27 Nisan 2011 Çarşamba

EĞİTİM ŞART:)

Volkwagen Passat.. Bu reklamı izleyen var mı? İnanılmaz:)))
Son aylarda giderek artan merakım elbette çocuklara yönelik. Çok keyifli kitaplar okuyor ve okudukça öğretmek ve sevmek adı altında, cahilce, onları nelere maruz bıraktığımızı şaşırarak görüyorum. Zulüm çeşitleri inanılır gibi değil!
Oysa bütün hikaye nasıl biri olmalarını istiyorsak öyle biri olmamız:)) Ne kadar kolay gibi görünüyor değil mi? Benim ilgimi çeken sistemlerde çocukla saatlerce oynamak, üzerine titremek ve ona herşeyin en yisini vermek kaygısı yok! İleride bir çocuğum olur veya olmaz, hiç önemli değil. Ama pek çok çocukla çalışırken bu bilgilerin hayatımı kolaylaştıracağı bir gerçek.
İşin ilginç tarafı bilgi hep aynı bilgi ve hep aynı kaynaktan. Değişen tek şey kelimeler ve biçimsel detaylar... Bunu açıklamak için yeterli seviyede olmadığım için şimdilik susuyorum:)
Ama bu konuda ilerideki günlerde yazmak isterim doğrusu. Çünkü işe yarayabileceğini ve blogumu okuyan annelerin ilgisini çekebileceğini düşünüyorum. Özellikle yoga ile varmaya çalıştığımız yere doğruca gidebilecekken, nerelerde oyalandıklarını anlatabilirsem harika olur! Ancak şunu da örnek vermeden geçemeyeceğim, durum şu gibi: susamış bir canlıya, gazoz veriyorsunuz!
Bugün okulda ikinci kez öğretmenler toplantısı var. Orada olmaktan ve bu mini mini insanların duyguları, mutlulukları ve sağlıkları hakkında bir çözüm arayışına dahil olmaktan çok mutluluk duyuyorum. Ve ne kadar şanslıyım ki hayatım boyunca hep işinde bir numara insanlarla çalışma şansını yakaladım. hep öğrenmiyorum zannederek, çok değerli bilgiler biriktidim. Kullanmakta gecikmişsem de, değerleri azalmadı ki..
Yaptığım herşeyin, ilgimi çeken her detayın ve yapabildiğim işlerin beni odakladığı yer hep aynı: çocuk. Ve ben bundan çok mutluyum:))
Dün gece rüyamda Victor'u gördüm. Bana kendisinin de çocuklarla ilgili çalışmalar yaptığından bahsetti. Bilmiyor ve takip etmiyor olmama şaşırdı. Üniversitede çocukların beden sağlığı ile ilgili okuduğunu söyledi... Rüyam çok güzeldi. Victor'la çocuklar hakkında konuşmak içimi sevinçle doldurdu...

25 Nisan 2011 Pazartesi


Aşağıdaki “dünyanın en eski masalı”, Medhananda tarafından Mısır’da bulunmuştur:

“Bir varmış, bir yokmuş. Bir kralın bir oğlu olmuş. Doğarken yazgı tanrıçaları, ölüm nedeninin bir yılan, bir krokodil, ya da bir köpek yüzünden olacağı kehanetinde bulunmuşlar. Kralın oğlu büyüdüğünde, bu kehaneti hatırladıkça hüzünlenmeye ve bu korkunç yazgıdan nasıl kurtulabileceğini araştırmaya başlamış. Yollara düşmüş, danıştığı herkes ona, her insanın öleceğini söylüyormuş.

Günlerden bir gün bir tapınağa gelmiş. Tapınak kapısının bir yanında bir yılan, diğer yanında bir krokodil resmi varmış. Bu kutsal yere girişin üstünde de bir köpek resmedilmişmiş. Kralın oğlu hemen girip, rahibe sormuş:

“ Bu resimler her insanın yazgısıyla mı ilintilidir?”

Rahip de: “Onları doğru anlayabilen, kendi kendinin efendisi olur!” demiş.

Kralın oğlu: “Bana kendi kendimin efendisi olmayı öğret, lütfen!” ricasında bulunmuş.

“ Bak, yılan senin yaşama gücün, seni milyonlarca yıl taşıyan enerjidir. Her dalga geldiğinde, seni yıldızlara savurmaya çalışır ve her dalga çukurunda sana ataların gibi yıldızlara yükselmek ve orada parlamak arzusu aşılar.

Ama sen kendi kendine: Ben, bu dalga çukurlarından birinde doğdum ve dalga tepesine gelindiğinde öleceğim, dersen; o zaman kendi ölümsüz yılan gücünü kendi ellerinle doğrayıp parçalara ayırdın demektir.”

