30 Eylül 2021 Perşembe

cambaz

 


https://www.youtube.com/watch?v=Lw4unI3tVNQ

Son yazımın üzerine iyi gider diye düşündüm. Bu albüm çıktığında Burak koşa koşa bana gelmişti. Eski evdeydik o zaman. Tuna ile şöminenin olduğu tarafta oturuyorduk. Havalara uçmuştuk üçümüz. Hala durur albüm. Sahiden nefisti ve her zaman en sevdiğim Mor ve Ötesi şarkısı olmaya devam etti. 

Burak ve Tuna artık dostum değiller. Tuna'nın tacizine uğradım, yaşadığım şoku atlatmak yıllarımı aldı.. Burak'ın da karısı beni kıskanmaya başlayınca, her erkek gibi dostluğumuza sahip çıkmadı. Hayat! Oysa ne sıkı dosttuk!

Saygılar Burak Güven, saygılar Tuna Uygur.

I AM TELLING YOU



İngilizcem hiçbir zaman şahane olmamasına rağmen, bazen anlatmak istediklerim Türkçe değil, İngilizce dökülüyor dudaklarımdan. Kimbilir neden? Utanmasam İngilizce yazacağım Ama gramer derdi zaten ana dilimde can sıkarken, o topa ne gerek?

Anyway, I just want  to tell you; I am not to person I used to be....

Bir zamanlar hayatımda epeyce yücelttiğim ilişkiler vardı. Kocaman kocaman sıfatlar koyardım isimlerinin önüne. Vazgeçilmezlerdi, asla ardımda kalamazlardı, sonsuza kadardık...

Hayat bütün o kocaman ve gülünç cümlelerimi gözyaşlarımla yutturdu bana. Elde var büyümek! Ne güzeldir ki ölümden dönen bir kardeşim var benim. Dönüşüyle beni esas olana çeviren bir kardeş. Prusya Kralı:) İşte bu yüzden artık o eskiden olduğum kişi değilim. 

I mean it.

Neden burada bu kadar içimi dışımı, kıçımdaki dona kadar anlatıyorum biliyorsunuz, çünkü benimle konuşmaya cesareti olmayanların gizli gizli yazdıklarımı okuduğunu biliyorum. Okuyun tabii, okuyun. Zaten ben de okunsun diye yazıyorum.

Bana geri dönemeyeceğinizi de iyice anlayın, bilin, bilelim istiyorum. Ben bile o eski benle görüşmek istemiyorum. Ne o öfkeye, ne de kibre gücüm yok artık. Aradığınız merhamet benim eteklerimde veya kollarımda da değil. Tevazu ve teslimiyet arzuluyorum. Mevsimleri öpüp koklayarak yaşamak. Özümle kucaklaşmak. Diyeceğim şudur ki, sevgili en vazgeçemediklerim nasıl uzaksınız, nasıl da el oldunuz biliniz.. 

Buraya kadarmış.

:)



SPONTANİTE İLE ARAYA SIKIŞTIRILMAK AYNI ŞEY DEĞİL.

 

Bu işler doğada da kışa girerken oluyor, canlılar tüm yaz kavrulan, güneşle yıpranan derilerini, kabuklarını soyup, yenisi için çırılçıplak başlıyorlar kışa! Soğuk mevsim bitince de yenilenmiş halleriyle kaldıkları yerden devam ediyorlar. İşin aslı kışın da hayattalar, sadece tempo düşünce ve bildiğimiz giysiler çıkınca bize fazlasıyla durağan görünüyorlar. Öldü, bitti, gitti zannediyoruz.

İşte şimdi ben tam olarak onlar gibiyim, bitki ve hayvanlarla uyumluyum; yapraksız, derisiz, çıplak! Bu sebeple olsa gerek defansta ve gergin hissediyorum zaman zaman. Zira ezber dışında seyrediyorum, alışmadığım yolda yürüyorum.

Tüm bunlar iyi, hem de çok iyi. Sahici bir bahar yaşamak isteyen, gerçek bir kışı göze almalı di mi? Essin sert rüzgarlar, kalsın bakalım yüreğim ayazda. Kalsın ki, nicedir unuttuğu ısınmanın hazzını hatırlasın!

Pek çok insan, hemen hemen her daim ulaşılır olmama rağmen, beni spontan olmamakla itham ediyor. Haklı olduklarını düşünmüyorum, aksine hemen hemen hiç doğruluk payı yok söylediklerinin. Benim spontaniteyle bir derdim yok çünkü, sıkıntım benimle boşluk dolduran, her daim planımı bozup, kendininkiyle hayatımın ortasına dalan tavırla. Niçin bunca zaman bu kadar tolerans gösterdiğim de ayrı bir yazı konusu. Nasıl açsam sevilmeye!

Herkese elimden geldiğince sakin davrandım. Özellikle de hamile arkadaşlarıma, çocuk büyütenlere, yurt dışında yaşayanlara, kocasından boşananlara... Sonuç pek iç açıcı olmadı. Kendi öncelikleri konusunda an be an bencilleşip, yıllar içinde işi kabalık boyutuna taşıdılar. Birgün gelip, isyan edebileceğim akıllarının ucundan bile geçmedi muhtemelen. Ama ettim işte. Koltuk değneği Elvan'la vedalaşma zamanıdır.

Son dakika davetlerine icabet etmeyeceğim, her aradığınızda elimdeki işi bırakıp müsait olmayacağım. Varlığımı her anlamda kullanmak isteyen tavrı da hoş karşılamayacağım. Kiminle tatil yapıyorsanız, yalnız kalınca onu arayın, kiminle seviştiyseniz çocuklarınızı onunla büyütün ve kiminle eğlendiyseniz, lütfen onunla ağlayın.

Ben konuşmamayı seçtiğimde, ısrarla bu konuda konuşmak isterseniz de sonuçlarına hazır olun, dilimi tutabileceğimi hiç zannetmiyorum. Çünkü hiç istemiyorum.

Sevgiler, saygılar.




29 Eylül 2021 Çarşamba

KARCILILAR

 

Sen bütün cehennemleri biliyordun,

İçeridekileri ve diğerlerini

Deliresi karanlıklar yaşadın

Gözlerin ardına kadar açık

Gidilmez uzaklara gittin çelikten atlarınla

Görülmez uzakları gördün

Ve yıkık tapınaklarda Tanrı düşlerini

Hüzn-ü Rahim

Kahırratlı Cemal


Uzun zamandır sadece entelektüel birikimine değil, kalbine ve edebiyattaki becerisine de saygı duyabileceğim bir yazar arıyordum. Sonunda buldum galiba.

Hani öyle biri olsun istedim ki satırları su gibi aksın, dönüp dönüp cümleyi baştan okuyayım, okumak yetmesin altını çizeyim, olmadı eşe dosta bak bak ne diyor adam diye mesajlar atayım. Sanırım Karcılılar aradığım yazar.

Dün başladım okumaya. Belki methiyeler düzmek için erken dersiniz fakat bu kadar güzel başlayan satırlar ne kadar çirkinleşebilir ki? İçinde mürekkep yalamışlık, samimiyet, merak uyandırma yeteneği ve şiirli düz yazı tılsımı görüyorum. Bütün bunlar da bana fazlasıyla yetiyor.

Derin okuma kesinlikle derin bir yazın becerisi getiriyor bence. İyi yazarların çoğunun yazıyı bir terapi süreci olarak kullandığına ve hemen hemen pek çok kıymetli eserin günlüklerde kaldığına inanıyorum. Böyle düşünmek ve inanmak epeyce hoşuma gidiyor. Öte yandan malumunuz Winterson gibi kalemin ucunu kabine batıra batıra yazanlara ayrı bir zaafım var. Korkmadan çırılçıplak yapılan edebiyata.

Karcılılar bana ilk sayfalarda tam da böyle bir his verdi. Sanki ince ince işlediği tüm satırların arkasında şeffaf bir odada çaya davet ediyor okuru. Hem göz gözeyiz, hem de epeyce uzak...

Ben bugün de okumaya devam edeceğim. Bakalım sezdiğim şeyin içini doldurabilir miyim?

28 Eylül 2021 Salı

KİTAPLIKTAKİ MENEKŞEM, SANA DA GÜNAYDIN



Sonbaharda yağan ilkbahar yağmurları var içimde. Kitapların yanındaki yerini çok sevdi menekşem. Bu sabah baktım, ufacık ufacık yapraklanmış tam ortasından, minicik yapraklarını uzatmış ışığa doğru. Oysa ne çok ayak diremiştim istemem evime saksı çiçeği diye. Sonra işler değişti, güzel bir balkonum olunca bir fesleğen, bir de menekşe aldım evime. Şimdi kendime dair merakım daha da arttı, bakalım güzel bir bahçem olduğunda neler yapacağım, kimler katılacak hayatımıza?

Ben görsem de görmesem de an be an her şey değişiyor. Duygular, düşünceler, tercihlerimiz, hayatın tüm ayrıntıları. Bazen değişim çok yavaş gerçekleşiyor, dönüşmekten desen umudu kalmıyor insanın... Yaprak kımıldamıyormuş ve ben eski bir mevsime saplanıp kalmışım gibi hissediyorum. Oysa hepsi illüzyon içinde illüzyon. Gerçek şu ki, ne zaman duruyor, ne de ben bir yere saplanıp kalıyorum. Bir tür duygu donması yaşıyorum. Fakat o bile çözülüveriyor er yada geç.

