi ben senden kilometrelerce susmanı rica ediyorum. Bunu benim için yapabilir misin?

11 Şubat 2009 Çarşamba

Buz.


Kadın adama sorar: "Beni ne uğruna terk ettiğini hatırlıyor musun?"

Adam cevap verir: "Uzun zaman önce verdiğim sözlere karşı duyduğum sorumluluklar vardı, biliyorsun..."

Kadın tekrar sorar: "Artık sorumlu değil misin geçmişinden?"

Adam cevap verir: "Sadece kendimden sorumluyum."

Kadın uyanır. Bu sadece bir rüyadır. Yüzünü yıkar, kahvesini içer ve geleceğine doğru derin bir uykuya yatar. Adam uyumaya devam eder; o hiç uyanmaz verilmiş sözlerin özünü unuttuğu ölüm uykularından.
O gece kraliçe çok üşür, buzdan tahtında otururken, üst üste giydiği kürkler bile, kralının soğuk bakışlarına maruz kalmış kabini ısıtmaya yetmez. Gerçeğin rüyasını görmemek için gün ışıyana kadar kapatmaz gözlerini.
Buz Krallığı'na güneş sızmıştır!

9 Şubat 2009 Pazartesi

Fil.

Yağmurlu ve muhteşem bir haftasonundan sonra, bu sabah güne dair plan program yaparken, bütün dünyayı dolaşıp, sonra gelip göğsümün ortasına oturan şu sevimsiz fil dışında hiç bir sıkıntım yok! Aslında onun fiziksel ağırlığı değil beni nefessiz bırakan, dik dik gözlerimin içine bakıyor olmasından ve durup durup sorduğu sorulardan daraldım!
İster kaypak olduğum düşünülsün, ister kaçak dövüştüğüm ama bana en büyük işkencelerden biri soru dolu gözlerini, gözlerime dikmiş bir fildir! Uğurlu olduklarına inanmam, ben develerin uğuruna inanırım. Benim köyümde develer vardı, masallarımda da develer olur hep!

Geçtiğimiz C.tesi günü trende savaş gazisi bir amca ile karşılaştım. Babası İstiklal Harbinde, kendisi Kore'de savaşmış bir ihtiyar.* Nesi var nesi yoksa giymiş, takmış takıştırmıştı... Öylece bakakaldım, filin bana yaptığını ben ona yaptım; tek kelime etmediysem de gözlerimi gözlerine dikip, hayat hakkında onlarca soru sordum. Karmakarışık duygularla indim trenden. O devam etti. Cevapsız sorularımı tren raylarına bağladım ve Cenk kardeşin evindeki partinin akışına bıraktım kendimi...

"Doğru soruları sormadıkça, cevaplara ulaşamazsın" diyor bu fil. Çok biliyor! Göğüs kafesime abandıkça abanıyor, kaburgalarımın çatırdadığını hissediyorum. "Kalk üzerimden" diyorum, oturmadığını iddia ediyor! Yalancı!

Külkedisi mail yazmış bana, iki defa okudum. O mu yazmış, yoksa ben gecenin kör saatinde kalkıp kendime mi yazmışım bilemedim. Anladım ki bizim "Aşkın Gücü"nü bir kez de beraber izlememiz lazım. Ardından da "Nietzsche Ağladığında" seansı yaparsak, bu salak fil de daralıp gider diye umuyorum!
Haftaya zor başladık, Cuma'ya Allah Kerim:)) Bu gece dolunay var. Lütfen kafanızı kaldırıp bakın. Ben de bakacağım, şu pis şişko akşama kadar üzerimden kalkar inşallah!
* Yakasında, "İstiklal Madalyası varisi Arif Çiçek Kore gazisi" yazıyordu.

5 Şubat 2009 Perşembe

Sır.

Gece ve gündüz kadar farklıyız ikimiz. İbadetlerimiz, seçimlerimiz ve kendimizi ortaya koyuşumuz apayrı.. Aynı olsaydık, elinde kırık bir vazoyla sırça köşkünde oturan ben olacaktım. Oysa şimdi, farklı olduğumuz gerçeğinin soğuk rüzgarıyla savrulup, Çin'e gitmiş bir kalp var uzaklarda! Acıyor, ama geçecek.

Gerçeği tam ve en yalın haliyle sezmekle, bilmek ve hazmetmek arasında fersah fersah yol varmış. Anladım.
Şimdi ben, o bilinmeyene doğru yolculuğa çıktım. Ne kadar sürecek? Bilmiyorum. Gittiğim yeri sevecek miyim? Hiç emin değilim. Fakat yürümekten başka çarem yok. Çin'e gidip, bana ait olanı alıp onu gerçek sahibine, sahibine vereceğim.

