31 Temmuz 2008 Perşembe

Zamanla Barıştım, Şimdi Mutfaktayım:))

Bu ay yazdığım yazılara acayip tepkiler geldi. Erkekler haklı olarak taraflı buldular beni. Ama arkadaşlar her ne kadar kendi cinsime dair tüm özellikleri taşımasam ve hatta zaman zaman zihnen size daha yakın olsam da işin aslı şudur ki ben kızlardan yanayım. Doğama direnmem imkansız.

Elbette bazen seviyeyi düşürüp Yasemin'in Penceresi tadında yazacağım. Yoksa ben nasıl rahatlayacağım? Öyle yılda bir kere tekila içerek ya da Köprüaltında iki birayla olmuyor bu işler Mehmetus. Bir sonraki seyahatten Sakız Likörü değil, bir şişe Metaxa alayım ben:))) Malum sonbahara az kaldı, Egemen Whisky sorunumuzu kökten ve fazlasıyla çözdü de - çözdün di mi canım kardeşim?:))) -, Metaxa olmadan Ekim geçmez. İş yok güç yok, içer içer yazarım artık:)))

Yaz boyunca hatta vakitsiz gelen bahardan beri içimde zamanla ilgili garip duygular vardı. Adını koyamadığım, içimi ürperten. Hatta kaynağı belirsiz bir ses, zor kararların kapımda pusuya yattığını fısıldıyordu. Ben de etrafımdakilere bu korkumu anlatıp duruyordum. Tam düşündüğüm gibi oldu. Herkes kendi hikayesini yazdı ve ben karar verme mercii olmaktan kurtuldum. Böylece zaman benden azadlı artık ve tabii ben de ondan. Sanırım yazılarıma fazlasıyla yansıyan, bu geçici erkek düşmanlığının altında yatan da tam olarak buydu. Keşke yanılmış olsaydım, keşke...

Bazen sezgilerimize güvenmez, gözümüzün önündekileri göremez ve "amman deli saçmalarıyla şişiriyorum kendimi" der ve mantığın gölgesinde serinleriz ya, işte öyle yaptım ben. Sezgilerimi korkularım zannederek burnumun ucundaki gerçeği öteledim. Taa ki biri kalemi gözüme, diğeri de kalbime sokana kadar!
Eh müsadenizle bu noktadan sonra verdim veriştirdim tabii. Şimdi daha sakinim, muhtemelen Ağustos itibariyle "Uyuyamayan Prenses", "Rapunzel ve Külkedisi" gibi sürüklenen masalları bitirmiş olurum.Eylül'de ise orama burama kalem sokanlara daha fantastik bişiler yazmalı.

Amma velakin sorun şudur ki Eda Liza'nın üçüncü yaş günü olacak Kasım sonu. Benim o zamana kadar mutlaka özel bir masal bulmam lazım. ilk iki yıl şanslıydım çünkü masallar bana geldi. Eğer bu yıl da aynısı olmaz ise naneyi yedim. Çünkü onaltı yıl için bir anlaşma yaptık annesiyle. Eda için yazmam gereken ondört masal daha var.

Bana masallar esinleyen herkese rakı sofrası* vaad etsem acep ne olur? Motive olur musunuz arkadaşlar?


*Önemli Not. Son iki haftadır mutfak sanatlarında inanılmaz aşama kaydettim, daha önce zehirlenenler lütfen geçmişi referans almasınlar :))

30 Temmuz 2008 Çarşamba

Annemin Habitatı.

Zırladım durdum ya bu ay, ıvır zıvır hakkında. İşte o sürenin önemli bir bölümünü annemle geçirdim. Boşuna dememişler "ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar" diye. Doğru. Her ne kadar onu üzmemek için az şey anlattıysam da, gülüp eğlendiysem de artık ve hatta uzun zamandır her şeyi biliyor... Son yıllarda gözlerimizi kaçırmıyoruz birbirimizden.

Onu seyrediyorum. Sakin kalmak için verdiği mücadeleyi. Bizi anlamasa bile yanımızda duran, anlamak için didinen halini. Kendine küçük mutluluklar yaratmaktaki çırpınışını, çabasını izliyorum. Çiçekleri var onun, kuşları var. Parkta onu bekleyen kedileri bile var. Biz varız. Koskocaman bir habitatı var. Üstelik içini acıtan, gözyaşı dökmesine sebep olanlara bile bahçe kapısı hala aralık bu habitatın. Delirmemek imkansız. Nereden geliyor ki bu kendini hiçe sayan affedicilik? Nereden geliyor bu direnç? Bu mudur doğru olan? Bilmiyorum. Hayatta en sevdiğine bile tutunamayan ben, onun pençelerine hayranlıkla bakıyorum. Bu bana uzak bir duygu, anne olma sorumluluğu olsa gerek.

Bildiğim şu ki; onu seven ve tanıyan kumrular var. Güvercinler ve kargalar ve hatta martılar bile var. Annemle konuşuyorlar, annem onlara evcil olmayı, onlar anneme doğadaki dengeyi öğretiyor. Çok başarılılar. Her gün daha yakın, her gün daha tanışıklar. Kaçmıyorlar annemden, annem de onları korkutmuyor. Güveniyorlar birbirlerine. Kuşlara güven ortamı sağlayan bir büyücü benim annem. Bizi hala şu koskoca dünyadan koruyan bir büyücü!

Eve hayvan istemezdi eskiden. Ama ben ne bulduysam getirdim; kedi, kuş, balık, kurbağa, kaplumbağa, köpek... Hatta son yıllarda büyükbaş hayvan bile getirdim! İnanın annem onlara bile yemek verdi ve sevdi! Hatta benim artık sevmediğim zamanlarda bile annem onları sevmeye devam etti. Empati kurmanın suyunu çıkarttı canım annem. Ama ben, şimdi hayran hayran izliyorum her sabah kuşlarla arasında geçen sohbetleri. Onlar, benim kendi cinsimden insanlarla yakalayamadığım derinliklerde kayboluyorlar. Susup uzun uzun seyrediyorlar ağaçları. Rüzgarın sesini dinliyorlar. Evde biten bulgurun özürünü diliyor annem onlardan... Benim kafam basmadığı için onlara anlatıyor Ergenekon masalını.

Annemin habitatında korunduğum için çok mutluyum. Kendimi sonsuza kadar onun kanatları altında saklayabilsem keşke...

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Temmuz Ayı Biterken...



Bugün çok güzeldi İstanbul. Son yılların en ıslak sabahını yaşadık Sevgi Hanım'la ama acayip eğlendik. Bol kahveli, bebekli, yelkenli ve huzurluydum. Payı olan herkese teşekkürü borç bilirim. Ve:

"Kaybettiğini sandığın şey ne kaybedilebilir, ne de bulunabilir. Onu bırakma." *

Başka sözüm yok bu ayı kapatırken. Sözüm de Külkedisi'nin blogundan çalıntı olup, anlayacağını bildiğim muhtereme aleni bir göndermedir:)))



*Any Rand

27 Temmuz 2008 Pazar

Her Derde Deva Mıdır Kupka?

