31 Ağustos 2011 Çarşamba

GÜNAYDIN STUUUTTGART!

Günaydın:)
Sabah kahvemi içmeye Ayvansaray'a gidiyorum. Rachel kabak tatlısı ve nar ekşisi getirmiş. Onları almam lazım. Bu arada nar ekşisi demişken, sana gelirken getireceğim biraz. Kısır yapıp duruyorsun ya, koyarsın :)
Bayramın birinci günü sakin geçti.. Ben iyice yaşlanmış olmalıyım ki "nerede eski bayramlar" cümlesi dilimin ucunda can çekişiyor! Gerçekten üzülüyorum ruhsuzluğumuza... Hayatın geçiciliğini, anın değerini konuşup konuşup aslında anlayamayışımıza...
Dışarıda çok keyifli bir sonbahar havası var. Ayvansaray sonrası Nuruosmaniye civarına gideceğiz. Kitapçı gezip, bir kahve de orada içeriz belki. Gün Beyoğlu'na doğru devam edip, Karaköy üzerinden Kadıköy ile bitecek. Al sana bayramın ikinci günü..
Mezarlık ziyareti yapmadım. İstemiyorum da. Neden bilmiyorum ama istemiyorum...
Bende sabah haberleri böyle dostum, öperim!

30 Ağustos 2011 Salı

BAYRAM


Dün gece televizyonda Genco Erkal ve Hakkı Devrim eski bayramlar hakkında sohbet ediyorlardı. Biraz seyrettim. Bahsettikleri şeyler yüz yıl öncesine ait değildi ama o kadar eskimişti ki... İnsan burkuluyor.. Mendilde para vermek, orta oyunu izlemek ve daha neler neler...
Bayram benim için kocaman, masamızda dostlarımızın olduğu bir sofra demek. Ki bizim evin metrekaresi küçülse bile hala neredeyse her pazar zaten bayram gibi geçer. Yine de bayramın ayrıcalıkları vardır.. Bir kere Eda Lisa ve Leyla Nora'nın hediyeleri vardır... Onlar paketlenir. Sonra Prusya Kralı bayram için kahvaltılık alışverişi yapar. Ve tabii masayı ben hazırlarım. Adama "ben birgün bu evde yaşamadığımda kim hazırlayacak masayı?" diye sordum. "Ben seni arar uyandırırım, gelir hazırlarsın!" dedi. Yani görevler ölene dek üzerimize yapışmış durumda. Şikayetçi miyim? Yooo. Ben masa hazırlamayı çok severim. Sevmediğim toplayıp, makineye yerleştirme bölümüdür :)
Bu sabah şeker değil de kurban bayramı havası var fark ettiniz mi? Gri, yağdı yağacak bir havaya uyandık.. Hayırlısı diyelim.. Herkese iyi bayramlar!
*fotoğraf bir zamanlar Bodrum'dan... Galiba küçük kız Yaprak.

29 Ağustos 2011 Pazartesi


"Eğer birgün çok büyük bir derdin olursa;
Rabbine dönüp ‘Büyük bir derdim var’ deme.
Derdine dönüp ‘Büyük bir Rabbim var’ de!"
Hz. Mevlana

28 Ağustos 2011 Pazar

GENLERİMİ SEVİYORUM!!

KAT KAT GİYİNDİĞİM BİR ELBİSE SANKİ VARLIĞIM. DAVRANIŞLARIM... BÜTÜN BU ELBİSELERİN BENİM SEÇİMİM OLMADIĞINI, BAZILARININ HİÇ TANIMADIĞIM ANNEANNEMDEN, BAZILARININ İSE BÜYÜK DEDEMDEN GELDİĞİNİ ARTIK BİLİYORUM. YÜZÜMDE YAKALADIĞIM BİR BAKIŞ, ELİMİ SAÇIMDA GEZDİRDİĞİM HAL VE HATTA YATTIĞIMDA BEDENİMİN ALDIĞI POZİSYON BİLE BENİM SEÇİMİM OLMAYABİLİR. BU YÜZDEN SIK SIK BAKIYORUM ÜSTÜME BAŞIMA, İÇİME, DIŞIMA. CİĞERLERİNE NEFES ÇEKİP, YAŞATTIĞIM BU BEDENDE KAÇ KADIN VE KAÇ ADAMDAN NE KADAR MİRAS VAR MERAK EDİYORUM. KİMİN GİBİ KIZDIĞIMI, KİMİN GİBİ SEVDİĞİMİ, KİMİN GİBİ AĞLADIĞIMI BİLMEK İSTERDİM..
BİR VE BÜTÜN OLANDAN DÜŞÜNDÜĞÜM KADAR BAĞIMSIZ OLMADIĞIMI, BANA DOĞRUDAN VE DOLAYLI OLARAK ETKİ EDEN TÜM BU TANIŞIKLIKLARIN AYRILMAZ BİR PARÇASI OLDUĞUMU ARTIK ANLIYORUM... SEÇTİĞİM KİTAP, DİNLENMEK İÇİN TERCİH ETTİĞİM MÜZİK, HEP GİTMEK İSTEDİĞİM KUZEY DENİZİ...
"EVRENLE BİR VE BÜTÜN OLMAK" CÜMLESİ KAFAMDA VE KALBİMDE YERİNİ ARARKEN ÇOK EĞLENİYORUM... O ÇOK DALGA GEÇTİĞİM SPİRİTÜEL TEYZELERE Mİ BENZEYECEĞİM SONUNDA? YA DA BEN DE FAL BAKMAYA BAŞLAR MIYIM? HAYATIN TÜM ANLAMINI, "KAYBOLURUM" DİYE ÖNÜNDEN GEÇMEDİĞİM YOLDA MI BULURUM ACABA? KAÇTIĞIM YER MİDİR VARACAĞIM YER? OOOO ÇOK EĞLENİYORUM BEN BUGÜN!!!
BİR DAHA DÜNYAYA GELDİĞİMDE GENETİK MÜHENDİSLİĞİ OKUSAM MI ACABA? YOK YOK SİRKTE ÇALIŞACAĞIM:)))

KÜLLER KÜLLERE TOZLAR TOZLARA..BEN NEREYE?


http://www.youtube.com/watch?v=scnF7yfkclM



Dün gece biraz televizyon seyrettim. Sıkıldım... Sonra elim Mesnevi'ye gitti. Ama okumadım, azıcık dokundum ona, garip, dokunmak bile huzur veriyor... Biliyorsun yatakta kalabalığız; ben, Mesnevi, ejderha.. Yuvarlanıp gidiyoruz. Neyse ki artık çift kişilik yatağım! Yine de inatla ucunda uyuyorum, alışmamış bedendeki yatak :))
Ama ne oldu biliyor musun? Koridordan geçerken tıpkı korku filmlerindeki gibi uçuşan, siyah, tül ile kül arası bir nesne hızla arkamdan geldi ve beni geçip yok oldu! Anlatmak, kelimelere dökmek zor... O anda beynime nasıl bir hal olmuşsa ben, belki bir gölgeyi veya başka bir duyguyu böyle algıladım. Fakat ondan az evvel de benzer bir şey mutfakta olmuştu. Bir bardak su almak için mutfak tezgahının önünde duruken avuç içi kadar bir kül parçası sanki havalandırmayı çalıştırmışım ve yukarı çekiliyormuş gibi hooop diye gitti. Hani kağıt yaktığımızda uçuşan kül gibiydi... Baktım, hiçbir zımbırtı göremedim! Yarasa yavrusu muydu falan diye somutlaştırmaya çalışacağım ama ağırlıksızdı hissettiğim şeydi. Var gibi, Yok gibi.
Odamda ışığı kapattıktan sonra dua ettim. Meleğime kötücül bir şey dolanıyorsa evimde o gidene dek yanımda kalmasını söyledim. Sonra mı? Yazdım. Kağıt kalem bulamayınca kafamın içinde yazdım! Bakınız şöyle:
Beni almaya gelmiş olabilirler miydi? Acaba Joe Black gibi, bu gelen de Azrail miydi? Bana usul usul mu sokuluyordu? Onu görmek mümkün müydü? Ya da bana kalan sürenin kıymeti hakkında göz dağı mı veriyordu? Meleğimi bile görmeye cesaret edemeyen ben, onu görürsem ne yapacaktım ki? "Gugli gugli, gugli"* mi diyecektim!?
Keşke işe yarasa!
Garip oldu tabii. Son iki hafta hissettiklerim, bedenimdeki değişiklikler, ruhumdaki değişiklikler... Bir dönemin sonun aişaret ediyor her şey. Buradan ne anlam çıkartıyoruz? B vitamini leş gibi koksa da içmeye ve sağlıklı şeyler yiyerek bünyeyi sağlam tutmaya devam. Hem ben yakında Bodrum'a gideceğime göre, her şey şahane olacak demektir:) Bu Joe Black fantazisi de tarihe karışacak... Zaten her canlı ölümü tatmayacak mı? Hazırlıksızlığım ve yapacak işlerim olması yüzünden bu kadar takıldım galiba... Takılmak yerine dinlenip, hız kazansam daha iyi olacak muhakkak. Ki öyle yapıyorum, bilinçaltı denilen şey dürtmediği sürece!
* THE FALL izlenseydi, korkuyla nasıl başa çıkacağınızı bilirdiniz:)))

