31 Ekim 2011 Pazartesi

HİSSETMEK!

Acayip bir rüya gördüm dün gece. Rüyayı görmeme sebep olan hissettiklerim miydi, yoksa rüya gelecekte hissedeceklerimi mi müjdeliyordu bilemedim. Umurumda da değil. Şu an hissettiğim bana yeter. Kocaman, koskocaman ve çok aydınlık bir dönemin başlamak üzere olduğunu hissediyorum. Ve gerçekten bu, ne demek bilmiyorum! Tünelin sonundaki ışık fıkrası gibi; trenin beni ezmesi an meselesi olabilir... Yok yok bu öyle değil. Bu, bu başka bir şey.
Bana doğru usul susul yaklaşan bir dönem var. Ne zamandır iki ileri, bir geri adımlarla, kah kalbimi, kah beynimi dürterek, ölü müyüm, diri miyim diye yoklaya yoklaya geliyor. Diriyim! Vallahi diriyim. Sadece uzun bir kış uyksundaydım. Uyandım ve bekliyorum. Evimi, içimi, dışımı temizledim. Vallahi de billahi de, iki gözüm önüme aksın temizim:) İki gözüm önüme aksın kalbim boş. Bak, tın tın ses geliyor. Duydun mu?
Yav acaba aşırıya mı kaçtı yoga derslerinin saati, o yüzden mi oluyor bu deli deli keyiflenmeler? Bu sabah muhteremle yürümek mesela, o kadar iyi geldi ki. Zira kendisini özlemiş olmamın da etkisi var tabii. İnsanın sabahın köründe ilk gördüğü yüz, ilk kelam ettiği şahıs elbette pek önemli. Ama muhterem iyi kalpli biri, bu yüzden şanslıyım. Diyorum ya, iyi bir dönem, hissediyorum!!!!

30 Ekim 2011 Pazar

ALKIŞ

Hepimiz alkış severiz. Hepimiz severiz de, bazılarımız sevdiğimizi bilmeyiz. İçimizdeki sevilme, beğenilme ve onaylanma arzusu her zaman düşünüldüğü kadar olumlu noktalara getirmez insanı. Bazen bakarız, daldan dala sıçrayan maymundan farkımız kalmamış!
Ben alkış severim. En çok babaannemin alkışını severdim çocukken. Onun tek kelime etmeden, gözleriyle onaylayan öyle bir hali vardı ki, o bakışla gelen alkış sesi hala çınlar kulaklarımda... Sonra Güven Hoca vardı okulda, onunla konuştuğumda beni anladığını hissettiğim anların alkış sesi... Şimdilerde çocuklarla yaptığım derslerin bitiminde gelip bana sımsıkı sarıldıklarında kulaklarımda çınlayan ses... Buna kim karşı koyabilir ki?
Artık bir yetişkin tarafından onaylanmak ve sevilmek arzum kalmadı... Yetişkinlerin birbirini sevebildiğine inancım da epeyce azaldı. "Mış" gibi yapan, kendini anlamayan onlarca insandan biri beni sever"miş" gibi yapınca daha mı güzel olacak ki hayat? Yooo. E o zaman?
"Mış" gibi yapmayan bir kitle yarattım kendime. Üç beş dost, ailem ve çocuklar. Farklı kaygılarla bana sokulanları öyle güzel hissediyorum ki, kalbimin burnu var sanki ve bize yaklaşanın amacını kokluyor! Ne acayip:)

29 Ekim 2011 Cumartesi

DOWN, OTİZM SADECE KROMOZOMLARIMIZIN BİR ŞAKASI!

Okuduğum her kitabı ya da seyrettiğim her filmi burada paylaşmam mümkün olmuyor. Tıpkı yaşadığım her duyguyu paylaşamadığım gibi. Bazen zaman yaratamıyorum, bazen de yazmaya oturduğumda artık yazılabilecek kadar sıcak olmuyor bahsetmek istediğim...
Şİmdilerde sınıfımdaki farklı çocukları anlamak üzere bir arayışım var. Farklı derken, down, otizm ve benzeri özelliklerle dünyaya gelmiş meleklerden bahsediyorum. Gerçekten onlar melek ve gerçekten aslında küçücük bir fark var diğerleriyle aralarında. Ve o farkı yok etmenin yolu da var: sabır ve sevgi.
Herşeyden önce kromozomların bu anlaşılmaz şakasını evrendeki yüzbinlerce hediyeden biri gibi algılamaktan yanayım. Düşünsenize size gelen her hediyeden çok mu zevk alırsınız? Bazen aslında hiç tercih etmediğiniz ve beklemediğiniz şeyler çıkmaz mı paketten? Ama öyle bir gün gelir ki, o an işinize yaramayan ve size hiçbir anlam ifade etmeyen hediyenin tılsımını çözersiniz. Bırakın bu çocuklar da hayatınızdaki beklenmedik hediyeler olsunlar. Onlara iyice bakın. bakışlarınızda sadece merak değil, bolca sevgi de olsun. Bakın. Ne görüyorsunuz?
Eminim benim öğrencilerimiz tanısanız çok seversiniz. Zeynep bazen dersime girmez. Ama çoğu zaman öğretmen unuttuğu veya üşendiği için girmez. Ya da anneannesi terapiye götürmüştür. Ama öyle sakindir ki Zeynep ve Can Yaz'la öyle dosttur ki.. Bu iki çocuğun ruhları yukarıda anlaşmış ve inmiş gibidir buraya.. Oysa Can Yaz benim en zor çocuklarımdan biri. Komut almayan, ele avuca sığmayan, tam bir serseri mayın! Fakat her ne oluyorsa o, Zeynep'le bütün bir dünyanın kuramadığı ilişkiyi kurmayı başarıyor. Can Yaz, Zeynep'i seviyor! Kendisinden esirgenen sabrı o Zeynep'e gösteriyor. Girmediği dersi ona anlatıyor. Önünde yerlere yuvarlanıp onu gülümsetiyor. Görmelisiniz...
Efe... Efe otizmle beni tanıştıran çocuğum. Otizm hayatıma Efe ile girdi ve şimdi ben Rain Man dışında bu kelimeyi hiç hayatıma sokmadığımı ve aslında ne demek olduğunu bilmediğimi görüyorum. Okul Efe'yi dersi böldüğü için dışarıda tutmak istiyor ama ben aynı fikirde değilim Efe bizimle olsun istiyorum. Biz Efe ile, Efe'ye rağmen ders yapalım ki, Efe bu dünyanın bir parçası olma hakkını korusun. Gezegen sadece şanslılar için değil, herkes için soluk alıp veriyor. Çocuklar bunu şimdi öğrenmeli. İyi ve kötü, güzel ve çirkin gibi kelimelerden uzak, sadece FARKLI diyebilmeli. FARKLI....
Şimdilerde bu iki çocuk için bulabildiğim her kağıt parçasını okuyorum. Ve beni en çok üzen annelerinin gözlerinde gördüğüm keder... Yorgunluk ve azıcık anlayış için yalvaran bakışlar.. Geçen yıl Aralık ayında katıldığım etkinlikte elime verilen NurBanu ile yaşadığım saatleri düşünüyorum da... Bir bedenin elinizde külçe gibi kalışı nasıl bir sınavdır? Asla sizden sonraki hayatını garanti edemeyeceğiniz bir can...
Okuduğum kitapta bir kez daha gördüm ki aileler için terapi ve destek şart. Ayrıca bu insanları hayata katmak için projeler olmalı. Elçin Tapan'ın hayal ettiği köy mesela? Bu konuda ne yapılıyor çok merak ettim. Bilgisi olanlar benimle paylaşırsa sevinirim..
Sabah sabah nereden çıktı bu down diyenlere Eren'in* annesi için yazdığı notu iletiyorum aşağıda:
Annelere,
Çiçekleri dışarıdan topladım
Sana hediye aldım. bana tatlı bir annesin. Çok güzel, pırıl pırılsın. Temizsin.
Toz alıp koku sürmüşsün. Senin elini öpüyorum.
İyi gününüz kutlu olsun anneler.
Annecim bu sana hediye. Bunu oku, oğlun yazdı.
Anne beni bırakıp Ankara'ya gitme.
Akşam olunca mektubu babaya oku.
*Elçin Tapan'ın down sedromlu oğludur Eren.