Şimdilerde o donmuşluğun, havada asılı kalmışlığın usul usul çözülüşünü ve yeniden akmaya başlayışını hissediyorum. Hayat en derin arzularıma göz kırparak şekilleniyor, seçenekler ve yolculuklar konuşuluyor. Herkes hislerinden, birbirine verdiği değerden ve daha da güzeli zayıflıklarından bahsediyor. Özetle kartlar yeniden dağıtılıyor.

Yorgunum, sinirliyim dediğimde çil yavrusu gibi dağılan ve bana küsenlerin yerini bir fincan kahve yapanlar aldı. Kim mi onlar? Aynı insanlar:)))


Kitapların yanındaki menekşe gibi sabırla çiçek açacağım günü beklerken, tıpkı onun gibi ışığa uzatıyorum kollarımı, benim de göbeğimde minicik yapraklar var! Birileri su veriyor çok şükür. Muse dedi az evvel, "hayat açıp kapattı birimizi ve diğerleri de uyandı!"

Uzattığım eli tutanlarla yola devam, BENİ HATIRLAYANLARLA...



26 Eylül 2021 Pazar

BOĞAZA KAVUŞMAK


Hiç zor günlerden geçmemişiz, ben hiç korkmamışım, uykularım bölünmemiş, tek damla ağlamamışım gibi geçti hafta sonu! Şükürle, sevinçle ve plansızlığın, hesapsızlığım büyüsüyle. Ailemle, sevdiklerimle ve Boğaz'ın nefes kesen güzelliyle.

Çok seviyorum İstanbul Boğazı'nı. Sahiden güzel diye mi seviyorum yoksa hatırlıyor da mı seviyorum bilmiyorum. Seviyorum işte. Ben doğduktan hemen sonra annem ve babam önce Akaretler'e ardından da Emirgan'a taşınmışlar. Bazen rutubet ve deniz kokusunu bu yüzden seviyorum diye geçiyor aklımdan. Bugün balıkçıların ağlarından gelen ıslak yosun ve deniz kokusu o kadar aklımı başımdan aldı ki, rengarenk ağların içinde kedi gibi yuvarlanmak istedim! Hani biri suya itiverse hayatta çıkmayacaktım. Hiç bitmeseydi ya Eylül ve ben keşke boğaz köylerinden birinde yaşasaydım dedim içimden.

Çok özlemişim şehrimi, çok. İçimden taşan teşekkür ve şükür yazmamı engelliyor. Seviyorum seni Dersaadet.

23 Eylül 2021 Perşembe

YILIN İLK HIRKA GİYME GÜNÜ

 

Pencereden dışarıya bakarak mevsim tahmini yapmak zor. Çünkü benim oturduğum yerden görünen mevsim kış! Oysa aylardan Eylül.

Bugün dışarı çıkmam gerekiyor ve ne giymeliyim bilemiyorum. Hırka ve yağmurluk belki. Burhan'la aldığımız gün hırkalar tam da bu havalar için. İyi ki almışız. Gerçi onları kot pantolon üzerinde değil pazen elbiselerimle hayal ederek aldım ama olsun, biraz sabır.

Hande'nin diktiği çantalara baktım bu sabah. Hatun sahiden yetenekli. Etrafımda güzel işler yapan insanlar olması ne büyük şans. Neredeyse bütün yakın arkadaşlarımın bir becerisi var. Bi de benim olsaymış:)))

Neyse, kış uzun, Belki ben de daha çok yazarım, belki vakti gelmiştir?

Umarım kimse üşümez ve hastalanmaz bugün. Hırka giymeyi unutmayın.


22 Eylül 2021 Çarşamba

EKİNOKS NİYETLERİ

 

Hayatlarımızdaki alma verme dengesini genellikle madde üzerinden yaparız. Oysa ruhlarımızı sıkıntıya sokan bu değildir. İnsanın asıl çözümsüzlüğü manevi yatırımlarıyla tatmin olamayışıdır. Hele de karşınızdaki bir insansa!

İnsansa diyorum, çünkü yatırım insandan gayrı bir canlıya yapıldığında pek sorun yaşanmaz. Bolca sevdiğimiz, derdine derman olduğumuz, yaşam kalitesini yükselttiğimiz bitki, bize sonsuz güzelliğinden başka nasıl cevap verebilir ki? Ya da hayvanlar? 

Karşılıklı durmakta ve dengeliyi korumakta zorlanan insandır. Denklemi zora koşan da insan egosu.

Karşılık bekleyeceğin iyiliği yapmamak, daha sonra hesabını soracağın desteği hiç vermemek muhtemelen en iyisi. Fakat toplumsal ezberlerde kendi merkezinde durmanın adı bencilliktir. Önerilen, göklere çıkartılan da fedakarlık, öz benliğini hiçe saymak gibi şeyler. Sonuç şaşmaz; birbirinden mutsuz ve tavsiyelere göre davranarak kurban psikolojisine sığınmış, gençliğine methiyeler düzen yetişkinlik!

İnsanların hayatın orta yerinde intihar etmelerini, bir tarikata kapılanmalarını veya münzevi olmalarını gayet iyi anlıyorum. Gençliğimde aşırı alkol ve uyuşturucu tüketen insanları zayıflıkla suçlar, kucaktan kucağa koşanlara da kalpsiz, haz düşkünü diye bakardım. Anlamazdım bütün bu olan bitenin yardım çığlıklarından ibaret olduğunu. Yaş aldıkça merhamet aldı suçlayıcı dilimin yerini. Şimdi nerede dengesini kaybetmiş birini görsem üzülüyorum. Fakat yardım edemeyeceğimi de biliyorum. Etsen ne olur derseniz, onu da yaptım vaktiyle.

Kendi yarasıyla yüzleşmek yerine kaçmayı seçmiş birine yardım ettiğinizde önce kahramanı olursunuz. Sonra minnet duyduğu birisine dönüşür ve en sonunda, karanlık sırlarını size açtığı için ortadan kaldırması gereken baş düşmanı olarak bulursunuz kendinizi.  Bu ezber değişmez, günün bittiğinde gecenin gelmesi kadar kaçınılmazdır.

Bu durmadan tekrar eden döngülerden yoruldum. Kimsenin ne kahramanı, ne de baş düşmanı olmak istemiyorum. Küçücük beyinleriyle ilişki yönetebildiğini zanneden iyi gün dostluklarına da tıka basa tokum.

Sadece denge arıyorum. Aşkta, savaşta, dostlukta, kardeşlikte denge. Neşemi çalan herkese uzak, içime yakın kaldığım yıllara niyet ediyorum ekinoks sabahında:)

21 Eylül 2021 Salı

EKİNOKS HİKAYELERİ -III-

 

                                                            FENERBAHÇE

Saçma sapan bir kış sabahında kulaklarıma ceza oluyor satıcı kadının sesi: “misss gibi şimdiki zaman satıyorum, taptaze şimdiki zamanım vaaaaaaar!!!”  Bağırması yetmez gibi tezgahın arkasından kaldırıma uzanarak, elindeki şekilsiz nesneyi burnuma dayıyor “ almaz mısınız biraz, günün ilk kahvesiyle iyi gider?”

Hooop bir adım geri çekiliyorum, tersleniyorum kadına “yok, istemem, teşekkür ederim. Siz bana azıcık geçmiş zaman verin, üzerine de gelip gelmeyeceği bilinmez gelecekten serpin!”

Her sabah işe giderken önünden geçtiğim eski bir dükkan burası. Nedense bir kez bile şimdiki zaman almadım şu kadından. Niçin? Çünkü bizim evde nadiren şimdiki zaman pişerdi, o da annem yanlışlıkla geçmişi unutursa! Benim annem, kendi büyüklerinden gördüğü geleneğe uygun olarak bizi her sabah taze taze ısıttığı geçmiş zaman çörekleriyle beslerdi. Isıtılıp ısıtılıp önünüze konan geçmiş zaman çörekleri… Günlük mönü derseniz, hayatın akışına uygun olarak belirlenirdi. Annem gece nasıl kabuslar görmüş, sabah neyin endişesiyle uyanmışsa biz okul dönüşü beş çayında onu yerdik. Mesela korku soslu gelecek keki. Veya buram buram endişe kokan üzerinde cheddar eritilmiş ekmekler.

Eve gelir gelmez, ilk iş önlüğümün alçıpana benzeyen sert yakalığını gevşetir, geri kalanını çıkartmadan hemen sofradan payımı alırdım. Henüz beş yaşına girmiş kardeşimle antredeki gaz sobasının yanına sokulur, bir taraftan tadı epeyce yavan olan geçmişi kemirir, diğer yandan radyoda arkası yarın dinlerdik.

Arkası yarın!

Bizim evde hiç şimdiki zaman olma.

Adım Elvan. Rengarenk demek.

EKiNOKS HİKAYELERİ -II-

 

                                                        KURTULUŞ

Burası Kurtuluş. Yedi katlı apartmanın beşinci katındayım. Salonun ışıklarını söndürdüm. Tül perdeyi çektim. Karanlıkta oturmuş, çokoprens yiyorum. Karşı apartmanda bizimle aynı hizada bütün ışıkları yanan bir daire var.  Mutfak, salon ve koridoru rahatça görüyorum. Belki bu kadar net göründüğünden, büsbütün dikkatimi çekiyor. İçerideki ayrıntılarda göz gezdiriyorum. Akşam yemeğinden kalan kirli tabaklar hala masada. Altı yedi yaşlarında bir erkek çocuk, başını kollarının arasında saklayarak, koltukların arasındaki sehpaya kapanmış resim yapıyor. Pencerelerimiz birbirine o kadar yakın ki, neredeyse çizdiğini görebilirim ama görmüyorum.

