31 Ocak 2010 Pazar

STAR WARS


Dün gece dolunay varmış, kaçırdım. Olsun, bu gece yakaladım! Ama fazla tutamayacağım çünkü Star Wars izliyorum!!!

Yenisi çok acayip:)) Zavallı şövalye, aşk yüzünden neler saçmalayacak bakalım... Senatör de az diil hani.

28 Ocak 2010 Perşembe

AÇ RUH

Allahım eskiye göre çok ciddi bir iyileşme içinde olduğumu inkar edemezsin. Eski Elvan olsa bu akşam eve en az üç kutu ayakkabı ile dönerdi ama bakınız bir tek kutu bile yok elimde. Gerçi kendimi kaybettiğim anları kabul ediyorum ama yogada giymek için aldığım ucuz penyeler ve almasam ardımdan kanlı gözyaşları dökecek nefis bir kaç şey dışında vallahi ve de billahi masumum. Her şey Agi yüzünden:))

Dün gece bana bi şişe şarap içirdi - ki önceki akşam da Baileys komasına girecektik neredeyse ama soğuk yüzünden içtik, gerçekten sadece ısınmak için ... - ardından bugün, daha ayılamadan alışverişe götürdü. Hem o kadar akıllı ki her şey bitince kahve ısmarladı yani pişmanlık için çoook geç olduğunda. Aslında hiççççç pişman değilim ne zamandır petrol rengi bişiler almak için deliriyordum, aldım rahatladım. Ayrıca Agi ile alışveriş çok eğlenceli. Hızlı giyiniyor ve hızlıca karar veriyor. Yoksa bu kadar keyifli zaman geçiremezdik. İşin güzel tarafı ne hikmetse grip falan da kalmadı.

Tanrım affet, çula çaputa verdiğim parayla kaç kişi karnını doyururdu bugün kimbilir... Bu alışveriş aç ruhum içindi. Affet Allahım!

Gerçi hala aradığım gibi bir üç etek ve fildişi tarak bulamadım ama zaten onları bulsam da henüz sarayın elektirik faturasını dahi ödeyecek kadar param yok! Oysa ne güzel olurdu çocuklarla bahçede yoga yapmak. Ah bir de havuzu doldururduk ki sütle, Leyla hem içer hem yüzerdi! Hayal işte! Neyse, Sir gelip avareliğe müdahale etmeden* çalışmaya döneyim ben:))

* Adam hayallerime bile makul bir bakış getirmeye çalışıyor! Fakat o olmasa ben hala sadece hayal ediyor olurdum. Her deliye bir veli lazımmış:))

27 Ocak 2010 Çarşamba

ÜLFET-İ EZELİYE*



Benim ruhum kimlerle anlaşma yapmış gelmiş buralara kimbilir? Ama birini bilir, bugün onun doğumgünü; iyi ki doğmuş :))

Mesnevi şöyle diyor: "... orada tanışanlar burada uyuşurlar. Orada tanışmamış olanlar da burada bozuşurlar. Ruhlar aleminde birbirini tanımış olanlar, burada birbirleri ile iyi geçinir, sevişirler. Bu tanışmış olanlara ve yakınlığa "ezelden anlaşma" denir..."

Ezelden anlaştığıma inandığım dostum, nice mutlu yıllara!!!!



* Ezeldeki anlaşma

DELİLİK


İnsanların ruhsal sakatlıkları aileden geçiyor. Tıpkı diğer tüm özellikler gibi; yarısı anne, yarısı baba tarafından. Dolayısıyla arkadaşınızı seçerken değilse de, onunla ilişkinizi derinleştirmeden evvel bir bakın ailedeki deli sayısına. Daha doğrusu deliliğin cinsine. Zira bunu dikkate almazsanız, o delilik durup durup çarpar size. Benden söylemesi....


Fakat ne acayiptir ki defolu insanlar genellikle mıknatıs gibi birbirlerini çekerler. Aralarından çok azı, bir diğerinin derdine derman olmayı dener ve nadiren de başarır. Bunlar "uçurum kıyısı dostluğu" yaşar, birbirlerinin gözlerinde korkuyu görürler. Zaten sonrası ayrılıktır. Kimse o bakışla yaşayamaz, o bakışı taşıyamaz. Ama genellikle hikayenin sonu trajiktir. En hafif haliyle küfür, hakaret ve dayakla, daha da coşkulu durumlarda cinayet ve hatta sanatsal cinayetlerle son bulur. Dedik di mi deli diye!


Durduk yere yazmıyorum bunları. Vaktiyle neredeyse bütün arkadaşlarıyla papaz olmuş birine kapımı açtığımda deli olduğunu bilmiyor oluşuma ağıt yakıyorum. Bu sabah işittiğim onca lafın altında yatan nasıl bir mutsuzluktur anlamaya çalışıyorum. Sonra durup anlamaya çalışma faslını geçiyorum. Hayat beni her gün biraz daha yalnızlığa taşıyor. Şarkıdaki gibi:


Daha güçlü, daha sakin

Daha mutlu, daha suskun

Daha olgun, daha kırgın

Daha yalnız, daha yorgun

26 Ocak 2010 Salı

HASTALIĞI KRONİKLEŞSİN İSTEYENLER EKRAN BAŞINA!


Akşam CNBC-E, İngiliz Hasta'yı veriyor. Saat 22.00'de. Bu güzel havada zaten daha iyi bir film düşünülemezdi! Aaa "Dalgaları Aşmak" da olabilirdi ama o filmi bir kez daha izlersem camdan atlayabilirim. Yok yok İngiliz Hasta yeter; kanırtır ama öldürmez. Gayet yeterli.
Mendiller, konyaklar hazırlansın, 22.00'de buluşalım:)))

:))


25 Ocak 2010 Pazartesi

TESELLİSİ ÇOK ZOR AMA ...

Başkaların akıl vermek çok kolay; teselli etmek, diyet listesi uzatmak ve hatta nasıl giyineceğini söylemek...
Oysa ben değil miydim kıçı kırık bir adamın ardından aylarca hatta yıllarca kendine gelemeyen? Ben değil miydim diyet listelerine mızıklayıp her Allahın gün yaygara yapan? Ve yine ben değil miyim dışarı çıkacağım zaman kıyafetlerimin karşısında suçlu suçlu bakınıp, dakikalarca mızıldayan?
Ne değişti? Şu değişti: "her şeyin tam da olması gerektiği gibi olduğunu" anladım. Hani durmadan tekrarlanan, her durumu ve insanı olduğu gibi kabul etmek nakaratının özünü anladım.


Gitti mi adam, demek ki gitmesi gerekiyordu. Demek ki kalsaydı daha nice belalar, nice utançlar getirecekti hayatıma. Ondan utanacaktım. Onun hayatla, parayla ve diğerleriyle kurduğu ilişkiden onu tanıdıkça daha çok utanacaktım. Onu seçtiğim ve inat ettiğim için kendime öfkeli olacaktım. Zaaflarına sinirlenecek, kontrolsüz davranışlarına karşı öfkeler biriktirecektim. Er ya da geç bitecekti.


Diyet? Doktorun dediğini yapsaydım, şimdi on katı şişmanlamış olacaktım. Zira beni açlığa sürükleyecek ve sonra da kıtlıktan çıkmışcasına yiyeceklere saldırtacak bir teklif idi onun ki. Yapmadım! Hala şişkoyum ama yüz kilo değilim:)


Kıyafetlerimle de barıştım. Dolabın kapağını açtığımda birden fazla kadına ait gömlek, elbise ve pantalonu hala görüyorum. Sanki üç dört farklı bedendeki kadın ve tabii üç dört farklı beğenisi olan aynı dolabı kullanıyorlar. Tıpkı içimdeki kadınlar gibi. Onlar da aynı; değişken. Bazısı 38 beden ve yeşil spor gömlekler giymeyi seviyor, bazısı 42 beden; hafif kumaşlardan, açık yakalı gömleklere ve siyah elbiselere dayanamıyor. İçimde bu kadar çok kadın varsa, dolabımda neden olmasın ki?


İnsanın kendiyle yaşamayı öğrenmesi çok zormuş. Şarkıda dediği gibi "kendini seçemiyorsun, bırakıp kaçamıyorsun..."