28 Ekim 2011 Cuma

MELEKLER


Dün spor salonunda onlara baktım. Acaba gibberish yaparken "dur" denildiğinde durmuş ya da "ölmüş" ve iyi halden doğruca cennete mi gelmiştim? Salon dolusu çocuk, salon dolusu neşe...
Sırtımı duvara yasladım, öylece baktım yüzlerine. El salladık birbirimize, göz kırptık, gülümsedik. "Şu an ölsem gam yemem" dedim kendime. Bu kadar uzun bir yolculuğun sonunda geldiğim yer basbayağı cennetti işte! Boşuna demiyorlar cennet yeryüzünde diye.
Kendime şaşırıyorum; artan sabrım, çatlayıp dökülen kabuğum beni günden güne şaşırtıyor. Ne zamandır kendini sokmayı bırakmış bir akrebim ben. Zehirimi ne kendime, ne de başkasına akıtmıyorum artık.. Yorulmuşluğum, vazgeçim tam da kazanma noktasına getirdi beni. Şimdi kazanma zamanı. İvme hep aşağıya gidecek değil ya, şimdi çıkıyoruz. Herkes nefesini tutsun ve sıkıca bağlasın kemerini cennete gidiyoruz!

27 Ekim 2011 Perşembe

NE Mİ YAPARIM?

Bilmem. Dersten çıkmışsam ve enerjim yüksek ise "gülümser geçerim". Bakarsın hal hatır bile sorabilirim. Yok yorgun ve dalgınsam, gerçekten gafil avlanmışsam "gündüz gözüyle de kabus görülebiliyormuş demek!" diyebilirim, alınma. Ya da alın ya. Eve gider azıcık ağlarsın, geçer. Hassassın ya ( bazıları kendine müslüman, bazıları senin gibi kendine hassas:))
Duygularımı saklamaktan çok yoruldum. Anlayışlı olmaktan sıkıldım. Beğensen de, beğenmesen de gerçek şu: senden soğudum. Uzak ve soğuk ülkelerden gelen kanın artık içimi ısıtmak bir yana, içimi sıkıyor. Velhasıl ne mi yaparım? Yoksun ki artık benim için, en fazla bir paragraf işte.
Geçmişimize selam eder, geleceğimize uzzzuuuun bir eyvallah yollarım.

HER ÇARŞAMBA METROBÜS GAZİSİYİM!

Dün toplu taşımada can veriyordum. Bir daha şoföre asla izin vermeyeceğim! Mahvoldum ya, haftada bir gün karşıya geçiyorum ve eve dönene kadar anam ağlıyor. Eskiden nasıl her Allahın günü gidermişim ki? Yok yok, zengin koca alıp, evde yatacağım ben, sevmedim bu metrobüs olayını:)) Ama koca gelene kadar da çözüm buldum hani. Mesela termal kıyafetler aldım kendime dün akşam ve güzel cd ler. Belki böylece toplu taşıma denilen gaz odasında azıcık huzur bulurum!
Günlük şikayetimi de yaptıktan sonra işe gideyim bari!

26 Ekim 2011 Çarşamba

MONYT

Monty ile bir Salı daha yaşayıp, sonra olanları kayıt altına almak istememek olmaz... Büyüyor Monty ve her hafta başka bir adam olarak karşılıyor beni. Bu hafta ilk defa birlikte resim yaptık! Ben onu çizdim, o beni! Adımı öyle güzel söyüyor ki.. Bana elma ve ya helvan demeyen ilk çocuk! Ve tabii bir kaç otomobil tasarımı ve olağanüstü tekerlek çizimlerimiz de oldu. Araba tasarımı dediysem sakın buradan onun mekanik merakının romantizm merakından fazla olduğu anlamı çıkmasın. Çünkü çizdiğim çiçeğe verdiği tepkiyle öyle olmadığını açıkça anlattı. Ama şu var ki, her türlü acil durum arabasının çıkarttığı ses olan "nani nani" sesi yani Monty için "nino nino" sesi herşeyden önemli. O kırmızı renkli ışığı güneşin bile tepesine çizdik, o kadar yani.
Monty ile el yıkamak, yemek yemek ve anneyi beklemek... İkimizin resminin arasına çizdiği yeşil çizgi ile bana sevgisini anlatmaya çalışan minicik kalbini hissetmek.. Soğuk havada şapkam düştü oyunu oynamak ve durduk yere manasızca koşmaya başlamak! Eğer annelik bundan fazlasıysa zaten bana göre değilmiş, zira mutluluktan ölebilirim!