Evet, Kupka her derde devadır. Özellikle boğazına elma takılmış şapşal prenseslere bire bir iyi gelir. Cenk kardeşimiz davula vurdukça yarattığı titreşimle, bir prens beklemeye gerek kalmaksızın boğazımıza takılan elmadan kurtuluruz.

Müzik ruhun gıdasıdır, ama Kupka sadece müzik demek değil benim için. Kupka dostumun davul çaldığı bir topluluk demek. Kupka dostum davul çalarken karısının onu her konserde aynı sevgiyle fotoğrafladığı anlarla, aşka yakın durmak demek. Kupka yorgun bir anne ve babanın her derdini evde bırakarak oğula alkış tutmasının hazzı demek. Kupka yaşamak ve hayatta kalmak için müzik yapmakta direnen bir avuç genç ve yaratıcı insan demek.

Her şarkıları için masallar/öyküler yazmak hayalindeyim. Haydi Cenk ver bana bir kayıtta hazır işsizken Kupka için masallar yazayım. Sen ki bana iyi geldin bu gece, sen ve dostların ki boğazımdan söküp aldınız elmayı, ben de size masallar yazacağım en güzelinden.

Teşekkür ederim Kupka:)) Bir sonraki konserde görüşürüz.

En Sadık Hayranınız Rapunzel

Üç Ayaklı Tören Kabına Hakarettir Talebin.

E.S'a itaf edilmiştir.

Dostluk pek çok şey üzerine kurulabilir ama onu üç ayaklı bir tören kabına benzetirsek, içinde her ne kaynarsa kaynasın, öncelikle sağlam üç ayağı olmalıdır diye düşünüyorum. Benim kitabımda bu ayaklardan biri güven, diğeri koşulsuz sevgi ve sonuncusu ruh tanışıklığıdır. Bunların sağlam olmadığını gördüğümüzde ise o, dünyanın en görkemli kazanında ne kaynatırsak kaynatalım, içerken sorular takılacaktır boğazımıza. Kalbimiz asla huzur bulmayacaktır dostumuzun gözlerinde.

Dostum ol demek, sevgilim ol demekten daha zor olmalıdır. Ancak bir densiz güvenini kazanamadığı sevgilisinin dostluğuna talip olur. Ancak bir densiz kaybettiği oyunda kırdığı oyuncakların parçaları arasında kazanç kırıntıları arayarak teselli bulmaya çalışır. Ve ancak bir densiz ayrılığa değil, kendi tutunamayışına içerler. Ve son olarak ancak bir densiz ayrılık* mektubuna dostluk gibi kutsal kelimeleri yama yapar.

Kendi çamurunu yoğuramamış insanlardan uzak bir hayat diliyorum tüm dostlarıma. Ve "Geçmiş olsun bana!"

*Birlikte olanlar ayrılır, hiç birlikte olmamışların ayrılık mektubu yazması da ayrıca ilginçtir ve bi tabii komiktir:))

26 Temmuz 2008 Cumartesi

Hayat Sofrasından Tok Bir Adam Portresi.

Hayat hızla akıp giderken ve Temmuz da tıpkı diğer aylar gibi sırıtarak aramızdan ayrılırken ne mi yapıyorum? Sakin kalmaya çalışıyorum. Çünkü şarkıda söylediği gibi:

"... If tomorrow's sun doesn't shine.

At least I'll have my Clementine..." *

Sabah Fahri Bey'de idim. Kendisi bizim mahallenin kırk yıllık kuaförüdür. Konu şaçlarım olunca, huysuzluğum dillere destandır ya, onun koltuğuna oturmuşsam gık demem ben. Çünkü bilirim ki beni, benden fazla kollayacaktır. Fakat bu değerli adamın tek meziyeti saç kesmek değil. Onun hayat hikayesi bir roman olabilecek kadar özel.

1940'lı yıllarda İstanbul'da yaşamanın kitabını yazmış bir muhteremdir kendisi. Şişli, Nişantaşı, Tarabya, Bebek, Kalmış, Fenerbahçe ondan dinlenmeli. Onu dinlerken insanlar, elbiseler, müzik, renkler içimde dolaşmaya başlıyor ve insanların gerçekten insan gibi yaşadığı yıllara dahil oluyorum sanki. Her hafta Fahri Bey'i görmeye giderken biliyorum ki beni yeni bir öykü bekliyor. Açlık, iş sıkıntıları, dans partileri, kadınlar, tefeciler, mutfak sanatları... Ne istersiniz? Hepsi var. Gelip giden müşterilerin hikayeleri de bonusumuz.

Bugün bana sakızlı vişne reçeli tattırdı. Bu reçeli hayatım boyunca hiç unutmayacağım bir kaç lezzet arasına şimdiden yazdım gitti. Anlattığı yemek tarifleri aramızda sonsuza kadar sır:)) Gerçi bakarsınız iyi tarafıma gelir bir kaçını yazarım blogda. Hatta aranızdan birilerine pişirsem mi acaba?

Bütün bunlar değil elbette anlatmak istediğim. Oraya gitmeyi seviyor olmamın altında yatan bu adamın hali, tavrı, nezaketi, görgüsü, tevazusu da değil ; beni delice kıskandıran ve kamçılayan yaşamışlığı. Evet yaşamış, yalnızca nefes almamış, yaşar gibi yapmamış. Hayatın ona sunduğu ve hatta vermekte cimrilik ettiği her şeyi söke söke almış. Tırnaklarında kan var, gözlerinde ışık. Ben otuzbeş yaşımdayım ama o benden daha fazla bağlı hayata. Ben bugün ölsem bir kaç dostum bilir belki düşlerimi ama onun düşleri gerçek olmuş; hepimiz biliyoruz! Düşleri anılarında, evinde, bakışlarında.

Fahri Bey annesinin yirmiüçüncü çocuğu olarak doğmuş. Ailesi Rumeli göçmeni. Beş yaşında başlamış çalışmaya. Babası bir kuaförün yanına koymuş onu. Üvey annesinin saygı ve sevgisini kazanmak için çok çalışmış. Ne yapmış etmiş sevdiği kadınla evlenmiş. Hayatta en büyük tutkusu işi ve dans olmuş. O yıllarda nerede dans edilirmiş, kılık kıyafet nasıl olmalıymış ondan öğrenebilirsiniz. Dönemin bütün oyuncularına saç ve makyaj yapmış. Hatta ona borçlananlar bile var ama asla isimlerini söylemiyor. Çok para kazanmış ama asla haksız kazanç götürmemiş evine. Bu yaşında bile yılda sadece onbeş gün tatil yapıyor.

Dans kulüpleri kapandığından bu yana mutfağa vermiş kendini. Pişirdiği her şeyi dakika dakika anlatabilecek kadar dikkatli. Eğer bugün yanımda olup verdiği yemek tarifini duysaydınız ne demek istediğimi çok daha iyi anlardınız.