27 Ağustos 2011 Cumartesi

MISIR ÇARŞISI'NDAKİ YENİ ÜRÜNLER: HAYAL KIRIKLIĞI VE MUZ KABUĞU

Vallahi durum bu. Mısır Çarşısı esnafını, bayram sevincini çoktaaan kaybetmiş... Hepsinde bir para kazanma telaşı, bir kabalık ve çiğliktir gitmekte... Oturup sohbet edildiğinde herkes birbirini suratsızlık ve samimiyetsizlikle suçlarken ve değişen koşullardan memnun olmadığımın söylerken, nasıl oluyor da bayram öncesi insanların içine azıcık merhamet, sevgi ve saygı gelmiyor? Biri bana açıklarsa çok sevinirim. Zira Mısır Çarşısı'ndaki çırak çocuğun 300 gr.'lık şekeri kafamıza atar gibi tezgaha fırlatıp, ne bir iyi bayramlar, ne de iyi günler demeyişini anlamakta zorlanıyorum.
Aslında ben bu ülkeyi değil, bu ülkenin geçmiş zamanlarını seviyorum. Aklımın almadığı da yabancıların burayı hala şark geleneğinin devamı olarak algılaması. Keşke... ama değil işte.
Kardeşime, "hadi Mısır Çarşısı'na gidelim bayram alışverişi yapalım" demiştim. O da "olur" dedi. Demez olaydım. Hangi dükkana girsek, lafı münasip tarafından algılayan ve sorumu dinlemeden beni başından savan adamlarla karşılaştık. Oysa ki gayet keyifli ve neşeli çıkmıştık sokağa. Bir tek Kuru Kahveci Mehmet Efendi hala aynı hızda ve terbiyedeydi... Gerisi yalan olmuş... Ama bu kadar da değil. Sultanahmet'deki şekerciler ve devamındaki Selim Usta garsonları da çileden çıkartıcıydı. Sanki aş eviymiş de biri bize iki lokma ekmek vermiş gibi çorba ve köfte aynı anda önümüze dizildi ve helva da daha köfte yerine ulaşmadan gelmişti bile. Servisin hızlısı iyi hoş ama bu işin suyunu çıkartmayı anlamak zor. Orası hep hızlı servis idi ya, bu kadarı sinirime dokundu. Neyse ki kahveyi Ayasofya'nın gölgesinde mutlu mutlu "Kimseye Etmem Şikayet" dinleyerek içtik. Gerçi sefamız pek uzun süremeden, oraya musallat olan mangal dumanı genzime kaçınca eve kadar öksürdüm ve bu halim bi tarafına bezelye batan prenses masalına karilkatür gibiydi:)
Kısacası bütün baltalamalara rağmen güzel birgün oldu. Sadece üzüldüm... Bu kadar hızlı bir yokluğa gidiş gelecekten endişelendirdi.
Ama yılmadım, bu sabah kalktım, evi toparladım ve Eda Lisa ve Leyla Nora için bayram hazırlıklarımı tamamladım. Esnaf bayramı ..tir etmiş olabilir fakat ben sevmeye devam edeceğim:)
Önemli Not. Bize gelenlere lokum ve Türk Kahvesi vereceğiz. Ayrıca nane likörümüz de var!

25 Ağustos 2011 Perşembe

http://www.youtube.com/watch?v=ERF45KiPOwI&feature=fvst

MAVİ EV

Kapısının önündeyim. Cam, geniş bir giriş burası. Yarıya kadar indirilmiş stor, hali hazırda kullandığım nevresim gibi yelken desenli. İnce lacivert ve kırmızı kalemle çizilmiş, eski tip, randa yelken çizimler bunlar. Şimdiden mest oldum. Çok güzel bir karşılama. İçeride bir kaç işçi çalışmaya devam ediyor. Sesler geliyor.
Kocaman bir salona geçiyoruz. Büyük, taş bir şömine var. Gri mavi kadife kaplı koltuklar biraz hantal ama kadifenin buz gibi serinliği dokunmadan bile iyi geliyor. Devam ediyoruz.. Mutfak ve banyodan önce iki oda var. Onlar da mavi ve beyaz ama mavinin en güzel tonu bu. Sanki ev yeryüzünde değil de deniz dibinde inşa edilmiş duygusu veriyor insana. Garip bir ışık var. KOyu renk seçimler aydınlığı azaltmamış.
Mutfakta eskitilmiş tahtalar kullanılmış. Dalgaların döve döve pürüzsüsleştirdiği parçalar bunlar, grinin maviye en çok yakışan tonu...Mutfak tezgahı arkası gri mavi cam betebelerle kaplı. İşçilikte biraz sıkıntı var, rüyada bile gözlerimle ve ellerimle derzleri kontrol ediyorum deli gibi! Duvarlar rüzgar mavisi ve yer yer yosun tutmuş. Bir şelale akmış sanki duvardan... Bu ne şahane bir duvar boyama tekniği! Gerçek mi bu ev?
Yanımda bizim evin tadilatını yapan Mehmet Bey var. Evi beğendiğimi anlıyor. Özellikle de denize açılan balkon beni benden alan son kare olunca... "Alabilirsin istersen burayı" diyor? "Nasıl!?" diyorum. "Sat yeni evi, üzerine biraz borca gir, burası senin " diyor. Afallıyorum. Bu, bu olabilir mi ya?
Aşık oluyorum eve. Gerçi temizliği düşündürmüyor değil. Ben bu evin masraflarını karşılayabilir miyim? Isıtabilir miyim? O dakikada onlarca soru geçiyor aklımdan. Tekrar salonları geziyorum, zira iki salon var. Oda sayısı galiba beş ya da altı. Acaba Egemen burada yaşamak ister mi? Belki büyük bir aile evi olur burası? Of, çok beğendim...
Veee uyanıyorum!
Nasıl güzeldi ev... Pencereden gördüğüm dalgalar... Yeşillik... Of, ne vardı azıcık daha uyusaydım!

24 Ağustos 2011 Çarşamba

SKY TÜRK BİZİM EVE GELME LÜTFEN!

Dün gece yanımdaydın. Aniden ve hiç beklemediğim bir anda tam karşımda. Ağlasam mı, gülsem mi bilemedim... Dokunmak, sarılmak istedim. Koşup mutfağa adaçayı yapmak, sana o çok sevdiğim pekmezli kurabiyenin tarifini sormak istedim. En çok da sahiden öldün mü demek istedim. Çünkü hiç öyle hissetmiyorum. Ben ölümü kabul edemiyorum. Hiç süper kahramanlar ölür mü ya? Ayrıca sadece bedenlerimizi gömüyorlar, onlarca güzel anıyı hangi mezarcı gömebilir? Yok yok, sen ölmedin, ben buna eminim..
Sadece çok canım yanıyor..

23 Ağustos 2011 Salı

BİN AYNA*


Bir köpek çok farklı bir tapınaktan söz edildiğini duymuş: Burası Bin Ayna Tağınağı imiş. Köpek aynanın ne olduğunu bilmezmiş. Ancak ismi kulağa hoş geliyormuş. O aralar yapacak ilginç bir işi de olmadığından koyulmuş yola - hedef, Bin Ayna Tapınağı.
Günlerce, haftalarca yol almış ve sonunda kendini gizemli tapınağın önünde bulmuş.
Basamaklardan yukarı koşmuş, büyük kapıyı açmış ve içeriye girmiş. Bir de ne görsün? Burada bin aynadan bin köpek kendisine bakıyormuş. Sevinçle kuruğunu sallamış. Derken bin aynadaki bin köpek de sevinip kuyruklarını sallamışlar. Köpek şöyle düşünmüş: "Ne kadar güzel. Dünya mutlu ve hayatından memnun köpeklerle dolu". O günden bu yana her gün Bin Ayna Tapınağı'na gelirmiş.
Bir gün öğleden sonra bir başka köpeğin yolu aynı tapınağa düşmüş. O da basamaklardan koşmuş, kapıyı açıp içeriye girmiş: Orada bin aynadan bin köpek kendisine bakıyormuş. Köpek çok ürkmüş, hırlamış ve kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış. Aynı anda bin aynadan bin köpek karşısında hırlıyor ve kuyruk sıkıştırıyormuş. Bunu gören köpek kendi kendine, "Dünya kötü, hırlayan köpeklerle dolu"diye düşünmüş. Ve bir daha asla Bin Ayna Tapınağı'na ayak basmamış.
Bin Ayna Tapınağı nerede dersiniz?
Hemen kapınızın önünde! Dünyada açık bir yürekle ve umursayan bir gözle dolaşanlar, açık bir yürekle ve umursayan bir gözle dolaşanlara rastlarlar. Kendi içine kapalı ve kem gözle dolaşanlar, sadece kendileri gibi insanlara rastlarlar...
* Bir Budizm öyküsünden uyarlayan F. Tegetthoff
bakınız neler oluyor? :

http://www.babieslol.com/baby-finds-a-friend-in-the-mirror/

I MET EKO

:) Şimdi gülüyorum ama aslında pek komik değildi yaşarken. Rahat rahat yazabilirim zira Süper Prenses'e anlattım. Ona anlattığıma göre size de anlatabilirim.
Geçtiğimiz hafta gayet sakin, huzurlu ve keyifli bir Cumartesi akşamı arkadaşım ve annesiyle güzel bir yemek yedikten sonra evime döndüm. Duş aldım, pijamalarımı giydim ve birazcık kitap okuyayım, o arada bacaklarımı dinlendireyim diye yatağıma gittim. Okudum, dinlendim sonra uyumak için ışığı kapattım. Aradan bir kaç dakika geçti geçmedi kalbimi hissetmeye başladım. Nabzım yavaşlayıp, uykuya hazırlanacağına ciddi ciddi yükseldi, hatta uykuya geçişimi imkansızlaştıracak kadar hızlandı. Mecburen kalktım yataktan. Annemden benzer durumlara alışık olduğum için biraz limonlu su içsem iyi gelir düşüncesiyle mutfağa gittim. Ama giderken halıların ayağımın altında geri geri kaydığı gibi tuhaf bir algıya kapıldım. Limon sıkarken görüntü de hafif bulanıklaştı. Baktım bu iş limonla olmayacak banyoya gidip bacaklarımı yıkadım soğuk suyla. Ama nabzım düzelmedi... Korkmaya başladım!
Sonrası önemli değil... yatağından kalkıp gelme inceliği gösteren değerli bir dostla acile giderek tamamlandı gece. Asıl hikaye o dakikanın son dakika olabilme ihtimaline ne kadar bozulduğumu fark etmemdi.
Neydi bozulduğum? Her şey bu kadar akışa teslim ve keyifliyken ruhumu taşıyan makine kazık mı atıyordu bana? İyi de hakketmemiş miydim? Ben ona bok gibi davranırken iyiydi de, o "hoop bi dakika" dediğinde neden bozuldum ki? Bu terbiyesizliğimle daha ne kadar sürerdi ki ilişkimiz...
Sonuçta bir şey olmadı. Hastanede Eko ile tanışıp, kendisinin sadece Hera tarafından haksızlığa uğramış mitolojik bir kahraman değil, aynı zamanda kardiyoloji bölümünde kullanılan ve kalbimin sesini ve hatta rengini duyabilen, görebilen pek şahane bir cihaz olduğunu öğrendim:)
Eko ve ben böylece tanıştık. Kaynaştık:) O kalbimin duvarlarını ve odacıkları arasındaki kapıları tek tek gezerken, ben de kalan ömrümde bedenime hakkı olan sevgiyi göstermeye karar verdim. Onu iyi beslemek, sevip kollamak değil miydi doğru olan. Posta koymuştu işte! Ya hakkı olanı verecektim ya da olmadık bir anda gidiverecekti!
Kısacası mesajı aldım. Üstelik bunca edepsizliğime yine de ucuza kurtuldum:)

21 Ağustos 2011 Pazar

RAHMET İSTEDİN Mİ MELEK HANIM?