25 Ekim 2011 Salı


Günümüz erkekleri, gözüne baktığı zaman, kendi açıklarını görebilecekleri bir kadın istemiyor. Röntgenini çeken bakışlar da istemiyor. Bir tas su dökünüp, rahatlıkla arınıp, ertesi gün bir şey hatırlamayacağı ilişkilerin kolaylığını seviyor. “Bazı kadınların gölgeleri uzun, hatıraları ağır olur” diyor Gamenn. Gerçekten de öyledir, hayata yayılır, bu da korkutur erkekleri…
Murathan Mungan

24 Ekim 2011 Pazartesi

RÜYA

Üzerimde beyaz bir gömlek ve en sevdiğim lacivert pantalonum var. Bu bir iş toplantısı. Bir yüzük tasarlayacağım. Ama nasıl yapılacağını bilmiyorum. Altını az olsun, parlamasın. Karakteri olsun. Mutlaka bir hikayesi olsun. Ama nasıl? Düşünüyorum. Önümdeki yüzüklere bakıyorum... Hiçbiri aradığım şeye yakın değil... Sonra birden aklıma bir fikir geliyor: savat! İşte bu. Parmağıma taktığım yüzüğün ruhu ve bedeni olsun istiyorsam mutlaka savat kullanmam lazım!
Sonra başka bir bölümüne geçiyorum rüyanın. Kocaman, neredeyse vapur büyüklüğünde bir sandal var. Sandala onlarca insan biniyor. Ben de o tarafa doğru yürüyorum. Arkalarda kalmışım. Dar sayılabilecek, asmalarla kaplı bir tünelden geçerken elimle asmaları itiyorum. Arkamdan gelen yaşlı ve epeyce süslü bir kadın, bana bunu neden yaptığımı soruyor. "Beni rahatsız ediyorlar" diyorum. Sandala doğru yürürken, birden Beşiktaş vapur iskelesindeyim.
İyi uyuyamıyorum gece boyunca. Uykumu çalan birileri var sanki. Gizlice evimize girip, göz kapaklarımın arasından çekip alıyorlar uykumu. O kadar hafif ki elleri, hep uykum çalınınca farkına varıyorum yapılan hırsızlığın. Yüzünü göremiyorum ve gündüz olduğunda peşine düşüp hesap soramıyorum...
Kafamda hallettiğim bazı şeyler, kalbimde de hale yola girdiğinde huzurlu uykular geri dönecek biliyorum. Bu, bir ileri iki geri adımların yerini, kısa bir süre sonra sadece ileri olanlar alacak. Bunu da biliyorum. Her gün, her saat hatırladığım, eğer birkaç günde bir aklıma düşer olmuşsa, hiç hatırlamayacağım günlere az kaldı demektir.
Ardımızda bıraktıklarımızın hesabını orada kalanlara ve kendimize sormaktan vazgeçtiğimizde, kanatlarımızı açıp uçabiliriz. Ruhum küçük, minicik, hala acemi bir öğrenci kendisine verilen hayatın içinde... Eğer "affetmek" ise sınavım, affedeceğim. Kendimi, onu, seni, hepimizi.. Böylece rüya hırsızı hayatımdan çıkacak, o kocaman sandala binip, savatlı yüzüğü parmağıma takıp uçacağım! Az kaldı :))

23 Ekim 2011 Pazar

Günaydın Prenses,
Bu sabah günlük sayfamızda değişiklik yapıyor ve buraya yazıyorum:) Az sonra Yüksek Lisanslı Periler Pazar kahvaltısı buluşması yapacağız. Açıkcası dün senin de dualarınla dersim güzel geçti ama sabah öyle bir kalkmıştım ki yataktan, Boğaz Köprüsü'nü geçeceğim bile şüpheliydi. Ateşim yok fakat boğazımdaki ağrı feci.. Burnum ise aksın mı, akmasın mı hala kararsız! Bi tuhafım anlayacağın.
Bugünün geri kalanını evde önümüzdeki haftanın derslerini yazarak geçireceğim. Fakat önce sana dün sabah derste olanları anlatmam lazım biraz:)
Dört çocuk, üç anne ve bir babamız vardı. Çocukların ikisi kız, ikisi erkek. Aralarından iki tanesi eski öğrencilerim. Derse nefes nedir sorusuyla başladık. Burnumuzdan nefes almayı deneyerek ve nefessiz kalmayı deneyimleyerek devam ettik. Ardından enerjiyi yükselten nefes çalışmalrı yaptık, kendimizi volkan dağı olarak hayal etmek gibi.. Ki anladım ki aslında gerek yokmuş:)) Onun yerine sakinleştirici bir nefes çalışsaymışız daha bile iyi olabilirmiş:)))
Neyse, oyun oynadık, güldük, eğlendik ve dersin sonunda da dinlendik.
Çıkışta sınıfımızı toparlarken, sordum: "nasıldı bugün yoga sizin için?"
Cevaplar:
"Oyun daha eğlenceli olabilirdi"
"tehlikeli nehir daha uzun olsun"
"dinlenme çok kısaydı, ben tam uyuyacaktım, kalktık!"
"yaptığımız savaşçı duruşunun kaçıncısı olduğunu söylemediniz!?"
Anlayacağın bu sınıf pek bilinçli:))
Bir tanesi beni tuvalette giyinirken kıstırıp, yakalamaca oynamak için kızdırmaya çalışırken görmeliydin: "senin söylediklerinin hiç birini yapmayacağım!" diyor ve gülüyor velet!!! Bu arada ben klozette oturmuş çoraplarımı giyiyorum! E düşün artık eğlencemizi:))
Kısacası çocukların yaşları arasındaki fark açıldıkça benim de her sınıf için farklı formül düşünmem gerekiyor. 4 yaş sınıfı ile 8 yaş aynı dersten zevk almıyor elbette. Almanya'ya geldiğimde noel pazarında bol bol oyuncak bulmayı hayal ediyorum. Şu waldorf okuluna da mail mi atsak acaba? Ne dersin?
Öperim seni..

22 Ekim 2011 Cumartesi

"BAZEN DÖNMEK İÇİN GİTMEK LAZIM..."