Kralın oğlu: “Bunu asla yapmayacağım” diye söz verir. “Pekiyi, yazgı tanrıçalarının sözünü ettiği krokodil ne oluyor?”

“Evet, krokodile gelince,” demiş rahip diğer duvarı göstererek, “o da senin benliğinin bir parçası. O senin içinde daima oburca kendini beslemek isteyen, sürekli başka canlıları yutup duran şeydir. Ama sen, acıktım dediğin anda krokodil seni zaten yutmuş demektir. Kendini onunla özdeşleştirmişsen, onunla yaşlanır ve hastalanırsın ve sonra da ölürsün. – Çok dikkat et, krokodille sona erme, tersine krokodil senin büyük varlığının yalnızca geçici küçük bir parçası kalmalı, onu sen daima yeniden edinmelisin, o kadar.”

“Krokodilime çok dikkat edeceğim” demiş kralın oğlu, “Pekiyi köpek nedir?”

“Köpek de senin bir parçandır. Kendi kendinle tanıştığında, onunla da tanışmış olursun. O zaman senin en iyi arkadaşın olacaktır. Senin gölgen, koruyucu ruhun olarak her yere seninle gidecek, tüm yolları ve kapıları sana açacaktır. Daha şimdiden içinde o, daima uyanık olandır; uykuya daldığında ya da kendini unuttuğunda bile o, kendi kendini rüyalarında yitirmeyesin ve ertesi sabah, tam zamanında yeniden kendine giden yolu bulasın diye, daima bekler. Onunla dost olabilmen için, sana uyuma imkânı tanınır, alıştırma yapasın, onunla birlikte kendi kendinin tam bilinci içinde, yaşamdan yaşama geçen kapılardan kendini kaybetmeden ve unutmadan geçebilmeyi öğrenesin diye.”

Kralın oğlu rahibe ve kendi kendine, sadık bekçisiyle dost olmaya söz vermiş, hiç ölmeden yaşamış ve halâ her birimizin içinde yaşamaktaymış.”

24 Nisan 2011 Pazar

23 NİSAN KUTLU VE MUTLU OLDU GERÇEKTEN!


Hayat baharda daha güzel. Bahar bu yüzden kısa muhtemelen. İnsanların daima özledikleri ve biraz özensiz davransalar "hooppp" diye bitiverecek kadar kısa. Bütün güzel anlar gibi...
Bugün Paskalya. Çok kısa bir süre sonra Bahar Bayramı. Öncesinde Nevruz idi malum. Hıdırellez de var önümüzde.
Çok eğlenceli bir Hıdırellez gecesini Külkedi ile yaşamıştık. Hangimiz bilmem, birimiz fena üşütmüştük. Oysa ben, o yıl Ahırkapı Şenlikleri'ne katılmayı çok istiyordum. Ama hastalık vardı işte... Fazla düşünmeden dileklerimizi yazdık, hatta Külkedisi'ne dedim ki, "sadece yazmayalım, bir de çizelim. Hani adam eğer Türkçe bilmiyorsa işimizi sağlama alalım!" Çizdik de.
Sonra tealightlarımızı çayda çıra oynamaya gider gibi elimize alıp, bütün mahallenin rahatça görebileceği bahçemize çıktık. Yere koyup üzerinden atladık. Yani ateş ise ateş, atlama ise atlama tamamlandı. Bahçedeki en güzel güle dilekler asıldı. En komiği sabah uyandığımızda, Külkedisi işe gideceği için onun dileğini de alıp, ben gittim sahile. Tabii hiiiçkimse ile konuşmadan!
O dilekler pek gerçekleşmedi. Ama dilek anının sıcaklığı tüm hıdırellez ateşlerinden daha fazla ısıtır yüreğimi... Neden mi? Çünkü o çok gücendiğim, gücenmişliğimle başa çıkamadığım için kırıp geçirdiğim Külkedisi, zamanında beni ölümden kurtarmıştır. Bu yüzden kalbimin bir parçasını o evin, o paylaşımın anısına hep sıcak tutarım. O evi de en çok baharda özlerim. Kocamın evini bile o kadar benimsememişimdir. Mutfaktaki yatağım, ağrıdan soluk aldırmayan belim ve herşeyiyle hayatımın en güzel dönemlerindendir. Ölümden hayata geçtiğim dönemdir... Bazı insanların görevi bu olmalı hayatta, ölümden çekip almak...
Kaç bahar sonra neden aklıma geldi bilmem... Gerçekleşmeyen dileklerde hayır vardır muhtemelen... Biten ve bitemeyen herşeyde olduğu gibi... Hayat daima siyah veya beyaz değilmiş... Kırk yaş beden için yeterli derecede büyük, fakat ruh için çok genç bir yaşmış...
Bütün bunları bana düşündüren Nisan... Nisan T. Korkut'un doğumgünü, Nisan kutsal şehrimizin en çok parladığı ay, Nisan benim ölüp, dirildiğimin yıldönümü... Bu yüzden kalbini kırdıklarımı ve kalbimi kıranları anmadan geçemeyeceğim kadar dolu
bir dönem...
Az sonra evden çıkacağım. Bugün Paskalya. Şehrin sokaklarında gezip, erguvanları selamlayıp, pek çok güzel an biriktireceğim bunaltıcı yaz günleri için...
Geçmişteki, bugüne ait olan ve gelecekteki tüm Nisan'lar kutlu olsun!