Babannenem, Melek Hanım. Kedicik gibi çok özel bir kadındı; dağ gibi güçlüydü duruşu. Aa bi dakika, Hintliler yogadaki dağ duruşunu ondan esinlenip yaratmış olabilirler... Zira babaannem kök salmamış haliyle dört yüz yıllık çınardan bile güçlü görünürdü. Beni ona benzetirler, ki bence ben babaannemin yanında olsam olsam bir mandalina ağacı olabilirim ancak. Bir de halamın obez haline benzetirler beni! Yani kadıncağız hiç obez falan değildir, hatta hayatının önemli bir kısmında da benim yarım kadardı ya saç rengimiz falan benzer. Bu yüzden halamla aynı kadının iki farklı versiyonu gibiyizdir! Şişkosu ve sıskası şeklinde:)
Babannemin bildim bileli hastalıkları vardı ama hiç kimseden yardım istediğini veya minnet ettiğini görmüş değilim. Yani fiziksel olarak benzesek de, huy olarak her halimle o değilim galiba. Zira ben yardım isterim. Oysa babannem hastalıktan perişan olsa kapısını çalmayan bilemezdi. Diyorum ya dağ gibiydi. Morali bozulunca atlar otobüse şehrin diğer ucuna gider, o da kesmezse memleketine ablasını görmeye giderdi. Her gün en az dört beş tane Türk kahvesi içerdi. Tabii, fincan ayrı titrerdi içerken, tabağı ayrı... Yine de dökmezdi üstüne başına.
Onu çok özlediğimde salonda balkon penceresi önüne oturmuş kahvesini içerken canlandırıyorum gözümde. Hafif bir ışık vuruyor arkadan, saçları ensesinde minicik bir topuz. Bembeyaz. Yüzü ay gibi bembeyaz.. Elleri ve tırnakları o kadar güzel ki..Bulut sanki..
Göz tansiyonu, kalp yetmezliği vardı. Kalbinin işini yapamadığı anlarda bacakları davul gibi şişer, yürümekte zorlanırdı. Buna rağmen uzun yıllar yaz, kış demeden yürüdü. Kahveyi ve yürümeyi severdi. Sanırım bunlar ortak özelliklerimiz.
Az konuşur, çok dinlerdi babannem. Bir gün bana sokakta başına gelen bir olayı anlattı. Zira çok üzülmüştü. Düşmüş. Başı dönmüş, yer ayaklarının altından çekilir gibi olmuş. Sonra yüzler bulanıklaşmış ve bayılır gibi olmuş. Kalbi de hızlı hızlı atmış. Belki de ilk kez o zaman anlamış ağaç olmadığını.. Çok sürmedi, bir kaç yıl sonra hepimiz anladık ağaç olmadığı...
Şimdi bayram yaklaşırken, üstelik benim artık dedem de yokken ve dün geceyi babannemin anlattıklarını anlayarak geçirmişken, bir mandalina ağacı bile değilim. Cılız, basit bir otum ben çayırda.

DÜN GECE KEDİCİK GELDİ AKLIMA.

Bir kedicik tanırdım eskiden. Çok zor bir başlangıç yapmıştı hayata. Sonra, ne olmuşsa olmuş şansı dönmüş, patisini bir evin eşiğinden içeri atmayı başarmıştı. Huysuzdu. Güzeldi. Akıllıydı. Komikti. Uzun sarı/kızıl tüylerini savura savura dolaştığında gerçekten büyülerdi etrafındakileri. Bal rengi gözleri uzun uzun anlatır, anlatılınca da uzun uzun dinlerdi.
Bazen evin kızı anlatır, o dinler, çoğu zaman ise o evdeki herkese kendi dilini öğretirdi. Uzun, sağlıklı ve güzel bir hayatı oldu. Son yıllar hariç... Evin kızı kendi hayatının telaşına düşüp, onunla konuşamaz, dinleyemez hale gelmişti. Hep işi vardı. Hep gideceği yerler, göreceği insanlar.. Öncelikler.. Bir vardı, bir yoktu. Birlikte kaldıkları odaya bazen haftalarca uğramıyor. Ateşi çıktığında gelip burnu ıslak mı, kuru mu diye bakmıyordu artık. Her sabah tüylerini tarayan, güzelliğine methiyeler düzen kız, ne olmuştu da uğramıyordu? Kedicik bunu hiç anlayamadı...
Yavaş yavaş gözleri hastalanmaya, ardından tatsızlaşan hayatını dile getirmek istercesine minicik bedenindeki şeker dengesi bozulmaya başladı. Kız, onun hastalanması karşısında silkelendi, korktu ve bir süreliğine de olsa eski ilgi ve alakasıyla kediciğin yanında olmaya çalıştı. Ona mamalar, ilaçlar ve bol bol hal hatır soran telefonlar hediye etti. Ama hiç biri kedicik için yeterli değildi. Terkedilmişliği kediciğin sonu oldu. Kız, kediciğin hastalığının son demlerinde eve dönmüştü ama nafile.. Geç kalmıştı. Kedicik iyileşemeyecek kadar hastalanmış ve dahası yaşayamayacak kadar yorulmuştu.
Bir gece aniden hastaneye gittiler. Kediciğin kalbi kızın avuçlarında atıyordu. Çok korkmuş, çok yıpranmıştı ikisi de. Doktor geldiğinde ortalığı birbirine kattı kedicik. Kızıl tüylerinin arasından ince bir kan sızdı çarşafa. Çok kızgın, çok yorgun bakıyordu kıza. Kocaman ve son gücüyle bir pençe savurdu. Sanki çık odadan, bırak artık beni der gibiydi. Kız koridora çıktı. Odanın aralık kapısından ara ara baktı kediciğe. Ağlamaktan şişmiş gözleri, ihmalkarlığının utancını gizleyemedi. Yaşlar, baktığı noktayı görmesini engelliyordu. Her görüntü bulanktı. Ama bir süre sonra kediciğin gözlerinde donup kalan bakışları fark etti. Kafasını masadan hafifçe kıza doğru döndürmüş ve küçücük kalmış yüzünde hiçbir ifade olmaksızın, kızı arayarak, belki de bir kes daha konuşmak, anlatmak isteyerek öylece gitmişti. Gitmişti işte. Şimdi kız özgürdü kaldığı yerden devam etmeye!

20 Ağustos 2011 Cumartesi

NE GÜZEL DEĞİL Mİ? BİR MASAL KİTABI İÇİMDE GEZEBİLMEYİ KİM İSTEMEZ?

LÜTFEN RABBİM, YAP Bİ GÜZELLİK ŞU ACİZ KULUNA!

Yarabbim,
Şu mübarek zamanlarda anam deniz kenarında cehennem ateşlerine hazırlanırken ( vallahi niyeti sadece D vitamini almak ) ve Prusya Kralı gavurun ülkesinde o bira senin, bu viski benim alemlerde sanata ve coğrafyaya başka yerlerden bakarken ( sırf kültür olsun diye:)), diyorum ki, affet sen onları, hatta affet beni de ve şöyle yap: saksı düşsün kafalarına! Ya ailecek Londra'ya, ya da Bodrum'a yerleşelim. Kalan günlerimizde İstanbul'a tatile gelelim sadece! Okul açayım bir tane, bahçesinde tarım yapalım. Tavuklar alalım. Bergamut reçeli kaynatalım ve kendi fesleğenlerimizle soslar hazırlayalım! Magnum çekilişindeki sandal benim olsun ve hatta Kensington'da iki odalı bir dairem. Holland Park yürüyüş mesafesinde olursa sevinirim:)) Bi de bunların kıymetini bilecek ve tadına varacak kadar ömür ver olur mu? Hepsine sahip olduğumda "afedersin iki ay kaldı" falan olmasın!
Ayrıca şimdiye kadar verdiklerin için de minnettarım:)) Yanlış anlaşılmasın lütfen. Sanma ki bunları beğenmiyorum. Ama sıkıldım. Sanki yeni bir hayat lazım bana. Derimi sıyırıp atıp, yeni bir deri giyindiğim, kocaman bir hayat.
Hadi yarabbim yap bi güzellik! Yılanlara, kertenkelelere yapıyorsun da, biz kullarından neden esirgeyesin ki? Ha?!

19 Ağustos 2011 Cuma

ŞU HAYATTA EN KIZDIĞIM ADAMA/KADINA BİLE BİR TEŞEKKÜR KIRINTISI VAR KALBİMDE...