Anne olduğunu tahmin ettiğim kadının saçları topuz; renkli, geometrik desenli eşarbını saç bandı yapmış. Karşısındaki adam oldukça yakışıklı, uzun boylu. Kollarını havada savurarak durmadan bir şeyler anlatıyor kadına. Göz göze değiller, kadının bakışları hep önünde, masayı toplamaya devam ediyor. Elbette onları duymuyorum. İşin ilginç tarafı çocuk da duymuyor gibi, dikkati önündeki kağıtta. Adam evin babası bence. Ağzının ve yüzünün aldığı şekillerden yüksek sesle konuştuğunu anlayabiliyorum. Ellerini hızla masaya vuruyor. Kadının yüzündeki ifade hiç değişmiyor, kayıtsız. Elindeki bardaklarla mutfağa doğru yürüyor. Adam arkasından gelip mutfak kapısında devam ediyor sözlerine.

Bir süre daha sessiz sinema izler gibi gözlüyorum karşı daireyi. Ben baktıkça, tuhaf bir şey oluyor; kadının an be an gerilen yüzü ve adamın her saniye biraz daha yükselen öfkesi evden taşıyor sanki. Onlara bakarken yüzümü ısınmış hissediyorum. Bir de köpek var, onu şimdi gördüm. Kadının etrafında dört dönüyor. Küçük bir bulut gibi bembeyaz. Evin annesi eğilip seviyor onu, bir an yüzünden geçen gülümsemeyi fark ediyorum. Sadece bir an.

Kadın köpeği besledikten sonra lavaboya dönüp, bardakları çalkalamaya devam ediyor. Adam kocaman kelimeleriyle kadına iyice yaklaşıyor, tam ensesinde nefesi, kadında tepki yok. Adam hızla geri dönüyor ve yerdeki köpeği kaptığı gibi salonun penceresinden fırlatıyor!

Gözlerim kocaman. Nefes alamıyorum. Kadın çığlık çığlığa pencereye koşuyor, beline kadar sarkıyor boşluğa. Haykırışı sokaktaki bütün binalara çarpıyor. Çok geç. Adam kapıyı vurup gidiyor. Apartman kapısından çıkışını görüyorum, ayakkabısının ucuyla dürtüyor asfalttaki köpeği.

Kan var adımlarında.

Kadın sokağa fırlıyor. Köpeğin minicik kafası avuçlarında. Komşular feryadına toplanıyorlar. Birilerinin kollarına yığılıyor kadın. Su serpiyorlar yüzüne. Saçları dağılmış, elleri deterjanlı.

Perdenin arkasındayım hala, kımıldamadan seyrediyorum. Çocuk oturduğu yerden kalkıp, pencereye yaklaşıyor.  Beni görmesin diye bir adım geri çekiliyorum. Pervaza dayıyor çenesini. Gözyaşları yanaklarından süzülüyor. Her damlanın tuzu doluyor ağzıma, banyoya koşup yutamadığım çokoprensi tükürüyorum.

Yıllar sonra, boğazımıza takılmış geçmişlerimizle Rumeli Hisarı’na çıkmamıza henüz on beş yıl var.

Adı Naci. Cehennemden kurtulan.

EKİNOKS HİKAYELERİ -I-

 

                                                           POLONYA

Susmayan bir uğultusu var içimin. Şeytanların doymak bilmediği açık bir sofra zihnim; güvensizliklerin, kaygıların durmadan arttığı, asla eksilmeyen sonsuz şölen! Bu sabah, diğerlerinden farklı, iblislerin oburluğundan uzağım. Zihnimi izlemek yerine, kalbimin odalarında gezinmeyi seçiyorum. Akıl sandığım, benim zannettiğim tüm duygu ve düşüncelerimi bırakarak, yürek denilen yerin en güzel köşesine seriyorum halımı.

Orada, nicedir unuttuğum minicik bir oğlan var. Halımı serer sermez yanıma koşuyor. Top gibi yusyuvarlak kafası. Kocaman parlak gözleriyle bıcır bıcır konuşuyor. Doğu Avrupa’nın dondurucu kışına hiç aldırmadan, banyo zamanına ne kadar sabırsızlandığını anlatıyor. Leğendeki sıcak suyun ve serin odanın onu hayatı boyunca rahatlatacağını, her yüreği daraldığında bu anıya koşacağını bilmeden uslu uslu bekliyor. Elleri dizlerinde. Pencereden süzülen ışıkta bacakları incecik. Birazdan annesi onu mis gibi yıkayacak. Üşütmesin diye özenle kurulayıp, sıkı sıkı giydirecek. Sonra anne kokusunda huzurlu bir uykuya dalacak bu güzel çocuk.

Ben onu telaşlı bir yaz mevsimin bitiminde,  tam yirmi dört yıl sonra tanıyacağım.

Adı Harun. Parlayan.

20 Eylül 2021 Pazartesi

ZAMAN



 

Her şey kendi içinde tuhaf bir dengeye sahip. Sanırım bu yüzden zaman kavramı- kavrayamadığımdan :)) - beni hep etkilemiştir. Benimle akan, ama benden önce var olan ve benden sonra var olmayı sürdürecek olan. Elle tutup, gözle göremediğim, varlığını inkar edip kaçamadığım "şey"!

İyi yaşanmış günler zamanı daha somut algılatıyor insana. Ve tabii zor günler de...  Bu durumda eldeki formül çok açık, kimse zor günlerin sayısını arttırmak istemeyeceğine göre, demek ki varoluşa yapılacak en akıllıca yatırım iyi anlara odaklanmak!

Neyse ki hayat bazen bu işi biz burnumuzu sokmadan kendi kendine de beceriyor ve beklenmedik zamanlarda gerçekleşen güzel karşılaşmalarla insanı umutlandıran olasılıklar sunuyor. Talihsizlikler gibi şansı süreçlerin de zincirleme kaza olarak geldiğine inandırıyor insanı.

Ben böyle bir kırılma noktasından geçtiğimize inanıyorum. Yeryüzü ayaklarımın altından çekildiğinde ve başım gökyüzüne bakamayacak kadar ağırlaştığında zaman boşluğunda asılı kaldım. İnanmayı seçtim. Henüz yaşanacak iyi günlerimiz vardı; hatırlanacak iyi saatler biriktirecek, parlak sabahlara uyanacak, üstümüzü şefkatle örtecek gecelerde huzurla uyuyacaktık. Sadece azıcık hızlanmamız gerekiyordu. Tüm yaşadıklarımız bunu hatırlatmak içindi. 

Zaman ele tutulur, gözle görülür olmak istemiş, kendi sonsuzluğunda, bedenlerimizin sonluluğunu anlatmıştı. 

Anlamıştık. Unutmamalıydık.




19 Eylül 2021 Pazar

EKİNOKS




 

Hasat dolunayı kapıda. Bir ekinokstan diğerine o kadar çok şey oldu ki hayatımda, kendimi elinde orak, savura savura dolaşan Azrail'den hallice hissediyorum. Azrail değilim tabii, can almıyorum ben, ama masum da değilim çünkü içimdeki umudu, neşeyi hoyratça kesip biçip duruyorum. Sonsuz zannettiğim coşkumun ve enerjimin nasıl dibinde olduğumu görüyorum.

Bütün bedensel ağrılarımı bu bakışla yorumladığımda bırakmak istediğim şeyin içinde yaşadığım şehir veya yoga olmadığını, asıl bırakmak istediklerimin yoga yaşamak istemeyen öğrenciler ve kaos olduğunu bildim! Yerine yenilerini istiyorum. Benimle mat paylaşacak, yoldaşlık edecek öğrenciler ve ağırlığı omuzlarıma çullanmayan bir şehir algısı.

Putlaştırılmaktan, beklenti karşılamaya çalışmaktan bezdim. Birileri memnun, mesut olsun diye içimdeki çiçekleri yolup yolup onlara vermekten yorgunum... Bundan böyle yapmayacağım. Zaten azıcık kalanları gözüm gibi koruyup kollayacağım.

Önümüzdeki ekinoksta şu ana kadar bilerek veya bilmeyerek yaptığım tüm akitleri bozuyorum. Yerine yenilerini yapıyorum. Kraliçemin desteğiyle yazdığım anayasama sadık kalmaya söz veriyorum. Bir sonraki ekinoksu kendi bahçemin toprağına basarak kutlamaya söz veriyorum:)


17 Eylül 2021 Cuma

SAKİN HİKAYE - GİRİŞ



Çok ama çok eskiden pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken çok sakin bir hikaye yaşanmış yeryüzünde. 

Bir zamanlar uzak mı uzak, bir defa gidene ömür boyu tuzak gizemli bir kasaba varmış. Bu kasabanın ağaçları bodur, tepeleri alçak ve denizindeki dalgalar kocamanmış. 

İnsanların çitlembikle inciri ezdiği, çocukların bundan gayrı çukulata bilmediği vakitlermiş. Bakkallarda horoz şeker satılır, top top basmalardan rengarenk elbiseler giyermiş anneler.

O günlerde hiçbir evin anahtar yokmuş, çünkü ne kapılara ne de kalplere henüz kilit vurulmamış.

Pazarda satılan meyveler ve sebzeler değilmiş sadece, tezgahlardan neşe, bereket, bolluk dolarmış filelere. Çiçeksiz, şekersiz dönülmezmiş eve. Üç etekli teyzelerin temel devranları henüz düşmemiş tezgahlara. Yazmaların kenarında iğne oyaları, insanların ceplerinde kumaş mendiller varmış. Yabancılar bir elin parmağı kadarmış ama yerliler de olsa olsa Mehmet Amcanın bıyıklarını aşmazmış. İnsanı az, bitkisi, hayvanı bol, gözlerden ırak bir kuytuymuş oralar.