22 Nisan 2011 Cuma

hayat bana çok çocuk borcun var, yarın ödemeye başlamak için güzel bir sabah olacak.Bence başla artık!

UMURUNDA MI DÜNYA?


Lafa gelince herkes çok hassas. Bir incelik ki, kırılmayan yok! Ben mi? Ben öküzün önde gideniyim. Sadece elim kolum değil, duvarlarımda günden güne kalınlaşıyor. Alınganlıklarımın ve iki lafı bir araya getirip söyleyemediklerimin kozasında hırçın hırçın oturuyorum. Hırçınlığım bile kabuk değiştirdi; sessizce hırçınlık ediyorum. Kendimden nefes çalarak, uyku çalarak..
Victor gitti gideli her gün, "öleceğim gün bugün mü acaba?" diye uyanıyorum. Telaşlanmıyorum. Kızmıyor ve tüh bitti diye hayıflanmıyorum. Sadece ben bunca şeyi yoluna (neyse o yol) koyamadan gideceğim ya, o gitme anında nasıl bir saçmalığın içinde takla atarken avlanacağım onu merak ediyorum.
Herkes kendi gemisinin kaptanıyken ve bunu gayet de güzel başarırken içerlediğim şey şu: ben neden bu kadar kendi merkezime dönemiyorum? Ben neden onlarca soru ile boğuşmaktan ve içimdeki konuşmalardan kurtulamıyorum? İntihar cesurların işi. Ben korkağım. Bu yüzden çaktırmadan, ucundan kıyısından yiyorum ömrümün. Bana afiyet şeker olsun di mi?

21 Nisan 2011 Perşembe

ZAMAN ZAMAN MATİTAS....

Masallar niye böyle başlar bilmiyorum. Tıpkı yeni yıla neden güle oynaya girdiğimizi hiç anlayamadığım gibi... Aslında sağlıkla, huzurla, ruhtan fire vermeksizin bitirilen bir yıl değil midir kutlamayı hakeden?
Belli ki sadece toplumsal olarak değil, içimde de gayet bölücü olan ben bu fikrimde de yalnızım:))) Hah, çok umurumdaydı!!
Şimdi, içinde olduğumuz ve tıpkı kardeşimin söylediği gibi "çok ölü veren" bu yıla hitaben üç beş satır yazmak istiyorum. Zira zamanın ve takvimin bir ruhu olmalı...
Sevgili 2011, sana karşı büyük umutlar beslemediğim, sepetinde getirdiklerine karşı derin bir heyecan ve merak duymadığım için bağışla. Bu durum ikimizin de suçu değil; son yıllarda payıma düşenlerden o kadar sıkıldım, o kadar sıkıldım ki sanırım iyi ihtimallere gözlerimi kör, kulaklarımı sağır ettim. İyisi mi, gel biz bu karşılıklı tavrımızı sürdürmeyelim. Zira ben sana ne kızgın, ne de kırgın değilim. Tamam diyorum hatta, eğer, canın iyi bir şey yaşatmak istemiyor ise sen bilirsin, zaten pek talep edebilen biri değilim. Ama gerçekten alacağını aldın bence. Ölüm ve hastalık konusunda o kadar hızlıydın ki, o mezardan diğerine koşarken ayakkabılarımızdaki çamuru temizleyecek kadar dahi zaman bırakmadın!
Nefret çok güçlü bir duygu, senden nefret etmem, etmeyeceğim. Ama böyle devam edersen, ne yazık ki sevemeyeceğim de...
Mutluluk veremedin, ne yapalım kalmamış sepetinde. Aşk da yok sana bu yıl diyorsun. Ona da eyvallah. E bari huzur versen? Sabahları hafif, korkusuz kalksam yataktan. Sağlığım için, bir sonraki ayın ödemeleri için endişelenmesem? Bu kadarını yapamaz mısın? Hişşt, kime diyorum?
Sen bilirsin, o zaman nakaratıma katlanacaksın: "zaman zaman matitas, bu yılın g..ü tas!"