Aile denilen çekirdek malzeme sağa sola saçılıp, ben evde yalnız kalınca, adam gibi çalışıyordum aslında. Taa ki grip olup ateşim çıkana ve okuduğumu yazdığımı anlayamaz hale gelene kadar. Neyse ki "adaçayı ve limonla iyileşmeyecek grip yoktur " der köyümün büyükleri ve gerçekten de öyledir. Azıcık da elma yağı sürdün mü, sabaha kadar toparlanırsın.
Bu sabah güne Mete kardeşimle kahvaltı ederek başladım. İyi de oldu. Sohbet, çay, kahve... Ardından, adadaki bir aile dostumuza ait numaralara ulaşmak için kütüphaneyi eşelerken, olmadık bir paket düştü kucağıma: düğün ve kına gecemden kayıtlar!
Elbette oturup seyrettim. Onbeş dakika olmadı biteli... Ne mi oldu, şu oldu: ciğeri beş para etmez adamın, kendisi gerçek anlamda beş para etmese de, bana on paralık bir kıyak geçtiğini anladım. O düğün görüntülerinde şimdi yaşamayan insanlar var... Çok sevdiklerim... Hayalleri beni gelinlikle görmek olan, o günü doya doya yaşamış insanlar... Eğer bu düğün gerçekleşmeseydi, ben bir anlamda hep borçlu kalacaktım beni gelin olarak hayal edenlere.. Bu yüzden beş para etmez adamlar bile bazen on paralık jestler yapabiliyorlar bize. Hatta bende bunlardan epeyce var. Vardı.Yani beş para etmez adamlardan...
Mesela bir tanesi yarattığımız mitlerin yüzde 80 kadarının hayal gücümüz, sadece yüzde yirmilik kısmının tarih/veya kişsel tarih kaynaklı olduğunu göstermiştir ki, uzun yıllar, kör olmayı diletecek kadar içimi acıtmıştır. Diyeceğim o ki, kim ki kabak oyacağıyla içinize mağara açmakta, emin olun o boşluğun olması gerekiyor ki, içine dolacak olana yer açılsın! ( doğa boşlukları sevmez:)))
Hiçbir iyilik ve kötülük boşuna değil, hiçbir acı boşuna değil. Hepsinin anlamı var. Hepsi bir sonraki anı doğurmakta. Ve her an, bir sonrakine hamile kalınmakta...
Kavgaların anlamı var. Ayrılıkların, ölümlerin, olmadık kazaların... Öfkelerin, vazgeçişlerin anlamı var. Yeter ki görelim, yeter ki bize görenlerden olma hali verilmiş olsun...
Velhasıl içimde teşekkür kırıntıları var bugün... Ağzıma s... tüm kadın ve erkeklere bu dvd vesilesiyle bir kez daha teşekkür ederim, ayrıca ONLARI GÖNDERENE DE ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM :))

16 Ağustos 2011 Salı

BU ÇOCUK NE ANLATIYOR ACABA?


Yaz okullarının son iki haftası... Dün bütün gün okuldaydım. Onlarla başladım güne; kahvaltı, şarkı, yoga, yemek, uyku ve bahçe. Kolay değil. Derdini anlatamayan, daha doğrusu derdi olduğunu bile bilmeden çırpınan, kah gülen, kah ağlayan bir ahali ile tam gün geçirmek ve her biri için şifre çözücü gibi çalışmak... Öğretmenlerin işi KGB den daha zor!
Doğurmak mı, büyütmek mi sorusu için cevabım kesinlikle büyütmek.
Çocuğun dili ve dilsizliği insanın içine ok gibi saplanan bir durum. Küçücük bir bakışından o hafta sonu canını sıkan bir durum olduğunu sezmek, azıcık canı yandığında bunu ağlama krizine dönüştürdüğünde aslında acısının bambaşka bir yerden geldiğini görüp, sabır gösterebilmek hiç azımsanacak iş değil.
Ben bu hengameden en az zarar gören, hatta pastanın kremasını parmaklayan insanım. Haftada bir kez görüyorum her sınıfımı. Bu yüzden ne zararım, ne de faydam olmuyor, olamıyor şimdilik... Samra'nın çizdiği resimleri büyük bir zevkle çantama atıp, yanağımda, saçımda onlarca öpücük, keyifle dönüyorum evime. Tek kötü yanı, ne yazık ki içimdeki "iletişimsizi" görüyorum artık. Kırkına gün sayan bir kadın olarak hala çocuk gibi davrandığım gerçeğinin altında belki hala anne olmayışım vardır diyorum ama etrafımdaki annelerin de pek gelişmiş modeller olduğu söylenemez.. Sonuç şu ki, iletişim dilini çocuğa öğretmek şart. Bu hayatı boyunca bileğine takacağı tek altın bilezik!
Yüz yıl önce babam bizi köylere götürürdü. Çok iyi zaman geçirirdim orada. Herkes benimle ilgilenirdi ve sonsuz seçenek vardı eğlenmek için. Mesela Halime vardı Çökertme'de, onunla küçük bez parçalarından yemeni kenarına çiçek yapardık. Halime hala orada mıdır acaba? Mutlu mudur? Hala halı dokur mu? Kimbilir çocukları kaç tane, kaç yaşında? Yayık ayranı yapılırken gördünüz mü hiç? Ben yaptım:) Bir de halı dokurduk ya, ne kadar eğlencelidir bilemezsiniz. Gelecekte bir gün evime bir halı tezgahı kurabilmeyi çok isterim. Öyle güzel kokar ki yünler... Meditasyona çok yakın bir haldir halı dokumak; sadece elleri ve gözleri işler kadınların kafalar matematiğe odaklanmış, kalpler ilmek ilmek akmaya başlamıştır. Köydeki kadın bütün mesajını el işiyle yazar. Okuma yazması ya yok, ya da zayıftır. Binlerce yıllık sembollerle anlatır aşkı, ölümü, doğumu, doğayı... Kadim sembollerle... Bu yüzden, eşsizdir okumayı bilene o mektuplar. Diyeceğim o ki, sanırım bu çocukluktan edinilmiş bilgiyle ben de doğruca, dolaysız ifade edemiyorum kendimi. Çünkü etrafımdaki herkesin bir sembolik dili vardı bizim mahallede. Ev sahibimiz çiçeklerle, köydekiler el işleriyle, babamın ressam arkadaşları boyalarla anlatırlardı dertlerini... Bu sebeple belki, dolaysız anlatımı öğrenemedim. Yıllar sonra "iletişim sanatının" peşine düşüşüm bu yüzden, bu çocuklara yardım etmek isteyişim ise tamamen kendime yardım isteğinden olmalı...
Şimdilerde sınıflarımdaki gelişmenin tadını çıkartıyorum. Altı ay önce dersime katılmayı istemeyen bir çocuğun, bugün benimle oyun oynaması. Adını bile söylemeyenin yanıma oturup sohbete girişmesi hayatımı şenlendiriyor. Bunu başaran öğretmenleri imrenerek, hayranlıkla seyrediyor bir zaman onların başarılarında benim de tuzum olur mu, olabilir mi diye elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Bu hem beni iyileştiriyor, hem de neden bu gezegene geldiğimin cevabına yaklaştırıyor.
Sonuç olarak kısaca derim ki: Çocuğunuza yemeğin en iyisini, kıyafetin en iyisini sağlarken, ona gerçek anlamda ne kadar zaman ayırıyorsunuz lütfen bakın. Asıl ihtiyacının sizin tarafınızdan sevilmek ve anlaşılmak olduğunu, tüm örselenmelerden ancak sizin gözetiminizde ve şefkatinizle kurtulabileceğini unutmayın. Öyle olmadık şeyler yüreklerini delip geçebiliyor ki.. Siz görmedi, anlamadı zannederken o hep kayıtta... Her halinizle onun geleceğini şekillendiriyorsunuz. Sabah kapıya ekmek getiren apartman görevlisine tavrınızdan, yemek yaparken gösterdiğiniz özene kadar onun herşey ve herkesle bağlarını belirliyorsunuz. Bir hatırlatayım dedim:) Hani ben farkına varmaya başladım ya, her keşfimi illa yazmak istiyorum!

14 Ağustos 2011 Pazar

NASIL MI? BÖLÜM I


Bak şöyle:
Geniş olsun bir kere. Geniş dediysem üç beş dönüm arazi yeter aslında. Ama öyle bir yerde olsun ki burası, arazi sona erdiğinde hemen şehir başlamasın, belki bir koru veya denize yakın bir yerde bitsin sınırımız.
Alan tek parça olsun ya da en fazla iki. Mümkün olan tüm malzeme cam, toprak, ahşap gibi doğal hatta az işlenmiş olsun. Büyük olan mekan günün tamamını geçirdiğimiz, ana çalışmaların yapıldığı bölüm olsun. Sadece arkalarda bir yerde asma katla uyku odasına çıkılsın. Ama adı "uyku odası" olmasın. Başka bir isim düşünelim. Sonra o asma katta yer yatakları olsun. Çocukların her biri için onların tercih edeceği renklerde dikilmiş, pamuklu nevresimler..
Odanın fazla bir özelliği olması gerekmiyor. Maviye boyayabiliriz. Ve müzik dinleyebilecekleri basit bir sistem kurarız.
Uyku odalarının altında yemek bölümü olsun. Mutfak açık, tüm tabak çanak kesinlikle tahta ve topraktan. Açık raflarda kuruyemişler ve kurabiye kavanozları da olsun. Çay saatinde herkes tercih ettiği yiyecekten yiyebilsin. Kurabiyeler ballı, üzümlü ve pekmezli olsun. kekler de öyle olsun. Hatta ekmeğimizi mutlaka biz pişirelim.
Diğer bina sadece etkinlikler için. Yoga, drama, dans, seramik... akla gelebilecek her şey için yaz kış kullanılabilecek, zemini tahta, dış cepesi tahta ve camdan yapılmış kocaman, boş bir alan. Hatta tavanda da bir pencere olsun. Çocuklar yere yatınca gökyüzünü görebilsinler. Hiç bir yerde perde olmasın. Sadece uyku odasında olsun. Yüzebilecekleri bir havuza paramız yetmezse, mutlaka balıklar için bir havuz yaptıralım bahçeye. Ve meyva, sebze ekmek için alanımız olsun.
Öğretmenlerin dinlenebileceği bir bölüm, istediğimizde orada kalabilmemiz için basit yer yataklarımız olsun. Her yer ışık alsın. Bu çok önemli.
Yemekleri kendimiz yapalım. Özellikle bir aşçı olmasın. Yardım edecek olan biri temizlikle ilgilensin yeter.
Ayda bir kez müzelere veya civar köylere gezi düzenleyelim. Hatta yılın belli zamanlarında bizim kadar şanslı olmayan okullardan misafir çocuk davet edelim. Çocuklar sahip olduklarını paylaşmayı öğrensinler.
Başaka nekler geliyor aklına. Başla sen not etmeye:))