Der idi hocam. Kızardım. "Sen değişirsen her şey değişir" dediğinde de kızardım. Şimdi, kuzu kuzu onun kehanetlerini yaşarken, hayatın her dakikasını keyifle yaşıyorum. Kızgınlığım, vazgeçişlerim, ben ettim sen etme diye kalbini kırdığım dostların dizine kapanışım... Gidene eyvallah, gelene eyvallah diyebilişim... Hepsi bana yaşadığımı hissettiriyor.
Sabah boğaz köprüsünden geçerken Beylerbeyi Sarayı'nın havuzuna baktım. Ağacın havuza düşen aksine hayran, yavaşça gözlerimi boğazın mavi sularına kaydırdım... Of of of... Nasıl güzel bir şehir bu içinde nefes aldığım... Eğer Bodrum'a gidip orada yaşamayı denemeseydim, acaba bu güzelliği görebilecek miydim? Kimbilir...
"Teslimiyet" kelimesini bir gece kafamda ampul yanarcasına anlamasaydım, yer yer ve bazen sık sık hayatımı zorlaştıran anneme, onun bana ağır gelen geçmişine böylesine sakin sakin gülümseyebilir miydim? Kimbilir...
Hayal kırıklıklarımla başa çıkamaz hale gelince, ashramımı ardımda bırakmasaydım,, geri döndüğümde hissettiğim o sımsıcak kucaklama olur muydu acaba?
Hayatımın tam ortasında, tırnaklarını ciğerime geçirmiş ve çektiğim acıyı görmezden gelerek sallanan o "eski" sevgili olmasaydı, benim onu unutma çabam olmasaydı acaba bu kadar hastalanır ve hastalandıkça iyileşmeye, iyileştikçe hayata daha sıkı tutunmaya bu kadar inanır mıydım? Böylesine bal damlar mıydı yaşadığım her dakikadan? Sanmam...
Külkedisi'yle karşılıklı zırhlarımıza bürünüp, yaşlarımızı birbirimizden gizlerken ve sırt sırta vermiş birbirimizden uzaklaşırken çektiğimiz acı olmasaydı, bugün onun bana ve kendine ve hatta hayata geri dönüşüne deliler gibi sevinebilir miydim? Kazanmak için belki önce yitirmek lazım en değerliyi...
Heyhat anlama ulaşmak için önce aramak, sonra anlamsızlaşmaksa yol, o yolda anlamsızlaştığım her dakika için minnettarım...
Sonuç? Bir kedi istiyorum. Bir kediye yer açtım kalbimde....

YETENEĞİMLE TANIŞTIM, ÇOK MEMNUN OLDUM!


Evet, sonunda tanıştık. Yıllardır bana mektuplar yazan, hikayeler yazan ve hatta blog yazıları yazan o muhteremle sonunda tanıştım! Nasıl mı? Şöyle efendim:
Dün derse hafif kırgın, halsiz ve hatta hastalıktan ve bu hastalığı çocuklara bulaştırmaktan çekinerek girdim. Ne olduysa o an oldu, hastalık geri çekildi ve içimden başka bir kadın çıkıp elimdeki yeşil kargayı kapıp, evdeki bilgisayara yazdığım hikayeden bambaşka bir hikaye anlatmaya başladı! Ve nasıl olduysa oldu, çocuklar bu hikayedeki kahramanlara gönülden katıldılar ve leyleklerle göç edip, ayılarla horladıktan sonra, kurbağalarla zıp zıp zıplayarak nefis dersler yaptık.
Hatta işin güzel tarafı bütün bu neşenin içinde sağ beyin ve sol beyin çalıştırdık, sonbaharda hayvanlar aleminde olan biteni öğrendik ve farklılıklarımıza rağmen sevilebileceğimizi keşfettik. Üstelik doğada bulduğumuz kestane, kozalak gibi basit oyuncaklarla da deliler gibi eğlenilebileceği bilgisini paylaştık!
İşte ben dün, yeteneğimle böyle tanıştım.
Mutfakta, yatakta, spor salonunda, ütü tahtası önünde ve daha pek çok yerde şahane olmayabilirim ama kesinlikle çocuklara hikaye anlatmak için yaratılmışım! Yaratılış sebebimle tanışmaktan deliler gibi mutluyum. Artık gezegene geliş sebebimi biliyorum galiba:))))

21 Ekim 2011 Cuma

SABAH...

Yürüyüşe çıkamadığım üçüncü sabah... Boğaz ağrıma burun akıntısı da eklenince şahane oldu! C.tesi nasıl ders yapacağımı pek merak etmeye başladım doğrusu.. Bakalım, göreceğiz.
Durum gösterir ki, Pazar gününe iki dvd edinip yatak döşek uzanmak hakkımda en hayırlısı olacak... Neyse, bugünü bir atlatalım, C.tesi gelince onu, o gittiğinde ise Pazar'ı düşünürüm:)
Aranızda soğuk algınlığına iyi gelen reçeteler bilenler varsa hayır demem, benim bildiğim tek reçeteyi uyguladım ve vaziyet budur....

20 Ekim 2011 Perşembe

CUMARTESİ SINIFIM AÇILIYOR!



Zaman: 22 Ekim Cumartesi · 11:00 - 12:00

Yer: Yogatime

Halaskargazi cad. Hüseyin Hilmi Paşa İş Hanı No:153



Aile Yogası derslerimiz Ekim ayında yeniden başlıyor!
Ücretsiz Tanıtım Dersi 22 Ekim saat 11:00'da gerçekleşecek; katılım için lütfen bizi arayıp kaydınızı yaptırın.
Kayıt olmak için: Yogatime 212 343 93 10 / 530 418 95 03
Aile Yogası Bilgi için: Elvan Eti, eti.elvan@gmail.com

“Bir insanla bir saat oyun oynayarak, onun hakkında, onunla bir yıl konuşarak keşfedebileceğinden daha çok şey keşfedebilirsin” diye not düşmüşüm ajandamın kenarına yıllar önce.

Bugüne dönersek şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki çocuklarla yapılan yoga tamamen bir oyun işi; daha doğrusu, yoganın felsefesinden ödün vermeden oynanan bir oyun. Ben sadece, çocuklar izin verdikçe bir oyun kurucuyum. Onlar ise öğrencilerim değil, oyun arkadaşlarım ve hatta zaman zaman öğretmenlerim. İçimdeki/içimizdeki iyiye ve kötüye yeniden bakmayı sağlayan dersler yapıyoruz beraberce. Yargılamadan, kazanmadan ve kaybetmeden zaman geçiriyoruz.

Derslerimizde drama, masal anlatma teknikleri, olumlama cümleleri, yerel oyunlar, nefes çalışması, mandala boyama ve küçük sohbetlerden faydalanıyoruz.. En sık kullandığım materyal “Yogalin Çocuk Yogası Kartları”. Müziklerimizi mutlaka önceden seçip, dinliyor ve her ders için uygun olmalarını sağlamaya çalışıyorum. Yoga çalışmalarımızın, beden eğitimi dersleriyle karıştırılmaması için özellikle, asanaları ard arda yaptırmaktan kaçınıyorum. Duruşları, akılda kalıcı hikayelerin içine yerleştirmeye gayret ediyorum.