20 Nisan 2011 Çarşamba

SÜLÜMAN

Bu sabah yine kargalar uyanmadan yataktan fırladım. Can çıkar huy çıkmaz derler, tüh ya demek ki öldüğümde en çok bu, yattığım yerden fırlayarak kalmayı özleyeceğim:))))
Günümüz akşam olup Sülüman ekranlarda boy gösterene dek pek sakin geçmeyecek; hazılanmak, derse gitmek ve dersten çıkıp toplantıya katılmak ve hatta oradan da hala zaman kaldıysa erimemeye inat etmiş yağlarıma karşı yürütttüğüm savaşın bir parçası olan spor salonuna gitmek var! Tabii masamın üzerinde bekleyen bir Osmanlıca ödevim de var. Benim gibi baharda bahar dışında bir şey düşünemeyen bir öğrenci için yeni bir şey öğrenmek şu sıralar hiç kolay değil. Üstelik masamın üzeri oku beni diye ağlayan kitaplarla ve bilgisayarımın masa üstü Aylin Hoca'ya hazırlanması gereken tezin parça pinçik notlarıyla doluyken!
Yine de şu erken saatlerde kalkmanın nimeti olarak baharı penceremden de olsa seyrediyorum. Bizim yeni evin saklanma köşesi çok güzel oldu. Koskocaman bir çam ağacımız var. Ona Victor adını verdim. Ne ilginçtir ki bu ağaca adını verdiğimde, o henüz buradaydı...
Victor evimizi güzelleştiren bir ağaç, onu her mevsim seveceğiz muhtemelen zira ölümsüz...
Neyse, şimdi çalışmaya başlamam lazım. Sülüman'ı huzur içinde izlemek istiyorsam günü çalışarak geçirmem lazım. Ah, bu arada bir Cumartesi heyecanım var ama onu şimdi yazaman:)))

18 Nisan 2011 Pazartesi

MERYEM ANA


Biliyor musun bence Tanrı kadın. Çünkü bir erkeğin hem bu kadar sevgi dolu, hem de bir o kadar öfkeli olması zor. Üstelik her iki duyguyu içinde yan yana tutması neredeyse imkansız!
Yine de benim favorim Meryem Ana. Ben onun ikonaları önünde konuşmayı, derdimi bizzat kendisine anlatmayı seviyorum. Bu hiç tanımadığım ufak tefek, muhtemelen kara kuru kadın,, bana antik dönem heykellerinden çok daha görkemli görünüyor. Hatta Maria Magdalena ve Lilith bile erkek olduğuna inanmamızı sağladıkları tanrıdan daha yakınlar kalbime.
Veee ben bu sabah Blakerna'ya gidiyorum. Aylin geldi İsrail'den. Birlikte gidiyoruz. Üstelik ilk durağımıza ulaştığımızda sen daha doktoruna gitmemiş olacaksın. Böylece ben şehrin koruyucu azizesine şu başımıza gelen hali bizim için en doğru ders, en anlayacağımız ve hatta en az canımızı yakacak derse dönüştürmesini rica edecek ve ikimiz adına da vaadlerde bulunacağım. Yanlış hatırlamıyorsam siz de birbirinizi sevmiştiniz değil mi?
Kalbim seninle. Sakın korkma diyemeyeceğim, ben olsam ayağa kaldırmıştım herkesi. Ya da kimbilir susup kalmıştım köşemde...
Dün telefonu kapattıktan sonra uzun uzun düşündüm.. Uzun uzun uzakta olmayı anlamaya çalıştım. Bunu sana sonra anlatacağım. Sadece şunu bil, senden sonra Üsküdar'a gitmedim, Galata'da oturup tost da yemedim! Sen ne kadar uzaksan kendine, bana ve bu şehre inan ben de o kadar uzağım. Bütün bu hücre hastalanmaları bundan dostum:) Öğleden sonra ben, Aylin, Lilith, Meryem Ana ve Maria senden haber bekliyoruz. Bizi kalbine yakın tut!
not. Fotoğraf tanıdık mı? :))))