İşte o azıcık yabancıdan birinin kızıymış kahramanımız. Uçsuz bucaksız bir mandalina bahçesindeki kilitsiz evde yaşarlarmış. Evin yemyeşil perdeleri, yemyeşil halıları ve turuncu koltukları varmış. Babası hayatları mandalina bahçesine yakışsın, küçük kızı dünyanın tüm kötülüklerinden saklansın istemiş sanki.

Tepelerden inen rüzgarların eteğinde bir antik caddenin kenarındaymış ev. Herkesin herkese masallar anlattığı, masal anlatılmayan zamanlarda da masal gibi yaşadığı bir mahalleymiş orası. Bilge kadınların dikiş diktiği, kanaviçe işlediği, henüz dantel örtülerin demode sayılmadı zamanlar. 

Sütün kaymağı diye güzel bir şey yerlermiş her sabah. Yumurta, süt kaymağı ve şeker. Işıklı bir penceresi, evin annesinin ördüğü yeşil örtüleri varmış mutfağın. 

Yaşadıkları evin kocaman havuzu, havuzda japon balıkları ve dünyalar güzeli bir dut ağacı da ön bahçenin güzellikleriymiş. Türlü hayvanın yaşadığı bu bahçede kızın en sevdikleri çatıda yaşayan güvercinler ve havuzdaki balıklarmış. Bir de limandaki kırlangıçlar varmış tabii ama onlar her yıl gidip, birkaç ay ortadan kaybolduklarından galiba en çok onları merak ediyormuş küçük kız. Kim bilir neler biliyormuş o kırlangıçlar?

Bu kasabada yaz uzun ve sımsıcak, kış kısa ve bol yağmurlu geçermiş. Uzun kış gecelerinde büyükler adaçayı içer, çocuklara ballı süt kaynatılırmış. Bol bol mandalina yenir ve masallar söylermiş Tasa Karısı Fatma Teyze. Hatçe Nine ve Kübra Teyze de eşlik edermiş masallara. Her birinin yüzü binlerce yılın gizemiyle aydınlanırmış kandil ışığında ve küçük kızın kulağından kalbine akarmış duyduğu tüm sözcükler. Ne şanslıymış ki iyilik ve merhamet o hiç bilmeden akmış kalbine o gecelerde.. 

Kasabanın elektrik direkleri kavaktan yapıldığından olsa gerek her fırtınada eğrilir ve tüm evlerde mumlar, yağ kandilleri yanarmış. Birbirinden güzel yağ kandillerinin gazı ne kadar izin verdirse o kadar sürermiş sohbetler. Öyle her evde de bol bol yakılmazmış, o gece kimse ev sahibi o yakarmış kandilleri.

Verandalar dolusu incir serilirmiş sonbaharda eski basmaların üzerine. Kekik suyuna bandırılan bu eşsiz meyve, kışlık tatlısı olurmuş ev halkının. Bu yüzden küçük kız en çok incir, zeytin ve mandalina severmiş. Ev kokarmış bu meyveler, çocukluk kokarmış mis gibi.

Fakirliğin veya zenginliğin değil, hayatın esas sayıldığı bir kasabada yaşamak o vakitlerde lüks değil, normalmiş. Çünkü insanlar başka türlüsünü bilmez, akıllarına kötülük getirmezlermiş.

Anneannelerin bahçeden kopartıp verdikleri elma çocukların neşelenmesine yeter, hele de düğün olup keşkekler kaynar, börekler açılırsa hayat sonsuz bir şölene dönermiş. Yemekler sadece yemek değil, bildiğin mutlulukmuş herkese.

Ekmek kokarmış bahçeler. Dut zamanı sinemanın önü reçel denizine döner, balıklar balık pazarında değil el arabalarında mahalle aralarında satılırmış. Sucu Amcası, bir de gevrekçisi varmış kasabanın. Sucu Amca suyu Salmakis'den taşır, Gevrekçi Amca gevreğe sahici pekmez sürüp, en güzel susama bularmış. Küçük kız bu pekmezli gevreği koca kadın olduğunda bile hiç unutmamış.

Keşke hayat her an, rüzgarın taşıdığı deniz tuzunu yalarken, yavaş yavaş çiğnediği tatlı gevrek kadar dengeli olsaymış. 

İç çeke çeke yaşlanacağını bilmeden birbirinden güzel sabahlara uyandığı dokuz güzel yıl yaşamış kahramanımız.





16 Eylül 2021 Perşembe

 

Yazıma başlık bulamadım. Bu defa da sen düşün, sen bul sevgili okur. Zahmet edip buraya uğradığına göre bir kez olsun elin iş tutusun ha? Bak olası uygun başlıkları yazıyorum sana: yardımcı kadın oyuncu, kenar süsü, joker, şahsın ben olamama hali. Ne dersin? İstersen önce bi yazayım, sonra sen tamamla.

Kendi hayatında başrol oynayamamak ne demek bilir misin? Sürekli yardımcı kadın oyuncu olmak, ana kraliçeye koltuk çıkmak nasıl bir his fikrin var mı? Bütün bunlar olup biterken insanın iç organları nasıl yanar, içindeki ejderha ne kadar acı çeker hiç bildin mi? Duydun mu?

Bi desene bana, rolden role girdiğin, her hastalanan oyuncu yerine yeni bir makyaj ve saçla sahneye döndüğün kaç film çektin? Adın geçti mi jenerikte? Ne o? Umursamıyordum zaten mi dedin... Haaa yoksa sen Chakravarin hikayesini mi duymuştun benden... Zaten başıma gelen her şeyin sorumlusu tavan yapmış kahramanlık sendromumla, chakravarin olma arzum arasındaki sert rüzgarlar.

Kimseleri beğenmeyen, kendine de zerre kadar değer vermeyen ve değersizlik hissinden donup kalmış bir buzlar kraliçesi miyim ben? Yoksa bu kendini gerçekleştirememe, özünü bulamama hikayesinde sahtekarlık mı yapıyorum? Ben neden susup kendimi duymuyorum? Duyduklarım hoşuma gitmez diye neden bu kadar tedirginim. Her ne ise o, benim işte. İyi veya kötü. 

Çok yorgunum. Durmadan aynı döngüde kıvrandığımı hissediyorum. yardıma ihtiyacı olan sevdiklerimin sayısı hiç azalmıyor sanki. Adeta sınırlarımı zorlarcasına artıyor. Sanırım artık konuşmak bile istemiyorum. Kendi kendime kaldığım yerler o kadar az ki... Defter, kitap ve mat!

Bugün gözyaşlarımı tutamadım matta. Ona mat diyorum ama aslında benim seccadem. Benim uçan halım. Tek arzum da beni içime, evime, özüme götürmesi.

Bu sabah uzun uzun anlattım ıhlamura. Tıpkı onun gibi, içimde, kendimde, evimde olmak istediğimi, hayattaki tek arzumun bu olduğunu söyledim. Zaten beni bir tek o görüyor, o duyuyor. Diğerleri için şehir efsanesinden halliceyim. Parlak, uzak bir yıldız?

Birinci tekil şahıs olarak yaşamak istiyorum bana verilen hayatı. Geçmişin ve geleceğin boşluklarına düşmeden, "ben" dediğime sıkı sıkı tutunarak yaşamak.

Biliyorum, yazı bitmedi, yazarım yine de, sen başlığı seçtin mi? Bi seç, yazıcam ben.

15 Eylül 2021 Çarşamba

BUKET

 

Buket'e...

Bütün yorgunluğumu, tüm yaşanmışlıklarla eteklerine bırakmak istedim bu akşam. Sesin çoktan kurumuş billur bir ırmağın ruhuydu, söylediklerin deniz minaresinin ninnisi olup avuttu beni.. 

Ağladım eve gelince, gücüme gitti kendimi en sevdiklerime anlatamayıp içimden seninle konuşmaya devam etmek. Biliyorum, bunca yıl sonra elbette hakkım yok seni iç sıkıntımla üzmeye, ama olabilseydi sahiden üç gün üç gece ağlamak isterdim dizinde. Teşekkürsüz bir hayata en az üç gün ağlamalı insan....

14 Eylül 2021 Salı

VARLIĞIM NERDESİN?

 


Sabah kahvemi içerken Suat yazdı "sesin az çıkıyor, nerdesin?"  Buradayım diyemedim, çünkü değilim. Burada değilim. "Senin ve Esma'nın sesinden kuşlar çekilince huzursuz oluyorum" diyor kraliçem. Ne şanslıyım ki içimdeki kuşları duyan birileri var, çok şükür.

Sebebini bilmiyorum, belki sadece her daim yüksek perdeden yaşanamadığından, kimbilir belki de paralel evrende canımı sıkacak birşeyler olduğundan? Gerçi insan canı sıkılsın isterse çok şükür paralel evrenlere uğramaya, oraları sezmeye hiç ihtiyaç yok! Bizim buralar katman katman moral bozucu işlerle dolu...

Neyse ne, bugün kuşlar yok içimde, farkındayım. Böyle zamanlarda penceremden gördüğüm asma gibi kımıltısız durmak istiyorum. O kadar sessiz, öylesine sus pus ve hareketsiz olursam belki kuşları yeniden duyarım gibi geliyor.

Neredesin iç neşem?