Ona baktığımda sofrasındaki acıyı ve tatlıyı son lokmasına kadar hakkını vererek yemiş, ruhu ve bedeni tok bir adam görüyorum. Hala bir kaşık vişne reçeli ile gülümseyebilen, Bodrum'da yapacağı tatil için çocuklar gibi sevinen önemli bir şahsiyet. Onun yanında kendinizi güzel hissediyorsunuz, hala önünüzde bir zaman olduğunun ayrımına varıyorsunuz. Onurlu yaşamak ve bunu yaparken hayatı yakalamak mümkünmüş diyerek seviniyorsunuz. Fahri Bey hakkında lafım bitmez benim. Bu sadece kısaca bahsetmekti, emin olun o anlattıkça ben de devam edeceğim yazmaya.

Şimdi gitmem lazım, ocakta yemek var. Muse da birazdan gelir. Klasik cadde turumuzu atmadan uyumak yok bu gece:)) Tutunacağız ya hayata!!!

*Pink Martini.

25 Temmuz 2008 Cuma

Doğru Zamanlama Yanılgısıyla Yanlış Adama Toslayan Prensesler Ne yapar?


Dün gece içimdeki kumdan kaleleri ve de kuleleri yapıp yapıp yıkarken, çocukluğumdaki kova kürek takımımı özledim. Annem saklardı böyle şeyleri, acaba nereye koymuştur diye düşündüm. Rengarenk bikinilerim, mayolarım, Bardakçı plajında kovaladığım gümüş balıkları bir bir doluştular aklıma.
Kayalardan kovalar dolusu topladığımız deniz minareleri, iskelede dürdüklediğimiz zavallı yengeçler... Hepinizden özür dilerim. Ama emin olun akıllandım, artık kendimden başka hiç bir canlıya zarar vermiyorum! Dürtmüyorum.
Ben dün gece bunları düşünüp, aval aval gökyüzüne bakarken, uzak bir mahalledeki turuncu evde çok sevdiğim kadınlardan birinin de uykusu kaçmış. Üstelik uykusunu en sevdiği karga kaçırmış... Yüreğini didiklemiş durduk yere. Ve o tatlı kadın bana bu konuda yazmış. Başka çaresi yok çünkü. Konuşarak uzlaşamadığımızda ve sakinleşemediğimizde yazmak tek çaremiz. Her satırın edebiyat dünyasında bir fırtına kopartması da gerekmiyor. Bir tür dayanışma sadece. Tıpkı stüdyoya girip müzik yapan arkadaşlarımız gibi, içimizdeki sesleri biçimlendiriyoruz. Böylece bize ait olanı bir kez daha izleyerek dengeyi sağlamaya çalışıyoruz. Anlamaya çalışıyoruz ve anlamlandırmaya.
Neyse, uyku kaçıran karga ve güzel yürekli kadında yarattığı duygu gayet tanıdık. Kişisel tarihimizden bildiğimiz ya da en yakınlarımızdan doya doya dinlediğimiz hikayelerden. Çoban, Peri Padişahı'nın kızına aşık olur ve hikmetse kız bu aşka karşılık verir. Tez zamanda saraydan kaçıp çobanın kulübesine yerleşirler. Aslında burada doğru olan tek şey zamanlamadır; ne çoban doğru sevgilidir ne de prensesin yaşamak istediği mekan daracık bir kulübedir... Masal bu ya, sonsuza dek mutlu yaşayacaklardır.
Prenses hiç gocunmadan elbiselerini değiştirir ve çobanın hayatına uyum sağlar. Oysa çoban ne prensesin sarayını ne de kendisi için terk ettiği hayatı asla unutamaz. Her kurda kuzu kaptırdığında kulübeye döner ve Peri Padişahı'nın kızına hakaretler yağdırır. Çünkü çobanın derin kompleksleri vardır. Mahçuptur karşısındaki kadına başarısızlıklarından dolayı. Sahip olduğu kadın ona iki gömlek büyük gelmektedir. İçi acır zavallının ve acısından ağzından çıkanı kulağı duymaz.
Prenses bir susar, iki susar ve sonunda sonsuza kadar susar. İçi kırılan pek çok kadın gibi bedenini kulübede bırakır ama ruhu bacadan çıkar gider.
Giderken bedenini de alan prensesler yok mudur? Vardır elbette. Birini çok iyi tanıyorum, artık ruhuyla seyahet etmeyecek kadar akıllandı...
Gelelim ardımızda kalan kargaya - ya da çobana ya da bezelye kadar kalbi olan adama:))-, onun hali pek bir acıdır. Fazla zaman kaybetmeden bir masala daha musallat olur. Yenilen pehlivan güreşe doymaz mantığıyla, daha çoook prensesin kanına girer. Akıllı olan prensesler kaçar, çaresiz olanlar prangalanır kulübelerde. Yıkılmış saraylarına dönmektense öfke kokan ilişkilerde çürütürler ömürlerini. Bu da onların seçimidir; iki kişilik yalnızlık.
Bacadan kaçan prenseslerin bazıları Rapunzel'in blogunda buluşurlar. Çünkü masal hep aynı yerde kilitlenir : Gerçeklikte! Ve Rapunzel de hep aynı yerde kilitlenir: Gerçeklikte!
Gerçeğe doğru yürümekte ısralı, kararlı ve korkusuzdur kaçak prensesler. Ayaklarında paramparça pabuçlar, ellerinde kalpleri, gözlerinde cesaret öylece otururlar kulenin dibinde.
Birbirimizin yaşlarını sileriz kelimelerle, yırtılmış elbiselerini diker, ayakkabılarını onarırız. En değerli organımızı, kalbimizi yeniden güçlendirir ve devam ederiz. Çünkü asıl olan oyunda kalmaktır, kutsal kitabı okuyan kadınlar olarak biz bunu çok iyi biliriz. Yanlış adama toslaya toslaya bulunacaktır doğru adam :))

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Never Stop Falling In Love

".... never stop falling in love ..."

Her ne kadar konserlerine gidememiş olsam da, Pink Martini pek bir sevdiğim ve bence son dönemin en şenlikli topluluklarından biridir. Neden durduk yere onlar hakkında yazdığımı merak edenlere hemen söyleyebilirim. Yakında deprem olacakmış ve hepimiz ölecekmişiz. Biliyorum, çünkü mail geldi!! Hani itirafta bulunayım bari dedim ve.... Ben hep bir müzikal yıldızı olmak isterdim ama Allah kocaman bir popo ve berbat bir ses verdi. Öncelikle huzurlarınızda kendisine teessüf ederim. Gerçi Pilatescadısı popomu küçültmek için uğraşmakta amma ses olayını çözmemiz epeyce zor. Neyse ki haddimi biliyorum da olur olmaz yerlerde şarkı söylemiyorum!