Nerede olduğumu merak etmene gerek yok, tam da çıkmam gereken yolculuktayım artık. Bilet için teşekkür ederim, şimdi sadece bana şans dile. Bol bol kart atarım yollardan, habersiz bırakmam seni. Hem sonra ipek bile getiririm dönüşte. Köşkün deniz gören bir odasına, o en vazgeçilmez vazonun altına serersin. Ve her sabah ilk kahveni içersin üzerinde. Kalanıyla da, ben bir elbise dikerim kendime. Ne anlamlı olur. Düşünsene, bir top kumaştan iki farklı hayat yaratmanın sırrını paylaşırız!

Ben zamanla sırın ta kendisi olurum, senin ise sırrı yenilenmiş bir vazo kalır evinde. İçine laleler koy!

3 Şubat 2009 Salı

Aldanış.

Uzun zaman önce aynı nehrin kıyısında soluklanan ve birbirlerine hiç bir söz veremeyenlerin anısına..

Dilini bilmediğim bir ülkeye geldim. Dilimi bilmeyen insanların arasında süzülüyorum. Tanıdığım hiç bir koku yok burada, bildiğim hiç bir lezzet beni beklemiyor. Uçsuz bucaksız yeşilliklere uzanıp gökyüzüne bakıyorum. Gri bulutlar geçiyor gözbebeklerimden. Durmadan yağmur yağıyor. Saatler, telaşlı domino taşları gibi takvimlerde.

Bir gün onunla tanışıyorum; dilini ve dileğini ülkesinde bırakıp, hiç tanımadığı coğrafyaları keşke çıkmış bir avcı. Geçmişinde hiç bilmediğim hikayeler olan biri. Adımı sormuyor. Yaşını sormuyorum.

Vahşi bir hayvana benziyor. Yarım yamalak kelimelerle, bize ait olmayan bir dilde "merhaba" diyebilmemiz aylar sürüyor. Ve bir gün beni kralların avlandığı büyük bir araziyi görmeye davet ettiğinde, adımı bildiğini anlıyorum. Ama ben hala yaşını bilmiyorum. Cesareti benden yüzyıllarca büyük, buna hayran oluyorum.

Ceylanları seyrediyoruz, ördekleri, kazları... Daha önce hiç görmediğim çiçeklerin arasında uzanıp, hiç konuşmadan uyuyoruz. Kendimi karanlık bir ormanda, kocaman bir ateşin yanında uyur gibi hissediyorum. Hiç korkmuyorum. Beklenmedik bir teslimiyet var içimde. Huzurluyum.

Artık daha sık buluşuyoruz. Arkadaşlarımızla gezip, inanılmaz güzel saatler geçiriyoruz. Hayatlarımızda, ilk kez karşısındakine bütünüyle tanıdık olmanın şaşkınlığı var. Korkusuzca yaşıyoruz, zamansızız; eve dönme vakti hiç gelmeyecekmiş gibi. Tanıdığımız denizlere çekilmeyecekmişiz gibi... Hür. Bizi kimler bekler, cebimizde ne getirdik bu topraklara hiç bilmiyoruz. Aramızda hiç yalan yok. Aramızda hiç soru yok çünkü.

Nehrin kıyısında öylece seyrediyoruz zamanın akışını. Anın, biricik ve muhteşemliği dışında her şey anlamsız. Ne geçmiş bizim ne de gelecek. Sahip olduğumuz mucizenin hayreti var günlerimizde. Sele kapılmış gidiyor ruhlarımız, umurumuzda değil!

Geceleri bahçede uzun uzun konuşuyoruz. Ortak içkimiz şarap. Birbirimizin geleneksel içkisini sevemiyoruz. Bir dikişte içtiği rakı için onu azarlıyorum; "Böyle içilmez" diyorum. Üzülüyor.. Fakat o, üzülünce ben pişman oluyorum. Sarılıyoruz. Votkadan komaya giriyorum o gece!

Bedenim anadilinde, kelimelerim su gibi berrak. Sevdiğim insanları anlatıyorum, sevdiğim masalları, ülkemi, denizimi. Hiç sözümü kesmeden dinliyor. Gözlerinde minnettarlık var. Onu yanımda götürdüğüm tüm anlar için durmadan teşekkür ediyor bana. Bunun eşsizliğinin farkındayız... Sonra sorular soruyor; Yunanistan'a benzer mi benim ülkem? Zeytin ağaçları var mı? Kadınların saçları ne renk? Hepsi çilli mi? Gerçekten altı ay güneşli mi oralar?