Sadece görmeyi öğrenmek lazım. Buna niyet etmek lazım. Her şeyin bizim baktığımız yerden göründüğü kadar basit ya da karmaşık olmadığına aymak lazım. Olaylar değişmeyecek, bizim baktığımız yer değişecek. Eğer bu dünyaya defalarca ve defalarca aynı ızdırabı çekmek üzere postalanmak istemiyorsak ya da daha gerçekçi bir yaklaşımla kalan ömrümüzü çöpe atmak içimize sinmiyorsa tek çare durduğumuz yeri değiştirmek. Hani bazen alt üst etmek hayatı, hatta fırtınalar koparmak! Durmadan aynı ritimde çalkalanan su her daim bulanık olur. Oysa fırtına sonrası su, o kadar berraklaşır ki, bir saat önce mahşer yerine dönen deniz, dalga nedir bilmeyen küçücük bir göl olmuştur.


Yaşadığımız her şey ve herkes biz seçtiğimiz için hayatımızda. Bunu hep hatırlamak lazım. Kaçmaya çalıştığımız herkes ve her şey de, bize bir şey anlatmak için var. Kaçtığından kurtulduğunu sanma, sana alman gereken dersi verene dek başka başka suretlerle defalarca gelecek karşına!


Ben değilim bunları söyleyen, Osho diyor, Mevlana diyor... Ben sadece okuduklarımı paylaşıyorum... Okursan sana da iyi gelir mi acaba Mesnevi? Lütfen üzülme artık, bak kar ne güzel. Sıcak bir evin var diye sevin, bir fincan kahveyi iki avucunun arasında sımsıkı tutarken omuzlarını ve çeneni gevşet. Bir kaç dakika kar tanelerine bak. Hiç birinin bir diğerine benzemediğini söylüyor bilimadamları, oysa nasıl da aynılar değil mi?* Az sonra yere düşüp bembeyaz bir örtüye ilmek olacaklar ve yine en geç bir iki gün içinde kar sularına karışıp kimbilir hangi ağacı, hangi çiçeği besleyecekler... Onların hava da süzüldükleri sihirli anı düşün, yere ulaştıklarında başlayan diğer hayatı ve eridiklerinde başlayan bir diğerini. Son yok sevgili Lupelyan, son yok... Sadece yeni başlangıçlar var; sen hazır olduğun zaman başlayacak hayatlar :)


*Birbirleriyle gevşek bir şekilde bağlanarak kar tanesini meydana getiren kristaller birbirlerinden o kadar farklı şekillerde oluşurlar ki, hiçbir kar tanesi bir diğerine benzemez. Karlı bir günde sadece bir büyüteçle bile kar tanelerinin birbirlerinden tamamen farklı şekillere sahip olduğunu açıkça görebilirsiniz.

Yeryüzüne birbirinin aynısı olan bir çift kar tanesinin düşme ihtimali oldukça zordur. Şimdi sadece bulunduğunuz yere yılda ne kadar kar tanesinin düştüğünü bir düşünün. Bol kar yağan dağları ve her zaman sıfırın altındaki sıcaklığı ile kutupları bir düşünün. Bütün bunları bir kenara bırakıp bir genelleme yapın ve her yıl dünyaya düşen kar miktarını bir düşünün. Şaşırtıcı olan şudur: Elinizde bir imkanınız olsa ve bütün bu yağan tanelerini biraraya getirip inceleyebilseniz hepsinin birbirlerinden tamamen farklı olduklarını görürsünüz......

22 Ocak 2010 Cuma

KIRK YAŞIMA ÜÇ KIŞ KALA...


Yaşamakla nefes almak arasındaki farkı, yaşadığını zannetmekle gerçekten yaşamak arasındaki ince çizgiyi çok düşündüm. Hatta yazdım. Önce defterlere, sonra bloguma. Uzun süre nefesimi tuttum. Ölmedim. Uzun süre yaşadığımı zannettim. Yaşayamadım. Sonunda doğru nefes alıp vermeye ve gerçekten yaşamaya başladım. Kelimelerin dudaktan kalbe inmesi ne kadar zor bir yolculukmuş...

Bundan on yıl evvel biri çıkıp ""kendindeki değişimi - burada bahsi geçen değişim genişleyen kalçalar ve yüz ovalindeki esneklik kaybı değil:)) - izlemek çok hoşuna gidecek" deseydi asla inanmazdım. "Canına okuyanları affedeceksin, imkansız kelimesi sözlüğünden kalkacak" diyene güler geçerdim. Ama oldu. Bedenim yerçekimine yenilirken, kayıp bir ruh olan asıl ben, ana yolu buldum. Bazen bulmak için kaybolmak lazımmış... Yollara serptiğim ekmekleri yiyen kanatlı ve "kanatsız" tüm kuşlara selam olsun. Allah razı olsun!

Nicedir "ona" doğru çekilmekte olduğumu, hayatımdan gidişini kayıp saydığım her insanın ve olayın beni, asıl gitmem gereken yere bir adım daha yaklaştırdığını, hatta bazen zaman kaybetmek sandığım şeyin "olgunlaşmak" için gerekliliğini anlamaya başladım. Olmadım fakat olabilme şansıma tüm kapılarımı açtım. Talip oldum.

Kırk yaşıma yaklaşırken uzun kızıl saçlarımın, uzun beyaz saçlarıma devir teslim için nasıl heyecanlandıklarını gördüm. Uzun beyaz parmaklarımın nasıl cesurca yazmaya başladığını, yüzyılları aşan aşk hikayelerini kalbimden okuyabildiğimi keşfettim. İçimdeki tüm "ucuz aşkları" temizleyince, taş tabletlere yazılı olan gerçek aşka yer açtım.

Gülleri sevmeye başladım. Lalenin tek çiçek olmadığını ve neye işaret ettiğini buldum... Kendi hikayemi yazmayı bırakıp, asıl kitabım için düşünmeye, malzeme toplamaya başladım. Oysa içinde ben olmazsam, birinci tekil şahıs olmazsa yazamam sanıyordum. Ne yanılgı! Artık hikayenin her yerindeyim. Hikayenin kendisiyim!

Ölüme bakabiliyorum ne zamandır. Yaşamı sarıp sarmalayabiliyorum. "Herkes gerektiği kadar kaldı hayatımda" diyebilecek kadar duruldum. Sakinleştim. Büyük kavgalarım yok, küp küp kırgınlıklar biriktirmiyorum yatağımın altında. Aksine teşekkür ederek uyuyorum geceleri; sana, ona, öbürlerine, gelecektekilere...

Kırk yaşıma giderken kiraz çiçeklerini, hayalimdeki ashramı, bir gün gerçekten duyabilenlerden olmayı hayal ediyorum. Bu kış kar yağdığında sokaktaki açları ve üşüyen hayvanları değil, eriyen kar sularında yıkanan caddeleri, o kar suyuyla beslenen çiçekleri, ağaçları düşünüyorum. Çünkü yaşam ve ölümün kontrol edilemezliğini anlıyorum... Bütün bunları; iyilik kötülük, kar ve zarar, aşk ve ihanet... hepsinin benden çok daha büyük, çok daha kapsayıcı birine teslim olduğunu anlayabiliyorum. Teslim olmaya alışıyorum.
Akıl diye uğruna çöllere düştüğüm cevherin, kalbi atmayan bir bedende hiç bir işe yaramadığı gerçeğine uyanıyorum. Gözüm kapanır gibi oluyor bazen, hemen yüzümü yıkıyorum. Uyku saçlarımı okşuyor, göz kapaklarıma oturan kelebekler git gide ağırlaşıyorlar... Ama yok, ölüm uykularına dönüş yok, ölüm gelmeden evvel...

21 Ocak 2010 Perşembe


"I was waiting the way people wait for spring. There was nothing I could do about the winter but I was waiting for the sun"


Midsummer Nights: Goldenrush Girl, J.Winterson

MİHRAP*


Bu tabloyla çok geç tanıştım... Ama onu gördüğümden beri aklımdan çıkmıyor. Sizin de ilginizi çekerse şayet yukarıdaki link belki azıcık fikir verebilir...
Malum Ocak ayı zor bir zaman İstanbul'da... Benim tanımımla "faili meçhuller ayı". Bu yüzden devede kulak olan politika bilgimle zırvalamayacağım. Sadece bu tablodaki sakin ve iddasız kadına, onu resmeden ressama saygılarımı sunacağım. İster kuralları tabuları yıkmayı, ister aşkın her şeyin üzerinde oluşunu, isterse anneliğin kutsallığını anlatsın; bence farketmez. Asıl önemli olan bütün bunları aynı anda çağrıştıracak kadar etkili bir eserin yüz yıl evvel bu topraklarda ortaya çıkartılmış olmasıdır. Cesarettir. Olmakta olanın yanlışlığına itirazdır. Oysa şimdi fareler gibiyiz... Kıçı kırık bir blogda bile "ne bu len ?"diyemiyoruz. Diyemiyorum...
Benden daha cesur ve donanımlı olanları, ortaya çıkıp konuşanları, yazanları alkışlamak dışında süklüm büklüm oturuyorum. Affet beni "faili meçhuller ayı"... Affet.
*Osman Hamdi

20 Ocak 2010 Çarşamba


"I guess I could not judge the distances right; we both got too close, and yet stayed too far away. I guess you could not accept the gift. Love is such a difficult gift to accept"


Midsummer Nights: Goldenrush Girl, J.Winterson

19 Ocak 2010 Salı

ÖZÜR....