Yoga dersi akıllarında spor olarak kalmamalı. Çünkü oynadığımız her oyunun bedende, zihinde ve ruhta bir iz bırakmasını amaç ediniyoruz.

Aile Yogası, bütün anlattıklarımın anne, babanın da katıldığı bir oyun içinde yaşanmasından başka bir şey değil. Sizin nasıl günün stresini atmaya ihtiyacınız varsa, emin olun çocuklarınızın da buna en az sizin kadar ihtiyacı var. Aile Yogası herşeyden önce birlikte eğlenebileceğiniz bir atmosfer yaratmayı hedeflemektedir. Bu nedenle, anne-baba ve çocukların beraberce katılabileceği, içinde oyunların, masalların, hareketin olacağı bir yoga uygulaması olarak düşünebilirsiniz..
Çocuklarınızla geçireceğiniz zamanda onlar, yoga sayesinde kaslarını güçlendirip, esneklik kazanırken, vucutlarını tanımayıp, oyunların içinde hayal güçlerini ve yaratıcılıklarını kullanırlar ve böylece kendilerine güvenleri artar. Hafta boyu çeşitli şekillerde karşılarına çıkan rekabet hissi yerine paylaşarak eğlenmeyi öğrenirler. Siz de bunun bir parçası olmanın keyfini çıkartırsınız.
Aile Yogası’nda çocuklar, aileleriyle eğlenmenin tadına varırken, anne ve babalar da çocukluklarından bir saat çalmış olurlar. Aile yogası, en az çocuk yogası kadar faydalı, besleyici ve ruh, beden, zihin gelişimi için kesinlikle deneyimlenmesi gereken bir çalışmadır. Bekliyoruz...

BAĞDAT CADDESİ'NDE YÜRÜYÜŞ...

Oldu ve de olmadı. Ellerinde sigaralar, yüzlerinde gülümsemelerle fener alayına çıkmış gibi yürümek, pek "haksız" ölümün ardından isyan eder gibi olmadı. Yine de oldu, zira ellerinde sigaralar ve yüzlerinde o gülücükle bir kahvede veya evde de oturuyor olabilirlerdi ama onlar sokaklara dökülmeyi seçtiler.. PKK kahrolmasın, Kürtler de olmasın ama lütfen "doğu sorunu" kalıcı bir çözüme ulaşsın! Bakınız cadde çocukları bile kızıyor artık!
Allah çocuğunu, eşini, kardeşini, babasını kaybeden insanlara sabırlar versin... Bizlerin bu acıyı anlaması zor... Dilerim daha geniş kitleler de bu acıdan pay almadan çözüm üretilsin.

19 Ekim 2011 Çarşamba

GEÇMİŞ, OLDUĞUN YERDE KALABİLİRSİN.

Dün akşam annemin kuzeniyle yemek yedim. Kendisi pek saygı duyduğum, özel hayatında ve işinde ortaya koyduklarıyla hayranlığımı kazanmış şahane bir kadındır. Kusurları var mıdır? Bilmem, ben ona kusur arayarak bakmıyorum. Ona baktığımda gördüğüm şey kalbinin güzel olduğu, İHTİYACIM OLDUĞUNDA KALBİME ÖZEN GÖSTERDİĞİ..
Yemekte geçen yıl bu zamanlar neler olmaktaydı ve bu yıl neler olmakta diye sohbet ederken, "vay be!" dedim içimden, insan yaşadıkça her şey yanından geçip gidiyor.... İyi gün, kötü gün, ak, kara, açlık, tokluk, aşk, nefret... ( Süper Prenses'in verdiği örnekteki gibi; suda ayakta dursak, otta geçiyor yanımızdan, bokta... )Allah ne verdiyse... Geriye ne geçmiş kalıyor, ne de gelecek. Elde var BUGÜN.
E peki ne diye o geçmiş durup durup kapısını, kafasını meşgul eder ki insanın? Neden bazı insanlar sanki geri dönmek mümkümmüş gibi bellerine bağladıkları iple devam ederler geleceğe? Mümkün müdür dünü dünde bırakmadan geleceği yaşamak? O zaman bugün, geçmişin sıkıntılı bir uzantısı olmaz mı?
Geçmişteki şey acı da olsa, mutluluk verici de olsa tekrarlanamaz, bunu kabul etmek lazım. Tekrarlanamayacağına göre mızmızlanmanın manası yoktur.
Ne mi demek istiyorum. Şunu: geçmişe dair iyi ya da kötü neyi, kim bugünüme taşımaya çalışırsa yakarım! Ezer, silkeler geçerim, acımam. Bana, kurmaya çalıştığım geleceğe ve yaşamaya çalıştığım bugüne acımayana acıyamam. Yeri geldi de bugün, bi söyleyeyim dedim, kulaklara küpe niyetine:)

15 Ekim 2011 Cumartesi

GÜLÜ GÜLLE TARTMAK...

"Az ye, az uyu, az konuş..." Mümkün mü? Mümkün. Bir tek kişinin bile başarmış olması bunu mümkün kılar. Ki o başardığında yalnızdı... Bizim elimizde onlarca kitap, yüzlerce efsane ve tarihi hikaye var. Türküleri, baladları, şiirleri, dokunan kilimleri, heykelcik ve duvar resimlerini saymıyorum bile.. İnsanın tüm kahramanlık hikayelerinin notunu tutmuş olan tarih açıkça gösterir ki ejderhayı yenmek mümkündür. Nefsi yenmek mümkündür. İkiliği ortadan kaldırmak mümkündür. Bunu bilmek yüreğe su serpmez mi?
Belki de tek derdimiz kabımızın derinliğine inanmamak....