Bir gece, "birlikte balığa gidebilsek keşke" diyorum. Gözleri parlıyor. Kendi denizini anlatıyor bana; amber gibi batan güneşi ve buz gibi suyu. Ama daha çok kardan ve karanlık bir ormandan bahsediyor. O anlatırken gözlerimi kapatıyorum. Küçücük ayaklarıyla karlara bata çıka yürürken görüyorum çocukluğunu. Elini tutuyorum, beraberce üşüyoruz onun anılarında. Burnu kıpkırmızı olmuş, tırnakları mosmor. Uzaklarda Chopin çalıyor. Kurtların ulumasını duyuyorum. "Korkma" diyor, "ben iyi bir avcıyım". Av ve avcı arasındaki adrenalini aşka benzetiyor. Gülüyorum. Ona güveniyorum. Gözlerim hala kapalı. Hayatımda ilk defa bir yabancıyla birlikte onun geçmişine gidiyorum. Bana aralanan kapıya değiyor dudaklarım, onu öpüyorum.

Gri mavi bir gökyüzü altında, mavi odalarda paylaşılan isimsiz ilişkimizin hiç tanığı yok. Zamanın bir yerinde ve orada olduğumuzun tek kanıtı hissettiklerimiz. Gün gelip ben geleceğime gitmeye karar verdiğimde, ne büyük bir aldanışa kapıldığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Benim gelecek dediğim şey, yanıbaşımdaymış meğer.
Şöminenin üzerine, ortak dilimizde yazılan en sevdiğim kitabı bırakıyorum. Bir gün okumasını diliyorum tüm kalbimle.. Gidişime bir özür bulmak, bir açıklama yapmak istiyorum. Ama yok!
Yıllar sonra nehrin kenarında oturmuş, elimdeki mandalini sımsıkı tutarken, bir kurt geliyor rüyalarıma. Nefesini ensemde duyuyorum, hiç kımıldamıyorum. Karanlık ormanlar gibi gözleri, bakmadan görebiliyorum. Onu tanıyorum. Burnunu saçlarımın arasına sokup, uzun uzun kokluyor korkumu. Yumuşacık tüyleri değiyor ellerime. Pütürlü ve ılık dili dolaşıyor avuçlarımda. Nabzım yavaşlıyor. Sonra uyanıyorum aldanışımdan!

Sabah olunca anneme sormuyorum rüyada kurt görmek ne demek. Affedilmediğimi iliklerimde hissediyorum. Avcıya ihanet eden avım ben!








Bütün Hücrelerimin Bildiği.

"3 Mayıs C.tesi, yılın 44. günü...

Acayip bir gümbürtüyle uyanmadım bu sabah, çünkü o acayip gümbürtü yüzünden uyuyamadım zaten... Karnım ağrıyor, tansiyonum düştü ve ellerim buz gibi. Yataktan kalktığımdan beri etrafta olan bitene dahil değilim. Çalışıyorum, kahve içiyorum, konuşuyorum ama daha çok, bütün bunları yapan bedenimi yukarıdan seyrediyor gibiyim.

Dün gece içinden geçtiğim hayatın komasındayım... Yüzlerce resim var gözümün önünde, hepsi param parça; rüyalarım, kabuslarım, hayallerim...
Adamın biri kalbimi tavlaya saklamış, ben arayıp arayıp bulamamışım. Sonra bir başka adam tavlayı açmış, kalbimi bana geri vermiş. Zarları elime tutuşturmuş yüzünü görmediğim sevgili. "Haydi atsana" diye bağırıyor hiç bilmediğim bir dilde.
Penceredeki sardunyalar solmuş. Sonra vazoya güller koymuş annem. Eski mahallemizindeki fındık güllerine benziyorlar; minicik, pembe güller... Hızlıca gitmiş rüyamdan gülleri getiren. Kokusu kalmış kazağımda içinden geçtiğim hayatın. Ama yıkamak zorundayım, çünkü vicdan azabı dökülmüş üzerine!
Ağlıyorum. Herşey birbirine karışmış. Rüya desem değil, kabus hiç değil. Gerçek? Evet, bütün hücrelerimin bildiği bir gerçek. Ve ben artık bunlar hissedilmemiş gibi yaşayamam!"


3 Şubat Salı, kimbilir yılın kaçıncı günü?

İçimdeki iyi taraf, karanlıkta el yordamıyla huzur aramaya devam ediyor. Onun gözlerini kapatan Doğu'nun Cadısı! Fakat aynı cadı durmadan telkinde bulunuyor bana; sakin olmamı, zihnimi temiz tutmamı ve kendi iyiliğim için gerçeği, sadece gerçeği anlamaya çalışmamı söylüyor. Kendimi bir çalı süpürgesiyle uçuyor gibi hissediyorum. Aşağısı uçurum, gözlerim kapalı. Sadece dikkatimi rüzgara vermeye çalışıyorum.