17 Nisan 2011 Pazar

CUMARTESİ

Pişmanlıklar hayatımda pişmaniye gibi büyürken, arada bir itiraf etme isteği duyuyorum. Tıpkı kendi tüylerini yalarken, boğazında topak topak tüy biriktirip sonra kusan kediler gibi. Neyse ki önüme gelenin üzerine kusmamak için kıvranmaktan vazgeçtim. Artık daha profesyonel bir kusucuyum. Gidip bir leğen alıyorum, içini dışını olabildiğince temiz bulduğum bir dostu karşımdaki koltuğa oturtup başlıyorum boğazıma takılanları güle oynaya anlatmaya! Üşütüyor muyum? Kimbilir! Belki de şu güne kadar üşütmemek için direndiğim hata!
Yoruldum. İnatçı ve dirençli bir insan değilim ben. Sevdiğim adamı "karısına", sevdiğim dostu düşmanına, kendi hayatımı tornanın hangi ucuna kaptırdım Allah bilir...
Çocuklara yoga yaptırmanın bile yeterince anlamlı olup olmadığını düşünmeye başladım. Şehri gezelim, öğrenelim diye nice kitap devirerek ve Sir'le sokakları aşındırarak hazırladığım gezilere de inancım çok azaldı... Ucuz ve hızlı tüketilebilen ürünlerin tezgahında çürük elma gibi hissediyorum. Yanımda şıkır şıkır parlayan avakado ve hormonlu çileklerle başa çıkamıyorum. Çıkmak için kımıldayamıyorum bile. Terbiyesizin biri karşıma geçip saçma sapan konuştuğunda sadece omuzlarımı ve çenemi kasıp seyrediyorum. Artık kendimi anlatmaya, derdimi söylemeye bile gücüm yok.
Güzelim Cumartesi gecesini, içimdeki inancı yok eden "sen" nasıl geçirdin acaba? Merak ediyorum huzur içinde yemeğini yiyebiliyor musun o pek meraklısı olduğun sedefli gümüşlü kaşıklarınla? Daha mı lezzetli kılıyor yemeğini? Gerçekten merak ediyorum... Neyse, bugün düşük günüm, sabaha bir şeyim kalmaz. Muhtemelen yine delirmeyecek ve yine çözüme yaklaşamayacak bir hafta beni bekler... İnançsızım zira...

14 Nisan 2011 Perşembe

ŞAİRİN ROMANI ÇIKMIŞ!

"... bir kedi gelip beni bulacak, zamanı gelince içim hazır olunca...."
Aşk daha güzel anlatılabilir mi? Ya da yas süreci. Hayatımızda biri olmadığı zaman bu kalbimizin de boş olduğu anlamına gelmez. Bazen uzun bir sürece yayılır yas...

13 Nisan 2011 Çarşamba

ZAMAN HIZLA AKIP GİDERKEN...

... ben artık bunun benim suçum olmadığını ve dünyanın ekseninin kaydığını biliyorum. Onun ekseni neden kaydı derseniz, bilmem, bunu bana anlatan depremlerden dedi. Merak ediyorsanız araştırın di mi? Ben, kendi eksenimin kayma sebebini gayet iyi bilirim. Ki, asıl olan da budur vesselam:) Benim derdim benimle, gersi umurumda değil. Zaten önemli bir şey olursa ülkede veya dünyada Burhan bana anlatır. İkimizin de üzülmesine gerek yok di mi?
Şimdi, bu hafta pek dolu geçti; tarihi yarımadanın kokusunda Rüstempaşa Camii'ni seyretmek, Tahtakale'de çocuklara oyuncaklar almak, Torino Atı ile kafayı yemek, Mengü Ertel'in afişleri karşısında dahil olamadığım yıllara imrenmek, beden perküsyonu denilen nanenin babalarından birini sahnede izlemek ve o hep merak ettiğim soruya cevap bulup Eminönü'nde satılan on liralık ayakkabılardan almak!
Sonuncusu dumur etti di mi? Vallahi gerçek; ayakkabım yere yapışıp tabanı yırtılınca, çorapla gezemeyeceğim için on liraya ayakkabı aldım. Zaten şimdi de o zavallı ayaklarımı masaya uzattım ki beni affetsinler. Allah iyi ayakkabıdan ayırmasın!
Bu hafta olan biten bu kadar değil tabii. Arada pek çok anlatmak istemeyeceğim detay da var. İçindeki bütün bozuk paralar aşırılmış bir kumbara gibi tıngırdayan kalbimin ağrısı var mesela... Ashrama ziyaretim, Nazmi Hocamın varlığına yakın olma emnuniyetim de var.
Bütün bunlar zaman hızla akıp giderken oldu. Arada uyudum, kitap okudum, pilates yaptım ve hatta çocuklarıma dersler yazdım. Aaa Üçtepe çizimlerini düzelttim. Unutmadan Göbeklitepe belgeselini bile izledim!
Bunları yaparken hiç soru sormadım kendime. Oysa şimdi zonklayan ayaklarıma soruyorum: mutlu musunuz? Yarın sabah kaldığımız yerden devam mı, yoksa tamam mı?
Susuyorlar. Kalbimin hezeyanı o kadar büyük, o kadar gürültülü ki bedenimin diğer parçaları sırf o şirretlik etmesin, yeter ki mızıldanmasın diye susuyorlar. Oyalanıyoruz işte, zaman hızla akıp giderken. Bazı dostlarım büyüyüp, bazıları anne olurken, bazıları ölüp, bazıları göç ederken ben en masum halimle yaşamaya devam ediyorum!
Yarın T. Korkut'un doğumgünü, dün Rana'nın doğumgünü idi. Bugün ise Vitito'nun kırkıydı... Zaman hızla akıp giderken, kalbimin şirretliğine yenilmeyeceğim zamanlara inanarak yatağa gidiyorum:)