13 Eylül 2021 Pazartesi

PARİS

 

Jasmin seneler önce bana muhteşem bir Noel hediyesi vermişti. Strasboug! Bilmem ki daha güzel bir Noel hediyesi mümkün müdür? Çok güzel birgün geçirmiştik. 

Bu sabah Burhan Bey Notre Dame de Paris müzikalinden birkaç parça yollamış. Düşündüm de, Paris'e gidecek olsam Burhan'la gitmek isterdim. Bi de Kyoto'ya. Ama biz daha Mezopotamya'ya gidemedik:)))

Neyse, önümde ev tamiratları, hastane işleri ve derslerle ilgilenmem gereken bir hafta var. Paris veya bir başka hayal için ise uzun bir kış!

Dün akşam sahiden üşüdüm. Gece evin ısısı iyice düşüyor. Ciddi ciddi gidip yün çorap giymek zorunda kaldım. Daha doya doya yüzemeden havanın bu derece serinlemesine bozuluyorum ama yapacak bir şey yok. Bu sene böyle oldu. Uzun yürüyüşler ve keşif gezileriyle sakinleşmeyi umuyorum. 

Sabah sabah başka bir diyeceğim yok, en iyisi nevresimleri değiştirerek başlayayım. Birinin bunları yapması lazım:)))

12 Eylül 2021 Pazar

HERKESİN HAYATI KENDİNE

Anlamak  ve kabul etmek işin kolay kısmı. İnsanı asıl zorlayan olan biteni hazmetmek ve devam edebilmek.

Hastane süreci çok öğreticiydi. Orada donup kaldığımı zannettiğim anlarda aslında uzun zamandır akmayan bir yaşama isteği canlandı damarlarımda. Dünya hayatına dair eksik kaldığım, çuvalladığım yerleri gördüm. Sahi ben en fazla nerelerde zorlanmıştım? Merhamette ve sevgide çuvallamıştım. En çok insanlar benden vazgeçtiklerinde acı çektim. Sevilesi bulunmadığımda, arkada bırakıldığımda ortaya çıkan değersizlik hissiyle yenişemedim. Oysa her zaman sahiden öyle mi olmuştu? Aslında herkes kendi rolünü oynuyordu, kendi gerçekliğinde kalıyordu, ben fazla büyütmüştüm.

Peki benim gerçekliğim mi yoktu acaba?

Dün gece gördüğüm rüya, tam geçen hafta Prusya Kralı'na anlattığım cinstendi. Gündüz halledemediğim her şeyi geceye taşıyordum. Kiminle kavga edeceksem, kime ne diyeceksem geceyi bekliyordum. Hatta hissetmek için bile...

Hayatlar boyunca misyonum neydi acaba? Ya da sadece bu hayattaki nedir? Sanki sadece yaşamak. Son haftalarda bunu derinden hissediyorum. Sonbaharın öyle doğrudan kalbi hedef alan ışıkları var ki, ışığın açıcı değişince insanın gördükleri de değişiyor. 

Çok iyi biliyorum, o hep özlediğim uçsuz bucaksız genişleme için, küçülmem lazım. Eşyada, insanda, geçmişin anılarında ve geleceğin kaygılarında azalmam şart.

Eylül bana çok iyi geldi. 

11 Eylül 2021 Cumartesi

YAPRAK DÖKÜMÜ ZAMANI



Reklam ajansında çalışırken, beni yamacından ayırmayan çok iyi anlaştığım bir patronum vardı, Hakan. Orta halli bir ailenin çocuğu olarak doğmuş ama şansı yaver gidince Nişantaşı'nın göbeğine yerleşmiş, tatlı bir adamdı. Ne yalan söyleyeyim karısı epeyce eski bir arkadaşım olmasına rağmen adamı daha çok severdim. 

Günlerden birgün Anadolu erenlerinden, ozanlardan şurdan burdan konuşurken, ki iyi de bir şairdi kendisi, "elbette bir hırka, bir lokma yahu" dedi. Ve ekledi "hırka Armani'den, lokma Divan'dan ama!" Çok güldük. Hatta aklımıza geldikçe "bi lokma bi hırka" dedik dedik güldük.

Sonra ajans iflas etti, Hakan ve Meltem boşandılar. Hakan bir şans daha verdi kendine. Bilmem şimdilerde hırkası Armani, lokması Divan'dan mı ama içimden bir ses çok daha kendine yakışan bir hayat yaşadığını söylüyor. Çünkü Nişantaşı günlerinde mutsuzdu...

Neden aklıma geldi bilmem. Geçen hafta bir öğrencime küçük ev sevmediğimi söylüyordum, belki de o çağrışım yaptı. Yoga eğitmeni olunca sanki ufacık bir evde kıt kanaat geçinmem ve yeşil çay içmem gerekiyormuş gibi bir durum var:)) Ya da kusursuz fiziğim ve nefis taytlarım, sütyenlerimle poz poz fotoğraflarımla sosyal medyayı sallamalıyım? Niye? Mecbur muyum? Bana biçilen elbiseyi giymek zorunda mıyım?

Servet düşmanı değilim ben. Aksine varlıklı bir eve doğduğumdan ufak tefek lüks tüketimlerim olduğu bile söylenebilir. Sadece bildik şeylere tapmam. Arabadır, evdir, mücevherdir beni hiç çekmez. Konu şu ki, maddi dünyanın illüzyonuna çok erken uyandım. Hedefim zenginlik olmadı hiçbir zaman. Evet, Hakan'ın Armani hırkaya sıcak bakması gibi ben de hep deniz kenarında, hatta Boğaz kıyısında oturmak istedim ama bunu elde etmek için ödemem beklenen bedele hiç yanaşmadım. Değmezdi.

Bu sabah matta ıhlamur ağacını seyrederken ve bir tel beyaz saçım mata düşmüşken zaten çok da vaktim kalmadığını, işin güzel tarafı buna pek de dertlenmediğimi gördüm. Seçimlerim olmuştu ve sonuçlarını yaşamıştım. Matta otururken dileğim bir yalı değildi, manada çoğalmayı, halden hale geçebilmeyi, şu an gördüğüm güzellikleri kaçırmamayı diledim. Şimdiki zamanın kıymetinde ve şükürde kalmaktı arzum.

Müthiş anılar biriktirmiştim. Birkaç hayatlık macera, imrendirecek tatiller ve dostluklar. Bedel ödemiş, bazen kazanmış, bazen de kaybetmiştim. Şimdilerde ne var ne yok derseniz, kar ve zarar hesabının çok ötesindeyim; payıma düşen zamanı içimdeki neşeyi arttırarak geçirmek, severek ve sevilerek yaşamak istiyorum. Tıpkı dün belgeselde kedilere yemek dağıtan adam gibi... Hayat bana versin, ben etrafıma saçayım istiyorum. Bolca aldığım, bolca verdiğim şenlikli bir elbise seçiyorum kendime. 

Peki siz? 

Siz ne seçiyorsunuz bugün?




10 Eylül 2021 Cuma

İÇİMDEKİ HAYVAN

 

Ustam anlatırdı bir zamanlar, ben dinlerdim. Hemen hemen her konudan bahsederdik. Çok soru vardı aklımda, tek soru vardı kalbimde.

Birgün omurgamız hakkında konuşuyorduk. Ustam "hayvanın içindeki hayvan" dedi. Sonra ekledi "o ne kadar sağlıklıysa, biz aslında o kadar sağlıklıyız."

Onun tüm kelimeleri, aşram hayatında tekrar tekrar anlattıkları ilerleyen yıllarda anlam buldu hayatımda. Sağlıklı omurgayla ne demek istediği de bunlardan bir tanesidir.

İnsanın iki ayağı üzerinde doğrulması antropologlara göre evrim sürecinde dün kadar yakındır. Demek ki bu mekanizmanın ana yapısında yeryüzünde dikey durmak henüz çok yeni! Başlangıç noktamız tam olarak burası. Bizim iskelet yapımızın ana merkezi beyin ve omurgadır. Bu sistem sağlıklıysa hemen hemen her şey yolunda gider, ama bir sebepten teklemeye başlamışsa eyvah!

Yoga bu noktada çok değerlidir. Neden? Çünkü yerçekimi kanunlarına karşı gelerek iki ayağı üzerinde doğrulan insanın omurlarının arasındaki boşluklar tehlikededir. Omurların arasındaki sıvının miktarı ve omurları saran zarın sağlıklı olması büyük bir önem taşır. Bu sıvı azaldığında veya zar yırtıldığında tarifsiz ızdıraplar başlar bedenimizde.

Yogayla elde edilen bedene her daim o en ideal dizilimini anımsatmak. Esnek bir kas yapısı, sağlıklı eklemler ve ideal aralıkta dizilmiş omurlar ve elbette doğru miktarda sıvı dolaşımı yaşamın kalitesini arttırır.

Koşmak. Kesinlikle yanlış bir seçim insan için. Ancak yaşamsal bir kaygı oluştuğunda adrenalin miktarı yükseldiğinde gerçekleşmesi gereken bir eylem. Ama modern dünyada insanlar koştuklarında salgılanan hormonlardan tıpkı uyuşturucu gibi zevk aldıklarından, bu müthiş sisteme ne kadar zarar verdiklerini düşünemiyorlar....

Dar kıyafetler, topuklu ayakkabı, kötü sandalyeler, ağır ve özellikle tek kolda taşınan çantalar... Bunlar ilk aklıma gelenler... Düzenli olarak uzun yıllar yanlış kullanılarak simetrisi bozulan bedende emin olun sağlıklı bir omurga çok zor.