12 Ekim 2011 Çarşamba

KONUŞ ONUNLA


Burhan anlattığında inandım da aslında pek inanamadım. Sahiden bir meleğim olabilir miydi? Yok canım, şu omuzumda oturup çetele tutan iki hayal ürünü gerçek olamazdı. Yoksa olur muydu? Bir kitap verdi bana, okudum. İçinde bazı şeyler yazıyordu. Meleklere inananlar, onlarla konuşanlar ve farklı şeyler yaşayanlar hakkında. Hatta onlara nasıl ulaşılacağı hakkında öneriler bile vardı.. Yaşayan etli kanlı insanlara bile ulaşamazken ben nasıl ulaşacaktım ki meleğime?
Kitabın zamanlaması müthiş oldu. Tam canım yanarken, acıdan gözüm kör olmuşken verdi Burhan. Akıllı adamdır Burhan, benim gibi aka boka tepki vermez. Doğuştan derviştir. Kalbi zengin, eli bol, fakir babasıdır. Bana uzun yıllar dayanabilen tek adamdır :)
Neyse, diyeceğim o ki, ben her gece meleğimle konuşuyorum uzun zamandır. Sağlığım için teşekkür ediyorum. Hastaysam, beni hasta edenin ne olduğunu anlamak ve dersi görmek için yardım istiyorum. Tutkuyla, çocukça, öfkeyle ve hatta inatla istediğim halde ulaşamadığım her şey için tevekkülle susmayı öğreniyor, sakinleşiyorum.
Basbayağı konuşuyorum. Beni duyduğuna da inanıyorum. Bugüne kadar olamayan ve olmayan şeylerin ise ne istediğimi bilmezliğimden kaynaklandığını anlıyorum..
Velhasıl diyorum ki sevgili dostum konuş onunla. Varsın elalem deli desin, kalk yatakta ya da uzan ve anlat. Ne anlattığın önemli değil, anlat. Konuş... En kötü ihtimalle içini boşaltmış, ferahlamış olursun ki bu da az şey değil di mi?
Belki konuştuğun tanrının ta kendisidir, belki de içinde üşütmeye başlayan parçan veya evrenin ruhudur. Ne dersen de adına. Ben sadece bana iyi geleni paylaşmak istedim:)
Ha bi de kalp çakrası için göğsünde yeşil bir ışık hayal et istersen, kalbin çalışmadıktan sonra makinenin geri kalanı çalışmış ne yazar??


http://www.youtube.com/watch?v=pliqObTHxUQ&feature=related

HALA

Halan hastalanmış... Duydum. Arayamıyorum seni... Tesellisi yok ki bu durumun... Ne desem boş, ne desem havada kalır senin hissettiğin acının yanında. Allaha sığınmak dışında ve onun yarattığı düzene inanmak dışında üzüntünü hafifletecek bir şey var mı? Bilmiyorum..Onun senin hayatındaki kıymetini biliyor ve inan senin halan gibi bir halam olmadığı için eksik hissediyorum...
Süper Prenses hastalandığında, kalbimden vurulmuşa döndüm. Victor'un gidişi iki kaşımın arasına isabet ise onun hastalığı tam kalbime idi. Bak, iyileşiyor:) Hayatta her deneyim bize sonraki adım için bir ders anlatıyor. Mesnevi bu yüzden değerli; içi insanı kendisine götüren hikayelerle dolu. Belki okumaya başlamalısın. Belki bu acı seni kendi yolunda büyük adımlar atmaya ve elindekilerle sıkı sıkı, ama sevgiyle sarılmaya iter. Şer içindeki hayırdır görmemiz gereken dostum.
Omuzum burada; kahkahalarla gülmek veya usul usul ağlamak, hatta istersen bağıra çağıra ağlamak için hep senin..Bu dünyada ve öbür dünyada ölüm bizi ayırana ve ayırdıktan sonra kalacak tek şey bu: sevgi.
Git halana, gidelim, onu öp, kokla, onunla yapmak istediğin şeyler olduğunu, burada biraz daha kalması için her gece dua ettiğini söyle. Giderse de ondan bir parçayı daima seveceğini söyle. Söyle ki ruhu serbest kalsın...
İçinde söylenmedik söz bırakma, o sözler bir gün hasta eder seni. Uzun uzun bak, elini tut. Duygulan, ağla. O yaşarken yapmak istediğin şeyleri yap. Sevgini hissettir. Zira buradan giderken kefenin cebi yoksa da, kalbimizin tüm odacıklarını sevgiyle doldurmak mümkün:) Sevgiye inan dostum, sevebileceğine ve sevildiğine inan.

11 Ekim 2011 Salı

AH BE CANIM ANNEM :)


Çok korkuyorum çok, annemin televizyon seyretmesi, özellikle de bunu dizi kuşağının başlamadığı gün içi saatlerde yapması beni paniğe sürüklüyor! Korkuyorum çünkü o saatler en tehlikeli saatler. Evlilik programları o saatte yayınlanıyor, gelinlik ve çeyiz modası hakında bilgilerimiz tazeleniyor, hatta yıldız falımız ve detoks ihtiyacımız bile o zaman diliminde karşılanıyor. Sonra mı? E sonra ben ders yazmaya çalışırken odamın kapısı çalıyor ve annem "Elvan bu gece arınma gecesiymiş, nefret ettiğin kim varsa isimlerini beyaz bir kağıda yaz, eline de pembe kurdela bağla yat, sabah o kağıdı yak, bak arınacaksın" diyor! E şimdi yok arınmayacağım desem bir türlü, a tabii yapalım desem başka. "Anne iyi de nefret ettiğim kimse yok ki" diyorum. "Olsun yap sen, bak al, pempe kurdela getirdim" diyor gülerek. Hasbin Allah!!

HAMUR

Rüyalarımdan bahsetmeyeceğim bu sabah, endişelerimi de anlatmayacağım. Çünkü rüya görmedim ve doktorun verdiği ilaçlar sayesinde, endişesizce uyuştum kaldım! Yine de etrafımda olan bitenden etkilenmemeyi başaramıyorum. Çünkü bütün başarısızlıklarım gibi bunu da, aslında başarmak istemiyorum..
Hastalanan insanlar, ölüme yaklaşırken sakin sakin soluyanlar, nefes alamadığı için yardım isteyenler ve hatta sadece oyun oynamak için beni bekleyenler. Bu gezegende hepimize yetecek kadar acı ve yine hepimize yetecek kadar sevinç var. Her gün, içine ne koyacağımıza karar vermenin bize kaldığı bir top hamur sanki; şeker koysan şekerli, tuz koysan tuzlu olabilecek yepyeni bir hamur.
Ben bu sabah zencefil ve tarçın koydum. Tatlı da olmasın, tuzlu da. Yarın mı? Bilmem, kimbilir nasıl uyanacağım? Kimbilir zihnim nelere takılmış olacak?
Kısalan zaman, tabakta azalan yemek gibi; sanki her lokma daha uzun tutulmalı ağızda, artık doymanın önüne geçmeli haz. Aslında en güzeli tabak dolu, zaman geniş iken bunu becerebilmek ya, yapabilene.
Neyse, zencefil ve tarçın koydum ben bugün kurabiyeme:)