Neyse, Cuma akşamı Nevizade işi haftaya kalınca, Külkedisi ile kulemde bir şarap partisi mi versek dedim kendi kendime. Hani biraz gülsek, ruhevi temizliği yapan ve birbirinin halinden anlayan kadın sohbetleri yapsak. Uyar mı Külkedisi? Ardından ben sana iki tane hikaye anlatsam. Ama şarkılarla anlatsam ve dans etmesem:)))

Story One/Unreal Relationship

Chapter I

Never Stop Falling in love, Pink Martini

Chapter II

Frozen, Madonna

Chapter III

You'll See, Madonna

Story Two/Endless Love

Chapter I

Mazi Kalbimde bir yaradır, Sema

Chapter II

Amado Mio, Pink Martini

Chapter III

Ömrümün İsteği, Mustafa Gülbetekin

22 Temmuz 2008 Salı

Masal Kahramanları Depresyona Girmez, Endişeye Gerek Yok:))

Külkedisi, Rapunzel'in dolmakalemine kan çekerek yazdığı trajik hikayeden korkmuş olmalı ki, dün gece endişeli mailler yollamış güvercinlerle. Ama Rapunzel en çok bezelyeli bölümü sevdi. Çünkü bizi bu karmaşadan ancak masallar kurtarabilir diyordu alt metinde. Öyle değil mi Külkedisi?

Gelelim şu bezelye kadar kalbi olan adamlara ve bunu daha ilk dakika anlayıp ama ne hikmetse sonuna kadar direnen Rapunzel'e. Etrafımızda ve aynalarda maalesef bunlardan çok var; yani göz göre göre direnen kadınlardan. Ama dur dur aslında Maviay'ı düşünürsek, o hiç böyle değil. Onun sezgileri bizden çok daha güçlü. O bizim bilicimiz mi olsun acaba bundan sonra? Ne dersin?

Peki söylesene, Rapunzel ve Külkedisi neden bu kadar kafa yoruyorlar? Kulede ve ocak başında çok mu bol zamanları var? Hayatın hızla akıp biteceğini anlamıyorlar mı? Üstelik bu ve benzeri konularda yazmaya başlayınca neden insanlar bunalımda zannediyor öykücüleri? Sanırım birinci tekil şahış kullanarak yazmanın bedeli bu:))
Oysa ben hiç bir masal kitabında depresyona girmiş kuş, ejderha, sarmaşık, kraliçe ya da hizmetli görmedim! Olmaz. Mümkün değil. Fakat üzerindeki sihir kalkıp, elbiseleri paçavraya dönüşünce hayal kırıklığı yaratan kahramanlar olabilir.... Ve bazen bu umulmadık sürpriz "geçici bir keder" yaratabilir...
Rapunzel'in durumu da böyle oldu. Hatırla; kemancıyı maskesinden ötürü beklenen konuk zannetmişlerdi! Onun içindeki iyiyi görmekte nasıl da inat etmişti Külkedisi. Ve tabii bezelye kadar kalbi olan adamı da anlamlı inceliklerinden dolayı aslan yürekli oduncu sandılar! Değilmiş, sadece odunmuş!!

Külkedisi'nin dediği gibi burada sevinmek lazım. Çünkü Rapunzel bunu ilk günden sezdi. Ama hatası içindeki huzursuzluğu susturmak için direnişindeydi. İşin güzel tarafı şimdi onu seveni biliyor ve gerisi umurumda değil. Hiç olmazsa kocaman kalbi olan, güvenilir, ona hiç yalan söylememiş, onu hem bu hayatta hem de sonraki hayatlarda koşulsuz sevecek bir adamı seviyor.
Teşekkür ederim Külkedisi, Rapunzel'i masalına yolladın. Artık kulede huzur içinde yazmaya devam edecek. Sana minnettar:)))

20 Temmuz 2008 Pazar

Beş Dakkada Değişir Bütün İşler.


"...Beş dakkada değişir bütün işler.." MFÖ'nün şarkısında diyor ya, vallahi de billahi de doğru. İnanın bana "amanın ne rezildir bu hayat işimi kaybettim, bakınız sevgilim ( sev-gi-lim?) beni nasıl boynuzladı, hayatımın aşkı sonsuza dek Antartika'ya taşındı" derkeeeennnn bir süpürgeli cadı geliyor ve sizi atıveriyor arkasına! Uçmaya başlıyorsunuz beraberce ve şarkı da dilinize yapışıyor: "beş dakkada değişir bütün işler!"

Hayat bu kadar basit aslında, onu evirip çevirip arapsaçına çeviren bizleriz. Kendi adıma bu konuda bir numara olduğumu söyleyebilirim. Mesela aslında sevgili olmadığım bir adamı terketmeye karar verince aniden çok seviyormuşum gibi kendi canımı yakmaya ve mızmızlanmaya bayılırım. Üstelik adam çoktan başka alemlere geçmiş iken. Ya da işten ayrılmak için, gizli gizli heves eder, adamlar artık çalışmasak mı dediğinde aniden üzülürüm. Anladınız mı? E normal anlayamamanız, çünkü ben de anlayamıyorum kendimi:)))

Fakat şunu gördüm, acayip güçlü kaslarım var benim. Gülmeyin ya, elbette kol ve bacak kaslarımı kasdetmiyorum, burada konu olan kalp kaslarım:))) Depresyon benim mayamda yok, ıkındım sıkındım en fazla üç gün moralsiz kalabildim. Etrafımdaki kadınlar, adamlar ve bebekler izin vermediler depresyona girmeme. E bende kırmadım tabii, bu durumda yaşamaya devam.

Şair kadın bana kocaman moraller verip, sevgilisiyle yeni bir aşka yelken açtı. Külkedisi zaten tatilde; yaralarına tuzlu su tedavisi uyguluyor güney sahillerinde. Mehmetus kardeşim rakı ısmarlayacak Nevizade'de. Haftaya Cuma idi değil mi Mehmetus??? Muse.... O rakipsiz zaten, bana aldığı portakallı parlatıcıyla uzun süre bekar kalmam imkansız!!
Pilatescadısı ise bana en iyi gelen iki şeyi sundu dün: çikolatalı pasta ve bebekler. Şu an elimde yok ama Mehmet bebeğin fotoğrafını görünce ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Hani oyuncakçılarda satılan zenci bebekler vardır ya, Mehmet onlardan sadece bir ton açık. Gerçek bir bambam. İş makineleri reklamı yapacak olsam bu veledi kesin kullanırdım. İleride epeyce can yakacağı şimdiden garanti. Zaten giderek azalan adam nüfusuna bakarsak yirmi yıl sonra Mehmet için cinayet bile işlenebilir!!! Neyse, ben bol bol öptüm kokladım kendisini, kızlar kusura bakmasın:))

Temmuz'da iki, Ağustos ayında bir adet tatil planım bulunmakta. Eylül için Allah Kerim. Şimdi caddeye çıkıyorum. Muse gelip beni alacak ve Pilatescadısı ile kahve içeceğiz muhtemelen. Bakalım dönüşte neler anlatacağım? Çünküüüü "beş dakkada değişir bütün işler!"

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Ruhunda Bataklık Olan Adamlar.

"Susmak belki de gerçeği anlatmanın tek yoluydu" diye bitmişti kitap. Okuyalı aylar oldu. Ama zamanlaması ilginçti. Şimdi bir kez daha okuyorum aynı kitabı çünkü bir kez daha susmaya, susabilmeye ihtiyacım var. Çünkü bir kez daha içinde bulunduğum zamandan kaçıp, aklanıp kendime dönmeye ihtiyacım var.