Sevgili Burhan,

Bugün hiç çizim yapamadım çünkü İkea'ya gidip bazı önemli işlerimi halletmem gerekiyordu!
1 - Balık yemek
2 - Kahve içmek
3 - Prenses maskelerine bakmak*
4 - İkea sepetleriyle kaymak
5 - Çikolata yemeden oradan kaçmak!
Takdir edersin ki bütün bunlar hiç kolay olmadı. Ama söz veriyorum yarın akşama kadar bütün tabakları çizmiş olacağım:)

Sevgiler...
e.
*Sağ alt köşedeki prenses maskesi. Bana ne kadar yakıştığını görmeliydin:)) Kaçırdın!!!

OYUN


Hayatım boyunca pek çok şeyi penceremden izledim. İzlemeyi bırakıp tam ortasına gittiğimdeyse, çok azında kepenklerim açıktı... Ve çok azında "bu benim!" diyerek alabildim hakkım olanı. Dedim ya ABS'siz olabildiklerimin sayısı bir iki...


Dün sabah da tıpkı bu sabah olduğu gibi erken kalkmıştım. Saat 14.00'e kadar çalıştım. Sonra Leyla ve Agi geldiler, yemek yedik. Hani şu pilavlı öpücüğü aldığım yemeği. Agi, yemekten sonra Leyla'yı eve götürdü. Leyla uyuyunca alışveriş için dışarı çıktık. Derdine derman olamadığımız bir dostumuzun haline üzülerek "hay Allah ne yapsak ki... " derken nasıl olduysa Agi'ye bakıp, "benim için de endişelensene yahu, ne olacak benim halim? "dedim. O da bana dönüp, "ne varmış halinde, benden iyisin valla" dedi. Sonra da ekledi "ejderha gelip seni alacak" Ben de "beni ancak bir mucize kurtarır" dedim. Gülüştük.


İnanır mısınız geldi! Dün bütün gece benimleydi. Karşılıklı güldük durduk. Geçen yıl Şubat'ta hızlıca uğramış geçmiş, Trilye'de çok uzaklardan alevini yüzüme üflemiş ve Konya'da tennurelerin ardına saklanıp beni uzaktan izelmişti. Ama dün gece yanımda uyudu! Sanki hiç gitmeyecek ya da gitse bile hemen dönecek gibiydi.


Bir kez daha J.W. önünde eğiliyorum: "Oynarsın kazanırsın, oynarsın kaybedersin, oynarsın..."
Oyunda kalanın daima kazanma şansı vardır, kaybedenler oyuna küsenlerdir. Bugün kendimi Kapadokya'da penceremin önünden geçen balon gibi hissediyorum: tombul, renkli, neşeli ve hafif!

18 Ocak 2010 Pazartesi

KAÇ KERE DOĞAR İNSAN YA DA KAÇ KERE ÖLÜR?

Defalarca doğar ve ölürüz. Ama ne yazık ki pek azımız farkına varırız ve yine ne yazık ki çok azının, hafızamıza attığı tohumlar güzel gelişmeler yaratır...

İnsanın kulağı vardır; duymaz, gözü vardır; görmez, eli vardır; dokunmaz... Kalbi vardır; sevmez... Sevemez... Bu şekilde yaşarken nasıl olur da biyolojik hayatımızı umulmadık yerinden dilimlere bölen ruhsal doğumları ve ölümleri fark edebiliriz ki? Çok zor... Bunun için içeriye bakmak lazım. İçeriye bakmak için de bunu başarmaya yardımcı olacak hocayı, yolu seçmek, teslimiyete talip olmak lazım.

Sonrası mı? Sonrası neşe, sevinç, bol bol hediye hayattan! Üstelik noel zamanını beklemeksizin!

Ölümüme sebep olan herkese ve hiçkimseye yani özellikle celladıma sonsuz teşekkürler. Ölmeseydim, doğamazdım!

Namaste.

ÖPÜCÜK


Öpücük kaça ayrılır? Oooo kaça ayrılmaz ki! Dondurmalı öpücük, sütlü öpücük, klorlu öpücük, tuzlu öpücük, çikolatalı öpücük, sümüklü öpücük... Ve bugün itibariyle pilavlı öpücük!
Sağdan sayıyoruz: Leyla Nora, Ali ve Eda Lisa. Mekan Yalıkavak.

17 Ocak 2010 Pazar

ABS'SİZ TEK İLİŞKİM ONLAR...

Vikipedi Özgür Ansiklopedi ABS'yi şöyle tanımlıyor: otomobillerde kullanılan bir tür fren sistemi.
Peki ben nasıl tanımlıyorum acabaaaa?

Hepimizin bildiği gibi ABS, otomobillerin hayat kurtaran aparatlarından biri. Ve sadece annelerin bildiği bir diğer ABS var ki, o da, çocuk çoraplarının tabanındaki sistem. Çocuk, koşup zıplarken ayağı kayıp düşmesin diye çorabın tabanına yapıştırılmış bir kaç minik, komik şekilli plastik.

Benim arabam yok, ABS'li çorabım da yok. ABS benim kalbimde.

Bu fotoğraf ve daha pek çoğu bugün elime geçti. Altuğ verdi. Hepsi 2009 yazında çekilmiş fotoğraflar. Hayatımın en zor yılından bir kaç kare... Fakat sevinerek görüyorum ki, gerek kızlarla olan fotoğraflar, gerek Kapadokya ve Konya'dakiler hatta Sapanca, Tirilye ve Edirne'dekiler hiçte zor bir yılı anlatıyor gibi değiller. Aksine!

Kalbimde ABS var demiştim. Evet var fakat şükürler olsun ki kucağımdaki yaratığa karşı çalışmıyor... Eda ve Leyla söz konusu olunca, buzla kaplı, virajlı yollarda test sürüşünde gibiyim. Üstelik ABS'siz. Ve bu sadece onlar için geçerli... Şehirli olmadığım, hesap kitap yapmadığım, toplumdan onay almak adına kıvırtmadığım, alıp verdiğimi tartmadığım bir terazi var onlarla ilişkimde. ABS'siz... Sansürsüz. İçinde akıl fikir olmayan, tertemiz. Kalpten kalbe.

Oysa benimle ne yapacağını bilemeyen, beni kafasının içinde oradan alıp buraya koyan ve yine de içine sinen bir yere yerleştiremeyenlere ne yazık ki var ABS'm. Korkularının, cesaretsizliğinin esiri olan, birbirini eşin dostun terazisinde tartan ve sık sık altını çizdiği kavramlara yenilenlere karşı elbette var. Eskiden kalın, uçsuz bucaksız duvarlar örerdim, şimdi sadece kalbimi koruyorum... Karşımda duruyorsa duruyorum, geriliyorsa yine duruyorum. Çok durup, çok gerilerse, geri dönüyorum.

Her gece Mesnevi okusam da, denizlerde yelken açıp bir an için aydınlansam da kalbimde minik minik soru işaretleri var. Onlar ABS'm benim.

Akılla kurulan ilişkilerden hayır gelmeyeceğini nicedir anladım. Herkese eşit uzaklıkta, eşit yakınlıktayım. Eda ve Leyla hariç...

15 Ocak 2010 Cuma

BEDEN PERKÜSYONU: EZO SUNAL & ESTEVAO MARQUEZ

Şu küçücük fotoğrafta gördüğünüz genç kadın - ki kendisi çok daha sempatik ve güzel - dün akşam gerçekten ilgimi çekti. Kısacık bir gösteriyle çocuklar için yapılabilecek harika bir iş daha görmemi sağladı. Bugün biraz onlardan bahsetmek istiyorum: Ezo SUNAL & Estêvão MARQUES!