Şimdi dolabı açıyorum. İçinden ayakkabılarımı aldığım kutuya kalbimi bırakıyorum. Bunun işe yaramayacağını biliyorum, hücrelerim susmayacak; iyiyi ve kötüyü daima anımsayacaklar... Sadece gerçek bu bitmez uğultudan kurtarabilir beni.

Yıl bitmek üzere, sıkıntımı süpürgeden aşağıya atmak için çok az zamanım kaldı! Bana rüzgar üfleyen masal kahramanlarına selam olsun:))

1 Şubat 2009 Pazar

One More Cup Of Coffee Before..

Uzun hem de çok uzun zamandır bu kadar huzurlu bir kırksekiz saat geçirmemiştim. Aklımla, zihnimle ve bedenimle olduğum yerden kaçmadan, olduğum andan kaçmadan, kendimden kaçmadan yaşadığım dolu dolu bir kırksekiz saat... Bu beklenmedik başarımla ne kadar gurur duysam azdır. Anda olmayı becermek, uzayda istasyon kurmaktan daha zor. Hele hele benim gibi aklı bir karış havada olanlar için!


Bazen ve sanırım özellikle o malum günlere yaklaşırken, manasızca duygulanıyorum. Yol kenarındaki çıplak bir ağaca bakarken, artık yanımda olmayan, artık asla kucaklaşamayacağım kadim dostumla oynadığımız oyunlar düşüyor içime. Ağlıyorum. Sokakta ya da otobüste hiç önemi yok. O kurumuş, içinden hayat çekilmiş dallara bakıp, deliler gibi ağlıyorum. Radyoda S. Barber'dan Adagio for String çalıyor, ağlıyorum.. Neye ağladığım da belli değil!


Huzur dolu bir Pazar kahvaltısında karnım tok, ruhum tok, bedenim ısınmış, mutlu mesud otururken fonda bir şarkı* duyuyorum ve ben yine ağlıyorum! Bodrum'u, V. Coşkun'u, atölye sohbetlerimizi, dostluğumuzu özlüyorum. Bir telefon açıp, nasılsın demek yerine sanki o ölmüş gibi zırıl zırıl ağlıyorum. Ne var ki ağlayacak? Atla bi şeye git. Sabaha kucakla arkadaşını, doya doya öp, sarıl, sohbet et ve evine dön. Aptal mıyım ben ya?


Akordu bozulmuş bir enstrüman ya da menopozdaki bir kadın gibi davranıyorum; kah sevecen, kah kontrolsüz. Kendimdeki patlamalardan korkuyorum. Sakinliğimden, içime dönen hesaplaşmalarımdan... Ama bugün seyrettiğim filmde Cengizhan "kaçacak yerim kalmadığı için artık korkmuyorum!" dediğinde, kıs kıs güldüm. Aramızdaki yüzyılları bir nefeste koşup, "benim de kaçacak yerim kalmadı Cengizhan" demek istedim ona.. Bu hayatı kazanç ve kayıplarıyla kabullenip yaşamak dışında şansım yok. Çünkü yüksek bir yerden atlayacak gücüm yok. Hem ölmek istemiyorum. Ölüm zaten gelecek... Savaşsak da, saklansak da gelecek... Yine de sevgi bir pranga kalplere. Sevenler, esaretin gönüllü köleleri!


Fakat isterdim. Uzun bir seyahate çıkıp, dönüşte tam da olmak istediğim gibi sadece ben; başkalarının beklentilerini hiçe sayan, olduğu gibi, apaçık ortada duran bir "ben"le dönmek isterdim... Hocam bu seyahatin yollara düşmeden de, zihnimizi sıfırlayarak yapılabileceğini söylüyor. Geceleri yatağa uzanıp yüzden geriye sayarak.... Bu gerçekten mümkünse, evet istiyorum! Zihnimde halledemediğim tüm parça pinçik anılarla yüzleşmek, tıpkı My Name is Earl' de olduğu gibi hayatımı temize çekerek, yarattığım tüm karmaları temizleyerek sıfırlanmak istiyorum. Kalbini kırdığım herkesten tek tek özür dilemek, hayal kırıklığı yarattığım anları başa sarmak...
Kendime, bütün kararlarıma yukarıdan bakmak istiyorum. Planlarımı hızlandırmak, neşemi korumak ve baharı düşünmek istiyorum! Başlıyorum, başladım: 100, 99, 98, 97, 96....


* "One more cup of..."