10 Nisan 2011 Pazar

Bir insan bilmiyorsa ne istediğini, hem seni ziyan eder hem kendini. Dibini görmediğin suya dalmadığın gibi, emin olmadığın sevgiye de teslim etme...

kendini." Mevlana
Çocukluk arkadaşımın duvar yazılarından birinde gördüm bu cümleyi. İçime su serpti. Bil bakalım niye? :))

8 Nisan 2011 Cuma

KOSMOS


Bıutiful için pek izlenesi demiştim hatırlayan varsa, şimdi de Kosmos için aynı şeyleri söyleyeceğim. İnsan kadim zamanlardan gelen bir bilgiyi nasıl paçavra etmeden anlatır diye merak ediyorsanız, seyretmekte fayda var derim. Ben sinema dili denilen şeyden pek anlamam. Benim ilgilendiğim tek şey içim bayılmadan ve fantastik bir film bile olsa, gerçeklik duygumu ( benim gerçeklik anlayışımda ) kaybetmeden, filmi sonuna kadar izleyebilmektir.
Her iki filmde de bu fazlasıyla var aradıklarım. İnsana gerçeğin ne olduğunu, neye inanarak, neye hizmet ederek yaşadığını sorgulatan filmler. İyi ve kötü kelimelerini hem kendimiz, hem de etrafımız için nasıl da öğretilmiş bir değerler silsilesi üzerinden kullandığımzın acı bir hikayeleri.
Kendini farkı ve üstün zanneden ya da bütün acıları sadece kendisinin çektiğini zannedenlere bu topraklardan bir cevap gibi olmuş Kosmos. Üstelik tercih edilen mekanlar, oyuncular ve renkler o kadar güzel ki, insanın filmi durdurup durdurup bakası geliyor görüntülere. Tabii burada yabancı bir yönetmenin gözü olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Aynı film bir Türk görüntü yönetmeniyle çekilseydi, bence bu kadar etkileyici olamayabilirdi. Zira bizim kendi kültürümüze dair de, o bahsettiğim iyi kötü öğretilmişliğimiz çok fazla. Pek çok arkadaşım için tarihi yarımada, Balat, Üsküdar tü kaka yerler. Neden? Nişantaşı ve Bağdat Caddesi insanları dışındakilere yaşam hakkı tanımayan bir yavırla büyüdükleri için. Oralara tesadüfen gittiklerinde yüzlerindeki ifadeyi görmeniz lazım. Sanki lağımda gezmişler! Çünkü gözlerine takılan şeyler hep düzensizlikler, çirkinlikler. Ölçü ise Avrupa'ya yapılan seyahatler! Kimsenin farkındalığı binlerce yıllık bir sokakta yürümekle yakından uzaktan örtüşmüyor! Bu nedenle ancak yabancı gözlerin yakaladığı karelerle güzelliği ayırt etmek mümkün biz önyargılı kafalar için! Kendimi de fazla ayırmıyorum bu topluluktan farkındaysanız. Çünkü geçenlerde ben de çiş kokusundan zor attım kendimi otobüsten dışarı! Yine de Balat'a gitmekten vazgeçmedim.
Velhasıl kelam bana sorarsanız Kosmos akıllara, gönüllere güzel güzel soru işaretleri bırakacak, o soru işaretkleri hazırda varsa bunu bilen, sezen gözleri gülümsetecek gayet güzel bir film. Şiddetle tavsiye edilir.