Eda ve Leyla'nın annesi sevgili Agi, bana ne zamandır Ezo'yu ve yaptığı işleri anlatıyordu. Zaman zaman Gül Sunal Anaokulu'na gidip geldiğim için de herkesi sima olarak tanıyordum. Geçen yıl Agi bir Brezilyalı çocuktan da bahsetmişti. Açıkcası, Brezilya ile Porto Riko'nun haritada yakın olduğunu düşünerek Ricky Martin gibi bişi hayal etmiştim! Malum, aç tavuk darı görür düşünde! Yine de moralim pek iyi olmadığı için kalkıp gidememiştim gösteriye. Ve fakat dün gece sahnede gördüğüm adamın Ricky ile alakası olmadığı gibi onu seyrederken bir tek dakika bile aklıma gelmedi Ricky ve poposu!
Şaka bir yana Ezo Sunal harika bir iş çıkartmış. Onun imkanlarına sahip pek çok genç kadın zamanını çarçur ederken, Ezo çocuklar için yaratıcı işlerin peşinde. Ve bence gayet de başarılı. Elbette ardında sevgi dolu, güçlü bir aile var ama kızda cevher olmasa aile ne yapabilirdi ki?
Estevao'nun neredeyse tek kelime Türkçe ve hatta İngilizce konuşmayarak çocuk, büyük herkesi nasıl avucunun içine aldığını görmenizi isterdim. Hala kendi kendime "Paolo, Bonita, eeee" diyerek gülüyorum:)))* Sir'ün "solucan dansı" nı saymazsak, Estevao'nun sahnedeki kıvraklığı ve enerjisi kadar komik, sempatik ve yaratıcı bir şey görmedim hayatımda. Meğer ne kadar önemli bir işmiş şu beden perküsyonu!
Gösterinin en büyüleyici tarafı da şu: ailece eğlenebilirsiniz. Yani sevgilinizle, arkadaşınızla ya da çoluk çombalak katılabilirsiniz.
Aşağıda Ezo Sunal'a ulaşabileceğiniz bir link gönderiyorum. Dilerim seneye hep beraber oluruz onların bu muhteşem eğlencesinde!




* Bunun ne kadar komik olduğunu görmek için bir yıl beklemeniz gerekecek...


http://www.ezosunalcocukatolyesi.com/index.phtml?id=89200

14 Ocak 2010 Perşembe

UMAY'I HATIRLAYAN VAR MI?




O zamanlar ot yemek, yoga yapmak ve önüne gelenle yatıp yuvarlanmak gibi şeyler moda değildi. Üç beş tip vardı Hindistan'ı, Londra'yı ve bir kaç garip adayı görmüş olan. Kimse Victor Ananias'ı tanımazdı... Bodrumlular yıllardır yedikleri otların kıymetine daha uyanmamışlardı. Victor küçücük bir dükkan sahibiydi Eski Hükumet sokakta. Henüz Buğday Vegetarjan Restaurant'ın hayali bile oluşmamıştı. Tijen İnaltog muhtemelen hala döner yiyordu kilise meydanındaki dönercide! Suat Yurtalan, kızının babasına Ali Güven'e deliler gibi aşıktı. Volkan Coşkun resimlerini karanlık, küçücük bir odada saklıyordu, resimden kazandığı parayla yaşamaya başlamamıştı daha... Umay'ın bebeleri doğmamıştı. Zarif, dünya güzeli bir kadındı. Daracık deri pantalonları ve kasketiyle mahallede eser geçerdi... Vay be, neredeyse yirmi yıl olmuş....


Ben mi? Hayatımın en güzel yıllarını yaşıyordum. Aşıktım. Hayallerim vardı. Özgürdüm ve köyümdeydim. Kendi pişirdiğim ekmeyi yiyor, Göktepe'de lale topluyordum. Vay be!

13 Ocak 2010 Çarşamba


HERKES KENDİ KADERİNİ İZLER; MUTLULUĞUNU KAYBETMİŞ KİŞİ MUTLULUĞU DEĞİL DE MUTSUZLUĞU ARARSA, O İSTEĞİNDE ŞAŞIRARAK BAŞKALARININ YOLUNDA EKTİĞİ DİKENİN KENDİ AYAĞINA BATTIĞINI GÖRÜR.


EY DÜNYAYA DİKEN TOHUMU EKEN KİŞİ, KENDİNE GEL KENDİNE. SAKIN EKTİĞİN DİKENİ GÜL BAHÇESİNDE ARAMA.


EĞER O BAHTSIZ, ELİNE BİR GÜL ALSA, O GÜL BAŞKALARINA DİKEN OLUR. BİR DOSTUN YANINA GİTSE ONU YILAN GİBİ SOKAR.


MESNEVİ, II. CİLT.

11 Ocak 2010 Pazartesi

FOUNTAIN...


BOĞAZDAKİ GÜZEL GECENİN ANISINA AHİRETLİĞİME:))


TEŞEKKÜRLER KEŞİF GURUBU!


Herkese Merhaba,

Pazar sabahı üşenmeyip uyanıp, ardımıza takıldığınız için bir kez daha teşekkür etmek istedim. Açıkcası gün bitene kadar, gördükleriniz sizi de heyecanlandıracak ve daha fazlası için içinizde istek uyandıracak mı diye çok endişeliydim. Hatta insafsızca mı yürüttüm ben insanları diye içten içe üzülmedim de değil... Ama iyice anladım ki bu gezilerde yalnız olmayacağım. Bunu hissetmeme neden olan sizlere yani ilk keşif gurubuna sabır ve nezaketiniz için çok teşekkür ederim.

Hem lütfen unutmayın henüz XIII. bölgeyle işimiz bitmedi. Kılıç Ali Paşa'nın imamı, Tamara'nın gizemli mumları ve henüz keşfi tamamlanmamış Ermeni Kiliseleri bizi bekler:))

Haftaya Pazar hocamdan mevlevihane kapısında bir açılış yapmasını rica edeceğim. Yazarının "sırrı Mesnevi'den..." dediği Hüsn ü Aşk'dan bahsederek başlarız belki Gavur* Pera'yı dolaşmaya. Böylece tam da Pera Bağları'ndan yani en temiz noktadan hareket etmek ve Taksim meydanında günün heyecanını paylaşarak bitirmek güzel olur diye düşünüyorum. Ya da aşağıya inip, Büyük Londra Oteli'nde bir kahve mi içsek? Biz bir düşünelim:))

Pazar gününe kadar herkese kucak dolusu sevgiler....


*Sir bu lafı sevmiyor ama vallahi kötü bir niyetim yok. Avrupalı Pera desek de olur aslında:)


9 Ocak 2010 Cumartesi

YOLCUZADE*


İstanbul bana kapılarını açıyor, kendimi bembeyaz bir at üzerinde şehre giren II. Mehmet gibi hissediyorum. ( gerçi muhtemelen haftalarca yıkanmamış ve çok yorgundu buraya geldiğinde. Şehri ceset kokuları sarmış ve bütün askerler huzursuzlanmaya başlamışken acaba nasıl bir inançla ayakta kalmıştı? Artık hissedebiliyorum... Değermiş...)

Uzun süredir ertelediğim, sanki hakkım değilmişcesine elimi uzatıp alamadığım bir hayatı yaşıyor gibiyim. Nihayet, içimdeki tüm kuleleri yerle bir edenleri bağışlıyor gibiyim... "Kimsin ki sen Elvan Hanım, koskoca şehrin surları bile yerle bir olmuş!"* diyerek, içimde kalan molozu temizliyorum... Derin bir uykudan uyanmışcasına huzurla bakıyorum şehre. Topkapı Sarayı daha az canımı yakıyor artık... Galata Köprüsü'nde gözyaşlarıma teslim olarak yürüyebiliyorum... İşin güzel tarafı ağlamıyorum. İçimdeki gölet çoktan doldu, taştı... Bir tek damla daha olsaydı mecbur dışarı akacaktı. Ama yok!

Bugün Sir'e anlatıyordum hayatımda aldığım en büyük hediye paketini... Nasıl kalbimi hoplattığını ama içinden hiç bir şey çıkmadığını. Oysa şimdi, ormanda yürüyen bir masal kahramanı gibi şehrin verdiği küçücük hediye paketlerini bir bir toplarken iyileşiyorum. Her sürpriz, her keşif yaramı sarıyor. Hayal kırıklıklarımı bir daha buluşamayacakları noktalara serpiştirerek yürüyorum sokaklarda. Hafifliyorum. Güçleniyorum. Başka saraylar, başka kuleler keşfediyor ruhum. Uzun uzun susabilen, uzun uzun yürüyebilen, bana uzun uzun katlanabilen bir ortak da cabası:) Allah birini alırken, diğerini veriyor.