10 Ekim 2011 Pazartesi

HAFTA SONU RAPORU

Hafta sonu İznik, Bursa, Mudanya ve Trilye arasında telef olmuş bedenimi, dün gece yatağa yatırdığımda dönme dolaptan inmiş hacıyatmaz gibiydim. Yeri gelmişken, bu hissin patenti bana aittir:))
Hava değişikliği ve özlediğim mekanları görmek açıkcası çok iyi geldi. Misafir olduğum evin sahibelerinin sevecen ve rahat hissettiren halleri de bonus oldu. Zira ben ilk defa kaldığım yerde pek uyuyamam ve mızmızlanırım ama bu defa o defalardan biri değildi.
Bursa'ya iner inmez kendimizi Arap Şükrü'ye attık. Azıcık rakım ağrısız başım diyerekten içip, gece melekler gibi uyuduk. Gerçi koltukta yatan "arkadaş" ne kadar rahattı bilemem ama benim yatağım süperdi. Üstelik nevresim öyle güzel sabun kokuyordu ki, sabahlar olmasın diye uyurken, bir de baktım güneş!
Yataktan son sürat kalkıp, kendimizi İznik Gölü kıyısına attık. Bir göl manzarası ki, oy oy diyorum... Sadece göl mü? Nefis bir kahvaltı ve pişi! Pişi nedir bilir misiniz? Pek çok şehir bebesi bilmez di mi? Pişi ekmek hamurunun eğri büğrü bir formda yağda kızartılmış hali olup, ben kendisine taparım! Bu nedenle İznik Gölü ve kıyısında kahvaltı ettiğimiz yer, artık benim için kutsaldır.
Kahvaltı sonrası zeytinlikler arasında yürüyüş ve muhtar emmi ile sohbet. Veee azıcık İznik. Azıcık mı? Yok. Bolca yapılması gereken bir şey İznik. İlk fırsatta bir tam gün ayırılması gereken, şaşırtıcı derecede temiz ve etkileyici mimari eserlerle dolu garip yer!
Sonra.... Ver elini Bursa. Mahvel'de mahvolmuş, gazı kaçmış ve Uludağ şişesinden çıkmış mı belli olmayan bir gazoz içip, Mado'nun Mahvel'i mahvedişine tanıklık edip, oradan Yeşil'e. Yeşil'den iskender yemeye ve ardından Türk Kahvesi için elbette, -kalabalık ve vıcık vıcık olsa da- Koza Han'a!
Neyse ki kahve çok kötü değildi! Ama Koza Han'ın özlediğim sessizliği yerine Eminönü meydanını aratmayan kalabalığa maruz kalmak biraz canımı sıktı. Ne mi yaptım? İpeklere gömülerek acılarımı unuttum! Tamam, bu böcek/kelebek ölmese iyi olurdu ama ipeğe deli oluyorum, elimde değil!!!
Akşam eve gidip bayıldık. Sabaha ayılıp, yine yollara düştük. Bu defa istikamet Mudanya. Mütareke binasına yakın bir eski evde nefis kahvaltı. Kahve için ise elbette Trilye!
Trilye benim için çok özel yerlerden biri. Uzun uzun susmak ve uzun uzun uyumak için biçilmiş kaftan. Kısacık bir süre için bile olsa orada olmak bana iyi geldi...
Velhasıl haftaya hazırım. Bakalım hafta bana hazır mı?

7 Ekim 2011 Cuma

MASAJ

Ben zırt pırt masaj yaptıran insanlardan değilim. Aksine toplam ömrümde her yıla bir masaj düşmez. Yine de faydasına inancım sonsuz. Sadece hamamcı teyze ile geldiğimiz noktaya bakarsak, pek haksız sayılmam.
Dün yoga dersinde hoca, alnımı ve boynumu limonlu bir yağla ovalarken o birkaç saniyede bile kafamın içindeki tüm düşüncelerin kulaklarımdan çıkıp, bedenimi terk ettiğini hissettim. Ölmek böyle bir şey mi acaba? Eğer öyle ise hiç kötü değilmiş!
Kafam, hiç durmadan gardını almış halde duran iki omzumun arasında, git gide ağırlaşan ve yatağa uzandığım anda yastığı, çarşafı, yatağı, odanın tabanını delip, hatta alttaki iki daireyi de aşıp toprağa ulaşan, oradan yerkürenin çekirdeğine kadar hızla devam eden kütle. Benim kafam bu! Benim zihnim bu!
Yoga ve masaj bunun için lazım; zihni durdurmak, omuzları serbest bırakmak ve evrendeki enerjiyle bir ve bütün olabilmek için...
Dün bana okulda soruyorlar, bu çocuklar dans ediyor, drama yapıyor ve beden eğitimi dersi alıyorlar. Bütün bunların üzerine neden yoga yapsınlar? Güzel bir soru aslında. Derin bir nefes alıyorum ve on yıl evvel aynı soruyu soran biri olduğumu hatırlayarak sakin sakin cevap veriyorum. Bu da karşı tarafa iyi gelmiyor ve bir soru daha "hep böyle sakin misiniz?" Gülüyorum, onları memnun edecek ve yüreklerine su serpecek cevabı ve elbette gerçeği söylüyorum: "hayır, benim de saçlarımın diken diken olduğu, sesimin gür çıktığı anlar var". İşte bu an, yani benim hayattan kopuk, onlardan farklı olmadığıma ikna oldukları an, çocuklara bir adım daha yaklaşıyorum. Çünkü çocuklarla yoga yapmaya başlamadan evvel önümde engeller var. Müdürler, sınıf öğretmenleri, veliler... Onları geçeceğim ki yogayı çocuklara nasıl sevdirebilirim bölümü benim olsun. Benim olsun ki, onların kafası kocaman ve ağır olduğunda hayatta yoga da vardı diye hatırlayıp, azıcık nefeslenmelerine vesile olabileyim... Of of, masaj demiştim ben di mi? :))