7 Nisan 2011 Perşembe

NAZMİ HOCAM

Konuşmadan anlaşmak, tek laf etmeden anlaşılmak istiyoruz. Kendimi anlatamadım demek yerine beni anlamadı diyerek kaç ilişkiden kaçmışımdır kimbilir... Konuşmadan anlaşabilmek için gereken yakınlığı kuruyor muyum peki? İzin veriyor muyum biz değil, ben olmaya? Cık! Korkuyorum. Her ne ise koruya koruya sakatladığım, onu koruyorum!
Çok gücendim ben hocama. Benden vazgeçti diye. Kendimi kovalanmış, atılmış, terkedilmiş hissettim. Oysa dün ashramın kapısından içeri girince kafamda çığ gibi büyüttüğüm kırgınlığın kalbimde olmadığını görmek içimi rahatlattı. Nazmi Hocamı seviyorum ben, onun hayallerine bir tek, minicik bir faydam bile dokunsa ne mutlu. Zira onun bana öğrettikleri paha biçilmez...
Bilgi nedir? İçselleşmeyen bilgi ne halta yarar? Hiiiçççç! Bizim sabah sohbetlerimizde sadece kıssadan hisse vardı. Bu paylaşım on ders gücündeydi benim için. Ashram değil, hoca istediğimi anladım. Dünya denilen bu gezegende bilginin değil, bilgi ile sarılıp sarmalanmış sezginin peşinde olmak gerektiğine inanıyorum. Tüm serüvenler, bir gün, anın biricikliğine dönmek için ise daha çok gezmek ve daha çok aramak istiyorum.
Nazmi Hocam olmadan buruktum, şimdi daha iyiyim şüphesiz. Bugün 7 Nisan, yeni yılın kimbilir kaçıncı günü...

6 Nisan 2011 Çarşamba

VİTTİTO

Göz damarlarım, kalp damarlarım, adım atmaya korkan bacaklarımdaki adını bile bilmediğim damarlarım; hepsi tek tek ve hepsi birlikte o kadar ağrımaya başladı ki, avazım çıktığı kadar susmaktan helak oldum!
Victor'un gidişini, gitmeden evvel başına gelen hikayeleri, başına gelemeyen hikayeleri içime sindiremiyorum. Kafamın içinde döndürüp dolaştırıp, karşılaşmamızın altında yatan ortak hikayeyi didik didik inceliyorum. Hiç hoşuma giden şeyler çıkmayacağını bile bile iğneyle kuyu kazar gibi devam ediyorum. Ne kazınmaktan, ne de ağlamaktan alıkoyamıyorum kendimi...
Ama bu defa yazmayacağım. Yani acıta, kanırta bir ağıt düzmeyeceğim. Çünkü zaten kızgınım, orada uzanıp, ense yaptığı için çok fena kızgınım. Yine de yeterinde tadı çıkartılmamış, yaşanamamış günlerimiz için de o kadar üzgünüm ki...
Vittito ve Elli isimli bir hikaye yazmaya karar verdim. Hiç hatırlamadığımız çocukluğumuz ve hiç yaşayamayacağımız yaşlılığımız için. Kimbilir ne zaman yazarım? Aslında Vittito'yu dersimdeki çocuklara anltamak istiyorum. Doğada dolaşan, ekmek yapabilen, koskocaman simsiyah gözleri, incecik parmakları ve Vittito işte... Acımı azaltan tek şey yazmak...

5 Nisan 2011 Salı

BEŞ DAKKADA DEĞİŞİR BÜTÜN İŞLER..

.. inşallah hayırlı yöne doğru değişir diyelim...

4 Nisan 2011 Pazartesi

YETENEKSİZİM....

Victor gideli içimde derin bir kıskançlık var. Benim burada, yaşayamama durumuma karşılık onun orada iki seksen uzanmış, zeytin ağaçlarının altında huzur içinde yatıyor olması gücüme gidiyor. Çünkü ne adam gibi yaşamayı becerebiliyorum, ne de herkesi ve herşeyi s.. tir edip toprağa uzanmayı. Yaşamaya da, en az ölmeye olduğum kadar yeteneksizim!
On yıl önce tanıştığım ve karşılıklı defolarımız yüzünden kaynaşamadığım bir adam bana depresyonda olduğumu bildirmişti uzun bir mektupla. O zaman mektupta yazanları kabullenemeyecek kadar genç ve yeterince burnu sürtülmemiş vaziyette idim. Şimdi, on yıl sonra bir gece yataktan fırlayıp, yahu durur mu acep bu mektuplar diye bakınca ve tabii bulup okuyunca görüyorum ki kesinlikle depresyondayım. Bu yüzden ne yaşıyorum, ne de ölüyorum. Sadece bacaklarımda gittikçe artan hastalıklarla ağrılar içinde bedenimi sürüklüyorum.
Tedavi olmadığım için kendimi bu kadar değersiz ve gözden çıkartılmış hissediyorum. Hani o hep verdiğim örnekte olduğu gibi, evin köpeğinin ağzında iyice hırpalandıktan sonra kenara fırlatılmış terlik gibiyim!
Eğlenmeyi bilmeyen hücrelerime mutlaka yaşamayı, hayattan zevk almayı öğretmem lazım. Yaşamayı beceremezsem öldüğümde ölümün geldiğini anlayamayacağım. Üstelik muhtemelen bitmeyen işler yüzünden zamansız gelmekle suçlayacak ve korku filmlerindeki gibi ışığa falan gidemeyeceğim! Nazmi Hoca der ki "kasılmayı bilmeyen gevşemeyi bilemez." Buradan yola çıkarsak "yaşamayı bilmeyen, ölmeyi bilemez" diyebilirim!
Çok kıskanıyorum Victor seni. O kadar kıskanıyorum ki, sokaklarda, evde, uykuya dalarken durmadan ağlıyorum. Sırf kıskançlığımdan! Yaşarken yaşadığın ve öldüğünde de öldüğün için delice kıskanıyorum seni. Sahi yaşarken kendin için yaşamış mıydın? Yoksa ben birazcık da orada sezdiğim şeye ve aynısının başıma gelmek üzere olduğu gerçeğine mi ağlıyorum?