MIND THE GAP


Dün akşam aptal kutusunu sallayıp sallayıp, içinde az aptal bişi bulamadığımda aklıma, Burhan'ın bıraktığı dvd yığını geldi! Burhan olmasa benim sinema kültürüm sıfır!
İçlerinden bir tane seçtim, bakalım ne çıkmış bahtıma diyerek başladım seyretmeye. Fena değildi; olgun kadın, genç delikanlı hikayesini yüzüncü defa işlemişler ama buna bir lezbiyen teyze eklenince, az şekerli tatlıya pudra şekeri serpmek gibi yenilebilir, pardon izlenebilir hale gelmiş hikaye.
Neyse, konu film değil aslında, sadece filmde geçen ve benim çok sevdiğim bir cümle: MIND THE GAP! Birara sıyırır, dövme yaptırırsam sanırım bu cümleyi yazdırmak isteyebilirim. Zira ne doğa, ne de ruhlarımız boşlukla başa çıkamıyor. Doldurmadan huzura eremiyoruz. Bu yüzden değil mi ajandalar dolusu koşuşturmak? Bu yüzden değil mi tokken yemek yemek? Bize bunu hatırlatacak, hatta haince bundan beslenecek insanlardan kaçmak? Tahammülsüzlükten; insanın içindeki ve etrafındaki boş alanlara tahammül edemeyişinden. O deli gibi kitap okumalar, okuduğumuzu evrenin sırrı gibi allaya pullaya anlatmalar... Her huzursuzluğun sonu olacakmışcasına beklediğimiz tatiller... Hepsi boşluğa düşmanlığımızdan gayrı ne ki?
Okuduğum kitaplardan birinde amca şöyle diyor özetle: "günü rüya gibi yaşa". Uyandığın anda aslında uyanmadığını ve rüyanın sürmekte olduğunu söyle kendine ve gün boyunca bunu her adımında yap. Mesela mutfağa girdiğinde, aslında gerçekten mutfakta olmadığını, çay içtiğinde aslında hala rüyanın içinde olduğunu söyle.. Bunu hiç kesmeden sürdür... O zaman canını sıkan birşey de bir gün evvelki kadar sıkamayacak, çünkü rüyadasın! Ama buna karşılık delice sevineceğin birşey karşısında da hala rüyadasın!"
Bu egzersiz Süper Prenses'in "suyun içine uyanmak" egzersizine çok benziyor. Neredeyse aynısı di mi? Ama acaba boşluğu görmezden gelmeye yeter mi?
Sanmam, o zaman MIND THE GAP PLEASE derim ben kendime yüksek sesle!

13 Ağustos 2011 Cumartesi

MAYAPAPAYA



Günaydın!
Bugün uyanmakta, daha doğrusu kendimi alıp, yatağın dışında bir yere taşımakta geciktim. Bir baktım saat çoktan sekiz olmuş bile! Şu zaman denen şey, Momo'nun dilinden gidersek "Hora Usta" ismindeki adam, gerçekten çok disiplinli. "Ben bu sabah bir kaç saat geçmesin istiyorum" diyemiyoruz mesela!
Çok acayip...
Son zamanlarda sanki pek parlak bir zekam varmış gibi aynı anda bir kaç kitap okumaya başladım. Biri İstanbul'un fethi hakkında, Avrupalı, kıskanç ve de pek fazla dindar bir amca/tarihçi tarafından yazılmış. Diğeri "Uyku Yogası" hakkında. Şunu söylemeliyim ki enfes bir çeviri. Ve bu kitabı onlarcası arasından rafta bulduğum için kendimi şanslı sayıyorum. Zira içinde pek çok kafama takılan soruya yanıt var. Bir diğer kitap "nefes" hakkında. Nefesin iyileştirici gücünü anlatıyor. Ki bu, bizim gibi hasta olunca "komşu teyze bi okusun seni" diyerek büyütülen üfürükçü bir kuşak için hiiiç yabancı değil.
Bir de tatile sakladığım kitaplar var ki onları deniz kenarında gazoz içerek ya da teknenin ucunda bir kadeh şarapla tıngır mıngır sallanırken okuduğumu hayal ediyorum. Nadasa yatırdım anlayacağınız.
Bu kitap krizinin tam orta yerinde yazılan yoga dersleri, asla başlanamayan diyet ve bir de yeniden İngilizce çalışma zorunluluğu var ki, ömür törpüsü!
Yine de ilginç şeyler hep yolumda. Bakınız Mayapapaya! Mayapapaya nedir derseniz şimdilik sadece Amsterdam'da bilinen ama zamanla gezegene nam salacak bir marka derim. Elbette büyük mağazalarda satılmayacak ve elbette her çocuk bu patiklere sahip olamayacak. Amma istedim ki hiç olmazsa benim blog misafirlerim haberdar olsunlar.
Mayapapaya, adı Maya olan inanılmaz güzel bir genç kadının markası. Bu hatunu ben doğduğu günden beri tanır ve pek severim. Aslında en çok babasını ve annesini severim. Çünkü sevilmeyi gerçekten hak eden insanlardır. Mayapapaya'nın doğuşu çok normal aslında. Zira Maya, kendisi bir masal evinde, aşk çocuğu olarak doğmuştu. Gerçekten! Hani o anlata anlata bitiremediğim çocukluğuma da komşuydu! Benim masalıma komşu bir masalın prensesesidir Maya. Onların evi, bizim evin tam karşısındaki sokaktaydı. Hayatımın en lezzetli kreplerini Maya'nın annesi pişirmiştir. Pekmezli krepler! Ayrıca en orjinal oyunlar ve en sınırsız eğlence de yine onların evindeydi. Daha pek çok sebepten ayrıcalıklıdır Maya benim için. Hep merak ederdim bu kız ne olacak, ne seçecek hayatta diye. Ve sonunda anne toprağına, laleler diyarına gitmeyi seçti. Ve masalını, kendi dilince başka çocuklarla paylaşmayı. Bizim gibi gerçeküstü çocukluk yaşayanların en büyük arzusu bunu başka çocuklara da tattırabilmek sanırım. Bir kaşık olsa bile!
Maya şimdilerde çocuklara müze turları yaptırmak dışında fotoğrafını gördüğünüz muhteşem patikleri üretmiş! Üstelik bu patiklere ulaşmak mümkün. Yapmanız gereken tek şey facebook sayfasına girip MAYAPAPAYA fotoğraflarından beğendiğiniz patiği veya bir başka ürünü seçmek. Böylece Maya'nın hayal dünyasından çıkıp, beden bulmuş bir parçaya sahip olabilirsiniz!
Ben patiklere bayıldım. Renk seçimi bir yana, işçiliğindeki kusursuzluk inanılmaz... Ama bu kızın annesi de böyledir. Benim annem için diktiği bir hamile elbisesi vardır ki, ben hala daha güzel bir elbise bilmem.
Bu arada Maya'nın iznini almadım ama bir önemli anımı da paylaşmak isterim ki bu kızın gerçek bir yaratıcı olacağı doğduğu an belliydi. Zira babası bir deniz büyücüsü annesi ise on parmağında on marifet bir sanatçıdır. Maya, henüz iki yaşında bile değilken, onlarda oyun oynadığımız bir gün, kendini yeşile boyadığını hatırlıyorum! Bildiğiniz basbayağı yeşil olmuştu Maya, hep de olur olmaz her yerini boyamıştı! O hali ve yüzünün güzelliği inanılmazdı. Bu dünya güzeli veledin işletme okumayacağı o zamandan açıktı bence.
Yukarıdaki fotoğrafta Maya'nın o kendini yeşile boyama döneminden bir fotoğraf var ve şimdilerde Amsterdam'da çocuklarla Frans Hal Museum'da yaptığı nefis sanat tarihi turlarından birinde de son hali. Kısacası bu güzel genç kadının yaratıcılığı beni çok heyecanlandırınca haberdar etmek istedim ahaliyi.
Huuuuu Mayapayaya diye bir şey var, duyduk duymadık demeyin!!!

12 Ağustos 2011 Cuma

GÜN SONU NOTU

Erken kalk Elvan, daha erken... Koş koş... belki yakalarsın günü...
Bitti mi? Yooo yemek yapıyorum daha, sonra maillere cevap yazacak ve en sonunda da baygın bir halde film izleyeceğim. TV 8 bana çalışmamışsa dvd izlerim. Olmadı mı? okurum yaw. Ev ağzına kadar kitap dolu...
Sokakta dilenci bana "ama bugün Cuma " dedi. Oysa benim uğurlu günüm Pazartesi!
Sarışın, aygır gibi bir abla koşarak ezdi omzumu... Dolmuşta yanımdaki adam bacaklarını ayırarak mal beyanı yaptı.
Etraftaki erkeklere baktım; bazılarının içine öküz, bazılarının içine su perisi kaçmıştı! Aradığım adam buralarda değildi... Sonra kendi içime baktım ne var ne yok diye; bir öküz kelebeği ile göz göze geldim!
Çok şehirli, bol köy özlemli ama daha çok Londra diye inlemeli birgün daha bitti.. Yemyeşil ağaçlarla süslü sokağımıza ulaşıp, evime saklanınca gün sonu geldi...
Beni arayacak mısın? Hu hu!!!