İstanbul, şişşt sana diyorum; eyvallah!
* VI. Daire'ye ve Mendere'e ne kadar dua etsek az!!!
**Yolcuzade Sokak / Perşembe Pazarı yolunuzun üzerinde değil biliyorum... Değiştiriverin yolunuzu. Gidip bakın köşedeki dükkana. İçine girin ve Cenevizlilerden kalan sarnıcı koklayın... Buranın Osmanlıya sebil olduğu anları hissedin. Acele edin çünkü yakında istimlak edilebilir... Bu da benim size hediyem olsun:)

KÖPEK

Geceyi köpeklerle geçirdim. Rüyamda - ki kendisi arap saçından beterdi - iki tane köpek vardı. Sahibine saldırgan olup olmadıklarını sordum. Kadın sakin sakin "saldırganlar ve eğer kaçarsan parçalarlar seni" dedi. Olduğum yerde çakılıp kaldım. Sadece yüzümü saklayabildim duvarla ellerimin arasına. Ve sen bütün uğursuzluğunla rüyamdaydın. Gerçekten bıktım artık!
Rüyama girmiş olmana olan öfkem bir yana - çünkü gerçek hayatta yarım kalan kavgama rüyalar aracılığıyla devam ettiğimi anladım artık - rüya boyunca kolumun altını, yüzümü ve ellerimi koklayan köpeğin ıslak burnu ve nefesi hala içimi titretiyor. Durmadan kendime telkinde bulunduğumu hatırlıyorum: "korkmamalıyım, korkmamalıyım..." O köpeklerden biri insan gibi konuşuyordu. Beni asıl ter içinde bırakan da bu oldu. Ama hepsi rüya işte, uyandım gitti!

8 Ocak 2010 Cuma

PEREME

Vikipedi der ki: Peremeci, Osmanlı Dönemi'nden günümüze gelmiş bir meslek adıdır. Peremecilik Türkçe sözlüklerde "Pereme kullanan veya yapan kimse" olarak tanımlanmaktadır. Pereme ise "Gondola benzeyen bir kayık" *olarak ifade edilmiştir.
Pereme ve Peremeci ifadeleri hakkında henüz netlik kazanmamış tanımlamalar mevcuttur. Kelimenin aslının "pereme" mi yoksa "peremeci" mi olduğu tartışma konusudur. Çünkü bir kısım araştırmacı ve dil bilimcilere göre Peremeci, tanımda ifade edilen kayığı kullanan, yapan veya idare eden kişi değil, doğrudan bu kayığın kendisidir.
Naci Lûgati de ise, Pereme (Perama, Rumca) "iki kürekli yani bir çifteli ağır kayık" olarak ifade edilmiştir. 20. yüzyıl Larousse’un da ise "perame" kelimesinde iki yelkenli, Türk bayrağı taşıyan iri boy bir gemi resmi bulunmaktadı ve tarif olarak da "Bordası çok kavisli, ön ve kıç tarafları yüksek, yakın sahillerde işlemeğe mahsus bir Türk teknesi” yazmaktadır.
Rumca'daki "Pereme ya da Peremeci"nin ise "şeytan kadar/şeytan gibi korkunç" gibi bir ifadeye sahip olduğu söylenmektedir.
Bilinen haliyle Peremeci, Osmanlı Dönemi'nde İzmir'de inşa edilen ve genel olarak yük ve hayvan taşımacılığında kullanılan ve 13 metre boyunda olan bir taşıma aracıdır. Çok eskilere, Bizans dönemine kadar indiği tahmin ediliyor. Eski vergi kayıtlarında bir de peremeciyan (=peremeciler ) sözü geçmektedir.
Osmanlı Bahriye Teşkilâtı'nın 17. Yüzyılda Tersâne-i Âmire adlı kitabında, “pereme-i esb-i Üsküdar” olarak ifade edilip şu şekilde tanımlanıyor.
* Venedik ve İstanbul'un kimbilir daha ne çok benzerliği vardı eskiden.....

7 Ocak 2010 Perşembe

DERYA-YI MARİFETTEN BİR KATRE

Eskiler Mesnevî”yi deryâ-yı mârifet olarak nitelendirirler. Mârifet, kelime anlamı itibariyle, bilmek anlamına gelir. Ancak bu bilmek, bir konu üzerinde ilmi etütle elde edilen bir bilişten çok farklıdır; bir şeyin üzerinde derin tefekkür ve tedebbürle ulaşılan bir bilgilenme haline işaret eder. Tefekkür kelimesini günümüzdeki sözlükler, bir mesele hakkında zihni faaliyet gösterme, düşünme ve derin düşünme şeklinde; tedebbürü ise, tedbirli olma, duruma uygun hareket etmek olarak açıklamaktadırlar. Tefekküre verilen anlam, kısmen de olsa doğru kabul edilse de, tedebbüre verilen anlam, kelimenin ne denli anlam daralmasına uğradığını gösterir. Nitekim tedebbür, etimolojik olarak her ne kadar tedbirli olma haline delâlet etse de, bizim kültürümüzde kelimenin anlamı biraz daha geniştir; kelimenin bir şeyin sonunu, hakîkati düşünme anlamı da vardır.


Buradan yola çıkarak oluşturulan, iyi düşünülerek gidilen yol anlamına kullanılan hüsn-i tedbir ve yanlış yol anlamına gelen sû-ı tedbîr tabirleri de artık tedavülden kalkmış gibi. Her ne ise, tefekkür ve tedbir kelimeleri üzerinde düşünmek bahs-i digerdir. Ancak buradan yola çıkarak mârifetin, bir zihni faaliyet olmanın yanında, meselenin hakîkati etrafında düşünerek ulaşılan bir bilgi olduğuna işaret etmek mümkündür. Daha doğrusu, sufi gelenekte mârifet, rûhânî halleri yaşayarak, mânevî ve ilâh hakîkatleri tadarak elde ettikleri irfân bilgidir. Bu bilgiye, sûfi şeri”at, tarîkat ve hakîkat kapılarından geçerek ulaşır.


Mamafih deryâ-yı mârifet olan Mesnevî, bu sonuncu kapıda yapılan sohbetleri hâvidir. Bu sebepledir ki, o sadece malûm-ı ilâm kabilinden bir kısım bilgilerin derlenip yeni bir üslupla düzenlendiği ansiklopedik bir eser değildir; tefekkür ve tedebbürle ulaşılan hakîkatlerin sunulduğu eşsiz bir eserdir.

Deryâ kelimesi de günümüzde daha çok temel anlamıyla, yani deniz yerinde kullanılmaktadır. Bununla birlikte bazen çok bilgili kişiyi ifade etmek için yan anlamında da kullanıyoruz. Oysa sözlüklerimizde, kelimenin ifade ettiği anlam dünyası oldukça zengindir. Kelimenin sufi nazarındaki anlamı da zengindir. Mesela, mutlak varlığı ifade etmek için deryâ-yı muhît, tevhid ilkesini ifade için de deryâ-yı vahdet tabirleri kullanılır.


Mesnevînin deryâ-yı mârifet olması, hem muhteva itibariyle zenginliğine işaret eder hem de bu zenginlikle birlikte temel konunun vahdet olduğuna. Diğer bir ifadeyle, kesrette vahdeti arama esasına müstenit bir zihni aydınlanma süreci içerisinde olan sufi, çok farklı konular etrafında konuşurken de temelde tek bir meseleyi ele almaktadır; o, da tevhittir. Esasen ulaşılan dördüncü kapı olan mârifetin de anlamı bu değil midir? Bu itibarla Mesnevî, her mısra”ında hakîkate ilişkin bilgiler vererek okuyucusunu tevhit ekseninde bir idrak seviyesine ulaştırır. Fakat bu idrak ona yaklaşım biçimimizle doğrudan alakalıdır. Nitekim Mevlânâ der ki: “Kim bu Mesneviyi masal diye okursa, onun için masaldır. Fakat kendisinin hâlini bu kitapta gören kişi de er kişidir.” (Mesnevi, IV, 32). Evet, bir marifet deryası olan Mesnevî”den ne almak istersen onu alırsın. Tıpkı deniz gibi, orada dalgaların arasında boğuşarak inci çıkarmak isteyen inci çıkarır; midye çıkarmak isteyen de midye.