İçimdeki güçlü bir öfke olmadığına göre, kusmaya da gerek yok ama yazmam lazım, yazmalıyım ki nasıl hisetmişim anımsayabileyim.Yazmalıyım ki biri beni aşkının objesi yapma terbiyesizliği etmişse ben de onu yazımın objesi yaparak nezaketine küçücük bir cevap vereyim:)

Peki, şiddetli bir his beslemiyorsam bu gürültü niye? Elbette dilimin ucuna gelen şeyler var söylemesem de; "ruhunun karman çorman olmuş çekmecelerini gördüm, yatağının altında sakladığın sana susan kadınların çığlıklarını duydum, oyunlarla görmezden geldiğin hastalıklarını biliyorum, içini acıtan okunamamış masal kitaplarını okudum, zayıflamış kalp kaslarını hissettim, yalnızlıktan çırpınan ve bedensel hazlardan medet uman pislenmiş ruhunun umutsuzluğunu da gördüm desem ne olacak? O zaten bunları bilmiyor mu? Biliyor. Gerçeği gözüne soktuğum için rotasızlığında bocalıyor ve sahte molalarda nefesleniyor. Ama ben burada çekiliyorum.

Birlikte bir yol çizmeye davet edildiğimde eyvallah demiştim, hatta onun çizeceği bir rotada gidilebilir mi diye düşünmüştüm. Taaa ki içindeki karmaşayı, belirsizliği görene kadar. Ne acı değil mi, en son ben gördüm! Keşke hiç açmasaydım sır dolu kutuları dedim ama geciktim. Herşeyde vardır bir hayır diyorum şimdi. "Ruh Pisletici" projeme ikinci bölüm yaparım belki bu şahsiyeti. Ama bundan bile emin olamadım. Çünkü bu defa kendimi pislenmiş değil, daha ziyade ucuz kurtulmuş hissediyorum hastalıklı bir hayattan.

Aklıma Londra'dayken kitapçıdan aldığım kart geldi geçen gün. Güzel bir İtalyan mahallesinde iki bina arasına bir ip gerilmiş ve ipin üzerinde birbirine doğru yürüyen bir kadın ve bir erkek vardı. Adam takım elbise giymişti, kadında gelinlik. Yüzlerinde özel bir ifade yoktu. Fotoğraf siyah beyazdı. Yalnızca öylece dengede duruyorlardı. İşte benim bütün anlatmak istediğim buydu. Otuzu devirince beklenti bu olmalı hayatta diye düşünüyorum; O benim dengemi bozmasın ben de onun. Beni koruması gerekmiyor ama düşmeme neden olacak salınımlara da sebep olmasın. Çok şey değil ki bu. Gerçekten istense (-seydi-) başarılırdı (-başarılabilirdi).Tabii karşınızdakinde denge varsa. Yoksa ne mi oluyor? Sizin de ayarınız bozuluyor. Çılgınlar gibi sallanmaya başlıyorsunuz ipte. Öfkeleniyorsunuz titreyen bacaklarınıza ve işler çığrından çıkıyor. Manasızlaşıyor hal ve tavırlarınız. Soğuk savaş içinizdeki ateşi küllendiriyor. Sonra atlayıveriyorsunuz ipten. "Ne halt ederse etsin bana ne ya noktasına" geliyorsunuz. İki aydır hayatınızda olan bir insana karşı bu derin sorumluluk neden diye soruyorsunuz. Sonra anlıyorsunuz gerçeği; aslında ipte durmayı özlemişsiniz siz... Dengeyi, huzuru... Bunu ipten inince daha iyi anlıyorsunuz. Ne karşınızdakinin, ne de davranışlarının kıymeti yok aslında. O sizin hayal gücünüzün eseri. Çünkü ruhunuzu fethetmemiş biri! İçinizde bir ateş yakamamış. Kendi ısınızla yanılgıya düşmüşsünüz. Ah, zavallı ruhunuz hayal görmüş gün ışığında!

Ve... Oh be dediğiniz ana sıçrıyorsunuz böylece; Uyanış!İçinizdeki kuşkucu cüceye teşekkür ediyorsunuz. Yanılsamalar labirentinden bir adımda çıkıyorsunuz ve "merhaba dünya" diyorsunuz. "Merhaba, geri döndüm:))"

Ben dün gece böyle yaptım. Beni aldatan, hayatına puzzle gibi yerleştiren ve hiç acımadan -bana ve kendine- binlerce yalan söyleyen "bezelye kadar kalbi olan adamı" ipte bıraktım. Ona kötü bir söz söyleyecek miyim ? Asla. Çünkü kıramam ki ben onu, düşünmeye sevk edemem ki bilmiş bilmiş cümlelerimle... Bana öfke beslese ne olur, hayran kalsa ne olur. Beni sevmeyen bir adamda bir duygu uyandırmış olmanın ne kıymeti var? Hiç.
O kaybetmiş bir kere içindeki iyiyi, güzeli. Üzerine giydiği hassasiyet ve nezaket gömleği, gören gözler için lime lime olmuş aslında. Kırılmaz böyle adamların kalbi, ne acıdır ki öyle bir organın şuurunda değildirler. Kötü sözlere toktur kulakları, çünkü en kötü sözleri zaten dört duvar arasında kalınca kendilerine söylerler. Yalnız bırakılmalarıdır tek iyilik onlara.

Yetersizliklerini, eksik yanlarını örtmeye çalışarak, zamanı çarçur etmekle lanetlemişlerdir kendilerini. Gecelik yalancı hazlarla sınırlıdır sevgiden anladıkları. Emek harcamak dedikleri şey ise koca bir kandırmacadır küçücük dünyalarında. "Kaçma savaşalım" diye diz çöktüklerinde bile gözleri başka meydanlardadır; acaba oralarda dişlerine göre daha kolay evirip çevirecekleri bir savaşçı var mıdır?

Arayışları hiç bitmez. Çünkü bilmezler ne aradıklarını. Hayvan sevgileri , sanat sevgileri, çiçek sevgileri, jestleri, hoop diye hayatlarına davet eden misafirperverlikleri koskocaman bir yalandır. Ne sevmeyi, ne dokunmayı, ne de paylaşmayı bilmezler.. Herkes kendi içinde bir bütün, ya da yanındakiyle bir bütün ve hayatlarında tatmin olmuş yaşarken, onlar içlerindeki hastalıklı boşlukla devam etmeye mahkumdurlar. Kendilerini sevmezler -ama beğenirler!-. Beğenirler beğenmesine de yine de bizim onlara bakınca göremediğimiz, sadece sezdiğimiz ama onların bal gibi bildiği tiksinti uyandırıcı bataklıklar vardır ruhlarında. Kurutulması mümkün olmayan, akıllı kadınları, sevmeyi bilen kadınları kokusuyla yıllarca, kilometrelerce uzağa ve suskunluğa iten bataklıklar.... Böyledir işte bezelye kadar kalbi olan erkekler!

18 Temmuz 2008 Cuma

Mum Çiçeklerini Özledim...