TİBET

Tibet'e gidiş tarihi belli oldu. Süper Prenses'in sağlığı izin verirse 2012 yılında oradayız inşallah. Bu Tibet meselesi nedense ben yogaya başladığımdan beri gündemdedir. Hatta öncesinde de hiç unutmam, sanırım sene 1998, Madam Simone için bir ev hediyesi arıyorum; çaya davetliyim ve bu güngörmüş kadına acaba ne götürsem memnun olur diye kıvranıyorum. Aradım, taradım bir şey bulamadım! O zamanlar Bodrum'da sadece Palmiye Pastanesi, Yunuslar Fırın ve Vittoria var. E kadın yaşlı zaten, pasta da alınmaz ki! Çiçekçi mi? Nerede.....
Neyse, Oasis'de çaresiz bir halde dolaşırken Feridun Abi ile karşılaştık. O zamanlar Oasis ondan sorulurdu. Beni hediyelik eşya satan bir mağazaya götürdü. İçeride indirim de vardı. Malum yaz sonu... Eşyalara baktım, etrafın kalabalığından gözüme çarpan bir şey olmadı. Ama dur dur, bir çerçeve var orada; ince ince işlenmiş, dokuz kat gofrete benzeyen, ama üzeri üçgen çatılı bir tapınak gibi! Vay be, kim yapmış bunu? Hangi deli?
Dükkanın sahibi anlatıyor. Bir deli değil, Tibet'deki tapınaklardan birinde rahipler yapmış. Arkasında tapınağın mühürü varmış. Bakıyorum, sahiden bir mühür var. E rahipler mi yapmış bilemem ama normal birinin yapmadığı kesin! İnsan bundan bir tane yapayım derken günler geçer!
Neyse çerçeveden iki tane alıyorum; biri kendime, diğer Madam Simone için.
Dur , dur, benim Tibet maceram daha da eski aslında. Tabii ya, benim ilk aşkımın ismi Tibet! İlkokulda arkasından koştuğum çocuk! Ah ya unutulur mu hiç? Kocaman simsiyah patlak gözleri ve kuzguni siyah saçları vardı. Kalın dudaklı ve epeyce kısa boyluydu. Yüzü hiç gülmezdi. Gülünce neye benzediğini hiç öğrenemedim!
İşte taaa o zamanlardan bir "Tibet" durumu mevcuttur hayatımda. Aklıma gelmişken yazayım dedeim:)
E ne yapıyoruz bu durumda? Gidip yeni hikayeler arıyoruz Tibet yollarında di mi?

11 Ağustos 2011 Perşembe

DOSTUNUN MUTFAK TEZGAHINA UZANMAK MIDIR YOLCULUĞUN BİR BÖLÜMÜ?

Yıllar önce ilk kez yin yang sembolü gördüğüm yer senin ailenin eviydi. Yüzüktü galiba veya kolye ucu. Ne olduğunu bilmiyordum ki, belki de sizin gibi çocukların sevdiği bir diğer satani"K" semboldü:))?
Yıllar sonra anladım tabii bu desenin derdi ne anlatmak. Şimdi, dünün yorgunluğu ve karmaşası ile beynim, kalbim fazla mesai yapmış ve aynı zamanda durulmuşken düşünüyorum bu sembolü yeniden... Seni, Victor'u, Külkedisi, Burhan ve hatta herkesi... Bana ayna tutan herkesi...
Biliyor musun bence biz birbirimizi pişirdik! ( http://www.youtube.com/watch?v=SHy-hNklpAk ) Tartışmalarımız, kırgınlıklarımız ve hatta şiddetli sevgimizin, şiddetli içe dönüşleri bile hep pişmek içindi. Karşımızdakini de, kendimiz gibi acımadan ve çoğu zaman farkına varmadan pişirdik. BAZEN ÖLÇÜYÜ KAÇIRIP AZICIK YAKTIK! Tıpkı onun da bize yaptığı gibi:)) Şimdi, oturup çiğ yerlerime baktığımda iyi ki beni pişirmişsiniz diye düşünüyorum! Ne kadar dost, ne kadar olumlu ve olumsuz deneyim, o kadar pişmek var hayatta!
Güzel bir çorba kaynıyor tam ortamızda. Afiyet olsun bize! Nice sofralara!

9 Ağustos 2011 Salı

ÇOCUK YOGASI HAKKINDA YAZI MI?

Olur yazayım. Çocuklarla yoga yapmaya başlamak benim için çok yeni. Her tarafından toplasan iki yıl etmez. Ama onlar için üretmeye başladığım tarih çoook daha eski. Üstelik sadece çocuklar için değil, zaman zaman dostlarımın çocuklukları için, kendi çocukluğum için ortaya koyduklarım oldu. Buradan başladım ben yolculuğa. Yoganın devreye girmesi ise tamamen bir tesadüftür. Gurudwara Ashram yerine x bir ashramda yoga yapmış olsaydım, muhtemelen hiçbir zaman Eda Lisa için bir masal yazmayacak ve hiçbir zaman o masalla çıktığım yol bir blog olarak hayata geçmeyecekti. Tabii blog nasıl açılır noktasında uzaylıya mantı açmayı öğretir gibi bana blog kullanmayı öğreten Külkedisi'nin hakkını teslim etmek lazım!
Bu aşamadan sonrası sıkı bir hocayla eğitim idi. Aylin Tokcan'ı bulmamı sağlayan da bir melek oldu ki bunu atlamak haksızlık olur. Pıst orada mısın?
Hikayenin bundan sonrası hem çocuklar, hem de benim için tamamen deneme yanılmalarla dolu... Etiler'deki sosyetik anaokulunda verdiğim yaz okulu dersleri sonrası migren ağrılarım ve "ben bu işi yapamayacağım!" sancılarım, Emel Çakıroğlu'ndan aldığım telefonla doğal doğum tadına ulaşınca, bu pek de zarif olmayan bedenimden bir çocuk yogası eğitmeni yontulmaya başladı. Ben içimi, çocuklar dışımı yoğurdukça kalbim yaptığım işe, oyuna topyekün katılıverdi!
O zaman bu zaman okuduğum, gördüğüm, dokunduğum her şey anlam kazandı. Kızgınlığım, kırgınlığım, öfkem, yaratıcılığım, sevincim.. aklınıza ne gelirse.
Nefes, esneklik, sağlık, ruhun özgürlüğü... yüzlerce cümle dolanıp durdu aklımda... Şimdilik "çocuk depolarında"* ders veriyorum, bir de Şişli'de çok güzel, tertemiz bir salonda** uzun vade hayalim bu değil elbette. Ama yolun şu bölümünden zevk almak beni eminim gideceğim yere taşıyor.
Çocuklarla yapılan yoga tamamen bir oyun işi. Yoga felsefesinden ödün vermeden oynanan bir oyun. Ben, onlar izin verdikçe bir oyun kurucuyum. Onlar ise öğrencilerim değil, öğretmenlerim. Bana ayna tutan küçük periler olduklarını düşünüyorum. İçimdeki/içimizdeki iyiye ve kötüye yeniden bakmamı sağlayan dersler yapıyoruz beraberce.
Hırçın ve kırgın bir yoga eğitmeni olamayacağı için, her gün içimin cam kırıklarını temizliyor, derse öyle gidiyorum. Çünkü onlara zarar vermemek benim en temel amacım. İşin kar kısmına gelirsek, eğer gelecekte bir gün öğrettiğim nefeslerden biri öfkelerini alıp götürürse, veya sınav öncesi güm güm atan kalplerini sakinleştirirse ne mutlu bana! Başka ne olabilir ki amacım?
Derslerimde drama, masal anlatma teknikleri, olumlama cümleleri, yerel oyunlar, nefes çalışması, mandala boyama ve küçük sohbetlerden faydalanıyorum. Yardımcı malzeme konusunda oldukça cimriyim, malzememiz bedenimiz mantığıyla yola çıkarak, minimum oyuncakla çalışmaya gayret ediyorum. Müzikleri mutlaka önceden seçip, dinliyor ve her ders için uygun olmalarını sağlamaya çalışıyorum. Bu dersin bir beden eğitimi dersine benzememesi için özellikle yoga duruşlarını ard arda yaptırmak tan kaçınıyorum. Duruşları akılda kalıcı hikayelerin içine yerleştirmeye gayret ediyorum. Yoga dersi akıllarında spor olarak kalmamalı.
Velhasıl ben kendi yolumu bulmaya çalışırken, takipçilerimi hırpalamamaya özen gösteriyorum. her dersimiz bir efsane olmuyor elbette. Ama her gün bir adım ileri gidiyoruz ki, bu da bana yeter. Bana benzemeyen, benim dersime benzemeyen bir çocuğu da kavrayabilmek, o olgunlukta ders yapabilmek en büyük hayalim.
Çocuk yogasını sık sık anlatmak lazım. Bunu sadece eğlence için değil, eğlenceli bir biçimde yaptığımızın da altını çizmek lazım. Aynı şey aile yogası için de geçerli.
Çocuk yogasının faydaları hakkında ve anne babalara nasıl anlatılması uygun olabilir denemeleri üzerine yazmaya devam edeceğim. Yani anne neden çocuğu için yogayı seçmeli? Ya da seçtiyse bu derslerden ne beklemeli? VS VS...
* MOMO'yu okuyun bunun için...
** YOGATIME

8 Ağustos 2011 Pazartesi


Gidenler, dönenler, gidemediği için dönemeyenler ve gittiği yerde kıçına raptiye batanlar... Hepimiz aynı şeyi arıyoruz da adını söylerken neden bu kadar çekiniyoruz? Aradığımız şeyin bize şah damarımız kadar yakın olduğunu söyleyen kitap yanlış bilgi veriyor olabilir mi?