Mesnevî'ye deryâ-yı mârifet olarak nitelendiren toplumun bir üyesi olarak Osmanlı şâirinin onun etkisinde kalması kaçınılmazdır. Bu şâire göre şiir, her ne kadar “mevzun ve mukaffa söz” olsa da biçimden yola çıkılarak yapılan bu tarifin fevkinde bir anlama sahiptir. Nitekim bu şâirlerden bazılarına göre şiir, “ilâhî ilham esintileri ve Sübhânî feyz havalarının eseri”dir1. Esasen dili cennetin anahtarı olan şâirlerin içlerindeki denizlerden düşünce kabarcıkları ile kenara çıkan irfân cevherleri ile mârifet ve mânâ incileri, ilâhî sır ve vâridât hazinelerinde toplanarak şiir halini alırlar. Dolayısıyla şâir, ezelî yaratıcının övücüsü, en güzel halk edicinin sırlarını methedici ve keşfedicidir. Şiire ve şâire böylesine bir anlam yükleyenlerin önlerindeki en önemli örnek Mevlânâ”dır. Bununla birlikte Mevlâna, geride manzum büyük bir külliyat bırakmasına karşın, kendisini şâir olarak nitelendirmez. Şiir onun için sadece, ulaştığı hakîkatleri ifade formundan ibarettir. Daha doğrusu şiir, “bir hekimin ilaçtan bıkıp onu içmek istemeyen, canı şerbet çeken bir hastaya ilacı şerbete karıştırarak vermesinden başka bir şey değildir.” O adeta bir tâbîb-ı hâzıktır; kime nasıl ilaç içireceğini ve kimi nasıl tedavi edeceğini bilmektedir. Şiir, bu bilişin dışarıya yansımasıdır. Osmanlı şâiri, tekke ve tasavvuf çevrelerinden gelsin ya da gelmesin, kendisine ilacı şerbetle karıştırarak sunan tabîb-ı hâzıka teslim olmuştur.

Deryâ-yı Mârifetten İçenler
Burada Mevlânâ”nın şiire yüklediği anlamı tartışma konusu edecek değiliz. Ancak Mevlânâ”nın daha sonraki dönemlerde hem şiire yüklediği anlam ve şiir anlayışı bakımından hem de şiirlerinde ulaştığı mânâ itibariyle kendinden sonra gelen şâirleri etkilediğini söylemek mümkündür. Şiire yüklediği anlam ve şiir anlayışı derken, onun poetik duruşuna atıfta bulunuyoruz. Nedir Mevlânâ”ya göre şiir? Bu sorunun bir cümleyle cevabını vermek mümkün değildir. Fakat şu kadarını söylemek mümkündür: Mevlânâ”nın nazarında şiir, sadece estetik kaygılarla varlık kazanmaz. Zîra onun nazarında şiir, evliyânın yüksek kerâmetlerinden biridir. Fakat biçime verili dünyanın estetik formlarına öylesine bağlı kalmamak da gerekir. Şiirin estetik formu, kafiye ve vezindir. Bu formun ötesine ulaşmak esastır. Nitekim sadece biçim de değil, bizatihi harf, sevgiyi anlatmakta yeterli olmadığı gibi, aynı zamanda mânâyı da sınırlar. Der ki:
Harfi, sesi, sözü artık birbirine vurup parçalayayım da
Seninle bu üçü olmaksızın konuşayım


Kuşkusuz şiir, harfle, sesle ve sözle varlık kazanıyor. Mevlânâ bunun farkında olmakla birlikte bizi, harfin de, sesin de, sözün de ötesindeki bir alana götürüyor. Bu alan mânâ alanıdır; irfân bilginin muhataba sunulması esastır. Bu yüzden de fikr zenginlik şiiriyetin önüne geçer. Bu durumu divân-ı ilâhiyât sahibi olan diğer sufi şâirlerimizde de tespit edilebilir. Bu yüzden onların şiirlerinde sıkça vezin hatalarına, kafiye yanlışlarına rastlamak mümkündür. Bu şâirlerden biri olan Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi poetikasını Mevlânâ”dan yola çıkarak oluşturduğunu açıkça söylemektedir. Şöyle diyor:

Celâleddîn”e bir gün bir sühân-ver
Su”âl edüp dedi ey câna rehber
Ne sırdur evliyâu”llâh nazımda
Ri”âyet kâfiye itmez nazımda
Heman ma”niye olurlar mukayyed
Olurlar ma”ni-i hâlle mü”eyyed
Egerçi sözleridür cümle a”lâ
Hakîkat sözleridür hem mukaffâ
Celâleddin buyurdu ol mahalde
Meşâyih söyledükleri gazelde
Cemâl-i yâr-i gözlerler hakîkat
O yüzi göricek anlar olur mest
O mestlük içre bir âvâz irişür
Velî bî-harf ü bî-âvâz irişür
Cemâlümden gözün ayırmanuz der
Benim yüzümden ayrı görmeniz der
“İbâret kâfiye midür bu hâle
Düşüpdür kâfiye erbâb-ı kâle
….
Anuñçün kâfiye ile mukayyed
Değildürler olup durur mü”eyyed

İbrahim Efendi”nin Vahdet-nâme isimli kasîdesinde ele aldığı bu kıssa, sadece onun değil, izini sürdüğü Mevlânâ”nın ve diğer sûfilerin de poetikalarını açıkça ifade etmektedir. Burada bir bölümünü zikrettiğimiz metinde şair kısaca şunları söylüyor: Bir gün şiirden anlayan, şiir zevkine ermiş ve bu meydanda söz söyleyebilecek yetkinlikte bir “suhânver”, Mevlânâ”ya, sûfî şâirlerin kâfiye ve vezne riâyet etmek yerine ma”nâyı öne çıkarmalarının hikmetini sormuştur. Bu soruyu Mevlânâ, sûfî şâirin içinde bulunduğu ma”nevî hâl ile izah etmiştir. Buna göre, herhangi bir sûfi şâir, bir şiir terennüm ederken, “Cemâl-i Yâri” gözlediğinden mest olur. İşte bu mestlik hâlinde bulunan sûfî harfsiz bir âvâz işitir. Onun şiir yazarken yaptığı, bu âvâzı terennüm etme gayretinden başka bir şey değildir. Bunun için onlar, kâfiye ve vezinle mukayyet değillerdir.

Mevlânâ”nın, kendinden sonra gelen sufi şâirleri, Oğlanlar Şeyhi İbrahim örneğinde olduğu gibi poetik duruşu itibariyle etkilerken hem de mânâ bakımından etkilemiştir. Bu etki de günümüzde sanıldığı gibi, sadece Mevlevî gelenekten gelenlerle sınırlı değildir. Şüphesiz bir Mevlevî muhit içerisinde gelişen bir zümre edebiyatından söz etmek mümkündür. Lakin Mevlânâ etkisinin diğer irfânî muhitleri de kuşattığının farkında olmak lazımdır. Bu meyanda Dede Ömer Rûşenî'yi zikretmek mümkündür. Rûşenî, bilindiği gibi, Halvetiyye içerisinde Rûşeniyye isimli başlı başına müstakil bir sûfî muhitin kurucu piridir. Bununla birlikte Divân'ında Mevlâna”yı özenle takip etmenin yanında, doğrudan doğruya Mesnevî'den aldığı ilhamla Çoban-nâme ve Ney-nâme isimli mesnevîler de kaleme almıştır. Bu mesnevîlerden ilkinde Mesnevî'deki Hz. Musâ ile çoban arasında geçen hikayeyi konu edinirken, ikincisini ise Mesnevî'nin ilk on sekiz beytinden mülhem tertip etmiştir.

İster Mevlevî olsun, ister olmasın, sûf gelenek içerisinde edebî faaliyette bulunan şâirlerin en önemli kaynaklarından birisi Mevlânâ'dır. Ancak bu ifade, Mevlânâ”nın etkisinde sadece sûfi şâirler kalmıştır anlamına gelmez. Aksine şiir estetiğini önceleyen diğer Osmanlı şâirlerinin de bir şekilde Mevlânâ'nın etkisinde kaldıklarını söylemek mümkündür. Bu etki daha çok, mazmunlar seviyesindedir. Daha doğrusu Mevlânâ, her ne kadar formdan ve biçimden uzak olduğunu söylese de o kadar da hayal-engîzdir. Osmanlı şiir geleneğinde bir eleştiri kavramı olan hayal-engîz, şiirde zekice buluşlar kullanmak anlamına gelir. Gerçekten de Mevlânâ, zengin buluşlar yapan bir mânâ işçisidir. Onun estetik boyutu da burada kendisini ele vermektedir. İç âlemdeki yolculuk ve cân mirâcına çıkış, bu tecrübeyi tadamayan diğer şâirlere nazaran, onu derûnî boyutta yüceltirken büyük bir mânâ kâşifi de yapmıştır. Bu sebepten hep içerden, bizatihi yaşayarak tecrübe ettiği dünyadan haberler taşır. Bu estetik seviyenin şiirimize zengin mazmunlar kazandırması tabiidir. İşte bu yönüyle, şiirde fikri değil estetik duruşu önceleyen şâirleri de kuşatmıştır. Her ne kadar çoğu şâirimiz Mevlevî gelenekten gelen Şeyh Gâlib gibi, bu etkiyi açıkça dile getirmese de, işin erbâbınca bu etki malumdur.