Dün gece marinada gezerken teknelerden birinin kıçında ayaklarını suya sallandırmış ve kucağındaki elmaları ısırıp ısırıp suya atan bir kadın gördüm. Önce anlayamadım ne yaptığını, sonra anladım ve durdum. Delidir muhtemelen diye yaklaşmamayı tercih ettim. Ama kendimi onu izlemekten alamadım. Baktığımı görmüş olmalı ki, sanki içinde bulunduğu durumu açıklamak istercesine kendi kendine konuşmaya başladı:

- Elmalar tekneye hediye geldi. Onları beraberce tüketebileceğim kimsem yok, üstelik teknede bir dolap da yok, saklayamam. Yiyerek bitiremeyeceğim için zamana karşı yarışıyorum. Hepsini sadece bir kez ısırıyorum ve balıklara atıyorum. Böylece vicdanım rahatlıyor. Hem elmaları getirene karşı görevim bu benim.

İçimden düşündüm, acaba neden kimseye vermeyi denememiş diye. O da sanki düşüncemi okumuş gibi:

- Kimseyle paylaşamam, çünkü buna değip değmeyeceklerini bilemem.

Vay be dedim, kadın iki tane elma vermiyor elaleme biz hayatımızı maskara ettik. Daha fazla kalamadım orada, cevap tokat gibi gelmişti. Kendi tekneme gittim. Kapısını açtım ve uzandım sakince. Lumbozdan ay girdi içeri, ışıl ışıldı etraf ve hiç olmadığı kadar sessizdi marina. Uyuyakalmışım muhtemelen. Uyandığımda geceyarısını geçmişti. Yanımda bir nefes hissettim, eski bir hayaletti; en acizi, en korkağı, en fazla hakaret etmek istediğim. Ama yapmadım. Bir hayalete hakaret etmenin ne faydası olabilirdi ki, kendimi hırpalamaktan başka?

Tekrar kapattım gözlerimi ve derin bir uykuya daldım. Rüyamda bir kızım olmuştu. İlk kez bir bebek sahibi olduğumu gördüm. Bana ait küçücük bir kız. Onu kollarıma aldım, adı Ayşe'ymiş. İçimden hiçte sevmem bu ismi Allah Allah dedim. Ama ne önemi vardı ki, rüya bile olsa bana ait minicik bir kızı kollarıma almıştım sonunda. Sonra ayakkabılarımı suya attım. Hayalet dalıp çıkarttı onları. Ama küçülmüşlerdi, ayağıma olmadılar. Önemi yok diye düşündüm, Ayşe vardı ya, varsın ayakkabım olmasındı.

Sabaha karşı saat 3.00, uyandım. Hayalet gitmişti, Ayşe de yoktu. Teknenin kapısını kilitledim ve ayışığında evime doğru yürüdüm. Su üzerinde yürüyen kadını düşündüm. Onun kaderine benzeyen kaderime güldüm. Hiç üzülmedim, korkmadım. Suda yürümedim elbette ama tertemiz bir sayfaya sıçradım. Onuncu gecenin tuzağından kurtuldum. Şimdi senin de buraya gelmeni bekliyorum, gel ve Pelin'in dediği gibi ruhumu fethet! Lütfen yeniden ve yeni mum çiçeklerine bakalım beraberce.

17 Temmuz 2008 Perşembe

Gidememek?


Adamın biri *- ya da kadın bilemedim:)))- bologuna güzel bir fotoğraf koymuş, masal gibi bir fotoğraf. Durduğu bölümün adı ise "Serbest Düşüş". Beni çok etkiledi. O eşşiz sandığım kaygılarımı, içimi hüzünlendiren biricik kareleri başka bir gözle görmek içimi rahatlattı. Hele bir de zahmet edip bana kısa da olsa bir yorum yollamasına pek bir mutlu oldum. Malumunuz blog denilen şey eş, dost ve röntgenci sevgillilerce okunur genellikle. Yani benimkinin kaderi bu oldu desem gülmeyin lütfen.
Amaçları çoğu zaman satır aralarında kendilerini ya da sizi yakalayıp, hesap sormaktır. Tıpkı ucuz magazinciler gibi olmadık yerlerinden keserler yazınızı ya da fotoğrafınızı... Hesap sormalarını tercih eder hale gelirsiniz bazen, çünkü kafalarında kurup kurup sonra olmadık anlarda kusmalarından çok çok daha iyidir. Hatta çoğu kez yazarken "ulen bakalım şimdi ne olacak" diye, bir kriz yaratmanın hazzını da iliklerinizde hissedersiniz. Ama kalem böyle birşey; duramazsınız!
Kızmam ben onlara, çünkü çok konuşup aslında laf kalabalığı yaparak ve aslında bir şey anlatmayarak, kelimelerden örülmüş kulemde yaşarken bu insanlar ne yapsın?? Haklılar. Ve aslında aptallar! Afedersiniz...
Ama baksanıza fotoğrafa, sadece benim içim acımıyor değil mi? Hadi isim bulalım bu güzel işe;
Anların kıyısında, Hayatın Ucunda, Zorunlu Elveda, Gidememek, Geçmişte Kalmak.. Bilemedim.
Ama seyrettiğim en güzel filmlerden olan "Aşkın Gücü" nde buna çok benzeyen bir sahne vardı. Adam ölmüştü, aklını kaçırmış karısı hayatta kaldığı için inanılmaz endişeliydi ve baktığı şeyler ona çok perişan, rezil ve kötü bir duygu veriyordu. Ölü ya da diri onunla olmak istiyordu. Taa ki yardımcı meleği ona aklını başına toplayıp bakış açısını değiştirmesi gerektiğini söyleyene kadar. Ve başardı! Gücünü topladı ve genel geçer tüm kuralları yok etti.
Size saçma sapık gelebilir ama o fantastik filmde pek çok belgeselde bulamadığım bir gerçeklik vardı: Gerçek aşk! Gerçek güç! Hadi seyredin de saçmalamaya bir süre sonra beraber devam edelim:))
*kim ve neler yazmış diye bakmak isterseniz: http://www.skoer.com/?paged=2

Jale'nin Ölümsüzler Kulübü.

Hayat yokuş aşağı koşarken ve bir de arada durup bana "nanik!" yaparken Pilatescadısı aradı. Ya da ben içimden o kadar çok çağırdım ki onu sonunda cevap verdi :"Gel" dedi, hani şu kutsal kitabın "oku" dediği gibi. Gittim bende. Yaklaşık dört aydır beynim kilitlenmişti, kalbim zaten sizlere ömür. Şuursuzca kan pompalayıp durmakta! Düşündüm, belki bedenimi kurtarabilirdim bu savaştan. Yoga hocam öyle demişti bir zamanlar; "bazen iyileşme dışarıdan içeriye olur, zaten uzak doğu felsefesinde bedene bu kadar yüklenmenin mantığı da budur."
Uzun lafın kısası pilates macerama geri döndüm bu sabah. Pek de iyi ettim. Fıstık gibi geldi hücrelerime. Kan gitti azıcık o hiç çalışmayan organlarıma. Ve anladım, ölmeyeceğim. Hatta Pilatescadısı ile bedenimi kurtarma operasyonuna devam edersem, muhtemelen "Ölümsüzler Kulübü" nün kurucu üyesi olarak kazık çakacağım dünyaya. Çakacağız, beraberce!