Artık içimden ne veda etmek, ne de hoşgeldin demek gelmiyor. Yolculuğun her türlüsünde giden olmayı tercih eden ben, bu yıl yerime çivilendim! Tek umudum başak tarlasında havalanan leylek. Bütün umudumu bir kuşa bağladım. Ama beynine değil, kalbine...
Bu şarkı sabah sabah aklıma geldi. Küçükyalı'daki küçük evin huzurlu salonundan... Dikecek yer bulamadan soldurduğum bir sarmaşığın yanım sıra yaptığı kısa ve huzurlu bir yolculuktan...


http://www.youtube.com/watch?v=erywPdFfORE

7 Ağustos 2011 Pazar

BAK!

Siz de bir çocuğun hayatını müzikle değiştirebilirsiniz!

Los Angeles Filarmoni Orkestrası ve Simón Bolívar Senfoni Orkestrası’nın müzik direktörü, göz kamaştıran genç şef Gustavo Dudamel yönetimindeki Simón Bolívar Senfoni Orkestrası ilk kez Türkiye'ye geliyor. El Sistema'da yetişen en yetenekli 240 müzisyenin bir araya geldiği orkestra, bu yaz Avrupa turnesi kapsamında 8 ve 9 Ağustos'ta İstanbul'a uğrayacak ve olağanüstü enerjisiyle iki özel performansa imza atacak.

Müzik aracılığıyla mucizeler yaratan El Sistema, gençleri yoksulluğun ve suçun dünyasından uzaklaştırarak onları üreten
bireyler haline getiriyor. 280 müzik merkezinde 350.000 gence ulaşan, bünyesinde 150'yi aşkın gençlik, 70 çocuk ve 30 senfoni orkestrası barındıran geniş çaplı bu sosyal
sisteme katılan çocukların %75'i yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Tüm dünya için ilham verici bir örnek oluşturan sistemin küçük modelleri bugün birçok Güney Amerika ülkesi ile ABD, İngiltere ve İskoçya gibi ülkelerde de uygulanıyor. Devlet ve bağışçılarının destekleriyle yaşatılan El Sistema, önümüzdeki beş yıl içinde Venezüella'da bir milyon çocuğa ulaşmayı hedefliyor.

İKSV, sizleri yalnızca toplumsal dönüşümde müziğin nasıl bir güç haline gelebildiğine tanık olmaya değil, İstanbullu çocuklarla bu mucizeyi paylaşmaya çağırıyor. Siz de bağışlarınızla İstanbul'da kültürel etkinliklere katılma şansı bulamayan çocukları müzikle buluşturabilir, Düşler Akademisi, Sulukule Çocuk Sanat Atölyeleri, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı gibi sivil toplum kuruluşlarının aracılığıyla belirlenecek 5, 10, 20 veya 100 çocuğu bu unutulmaz konsere davet edebilirsiniz. Ayrıntılı bilgi için hulya.tarlan@iksv.org adresinden veya (212) 334 07 94 numaralı telefondan bize ulaşabilirsiniz.

Venezüela Simón Bolívar Senfoni Orkestrası
Şef Gustavo Dudamel
8-9 Ağustos 2011, 20.30
Haliç Kongre Merkezi, Sütlüce

6 Ağustos 2011 Cumartesi

KUZEY IŞIKLARI

Herkesin pusulası bir yeri gösterir malum. Kiminin yolu doğuya, keşişlere niyet ederken, kiminin batıya; katedrallere ve biz gariban arada kalmışlara ballandıra ballandıra anlatılan o yüksek medeniyete çevrilidir. ( o medeniyet neyin üzerinde yükselmiştir diye düşünmek adetimiz değildir...) Güneye gitmek isteyenler nedense tembellikle itham edilirler. Biri Güney Amerika dese, hemen "ooo kızlar, şarap!" diye kikirdemeye başlarız di mi? Aklımıza ilk gelen güzel bacaklı kadınlar olur, oysa o kadınların %99 kadarının bıyıklı ve sakallı olduğunu bilmeyiz!
Peki kuzey? Onun için ne dersiniz? Ben kendimi bildim bileli hep kuzeye gitmek istemişimdir. Üstelik epeyce üşüyen bir insan olmama rağmen. Nedense Karpatları merak ederim. Norveç kıyılarını. Danimarka'daki sarayları. Hamlet'i.. Fillandiya'nın doğasını. Geyikleri.. Ve elbette kuzey ışıklarını!
Polonyalı bir adamla tanışmıştım geçmiş zamanlarda. Durup durup çocukluğunu anlatırdı kafası güzel olunca. Kocaman karlı bir ormanın kıyısında, ahşap bir evde geçen, soğuk çocukluk. Bu çocukluk ve coğrafya, hiç tanımadığım halde yakın gelirdi. Bana hep "karlar kraliçesi" masalını anımsatırdı. Hikayede eksik olan tek şey kalbi buz tutmuş bir kraliçeydi. Ki ben bu kraliçeyi o hikayeye ekledim!
Neyse, geçmiş geçmiştir. Gelelim geleceğe. Bu yıl olan bitenler iyice anlattı ki hayat kısa, zaman az. Dolayısıyla kaderde kuzeye gitmek varsa, zaman bu zamandır. 2012 yılı hedeflerimin ilki kuzey ışıklarını görmek. Kiruna bunun için en güzel bölge diyorlar. Düşünmek bile heyecanlandırıyor.
O ışıkların fotoğraflarını ve videolarını ne zaman görsem, sanki doğanın ruhunu görüyormuşum gibi geliyor. Manyakça ama bende manyağım zaten:)
Erol hocamla dün denize çıktığımızda yine aklıma geldi kuzey. Acaba ölmeden evvel "kuzey denizi"nde yelken yapabilecek miyim? İstanbul boğazında bile barmakları soğuktan uyuşan ben, acaba bu en çok istediğim seyre kavuştuğumda ne hissederim? Kimbilir... hayali güzel:)

5 Ağustos 2011 Cuma

BEN KÜÇÜK ÇOCUK DEĞİLİM!

Bu hafta Avrupa yakasındaki derslerimin birinde yer yerinden oynadı. Önce zırıl zırıl ağlayan bir oğlan çocuğunu sakinleştirmek için debelendim. Konu da şu: tüy ve pipetle yaptığımız nefes çalışmasında tüy uçmamış, vay neden uçmamış! Bunun önemli olmadığını, bir sonraki oyunda belki en hızlı onun tüyünün uçacağını, hem zaten bu oyunlarla yarışmadığımızı ve birlikte öğrendiğimizi anlatmaya çalıştıysam da hiç kar etmedi... Ağlaması yavaşlar gibi olduysa da durmadı! Kazanmak o kadar önemliydi ki, tüy onu yarı yolda bıraktığı için gururu çok incinmişti!
Ders bitip, iş selam vermeye geldiğinde, ikizlerden biri yere uzanmayı tercih edince, bir önceki çocukla iyice yorulan ben "hadi bakalım biraz dikkatimizi toplayalım ve küçük çocuklar gibi davranmayalım" deme hatasına düştüm. Vay sen misin küçük çocuk diyen... Sanırsınız ki yedi ceddine saydım döktüm! O ne içlenmek, o ne ağlamak! Susturabilene aşkolsun!
Dakikalarca süren bir "kısa" terapi sonrasında güç bela tokalaşıp anlaştık ve bir kez daha gördüm ki, hepimizin vidalarını yerinden zıplatan kelimeler var. Bizim ufaklığın ki "küçük çocuk" imiş meğer. Nereden bilebilirdim ki!
Eve gelediğimde düşünmeye başladım bu küçük çocuk meselesini. Sonra gördüm ki yanlış kelime kullandım. Kız çocuğu haklıydı. Söylemem gereken yaptığı şeyin onun yaşı için uygun olmadığıydı ve ifade edişim de külliyen hatalıydı! Yine iletişim hatasına düşmüştüm!
Şimdi, yaşıtlarıma dönersek, benim hayatımda epeyce "küçük çocuk " mevcut. Nasıl derseniz, mesela karısının yemeği olmadan yaşayamayan, karısı ilacını vermezse içmeyen ve hatta "donun kirlendi değiştir istersen" demezse o donla bir hafta yaşayabilecek erkekler tanıyorum. Ki bu zavallılar kendilerini özgür zannediyorlar. Oysa bir küçük çocuk ne kadar duygusal şiddet görüyorsa, bu gelişmemiş erkek çocukları da en az o kadar şiddete maruz kalıyorlar. İnanılmaz di mi? Amma gerçek! Sonra kocasının kıskançlıkları yüzünden gittiği yerde bir bardak çayı zar zor içen, bir saatte on defa kocasına durum bildirmek zorunda kalan kadınlar var ki, onlar da küçük çocuk... Bu duygusal şiddete kıskançlık etiketi yapıştırıp, üzerine "kocam beni seviyor" yazıyorlar. Tıpkı bir küçük çocuk gibi, algılamak istedikleri şekle sokuyorlar taaruzu!
Örnekler yazmakla bitmez. İşin komik tarafı ne küçük çocuklar, ne de onlar gibi davranan ve bunun konforuna sığınan yetişkinler kendilerine bu davranışların yaşlarına uygun olmadığının hatırlatılmasından nedense hiç hoşlanmıyorlar!
Neden? Sözde bütün bunlar sevgi adına yapılıyor da ondan. Bütün bu rezil davranışların yutturma kapsülü sevgi!
Vallahi bana yutturabilen olmadı bugüne kadar. Ben hastaysam ilacımı alır, bir bardak suyla yutarım. Ha değilsem de gökten Cebrail inse yutturamaz. Bu seni nereye getirdi Elvan derseniz. Elbette bedelleri var yutmadığım kapsüllerin. Ama yutup da ödeyeceğim bedellerin yanında lafı bile olmaz. En azından içimdeki çocuğa karşı dürüst, olduğum ve olamadığım şeylere karşı açığım. Ne kendimi, ne karşımdakini oyun içine çekmiyorum. Kandırılmıyor ve kandırmıyorum. Gerçek bir küçük çocuk tarafından sevilmemin sebebi de bu zaten. Ona - onlara - şiddet uygulamıyorum. Oysa zavallılar yemek yerken, uyurken, hatta oynarken bile hep boyu kendilerinden en az seksen cm uzun anne, baba ve öğretmenler tarafından tartaklanıyorlar! Tıpkı erkeklerin ve kadınların günlük hayatta birbirlerine yaptıkları gibi! Yani bu "ben küçük çocuk değilim" oyunu daha anaokulda öğreniliyor demek istiyorum.
İşine geldi mi bebek diliyle konuş, sevgiline sırnaş, işine gelmedi mi "ben küçük çocuk değilim" diye zırla!
Tanıdık geldi mi?