Şeyh Gâlib, Osmanlı edebi birikiminin müstesna örneklerinden biri olan Hüsn ü Aşk'ın şâiridir. O, çok açık bir şekilde bu eserinin ilham kaynağının Mevlânâ olduğunu söyler:

Esrârını Mesnevî'den aldım
Çaldımsa da mîrî malı çaldım
Feyz erdi Cenâb-ı Mevlevî'den
Aldım nice ders Mesnevî'den
Deryâ-yı Mârifet'te Kaybolmak

Osmanlı şâiri, Mesnevî'de Mevlânâ denizinin dalgaları arasında boğuşarak nice inciler çıkarmıştır. Bu incileri sadece mazmun seviyesinde de değildir. Diğer bir ifadeyle şâirler, Mevlânâ'nın insanda keşif heyecanı uyandıran buluşlarıyla yetinmemişler, onun hikâyelerle anlattığı ve tasvir ettiği Doğu mitolojisine ve kültürüne de âşina olmuşlardır. Dolayısıyla Mesnevî, her ne kadar Farsça yazılsa da yapılan tercümeleri ve şerhleriyle Osmanlı aydınını etkisi altına almış ve onu hayal-engîz mânâlarla ve hikmetle buluşturmuştur. Bu sebeptendir ki kasîde geleneğinin öncü şâiri Nef”î, Mesnevî“nin her beytinin cihân-ı mârifet olduğunu söylemiştir.


Nef”î, deryâ-yı mârifeti cihân-ı mârifete dönüştürdü; Mesnevî başlı başına bir dünyadır dedi. Ona göre, bu mârifet dünyasının sadece güneşi ışık yaymaz, zerresi de ışık kaynağıdır.

Mesnevî ammâ ki her beyti cihân-ı ma'rifet
Zerresiyle âfitâbının berâber pertevi
Hulâsâ Osmanlı şâiri, Mevlevî-hâneler ve Mesnevî-hânelerle içine doğduğu bu mârifet dünyasından çokça yararlandı. Bu mârifet deryasında susuzluğunu gidermeyi başardı....

YOLLARI YOKUŞLU, GÜLLERİ DİKENLİ BAHÇE ACABA NEDİR?

Burada gül de, var dikende. Aşk da var, şiddet de. Huzur da, uykusuzluk da... Bahçeye hoşgeldiniz. Nicedir kapısından bakıp, güllerin kokusunu derin derin içinize çekiyordunuz. "Sahibi kim?" diye mahalle bakkalına sorarken görmüştüm sizi. Hatta göz göze gelince utanıp, kaçmıştınız.

İçeri girene kadar az uğraşmadınız. Yüz kere caydınız, yüz kere "tövbe!" dediniz ama işte buradasınız. Kınamıyorum. Yargılamıyorum. Fakat burada dikenler de var... Sonbahar da var... Güneşsiz günlerde daha çok ilgi bekleyen, sadece su ve gümre değil, bol bol şiir, şarkı duymak isteyen çiçeklerle birliktesiniz.

Giriş de, çıkış da serbest bu bahçeye. Sadece dikkat etmelisiniz. Çünkü herkes tam gelip, eksik gider buradan. Kiminin saçı takılır dikenler, kiminin eteği... Telaştan unutulur ya da öfkeden fırlatılıp atılır birşeyler...

Anılarını bahçede bırakan bir dostum vardı. Bazen dönüp dönüp ardına bakardı sanki bir gelen varmış gibi... Geçenlerde köprüde gördüm onu. Gülüşü değişmiş, bakışı değişmiş... Anılarına kavuşmuş nihayet, anılarıyla kucaklaşmış. Unutmanın lanetinden kurtulmuş! Sıkı sıkı sarıldım, öptüm yanaklarından. Avuçlarındaki izlere baktım." Geri aldım" dedi. " Bütün bahçeyi tarumar ettim ama benim olanı aldım". Ağladı. Ağladım. Sonra güldük.

Bedel ödemeden çıkamazsınız bu bahçeden, unutmayın. Ama bedel ödemekten kaçanlar, pişmanlıklarının faizi altında ezilirler, asıl bunu hatırlayın...


Bahçeye hoşgeldiniz.




6 Ocak 2010 Çarşamba

YÜKSEK KALDIRIM


"Hah bi orası kaldı gitmediğin" diyenleri duyar gibiyim. Ama oraya da gittim ne haber:)) Tırsmadığımı söyleyemem ama korkunun ecele faydası yok, eğer kötü yola düşmek varsa kaderde kaçamam ki... Gerçi belanın üzerine üzerine yürümenin de anlamı yok tabii ve fakat vallahi amacım o sokağa girmek değildi. Ben sadece Doğan Apartmanı'na bakacaktım...

Pazar günü yapacağım yılın ilk gezisi için - eşe dosta bedava! - keşiflerimi tamamladım bugün. Tabii Sir olmayınca daha edepli davranıp ana yoldan sapmamalıydım ya edep karaborsa! Neyse ki abiler sadece bakıyorlar! Zaten ben de fazla zorlamadım şansımı, baktım durum kritik, çıktım o acayip sokaktan. Burası İstanbul'un göbeği arkadaşlar ve gerçekten garip adamlar ve garip bir ticaret var. Daha fazlasını anlatamayacağım çünkü şükürler olsun ki bilmiyorum! Tek söyleyebileceğim benim yaptığım sazanlığı yapıp "aman ne olacak saat daha üç bile değil" diyerekten oralarda şuursuzca dolanmayın! Bu işin saati falan yok.

Sakin sakin Yeraltı Camii'ne bakın, oradan çıkıp civardaki müzeleri gezin. ( Orada iki tane müze olduğunu bahse girerim çoğunuz bilmiyor ) Bankalar Caddesi'ne bakın. Perşembe Pazarı tarafında da fazla karanlığa kalmayın. Hanların içine de öyle tek başınıza dalmayın. Zaten içlerinde pek bir şey yok. Mallarını yığmış adamlar. Ama sakın Kılıç Ali Paşa ve Arap Camii'ni görmeden Galata'yı bırakmayın. Unutmadan bir de azıcık zahmet edip sebile yürüyün ve hatta dönerken yol üzerindeki kapıda ünlü semt sakinlerinin armalarına bakın.

Son bir öneri, Galata Kulesi dibindeki kahvede mutlaka Türk Kahvesi için. Daha fazlasını isteyenler, - mesela kalan Ceneviz surlarının izini sürmek, Kılıç Ali Paşa'nın inadına tanıklık etmek ve Tamara ile tanışmak gibi - mecburen bizi arayacaklar:))


Bu arada tüm Ortadoks camiasının yeni yılını içtenlikle kutluyorum. Dilerim onlar için de daha güzel bir yıl olsun.... Ayrıca kutlama cümlesi böyle bir yazıda geçtiği için özür diliyorum. Ama mazeretim var: en güzel Ortadoks Kiliseler hala Galata'da!

ZENGİNLİK ÜZERİNE BİR NOT.


Dün akşam çok değerli bir dostum aradı. Telefonu kapattıktan sonra içimden fena halde zengin olmak geldi. Ne zamandır hiç "zengin olsam" dememiştim. Sanırım dostumun telefonundan önce gelen arama da canımı sıktı... Ama bunu tekrar anlatarak üzmeyeceğim kendimi.

Neyse, durduk yere bir gecede zengin olunamayacağının farkındayım. Üstelik pek çok varlıklı insanın hikayesini de yakından biliyorum. Mesela aileden zengin olanlar vardı içlerinde... Bazıları delice şanslıydı ve kocaman kocaman riskler aldılar.. Hatta bazıları da inanmazsınız eşşekler gibi çalışıp dişiyle tırnağıyla kazandı herşeyini. Ha arada birşeyler yitirdi ama paranın alamayacağı ne vardı ki şu koca dünyada? Nasıl olsa yitirdiklerini telafi ederdi para...

Benim parayla ilişkim daima çok zayıf oldu. İlk hatırladığım para ilkokul harçlığım olan kağıt beş liralar*. Sanırım onu da sırf renginden ötürü severdim. Uzun süre harcamazdım. Çünkü o güzelim mavi paranın karşılığında teneke paralar veriyordu simitçi! Zaten para karşılığında aldığım şeylerle tatmin olamayacağım o zamanlardan belliydi. Ama çok önemli bir şey atladım, başkaları da vardı... Sevdiklerim...