Şimdi, kafa durdu demiştim ya, ne olduysa vajinal kaslarımızı çalıştırırken oldu. Malum benim çocuğum yok, e bu gidişle olacağı da yok. Sonumuz hızla paramızın yettiği bir huzurevine doğru. Buna üzülüyor muyum? Bilmem. Aslında pek sık düşünmüyorum. Sanırım için için ufacık bile olsa bir umut besliyorum ama bu kücücük umut benden bile gizli.
Neyse, vajinal kasları iyi kullanmanın bilinen getirisi malum. Uzaklara gidenler anlatır ya ucuz sohbetlerde. Ama bizim kafa bu günlerde pek o semtlerde gezmediğinden doğruca şu çıktı ağzımdan: "Heeey, yaşasın. Yerleştiğimiz huzurevindeki hastabakıcılar çişimizi kaçırmadığımız için bizi hırpalamayacaklar!" Bak bak bak, buna sevinecek hale gelmişim, bravo!
Diğer arkadaşlar gülüştüler tabii. Bir sonraki harekette seçilmiş gibi tam üzerine geldi: kalça güçlendirme! E bu şu demek, güçlü bir kalça var ise kalça kırmak derdi de kalmaz. Yani bu durumda fazlasıyla hazırlanmış olacağız geleceğe diye gülüşürken, "peki biz nasıl öleceğiz" dedi Işıl Hanım. Kalça kırmak yok, çiş kaçırıp dayak yemek yok, kaslar maaşallah yerinde, eee???Haklı. Ampulün yandığı an işte o dakika oldu. "Ölmeyeceğiz ki" dedim, "kulüp kuracağız; "Jale'nin Ölümsüzler Kulübü!"

Yehu, işte yeni fantezi. Bir topluluk düşünün ki; yaşları ermiş binbeşyüze, saçlar beyaz, eller bumburuşuk, gözlerin feri sönmüş... Gerçi feri sönmüş gözlere otuzumda kavuştum ya ben neyse :)) Durmadan hoplayıp zıplıyoruz bahçelerde. Arada bir azrail geliyor: "Pıst çocuklar ne haber gelen yok mu?" diye soruyor. Hatta köşelerde sıkıştırıyor bizi ve "Eee tamam artık, çamura yatmayın gidiyoruz" diyor. Ama gidemeyiz ki Azrail'ciğim diye takılıyoruz ona, yüz göz olmuşuz bu karanlık bakışlı melekle. Jale'nin dağıttığı üyelik kartlarımızın son kullanma tarihi yok ki diyoruz gülerek! Mahkumuz biz ölümsüzlüğe! Malum aidatları tıkır tıkır ödüyoruz emekli maaşlarımızla. Vallahi de gelmeyiz, billahi de gelemeyiz:)) Afedersin Azrail kardeş, iş yok sana buradan diyerek postalıyoruz kendisini. Azrail saydırarak uzaklaşıyor: "Kartlara da, Jale'ye de, size de..."
Jale hala gülüyor ve almış kadınlı erkekli bir topluluğu karşısına sayıyor bahçenin bir köşesinde: "sağ bacakla devam ediyoruz, bir, iki, üç..., vajinalar yukarı baksın!"

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Gelen bir maili paylaşmak istedim....

DOĞRU ERKEK DOĞRU KADIN....

Birkaç yıl önce bir uçak yolculuğu sırasında yanımdaki koltukta oturan bir adamın alyansını sağ elinin işaret parmağına taktığını fark ettim. O anda yorum yapmaktan kendimi alamadım.
'Bayım alyansınızı yanlış elinize takmışsınız dedim '
Adam bunun üzerine bana dönerek ;
'yanlış kadınla evlendim de ondan' diye karşılık verdi.

Ziglar bu anıyı okuyuculara aktardıktan sonra aklımıza gelmeyen soruyu soruyor;
·'Peki ya bu adam doğru adam mıydı? Yani adamın yanlış kadını doğru adamla mı evliydi. Yazar her şeye rağmen 'doğru adam' ve 'doğr u kadın'
olmanın bir yolu olduğunu haber veriyor. 'Yanlış seçilmiş bir insana doğru insanmış gibi davranırsanız sonuçta doğru insanla evlenmiş olursunuz.... Doğru seçilmiş bir insanla evlendiğiniz halde yanlış davranıyorsanız kesinlikle yanlış bir evlilik yapmışsınızdır. Doğru insan olmak doğru insanla evlenmekten çok daha önemlidir. Kısacası evlenmek için doğrumu yoksa yanlış eş mi seçtiğiniz asıl olarak size bağlıdır.

Zig Ziglar kitabın ilerleyen sayfalarında 'on ineklik bir kadın aranıyor' başlıklı bir öyküyle destekler tezini. Çok yıllar önce Hawai adaları ndan ohao da insanlar alışık olmadıkları bir olaya tanıklık ederler. Ohao da müstakbel bir koca bir aileye kızlarıyla evlenebilmek için belli sayıda inek vermek zorundadır. Ama kız bir eşte bulunabilecek bütün özellikleri ve güzelliğiyle alışılmadık bir örnekse dört inek verildiği de olmuştur. Yıllar önce adanın en ücra köşelerinde n birinde doğruluğu kanıtlanmamış da olsa çok çekici ve iyi huylu bir kadının astronomik fiyat sayılan beş inek karşılığında gelin gittiği doğrultusunda belli belirsiz bir rivayet de dolaşmaktadır.

Ada da iki kızı olan bir adam yaşamaktadır. Büyük olanı bizim toplumumuzdaki deyişle 'kabul görmeyen' tipte baştan şansı olmayan bir tiptir. Neredeyse bir cüce kadar kısadır. Babası ona üç inek fiyat biçmiştir. İki inekli bir teklife de severek kabul edecektir. Hatta iyi pazarlık yapan biri çıkarsa tek ineğe 'fit' olmaya razıdır. Aslında pazarlık çok ağırlaşırsa yaşlı baba ömür boyu kızını besleme yükünden kurtulacağını düşünerek hiç inek almadan bile verecektir. Küçük kız kardeşte ise durum farklıdır. Baba muhteşem bir güzellik ve cazibenin iyi huyla birleşmesinin örneği olan küçük kızdan çok kolay kurtulacağını bilmekte ve geleceğinden hiçbir endişe duymamaktadır.
Adanın en zengini olan Johny Lingo bu evin kapısına geldiğinde herkes onu küçük kızı isteyeceğini d üşünür. Oysa o herkesin tahmininin dışında bir şey yapar. Yaşlı adamı sevince boğarak büyük kıza talip olur. İhtiyar sevincinden neredeyse havaya uçmaktadır. Hem çok zengin hem de eli açık insan olarak tanındığı için en azından standart fiyatın karşılığı olarak üç ineği ödeyeceğini düşünür. Sonra biraz hayal kurarak cömertliği ve zenginliğiyle belki dört inek vereceği de aklına gelir. Derken adam hayal sınırlarını zorlar. Ve belki de beş inek bile verebileceğini düşünür.