Tabii omurga boyunca müthiş kıymetli bir sistem daha var ki o da sinir sistemimiz. Beyinle ortak bir yapıyı oluşturan merkezi sinir sistemi işte o bahsettiğimiz hayvanın içindeki hayvanın koruyup kollaması gereken, gözle görülür, elle tutulur özüdür.

Düzenli yoga ( esneme ve nefes egzersizleri bile yeterlidir bence, çünkü sıfırdan iyidir ) ve meditasyonun ana amacı sistemi korumaktır. Beden dediğimiz mucizevi mekanizmayı koruyup kollamak ona kendi iç akışında tam destek vermek enerji bedenin akışına da  yardımcı olacağı için o hep bahsettiğimiz bütüncül sağlık için olmazsa olmaz bir kıymet taşır.

Sabah sabah nereden aklına geldi derseniz, sonbaharla kendi yogama dönünce birkaç gün içinde ne kadar iyi hissettiğimi, yataktan kalkışımın değiştiğini gözlemledim. İtiraf ediyorum çok ihmal etmiştim kendimi. Hastane sürecindeki yoğunluk ve arkasından gelen telaşlı rutin, bana ait olanı rotasından saptırmıştı. Oysa ben öğrencilerime her zaman söylediğimi kendim yapsaydım, imkansızlıklar içinde inatla meditasyonumda, yogamda kalsaydım muhtemelen süreci çok daha konforlu geçirebilirdim. Fakat hep tekrar ediyorum ya, bu bedenlenmede neye yenilmem gerekiyorsa ona yeniliyorum, ki böyle öğreniyorum.

Velhasıl dizimdeki ağrıdan, kürek kemiklerimdeki hassasiyete kadar çok daha sakin hissediyorum vücudumu. İçimdeki hayvana doğru bakım verdiğimde onun da beni tüm gücüyle koruyup kolladığını fark ediyorum. Yani şunu diyorum, iyi bir yoga öğretmeniyle çalışmaya fırsatınız olmayabilir, eyvallah. Peki kendinize ayıracağınız on dakika yok mu? Sadece esnemek, nefes almak ve birkaç dakika durmak için... Göreceksiniz şu her anlamda zor ve hızlı mevsim geçişinde çok işinize yarayacak.

9 Eylül 2021 Perşembe

ÜŞÜDÜM

 

Dün gece üşümüşüm. Oysa uzun kollu giyerek yatmıştım. Yine de yetmemiş ki sabah boğazımda sevimsiz bir ağrı ile başladım güne. Şimdi geçti. Hava da ısındı sanki biraz.

Eski bir apartmanda oturuyorum. Pahalı ve havalı semtimizin muhtemelen en eski apartmanı burası:)) Sevimsiz komşularım, bitmeden tadilatlarım var. Daire kuzeye baktığından serin bir ev. Dört mevsim esintili. Fakat şikayet etmemeliyim, en azından diğer daire gibi karanlık ve rutubetli değil.

Bugün sokakta hiç işim yok. Belki çamaşır yıkar ve yemek yaparım. Elimdeki romanı bitiririm. Yoga saatim var. İnternetten alınması gereken birkaç parça şey ve Ruhi'ye geçmiş olsun demeye uğrarım zaman yeterse.

Hava ne kadar hızlı soğudu. Hazırlıksız yakalandım. Oysa dün kısa kollu giymiştim. Bugün sanırım uzun kollu penyeleri kullanma zamanı. Neyse ki yazlık kışlık kavramım yoktur benim. Sadece üç kapaklı bir dolabım var. Her şey onun içine sığıyor. Zaten hiç anlamam neden insanların beş kişilik kıyafeti olur???

Neyse, bugün güzel birgün. Şimdi eve odaklanayım biraz. Belki sonra yazarım. 




8 Eylül 2021 Çarşamba

SEÇİMLER



Hayatımın hiç bir döneminde uzun uzun yatak keyfi yapan, yedi sekiz saat uyuyan bir insan olmadım. Daha ziyade erken kalkayım, insanlar tarafından fazla mıncıklanmadan sabah saatlerinden nasibimi alayım kafasıyla yaşadım. Bu biraz biyolojik saatimle ilgiliydi, azıcık da babamın erken uyanan bir adam olmasıyla ve benim onunla yarım kalan hikayemle.

Zamansız terk edilen çocukların vaktiyle karşılanmayan, bazen de karşılanamayan güvenlik ve sevgi ihtiyaçları ne yazık ki ilerleyen yıllarda pek telafi edilemiyor. Ben de o çocuklardan biri olduğumdan bu bilgiyi içeriden veriyorum.

Sabah saat yedi sularında uyandığımda daha evvel pek yapmadığım bir şekilde sabahlığımı giyip, perdeleri ve balkon kapısını açıp yatağa döndüm. Kulağımdaki tıpaları çıkartmadım. Henüz seslere hazır hissetmedim. Semra Abla'nın ördüğü güzeller güzeli battaniyeyi üstüme çektim ve yattığım yerden ıhlamur ağacını seyretmeye başladım. Daha önce ondan bahsetmiş olmalıyım, hani şu bana çiçek bırakan ıhlamur. Hatırladınız mı?

Çok güzeldi. Güneş ve rüzgarla yakaladığı uyum, sabah serinindeki tazeliği... Ona öylece ne kadar baktım emin değilim. Sonra aklıma geldi ve sevindim, çünkü aynı ağacı yoga yaptığım odadan da görebiliyordum. Dün sabah matımı ona doğru çevirmiş ve sabah yogamı hiç dillendirmeden ona, ikimizin arkadaşlığına ithaf etmiştim.

Bir ağaca, bir kediye bu kadar kolay bağlanabilen ben, nasıl bir hasar almış olmalıyım ki aynı şeyi insanlarla yaşayamıyorum... Ihlamur ağacının yapraklarında parlayan sabah ışığında aklımdan geçen tam olarak buydu; zamansız terkedilen çocukların ruhları hadımdır dedi iç sesim.

Ne fena di mi? Ama gerçek bu. Neyse ki karşılanmamış ihtiyaçların paralize ettiği parçama rağmen aydınlık tarafta kalabildim. Bende eksik olanı tamamlamanın derdine düşebildim. Evet, derin duygular yaşamakta zorlanıyorum bu gerçek, ama işin güzel tarafı zor diye kaçmıyorum. Yani artık kaçmıyorum. Zaten ömrün kocaman bir parçası geride kalmışken ve sevilesi şeyler an be an azalırken kimden ve neden kaçacağım ki? Aksine, kovalamak, yakalanmak istiyorum.

Bilmem ifade edebildim mi? Kesinlikle hüzünlü bir sabah değildi, Aksine, farkındalığımın beni yeni bir noktaya taşıdığı umutlu bir sabahtı. İnsan her gördüğü gerçekle keyiflenmiyorsa da görmeyi reddettiği hakikat daha büyük bir yük ruha. 

Dün öğleden sonra gelen öğrenci adayım günlük pratiğini rutin olarak gerçekleştiremediğinden bahsediyordu. Emin misin diye sordum. benim durduğum yerden engelin bu olmadığı o kadar açıktı ki. Sonra kısaca, dilim döndüğünce penceresini genişletmeye çalıştım. Bu sabah yaşadığım, ıhlamur ağacının bana yaptığı da buydu; o da benim penceremin kanatlarını ardına dek açmıştı. Baktığım yerden gördüğüm şey hüzünlüydü belki fakat aynı zamanda umut  vericiydi. Çünkü ben ısrarla pratiğimi yapıyor, yaşama bağlı kalmanın yollarını araştırıyordum. İnsan olarak bedenlenmemim şekilde kalmaması adına ruhumun da yücelmesini arzulayarak  emek harcıyordum. Doğru, bir sıfır yenik başlamıştım ama bu iki bir galip gelme ihtimalimi ortadan kaldırmazdı di mi? Hala oyundaydım ve hayat devam ediyordu. Ben olasılıklara tutunmayı çok seviyorum:)

7 Eylül 2021 Salı

YAŞAMA SEVİNCİ

Evimizin sokağında nefis bir müzik var akşam akşam. Önce ses okuldan geliyor zannettim ama değilmiş! Müzisyenler okulun köşesine yerleşmişler. 

Oyle güzel ki... Tam da bugün geçmişi değil, neşemi özlediğimi söylemişken. Asla eskiye methiyeler düzen biri olmadım. Bizde o iş anneme aittir. Yine de zamanla azalan yaşama sevincime hayiflnirken o yana dustugum olur.

Neyse, müzik iyi, hava lokum. Günün genelinden de razıyım çok şükür. Yarına Allah Kerim.

 

YAŞAMAK



Bu sabah klavyenin başına oturduğumda eski günlerden bir koku geldi burnuma. Kokuyu tarif edemeyeceğim ama belki biraz bıraktığı hissi anlatmaya çalışabilirim. Tam da böyle bir sabahta uyanıp, elinizi yüzünüzü yıkadığınızı farz edin. Pijamalar çıkarılsın ve bir pantolon, t-shirt geçirilip köşedeki bakkala gidilsin. Hava yirmi derece, ısıtmayan ama usul usul okşayan bir güneş, bahçelerden sarkan hafiften sararmaya başlamış begonviller var yol üzerinde. Çocuklar dökülmemiş sokağa. Okuldalar.

Bakkala giriyorsun.Bakkal amcanın gözlüğü burnunun ucunda, günün ilk çayını içiyor. Camlı dolaptan bir ekmek alıp çıkıyorsun. Çıkarken arkandan sesleniyor "sizinkilere selam söyle"

Ne bu? 