İstanbul'un sokaklarında gezmeye başladığımdan beri yani sadece havalı semtleri değil, izbe yerleri de demek istiyorum, bu konuyu daha çok düşünür oldum. Hem tanıdığım hem de tanımadığım insanlar için öyle çok şey var ki yapmak istediğim... Fakat elim kolum bağlı. Sadece kendime yetecek kadar param var. Hatta bazen o da yok! Ve aslında umurumda da değil.

Geçenlerde çok tatlı bir çiftle sohbet ederken sahip olduğum ayakkabı sayısından ne kadar utandığımı söyledim. Gerçekti. İhtiyacımdan fazlasına sahibim ve onlara harcadığım para ve zaman yüzünden bugün belki daha az zamanım ve param kaldı.

Kısacası ne para, ne de zaman konusunda fazla yol alamadım şu güne kadar. Sadece, dün akşam telefonu kapatmadan evvel şöyle desem o an için mutlu olacaktım " al beğendiğin zımbırtıyı, hatta yanında ne istiyorsan onu da al, ben öderim". Anlık bir mutluluk olacaktı belki ama olacaktı işte. Oysa dostumun aradığı da bu değildi. O da derin bir yerde arıyordu mutluluğu.Çul çaput sadece örtünmek içindi. Daha dipte, balçığın altındaydı inci... Zengin olma dileğimin anlık yanılgısından, her gece benimle uyuyan değerli hediyeye sarılarak ayıldım.

"Hırs, şevhet ve öfke ile varılacak yol yok" diyordu kitap. Eh açık söyleyeyim içim rahatladı. Bende hırs malumunuz sıfır. Şevhet desen türüme ihanet olacak ama zerre kadar umurumda değil. E bu durumda öfke var tek engel olarak önümde.

Jasmin'le içtiğimiz kahvede "balık kavağa çıkacak" demişti falcı. Yani o kadar imkansız bir şey olacaktı... "Kısa zamanda çok zengin olacaksın" da demişti. Bence haklıydı. Fakat orada anlatılan zenginlik yanılsamalar dünyasına ait değildi, henüz adımımı atmadığım alemlerdeki zenginliği anlatıyordu. Bilemezdim ki... Şimdi biraz biraz anladım falı da, falcıyı da. Trendeki "hiç" kağıtlarıyla da perçinledim anladıklarımı...

Dostum beni zengin bir kadın olduğum için aradı. Ona verecek param yoktu ve o da para istemiyordu zaten. Yine de alış verişin ortasında yaptığı işe onay vermemi istedi. Bana güvendi. İşte sadece bu kadardı aslında; zengin bir kadınım ben, haberim yok!


* Babam bayramlarda bankadan hiç kullanılmamış destelerle beş, on ve yirmi liralar alırdı. annem de onları şekerle beraber gelen çocuklara verirdi. Ne şekerde, ne de on veya yirmi liralarda değil gözüm hep beş liralarda kalırdı... Özellikle arka yüzüne dakikalarca baktığımı hatırlıyorum... Bir de pembe mavi bin lirayı deli gibi severdim. Hatırlayan var mı?

5 Ocak 2010 Salı

AVATAR


Epeyce Amerikalı ve bir o kadar da teknoloji harikası. Üstelik tüm çok satmış felsefelerden kopyala yapıştır duygusu vermekle beraber "suyunun suyundan" sıyrılıp*, gerçeği anımsamayı başarabilirseniz şahane bir film. Bence sadece o muhteşem yaratıklarla uçurumlarda süzülmeyi hayal etmek için bile görmeye değer.
Nefesimizin bile aslında bize ödünç verildiğini anlatan sahneleri, kundalininin ne kadar büyük bir gücü olduğunu ve iyilik için nasıl harekete geçirilebileceğini, avatar denilen canlıların birbirlerine "kardeşim" demelerini ve selam şekilllerini bi görün bakalım ne düşüneceksini? Ayrıca "ağaç" da size eminim hiç yabancı gelmeyecek. Bu arada kızların kuyruğu var ama o kadar güzeller ki, insan varsın kuyruğum olsun diyor!
* sanırım okuma tembeli insanların dünyasına artık alışmam lazım! Zaten benim performansım da epeyce düştü. Gittikçe ısınan sudaki kurbağayım ya:))

3 Ocak 2010 Pazar

Ahde Vefa.... Yola Çıktım Bir Kere.

"Bir kaç gün yazamazsam blogda, öldü falan sanmayın" diye eşe dosta haber salmıştım ya, şekilde görüldüğü üzere duramadım. Yazmak benim mide ilacım, kahvem, sevinme ve üzülmelerimi not etme ihtiyacım. Ya da hepsi ve de hiç biri!
Bu yazı için de mecbur kaldım, zira ağır tahrik vardı. Nihal halam bana yeni yıl hediyesi kitaplar aldı. Kadın ne yapsın, biliyor ki başka türlü ne alınsa "a teşekkür ederim" diyerek, evim bi yerlerinde unutuyorum. Kitaplara hiç olmazsa bir kaç gün dokunma nezaketini gösteriyorum.

Bu defa kitapları beraber seçtik. Fazla sesimi çıkartmadım, sadece birine itiraz ettim. Öbürünü açıkcası ben de merak ettim. Üzerinde "...Küçük Prens, ... Türk" vs vs gibi bir şeyler yazıyordu. Çok da fena olamazdı, belli ki içinde Küçük Prens'e gönderme yapılan bölümler vardı. Hem dünya okumuştu kitabı di mi ya!

Ben de okudum! Ve bir kez daha gördüm ki artık geri dönüşsüz bir yoldayız... Her şey çok satanlar listesine girmek için savaşta... Her şey hızlı tüketilebilir ve hap şeklinde! İşte gerçek ya da artık görüntüler dünyasına nanik yapmaya karar vermişlerin tanımıyla: gerçek olduğuna inanıp, üzerine kuleler inşa etmemiz beklenen bataklık!

Yozlaşma denilen düşman göz gören, kulak işiten her yerde. Öncelikle de tam içimizde. ( Nazmi Hocamın aktardığı hikayeyle açıklarsak su dolu kaba atılmış, altı kısık ateşte bir tencerede rehavete kapılmış kurbağalar gibiyiz. Su kaynar olsa, atlamamızla çıkmamız bir olurdu ama ılık ılık rahatlarken, ölen parçamızı hiseetmiyoruz bile!) Mesela bende. Bu kitap hakkında atıp tutmadan evvel durup kendime bakmalıyım belki de, acaba neden bu kadar tepki gösteriyorum ki okuduğuma? Çok basit: k..çım yemiyor oturup daha iyisini yazmaya. Bu kadar. Nokta. Yine de gözüm hala iyiyi kötüyü seçiyor şükür. El tembelse, göz ne yapsın gariban!

Kitap epeyce acıklı arkadaşlar. Karakterler toplama, konu da suyunun suyu... Ama gerçekten suyunun suyu. Hani ilkokul çağı için eh idare er de, bu kadar da ilkokul çocuğu yoktur gezegende! İşin acıklı tarafı, yazar iyi bir okul mezunu ve pek hevesli diye hemen Çağdaş Türk Yazarları arasına iliştirilivermiş. Hem de tek kitapla!

Eh be canım kardeşim, hadi etraf şarlatan dolu, yazık değil mi senin güzelim eğitimine, nasıl kapılırsın sen bu pohpohlamalara? Demezler mi adama yaptığın ayıp diye. Bak al işte benim gibi bir arıza okudu kitabını. Üstelik yaptığın şeyi aynen şöyle görüyorum:"La Isla Bonita"ya cover! Epeyce de kötü bir cover üstelik. Madonna'nın ekmeğinden hırsızlık ediyorsun sen. Üstelik alıcıyı da küçümsüyorsun... Egoyu yok etmekten bahsederken "siz ancak bu şekilde anlarsınız, bakın ben de bu şekilde anlatabilenim" diyorsun... ( Sahi peki ben neciyim bunları akrarırken, biraz düşüneyim... )

Elimde olsa satır satır deşifre eder, rezil ederdim seni. Ama bu ne kadar yoluma uygun olurdu acaba? Talip olduğum yoldan saptırmaz mıydı beni? Bu yüzden yutkunuyorum, bir bardak su içiyorum ve okuduğum kitabı ve yazarını zamanımı çaldıkları için affediyorum.

Yazmak benim affetme şeklim, yazmak benim yatışma halim:))