Johny kızı istemeye gelince yanında 12 tane inekle gelince babanın nasıl duygular besled iğini anlayamazsınız. Yaşlı baba neredeyse kalpten gitmek üzeredir. Johny fikrini değiştirmeden ölmeden veya kendini toparlamadan kabile reisine hazırlıklar yapması için haber vermeye koşar. O günlerde normal balayı bir yıl sürerdi ama 12 ineklik gelin aldıysanız herhalde üç ineklik balayı ile yetinmezsiniz. Böylece gelin ve damat iki yıllık balayı niyetiyle bilinmeyen yerlere gitmek
üzere yola çıkarlar
Damatla gelinin dönmesinin beklendiği gün onları görür görmez haber vermek üzere köyün dışına bir gözcü gönderilir. Gün doğduktan az sonra
gözcünün sesi duyulur. Doğal olarak gelenler gelinle damat mı diye merak ederler. Gözcü öyle tahmin ettiğini ama emin olamadığını söyler. Adam Johny'i hemen tanımış fakat kızdan emin olamamıştır. Kız aşina gelmiştir. Ama yaklaşan kadın çok güzel zarif ve kendinden emin birisidir. Çift iyice yaklaştığında hiç kimsenin tereddüt'ü kalmaz. Kızın güzelliği cazibesi ve çekiciliği en eleştiric i gözlerde bile reddedilmeyecek ölçüdedir. Yakından bakanlar. Johnny'nin 12 inek karşılığında iyi alışveriş yaptığını düşünürler.

İşin püf noktasını şöyle özetler Zig Zaglar : 'Johnny 12 inek ödedi, kız 12 ineklik bir kadın haline geldi.'
Bu hep böyle olmaktadır. Eşinize-sevgilinize verdiğiniz değer, ona kazandırdığınız değerdir. Aslında 'doğru adam' doğru kadını inşa eder.
Doğru kadında doğru adamı...

13 Temmuz 2008 Pazar

En Miskin'in Harekat Planı.

Merhaba,

Aynı yıl içinde iki kez mazeret izni kullanmak hoş değil farkındayım. Ama bir süre yazabileceğimi sanmıyorum. Yine de umutsuz değilim, yalnızca ihtimali haber vermek istedim. İşin aslı, çillerim dökülmüş, muslukçu derdime çare bulamamışken yapabileceğim tek şey yazının esirgeyici kanatlarına sığınmak... Bunun farkındayım. Yanımdan gelip geçen onca şeyi görmeyen ben hiç olmazsa bunun farkındayım. Farkındalığıma yardım ettiği için Pelin'e minnettarım.

Okumaya çalıştım bu sabah beceremedim, yazmak istedim harflerin bacakları titredi, düştüler. Anladım ki kendime izin vermeliyim, anladım ki ben disiplinsiz bir okur yazarım. Ve anladım ki bana benden gayrısı yalan.

Bir kalemin üzerinde dengede durmaya çalışıyorum. Sırada bekleyen yazılar var, yaz bitmeden yazılıp çizilmesi gereken. Aslında hepsini bir çırpıda yazmak istiyorum. Bir döküm yaparsak:
dedem ve babam hakkında yazmalıyım,
kuzenin düğünü,
gemiyi terk eden fareler,
ilk tekne transferim ve
külkedisi hakkında da yazmalıyım.
Sıralama bu, huzurlarınızda en miskin ben.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Neli Pasta lazım Aç Ruhlara?


Yaptığın hiç bir şey kendimi değerli hissettirmeyecek. Hissettirmiyor. Keşke olabilseydi. Bu kadar hızlıca kapanmasaydı kapılarım, hapis kalmasaydım "sabit fikir kuleleri'nde"..... Ama uyandım, derin bir uykudan uyanırcasına beni seveni gördüm sonunda.

"Gitmek" kelimesini hücrelerime kazıma diyerek adeta yalvarmıştım ama sen, benim damarlarıma buz gibi bir sessizlik üflüyorsun. Kristalize olmuş kan nehirleri akıyor içimde. Durmadan ağlıyorum. Korkunç bir bulantı var ruhumda. Varlığın içimdeki iklimlere serin rüzgarlar getirdi. Yere yuvarlanamadan rüzgara kapılıyor gözyaşlarım. Üşüttün ruhumu, göçmen kuşlarımı kaçırdın. Al sana bomboş bir bahçe. Mevsimlerden kaçanların yan yana ve yalnız oturdukları renksiz, kırgın ve kurumuş çiçeklerle süslü. Bu bizim bahçemiz. Ben çizdim sen boyadın.

Mutlu yıllar bana! Neli pasta yapacaksın ruhuma?

4 Temmuz 2008 Cuma

Son Çarem Muslukçu.

Haftalardır hani şu çilimi yere düşürdüğüm sabahtan bu yana aynaya bakamıyorum. Çilim yere düşerken, gülüşüm de lavabonun deliğinden akıp gitti sanki. Bunu gerçekten hissettim. Neşesi kalmadı gözlerimin, içim her gün daha fazla kuruyan bir bahçe. Yazdandır bu kuraklık diyor ve kendimi avutuyorum. Ama burnuma gelen kurumuş ot kokusu beni hiç anımsamak istemediğim başka yazlara götürüyor. Bu susuzluğu ve benim buna isyanımı anımsadıkça kendimi soktuğum cenderede nefessiz kalıyorum. Rüyalarım kabusa, kabus korkum uykusuzluğa dönüşüyor.

Muslukçu çağırdım bu sabah, "al, çıkar gülüşümü o delikten " dedim. Bana deliymişim gibi baktı. Değilim. Akar gider tebesümler... Farkına vardığınızda iş işten geçmiştir. Ben bunu çok iyi bilirim; kalbimden silemediğim karelerdendir, kocamın cebinden tıp tıp diye yere damlayan son tebessümlerimin ardından bakışım.

"Nedensiz Öfke" yumağıyla oynayan iki kedi gördüm rüyamda; birbirlerine doğru atıp duruyorlardı yumağı. Attıkça dolandı, attıkça büyüdü yumak. İpe dolandıkça öfkelendi kedicikler. Oyun diye başlayan yumak yuvarlama can yakıcı, tırnakları zedeleyen bir maceraya dönüştü. Yüzlerindeki tebessüm kayboldu. Birbirlerini ve kendilerin ipler arasından kurtarmaya çalışırken tırmalamaya başladılar. Tırmıklar gitgide daha vahşi ve yırtıcı olamaya başladı. Debelendikçe dolandılar... Dolandıkça daha çok çırpınmaya başladılar... Onları seyrettim, sonra uyandım banyoya gittim ve kendimi seyrettim. Kalbimi tırmalayan kediye üzülerek baktım. Hiç akıllanmamıştık! Pençemi kaldırdım ama vurmadım. Vurmam da, yeter ki muslukçu çabuk bitirsin işini ve neşemi çıkartsın o delikten!