2 Nisan 2011 Cumartesi

BAHAR I

Bugün 3 Nisan. Yeni yılın kaçıncı günü kimbilir... "Kendi hayatlarında devrim yapamayanlar diğer hayatların peşine düşer" gibi bir laf etmişti Nazmi Hocam. Adanmışlık...
Geçenlerde çok genç bir kızın uzaklara gidip, oradaki yoksullara ve hastalara yardım edeceğini duydum. İçimden, tam benlikmiş dedim. Beni, böyle bir yolculuktan alıkoyan üniversitedeki seçimim idi sadece. Ben hasta ve yoksul değil, geçmişinden yoksun bir toplumun yararına çalışmayı seçtim. Seçmiştim.
Hiçbir seçimime sonuna kadar sahip çıkmadığım gibi okulda harcadığım emeği de Mustafa Hamdi Sayar isimli h...rın odasında bıraktım bir sabah. Sahi Agi de benimleydi. Eda bebekti daha... Yıllara bak yaw!
Şimdi geriye dönüp baktığımda mayamda olmayan bir şey için artık kendimi suçlamıyorum. Hırs ve inat yok bende. Okula da, ashrama da ve hatta sevdiğim adama da yapışamadım. Çok sevdiğimi iddia ettiğim insan ve mekanların, projelerin, işlerin yakasına yapışamadım. Ortalık hep ite uğursuza kaldı benim hayatımda ve ben sadece seyretmekle yetinir hale geldim. Hep, olan biteni gören biri olsa ve beni kurtarsa diye bekledim. Hak hukuk dışarıdan sihirli değnekle gelsin diye... Bekledim. Bekledim.. Daha çok beklerim :)
Sabah sabah ne halt etmeye aklıma geldi bunlar bilmem. Bahar yüzünden. Bahar içimdeki toprağı da havalandırdığım bir zaman; ölülerimin toprağını havalandırdığım, çiçeklerini tazelediğim bir zaman...
DEVAMI VAR....
Bahar insanın aklını da, kalbini da havalandırdığı bir zaman. Tabii kokuşmamışsa:)
Dün Sultantepesi'ne bir bilet buldum galiba. Üstelik hiç umulmadık bir yerde. Bu bile baharı daha güzel kılıyor.
A bir de Balat'a gidişim çok eğlenceliydi. Malum artık Sir benimle gezmiyor. Bu sebeple toplu taşımada çiş kokan kardeşlerimle gidiyorum gitmek istediğim yere. İster istemez bu şehrin çiş kokmayan bir döneminde yaşamayı diliyorum! Hem şimdi bu ne ki, yazın mis gibi ter kokusu da eklenince bakınız nasıl eğleneceğiz.
Bütün bu sevimsizliklere rağmen Haliç'e ulaşıp, gri mavi güne pamuk helva gibi yayılmış ağaçları ve çiçeklerini görünce burnuna başka kokular geliyor insanın. Kocaman bir fırçanın ucunda, sonsuz büyüklükte bir kağıda resim çiziyor birisi ve ben tam da oradayım gibi. Bunun kokusu olur mu demeyin, hayalllerin kesinlikle kokusu vardır. Benim dün Haliç'de burnuma gelen koku tamamen ana özeldi. Yosun ve boya kokusu. Pek de güzel olmuştu doğrusu. Bazen gezilerde insanlara tarih yerine koku anlatabilecek kadar yetkin olmayı diliyorum. Gözlerini birer parça bezle kapatıp, onlara bir şehri koklayarak gezmeyi anlatabilem keşke...
DEVAMI VAR....