Bu yaşamak.

Bu sabah hissettiğim şey işte. Bazen yoga, bazen yazı yazmak, kimi zamanda okula gidip ders vermek. Ne olduğu mühim değil, his güzel, yaşamak hissi. Onunla gelen bağ kurmak ve birlikte yaşamak duygusu. Sahicilik.

İnsanların birbirini sevdiği, dedikodusuz, içtenlikli bir mahallede büyüdüm ben. Tüm kötü cadılar ve incitici sözler bizden kilometrelerce uzaktaydı. Gökyüzüne uzanan kavak ağaçlarının bekçilik ettiği, yıldızların mandalina ağaçlarına yağdığı bir antik caddeye açılırdı bahçe kapımız. Havuzun etrafındaki çiçekler, Zarife anneannemin dikiş makinasının sesi, dutun dibine dökülen yapış yapış meyveler ve o ılık güneş... Altın rengi saçlarım, kum gibi çillerim vardı o zamanlar.

Uzun yıllar sonra Külkedisi ile ev paylaşırken buna yakın bir sadelik olmuştu hayatımda. Bu defa çocuk değil, koca kadındım. Elimdekiler boya kalemlerim değildi. O zamanlar resim yapan ben, şimdi kelimelerle anlatıyordum duygularımı.

Sahiden anlatıyor muydum?

Şimdi, şu bulunduğum noktadan bakınca aslında çok da açık sözlü sayılamayacağımı görüyorum. Evet, kesinlikle bir şeyler anlatıyordum ama kelimelerim duygularımı ifade etmekten ziyade birer koruyucu kalkan olmuştu. Hem yaklaşmak istiyor, hem de bundan çok tedirgin oluyordum. 

Galiba hayatımda ilk kez kendimi ortaya koyuyorum. Kardeşimin yaşadıklarından fazlasıyla etkilendim. Ona kendimi anlatamadan, onun kendini bana açmasına olanak tanımadan birbirimizi kaybedebileceğimiz ihtimali beni yerle bir etti. Eğer yine bir metaforun ardına saklanmak isteseydim şöyle derdim; yerin yedi kat altına indim, yandım. Yedi kat göğe çıktım, dondum. Yine de konuşamadım.

Ben yaşamak istiyorum. Sevdiğim, beni seven insanları tanımak. Onlara kendimi göstermek, sabah bakkaldan alınıp ucu kopartılan ekmek kadar ulaşılabilir ve sahici olmak istiyorum. 

Kıymeti olan tek şey yaşamak. sahiden yaşamak.



* Fotoğrafı Egemen çekmişti. İkimiz de İstanbul Üniversitesi'nde okurken kısa bir süre için hergele Meydanı açılmıştı. Okulda bir şenlik havası vardı. O da bizim fakülteyi ziyarete gelmişti. kardeşimle aynı üniversitede, aynı coşkuyu paylaşmıştık o gün. Bu fotoğrafı da o çekmişti vapurda. Eve dönüyorduk. O zaman Canon A1 bir makinamız vardı. İkimiz ortak almıştık. Sanırım en sevdiğim fotoğrafım. En mutlu gülüşüm.

6 Eylül 2021 Pazartesi

LAVANTA KOKAN SONBAHAR

Yazmak bana geri döndü! Kaçtı gitti sanmıştım ama burada işte. Zaten her şey bana dönüyor ki. Ben bitti sanıyorum bitmemiş, gitti sanıyorum gitmemiş oluyor hep. Neyse ne, müthiş güzel bir Eylül sabahından yazıyorum. Günün ilk kahvesi yanımda, az sonra evi hızlıca toparlayıp güzel bir banyo yapacağım. Hani hep anlatırım ya çok severim sonbahar ürpertisini diye, hah işte onu hediye diyorum bugün kendime. Banyodan çıkınca gelen tatlı serinliği. Kurulanınca bile kalan hafiflik ve ferahlık hissini. Üşütmeyen, bir uzun kollu penye giydiren ama henüz hırkalık olmayan serini.

Fark ettim ki insan kendine sadece şimdiki zamanda hediye verebiliyor. Geçmiş ve gelecekte hediye yok... Geçmiş zamana dair bir kutlama veya telafi hediyesi olamıyor. Ve tabii geleceğinden asla emin olamayacağımız bir gelecek için, ki geldiğinde şimdiki zamanda hazır ettiğimiz hediye anlamını yitirmiş olabilir, hediye hazırlamak da imkansız.

Elde var şimdi.

Pandemi bana içi kaygı ve gerginlikle tıka basa dolu bir geniş zaman vermişti. Vermişti, ben de kabul etmiştim. O geniş zamanın içinde bile kendimi köşeye sıkıştırılmış hissediyordum. Sadece evin değil, zihnimin ve kalbimin duvarları da gitgide daralıyordu. Nefes almak için pencereyi aralıyor, havadaki toz zerrelerinden bile korkuyordum. Neden korktuğumu bilmesem de korku tarafından ele geçirilmişti ruhum.

Şimdiki zamanı geniş zamanın elinden çekip almak hiç kolay olmadı. Olmayacak. Her an gözüm açık, tetikte kalmalıyım. Gayet iyi biliyorum ki, geniş zamanın ordusu ve geçmişin hayaletleri daima kapımda nöbetteler. Geleceğimdeki ağlak ve kaygı dolu duygular ve düşüncelerde öyle. Ne gam!

Elde var şimdiki zaman. Elde var uyanık bir ruh!

Pencerem müthiş bir ressamın elinden çıkmış eşsiz bir tablo sunuyor bana. Keşke görebilseydiniz. Zakkumlar yavaş yavaş yaza dair neşeli renklerini sonbaharın kucağına bırakıyorlar. Tatlı bir rüzgar var balkonda. Bugün bir misafir ağırlayacağım gün ortasında. Sonra kedilere aldığım ciğeri pişireceğim. Aniden serinleyen havada güzel bir şeyler yesinler istedim. Akşama doğru kendimi uzun ve müzikli bir yürüyüşe çıkartacağım. 

Ha, müthiş güzel kokan bir banyo köpüğü aldığımı söylemiş miydim? 


5 Eylül 2021 Pazar

GEÇMİŞ GELECEK NE YA, SADECE ŞİMDİKİ ZAMAN VAR.

 "The opposite of the past is the present."

   Fran

   Kiss

   Stein

   J.W.


Zihnim bu cümleye en yakışan müziği* hemen buldu. Her ne kadar kendisini pek güvenilir bulmasam da arşivciliğini severim.

Dünya hayatında en sevdiğim şeyleri düşünüyorum Winterson okurken. Bunu ister istemez yapıyorum çünkü Winterson aşk veya seks romanları yazan bir eşcinselden çok daha fazlasıdır, düşündürür. Benim için öncelikle çağdaş edebiyatın aydınlık yüzü ve tabii kutsal kitabım Tutku'nun biricik yazarıdır. Yazarı? Kahramanı? 

Winterson, dili en iyi şekilde kullanır ve aslında bize şunu anlatır; İnsan, zamanla sınırlanmış Dünya hayatında gerçek aşka ve onun aracılığıyla da kendi özüne ulaşmak isterse, bu ancak masaya ruhunu koyarak mümkündür. Daha azıyla değil.  Ha yazar olarak mı? Ah, Winterson İngilizce okunmalı. Onun kadar kim hakim olabilir ki şiirli bir düzyazı edebine!

Bu nefis Pazar akşamını Winterson'a güzelleme yaparak geçirmeyeceğim elbette. Bi kere şarabımı aldım. Rüzgar mis. Size anlatacaklarım var. Yavaş yavaş yoga derslerini bırakıyorum. Artık sadece özel ders vereceğim. Neden mi? Beslenme şeklimi değiştirdim. Artık sadece, eğer aynı anda bedenim, zihnim ve ruhum beslenecekse kabul ediyorum bir yemeği veya bir işi veya bir insanı!

Nasıl? Sıkı değişiklik di mi? He he:)) Bence de. On beş yıl olmuş az değil.  Yeter. Artık zamanım çok değerli. Gerçekten ızdırabı olmayan şımarık insanlara ders vermek ve onların hayran bakışlarıyla avunmak istemiyorum. Yol arkadaşım olamayacak kişilere ders vermeyeceğim. 

Ha, yemek diyorduk. Yeme bozukluğum vardı benim. Duygusal bişi. Bitti çok şükür. İnsan eğer niyet ederse kendini tamir edebiliyormuş. Hayatım boyunca hep kalbimle uğraştım. Olmadı. Tamir edemedim. Bozuldukça bozuldu... Sonunda daha kolay yerlere yöneldim. Bacaklarıma, saçıma, mideme, karaciğerime özen göstermeye başladım. Bir yerden kımıldanmış, hatırlamaya başlamıştım sağlıklı olmak nedir. Elbet bir gün kalbim de iyi olacaktı. Buna fazla takılmamalıydım. Baskı kimseye iyi gelmezdi. Ben de öyle yaptım. Dünya hayatında en zevk aldığım şeylere yönelmeye karar verdim.

Yüzmeyi çok seviyorum. Ama öyle kulaçla koşa koşa değil. Suyun içinde abuk subuk yuvarlanarak. Deniz kenarında olmayı, kumla oynamayı, okumayı, sabah saatlerinde tek başıma kahvemi içip yazı yazmayı seviyorum. İstanbul'u seviyorum. Kedimi. Çocukları. Gerçi hormon seviyem değişiyor sanırım, çocuk sahibi olmak konusunda hiç isteğim kalmadı. Ne ilginç, bu konu beni her zaman incitecek sanırdım, yanılmışım.