4 Ağustos 2011 Perşembe

MUTLU ÖLÜM VAR MIDIR?


Var, var. Geçen akşam annem telefon etti. "Dolapta harika bir kıvırcık var, sen onu bi yıkasan da yanına birşeyler alıp gelsem ben" dedi. "Olur" dedim.
Gittim dolaba, açtım sebzeliği ve kıvırcığı çıkarttım. Ama kendisi pek harika görünmüyordu! Neredeyse her ucu yenmiş, yapraklarının ilerleyen bölümlerine ise nokta nokta giriş çıkış yerleri bezenmişti! Adeta dantel gibi işlenmişti bizim yeşillik. Ki kendisi artık bizim yeşillik değildi bence!
Arada birkaç kullanılabilir yaprak kaldı mı diye bakmaya karar verdim. Niye derseniz, yiyecek atılması konusunda hassasiyetim var. Ailevi sakatlık. Tekne kültürüyle hiç ilgisi olmayan, hayatında bir gün bile su sıkıntısı çekmeyen, gerçek bir su tankı ile şahsen karşılaşmamış olma olasılığı yüksek kardeşimde nasıl suyu boşuna tüketmeme arızası varsa, ömrü boyunca aç kalmamış bende de yiyecek atmama arzusu ileri safhada!
Neyse, beş altı yaprak buldum zavallı kıvırcığın içinde. Ve tabii suçluyu da buldum. Bel çevresi obezite tadına gelmiş bir omurgasız! Vay vay vay, adam utanmadan şuç mahalinde istirahat etmekte! E pes!
İçimde bir cani yaşamadığı için kendisini bir kiraz çöpü yardımıyla lavabodan çıkartıp bahçeye yollamak istedim. Uğraştım da. Ama o kadar semirmiş, o kadar semirmiş ki, kiraz sapına tutunamadı. E ben ne yapayım? Açtım musluğu ve cennete yolladım. Üzgünüm ama bence iyi bir son oldu. ( gerçi bu işi yaparken aklıma "Tibet'te Yedi Yıl" geldi ama... )
Aylardan Ağustos, serin, sessiz, loş ve güzel kokulu bir ortam. En sevdiğin yiyeceklerle donatılmış bir masa.. Ye Allah ye bir durum ve sonunda serin sularda sona eren bir hayat! E yani mutlu ölüm yok mu? Var işte!
* Annem çok tiksindiği için temizlediğim yaprakları da yiyemedik!

2 Ağustos 2011 Salı

MEKTUP


* bu mektup, benimle aynı kıtada yaşamayan ve son aylarda "neler oluyor orada?" diye soran veya sormayıp, merak eden dostlarıma cevaptır.
Sevgili...
Aslında hem çok şey olmakta, hem de zaman bir yavaş, bir hızlı kafasına göre tıngır mıngır işlemekte. Ha, tabii artık umurumda olmayarak. Geçen ve kaybolan zamanı eskisi kadar takmıyorum kafama. Geçiyor işte, ne yapayım!?
Senin de hava durumu haberlerinde açıkca göreceğin gibi İstanbul yanıyor. Sokağa genellikle sabahın erken saatinde çıkıyorum. Okullarımın ders saatini öğleden çnce tercih etmek benim için hayatı birazcık bile olsa kolaylaştırdı. Okullarım diyorum çünkü artık birden fazla okulum var. Dolayısıyla da sayıları yüzü aşmış çocuğum. Bu seninle paylaşabileceğim en güzel gelişme aslında.
Şimdilerde heyecanla sonbahar ders programım üzerine çalışıyorum ve bir yandan da eğitmenliği uluslararası boyuta taşımaya çalışıyorum ki, gün ola canım İzlanda'da ders vermek isterse işsiz kalmadan yaşayabileyim diye. (Sahi, Özgür, biz kuzey ışıklarını seyredeceğiz di mi?)
Biraz şişmanladım. Sanırım iç huzurumu tam anlamıyla bulamadım. Hala içime çökmüş bazı tortular var eski zamanlardan. Ama onların "eski zamanlar" olduğunu ve içlerinde bir hayat kurulamayacağını, eğer kurmaya kalkarsam Efes veya Troya gibi bir antik kentin içine son model beyaz eşyalarımla yerleşmeye benzeyeceğini idrak ettim:) Hayal et bak, ne manyak manzara!
Bu arada bulamadım dediysem, aramaya tam gaz devam etmiyorum anlamı çıkmasın lütfen. Arıyorum ve ölene dek arayanlardan olacağım. Hayatım boyunca dayatılana boyun eğmedim, eğmem de. Bak bu hiç değişmiyor.
Mart'da Victor öldü. Hatırlarsın. Benim çoook eski dostumdur. Nasıl diye sorma... Önemi yok. Onun için akıttığım gözyaşıyla bir havuz doldu inan. Ne zamandır gözümün yaşı pabucuma düşmemişti. Ama bu ölüm, başka doğumlar getirdi... Bir insanın gidişi bile görkemli mi olur dersen, olur. Oldu.
Sonra en yakın dostlarımdan biri, Süper Prenses hastalandı. Ama ne hastalanmak! Haftalarca hayatım felç oldu. Şimdi şimdi ikimizde iyiyiz. İkimiz de iyi olma kararında sabitiz. ( öyleyiz di mi? 2012 yılında Hindistan'a gideceğiz diye ayakkabı bile almaz oldum! )
A, eski sevgilime mektup yazdım. Bak bu önemli. Ona olanı biteni bildiği ve bilmediği herşeyi anlattım. İçim rahatladı. O zaman bu zaman rüyalarım kurtuldu. Bilinçaltım sakinleşti sanki. Ve işin güzel tarafı onu yıllarca kelimelerle uğurladıktan sonra nihayet tüm içtenliğimle yolcu ettiğimde kapımın önünde yeni misafirler belirmeye başladı. Yakında seni şaşırtacak bir zarf alabilirsin. Hani şu süslü olanlardan:)
Bu süreçte aşktan ne anladığımı ve ne beklediğimi iyice öğrendim. kendi payıma düşeni yaşamanın ne demek olduğunu da anladım. Aşk, avcuna düşen kalbi görmekmiş, ona bakıp hayal kurmak değil. Bu konuda hala geri kafalıyım. Daha azına ne dün evet dedim, ne de gelecekte diyeceğim. İçime sinen, büyük bir hikaye bekliyorum. Ve biliyorum ki hikaye de benim onu yazmamı bekliyor nicedir...
Kitap işleri de yoluna girdi sayılır. İyi bir yayınevi için güzel bir proje ürettik iyi kalpli bir dostumla. 2012 bir kitap kapağında adımı göreceğimiz ilk yıl olacak. Yani kıyamet kopmadan, bir rüyam gerçek oluyor! Sonrasında Victor'la ilgili bir yazı denemem var. Bakalım, istediğim gibi ifade edebilecek miyim? Zira okumaktan yazmaya pek zaman kalmıyor...
Dedem vefat etti bu arada... Neyse ki gidip gördüm bir kaç gün önce. Henüz ağlayamadım. Sanırım ilk kez içime sıkıştırmadan, kalbimi ezip büzmeden yolcu edebildim gideni. Kolay değildi.. Ama ne kolay ki? Aşk zor, ölüm zor, yaratmak zor... Yarattığını büyütmek zor!
Ne mi yapıyorum? Nefes almaya çalışıyorum. Dün Nazmi Hocamı ziyaret ettim. Ona da söyledim, "hocam nefes egzersizi yapalım" dedim. Sonbahara başlıyoruz. Nefes değişirse, her şey değişir diyor Tibetli kardeşler. Bakarsın değişir.... Bakarsın hücrelerim daha sağlıklı ve akıllı olurlar?
Gündelik sıkıntılara gelince.. Onlar var tabii. Etrafımdaki yarım akıllı davranışlar, kalbimi kıran düşüncesiz cümleler... var. Tek farkla, artık her okun hedefi değilim. Her zavallının kahramanı da değilim. İçimden üzülme durumu eski şiddetinde değil. Canımı sıkandan uzak, gönlüme iyi gelene yakın yaşıyorum. Zamanın kıymetini kırkıma gün sayarken ne kadar iyi anlıyorum bir bilsen...
Eylül'de Bodrum'da olacağım. Gelsene. Yüzeriz, limanda otururuz. Seni Suat'la, Filiz'le tanıştırırım. Belki İstanköy'e bile gideriz.
Anlatmayı unuttuğum bir şey kalmadı muhtemelen. A evet, ufak tefek sağlık problemlerim oldu son yıllarda ama onlara sebep olan şeyi anladığım anda iyileşmeye başladım. Bazen ilacımız, zehirimiz olabiliyor hayatta. İlacı kestim, hayat daha güzel :)
Tabii yokluğun hissediliyor. Ama bol seyahatli bir yıl olacak. Nasıl olsa görüşeceğiz di mi? İyi tarafından bakalım, geçen yıl seyahat planlayacak gücüm, isteğim yokken bu yıl var. Demek ki umut hep var:)
Öperim yanaklarından. Çok iyi bak kendine lütfen.