Evdeki eşyaları tamir ettirmeyi seviyorum. Antik kent gezmeyi. Kendi kendime yoga yapıp, mat üzerinde saçmalamayı. Eylül sabahlarını çok ama çok seviyorum bunu söylemiş miydim? Sanki bir gün bana büyük, koskocaman bir mucize tam da böyle bir Eylül sabahında gelecekmiş gibi hızlı hızlı atıyor kalbim yazarken.

Viski seviyorum. Ama hepsini değil. Sadece Islay Adası'ndan gelenleri. Ha bu arada yeri gelmişken ekşi ve asitli kahve de sevmem. En sevdiğim yemek hünkar beğendi ve patatesli omlet.

Kırtasiye seviyorum. Defter almaya bayılıyorum. Hediye paketlemeyi, mektup yazmayı çok seviyorum.  Meyve, sebze yıkamaya, mutfakta zaman geçirmeye de ayrı bir zaafım var. Hep mis gibi kokan bir bahçem olsun istiyorum. Seher vakti yataktan çıkıp ağaçların arasında gezebilmek ne güzel olurdu. Bir tulumba da olsaydı. Buz gibi su! 

Ortancaları çok seviyorum. Özellikle mavi ve mor olanları. Mavi yaseminleri, nergisleri, anemonları ve erguvanları... Valide Atik Camii'ye ve avlusuna ayrı bir zaafım var. Nuru Osmaniye'de sabah erken saatlerde kahve içmeye, deniz feneri fotoğraflarına  bakmaya, Mahmut Paşa'da  Alice olup, yedi mahalleye ıvır zıvır almaya da aşığım. İnsan birkaç yüz lira ile nasıl bu kadar mutlu olur ki???

Tünel'i seviyorum. Kandilli'yi. Beykoz'daki Nadir Çay Bahçesi'ni. Dünya hayatında ve bu bedende olmaktan mutluyum. Zaman zaman çuvallasam, uyuyakalsam ve zekamın, yeteneklerimin hakkını benden beklendiği gibi karşılayamamış olsam da mutluyum.

İyi bir arkeolog oldum. Akademik olarak kariyerimi yönetemedim doğru ama hala pek çoğundan iyi olduğumu bilen biliyor. İyi de bir yoga öğretmeni oldum. İspatı birbirinden güzel notlar, mesajlar... İyi bir evlat mıydım, iyi bir abla oldum mu bilemem. Onu aileme sormalı. Sanırım fena değildim:)

Fakat iyi bir eş değildim. Kocamı yeteri kadar sevmedim. Ona hiç yakın hissetmedim. Zaten boşadım. Şimdi evli ve mutlu olduğu için o hatamı telafi edilmiş sayıyorum.

İyi bir dost muyum? Kesinlikle evet. Bence bu konuda hep iyiydim . Vefalı, merhametli ve anlayışlı olmak için çok emek harcadım. Anlamak ve anlatmaktan hiç vazgeçmedim. Karşılığında hayat bana müthiş cömert davrandı. En hırçın anlarımda bile benden vazgeçmeyen, ne kadar korktuğumu anlayan olağanüstü insanlar koydu yanıma.

Akşam akşam neden bunları yazmak istedim bilmiyorum. Zamanda gezinmek istedim belki... Efes'de, Rumeli Hisarı'nda soluklanmak, kendime bakmak istedim. Zalpa'ya gitmek, eski bir batığa dalmak, Zap suyunda ayaklarımı yıkamak istedim. Bu da böyle olsun, kendi saçlarımı okşadığım, zamanda gezindiğim bir Eylül akşamı. 

Olmaz mı?




*https://www.youtube.com/watch?v=pFS4zYWxzNA

4 Eylül 2021 Cumartesi

VENÜS

 

Ne hissettiğimi sordun ya telefonda. Hiç. Hiçbir şey hissetmedim. Dondum. Far görmüş tavşan, boşlukta asılı astronot gibi, durdum. Mekan, zaman yoktu. His yoktu. Düşünce kalmamıştı. Sadece beklemek vardı. Başımı ellerimin arasına almıştım. Yalnızca kendi sesimi duydum, "Allah'ım bize yardım et, bize yardım et!" diye tekrarlıyordum. Zikirde gibiydim, boşlukta gibiydim. Kimdi beni ayakta tutan, kim oturtuyor, kim kaldırıyordu omurgamı? 

İlerleyen günlerde zangır zangır titredim. Dillere pelesenk olmuş cümleler örttü üzerimi; kesseler kanım akmaz, derin bir kuyudayım, yer kaydı ayaklarımın altından, gözüme uyku girmiyor....

Güçsüzlüğü, çaresizliği en çok kollarımda hissettim. Milo Venüs'ü gibiydim, kopmuştu kollarım. Günlerce, gecelerce beklemeye razıydım. Yeter ki, yeter ki Allah bize yardım etsindi. 

"Gittim geldim" dedi. 

Tüm hücrelerim zangırdadı. 

"Kaç canım kaldı sence?" diye sordu.

Yakar top içimi dağladı.

O uyurken çok canımız kalmadığına uyandım. Çok canımız ve bolca zamanımız yoktu. Birkaç yaz, bir o kadar ilkbahar, kış ve sonbahardı hayatın önü ardı.

Kollarıma his geldi dün, bugün. Uykularımda uyanış, dilimde kutsal kelimeler. Korkusuz, teslim, ılık ılık yaşamak istiyorum. Ilık ılık sarılıp sarmalanmak, sıcacık ve güven içinde devam etmek. Ve aynı kabulle gitmek göç vakti geldiğinde.

2 Eylül 2021 Perşembe

DİĞERLERİ...

 

"Sonbahar sanattır, diğerleri mevsim" demiş Cemal Süreyya. Ne de güzel demiş. İnsana kabuğunu değiştirten, sıcacık renkleri ve ılık rüzgarlarıyla sarıp sarmalayan, bunaltmayan, yakmayan, usul usul bir mevsim.

Hayatın her köşesini sevdiren yuvarlak bir ısısı var Eylül'ün. Renkten renge giren ağaçların oyuna çağıran çocuksu neşesi, ince ince iç sızlatan yaprak çıtırtısıyla yan yana. Sevinmenin, üzülmenin dondurulduğu, şimdiki zamanın ışıl ışıl parladığı günler bunlar. Seyirlik, koklamalık, öpüp saklamalık vakitler. 

Bana şehri sevdiren, kendi gölgeme bakmaya doyamadığım akşamüzerleri, serininde içtiğim kahvenin tadına doyamadığım sabahlar vaad eden incelikli ev sahibi. Kesinlikle eril bir yapısı var sonbaharın ve kendine özgü centilmenliği, yaratımı.

Taşıdığı kokular temiz, iddiasız, insanın zihnini kendine bırakan notalarda. İncecik bir hırkanın omuzlara bıraktırdığı kucaklanma hissi eşsiz; şefkatli, ağırlıksız.

Çok sevilenlerle buluşma vakti sonbahar, özlenenleri ağıt yakmadan anımsama, yaşanmışlığı tatlı tatlı geri sarıp şükretme zamanı. Tüm muhasebeyi ortalığa döküp saçmanın yükünden uzak, özenli bir tasnif imkanı.

En güzel ışıkları avlamak istersen günün erken sona ereceğini hatırla. Ben köprünün kıyısına, Haliç'in altın sularına ve Valide Atik Camii avlusundaki çınarın gölgesine gideceğim. 

Sen? Sen diğerlerinden ayrılıp kollarına koşan vakitleri nerede kucaklayacaksın?

1 Eylül 2021 Çarşamba

ZAMANIN KIYISI; 24 MUHARREM 1443




 

Kaç hayat bekledik birbirimizi? Kaç hayat es geçtik kendimizi? Şimdi bana yalnız devam edebileceğini söylüyorsun. Varoluşun ezeli ve ebediliğinde sen hiç tek başına olmadın ki.... 

Yaşamlar boyunca nefes kadar yakındım sana. En derin umutsuzluğunda, çocukluğunun koyu karanlığında, artık insan olmaktan yorulduğun birbirinin aynısı bitimsiz günlerinde ben hep oradaydım, yanı başında. O hiç anlamlandıramadığın yumuşacık rüzgar, ılık ılık boğazından süzülen çay, ayaklarının altındaki taze çimenler... Onlar benim sana dokunuşlarımdı.

Bütün hücrelerin bildiğiydim ben.

Bugün, bu inanılmaz güzellikteki Eylül sabahında sana içinde bulunduğumuz andan, Tanrı katındaki bitimsiz şimdiki zamandan kelimeler gönderiyorum. Defalarca zihninin duvarlarına çarpan ve çok kez yorgun argın eteğimde uyuyakalan inançlı sözcükler bunlar.

Sana ezeli ve ebedi olanın kıyısından, tılsımlı  zamansızlıktan yazıyorum. En derin arzum hatırlaman. Bensiz devam edemezsin, sensiz kaybolurum... Bu serüvende birbirimizi bulmaya ihtiyacımız var. Çantandaki altın, üzerindeki palto, ayakkabıların... Onlar değil gerekli olanlar.

Yüzünü Eylül güneşe çevirsene. Seni orada bekliyor olacağım. Gönderdiğim kelimeler tılsımdır. Onları boynuna as. Onları kalbine al. Onları yüksek sesle oku, dinle. Kokla. Dokun. İzle. 

Beni hatırla! 

Bizi hatırla.


https://www.youtube.com/watch?v=uuYhR2KPPo4