6 Ekim 2011 Perşembe

İSTANBUL TUZLA

İstanbul'u sevmeyen taş olur. Bu şehir kalabalık, bu şehir pis, gürültülü. Nasıl olmasın ki? Irzına geçtik hep beraber! Yine de yaşamaya devam ediyor. Gören gözler için hala sürprizli, neşeli, romantik...
Yeniden doğsam, yine İstanbul'da yaşamak isterdim. Meyhaneleri, camileri, kiliseleri, pazar yerleri ve akla hayale sığmayan yüzlerce hediyesiyle başka hangi şehir beni sonsuza dek kendine hayran bırakabilirdi ki? Asla elde edemeyeceğim, asla her köşesini bildiğimi iddia edemeyeceğim, benden yüzlerce yaş büyük, olgun..
Dün çok uzun zaman sonra Tuzla'ya gittim. Pek şahane iki insanla beraber. Onlara baktım, önümdeki rakıya, sonra da manzaraya. Sabah yazdığım cümleyi hatırladım: "... eşşşek gibi şanslıyım" Evet, zaman zaman düşsem, ruhum sıkışsa, yardımsız değil yürümek, nefes alamayacak hale gelsem de şanslıyım! Trafikte sıkışsam, hasta bir çocuk karşısında acıdan kıvransam, kalbimi kıranları içim burkularak hatırlasam ve hatta kuyunun dibi burası mı diye sorsam da, o an bile şanslıyım; soruyu soracak kadar şuurum açık olduğu için şanslıyım.
Dün masada aşkla aklımı kaçırma isteğimi yineleyince yüzlerce yıl kaçık sandığım oysa belki de hayat boyu karşılaştığım en aklı ve de kalbi yerinde insanlardan biri bana " yok yok, sakın öyle dileme " dedi. "Aşk dileme"
Haklı. Aşk hayatı allak bullak eden, geçip gittiğinde yıkıntısı altında ezildiğimiz, Akut'un bile yardım edemeyeceği bir yerde aylarca, bazen yıllarca kaldığımız büyük bir deprem değil mi? Neden tekrar istenir ki?
Vazgeçtim, aşk kalsın:) Ben içinde huzur, sadakat ( önce kendine, sonra karşındakine ) ve denge olan bir ilişki istiyorum. Sevgili H.S.'nin ve benim yeni durumumuzla "etliye, sütlüye karışmadan" yan yana akabilmek asıl olan. Dostu dost, sevgiliyi sevgili yapan bu değil mi?
Tekrar Tuzla'ya dönersek, gün batımında kızılın ve pembenin fon olduğu ağaçlar, deniz ve tekneler uzun zamandır hissetmediğim bir huzura götürdü beni. Üstelik aklımın değil, kalbimin huzuruydu bu. İşte bu yüzden "eşşşek gibi şanslıyım ben!"

5 Ekim 2011 Çarşamba

RÜZGAR, VAPUR, ADA, YOGA!

Bu hafta derslerde konumuz sonbahar idi. Rüzgardan, renklerden, yapraklar arasında yaşayan böceklerden bahsettik. Özellikle bayılmış böcek ve kobra duruşu arkadaşlar arasında çok beğenildi. Kendileri yaparken gülüyorlar ama sanırım en çok benim bayılmış böcek halimi seviyorlar. Onlar gülünce ben de gülüyorum! Gülmek bulaşıcı bir hastalık!
Monty ile maceram ise tam gaz devam ediyor. Dün parkta gezerken bana "AY" dedi. Anlamadım. Kuma çizdi. Anlamadım. Gökyüzünü gösterdi! Monty sadece küçücük bir adam yaw! Beni her buluşmamızda şaşırtan, zekasına ( tren yolu inşaatında çok değerli çalışmaları mevcut!!) hayran bırakan ve sanattan da fazlasıyla nasibini almış bir adam. Çizdiği çöp adamı ve şapkasını görseniz bunu neden yazdığımı çok daha iyi anlarsınız. Üstelik damak zevki de epeyce gelişmiş. Adama lezzeti yerinde olmayan bir lokma yediremezsiniz. Zaten ona yemek yediremezsiniz, kendisi yer!
Az sonra haftanın son dersi için evden çıkıp vapura bineceğim. İçinde yaşadığım güzel şehri seyrederek karşı kıyıya ulaşacağım. Sonra dersimi verip, adaya gideceğim!
Tanrım bu sabah da uyandığım için teşekkür ederim, eşşek gibi şanslı bir kulunum ben!

4 Ekim 2011 Salı

ZEYNEP VE HEPSİ!

Okula gitmek için evden çıktım. Kadıköy'den almam gerekenleri alıp, minibüse bindim. Ki bu benim en sevmediğim bölüm. Yine de, duraktan bindiğim için ayakta kalmıyorum diye avunarak kendimi sakinleştiriyorum. Zira şu şehirde en sevmediğim iki şeyden biri minibüs. Diğeri de babasının tarlasında yürür gibi yürüyüp, bununla da kalmayarak yere tüküren insanlar!
Şehirli parçam bu çileye daha kaç yıl dayanır gerçekten bilemiyorum!!! Neyse, okula ulaştım. İlk dersimi verdim ve arkasından öğrendim ki Yunus'un doğumgünü partisi var. Dünyanın en tatlı yaratığı üç yaşına giriyormuş. Hatta asıl doğumgünü Cuma imiş ama unutulmuş! Fakat Yunus çok olgun, bu unutulma bölümüne asla takılmıyor. Bütün dikkat pastada! E zaten akıllı adamın hali başka oluyor:)
Masada en havalı halimizle, uykudan uyanıp gelecek olan arkadaşlarımızı bekliyoruz. Bu arada havadan sudan sohbet devam ediyoruz. Özellikle Zeynep müthiş neşeli bugün. Bu kızın cümleleri, bakışı, durup durup yüzümün her tarafına kondurduğu öpücükleri beni iyileştiriyor. Gerçi hepsinin hali, tavrı birbirinden güzel ama bazı çocukları diğerlerinden ayıran garip bir büyü var. Özellikle ayrıcalıklı davranmamaya çok dikkat etmeme rağmen, bazen daha çok kolum olsun, daha sıkı sarılayım istiyorum! Zeynep o çocuklardan biri. Bana dersin sonunda "ben sizi özledim, selam vermek yerine öpsem olmaz mı? " dedi ya! Olmaz mı? Olur tabii. Hatta hepiniz öpün! Yüzüm gözüm tükürük olsun! En sevdiğim şey:))) Hatta gripseniz o da bulaşsın. Sevgisiz kalmaktan iyidir!
Yaptığım şeyin bana "sevgi" olarak geri dönüşü binlerce liradan daha değerli."Seni özledim öğretmenim" cümlesi ömre bedel! Zeynep'in çizdiği resimler, Yunus'un bunca ay sonra nihayet bana sarılması ve en önemlisi artık dersime katılması müthiş umut verici.
Bu çocuklar gelecekte yoga yaparlar mı bilmem ama şu an için kesinlikle yapıyorlar ve bence ne anlama geldiğini de pek çok büyükten daha iyi anlıyorlar. Gevşemek, kudurmak, nefes almak ve hatta çığlık atmak onlar için çok kolay. Yeter ki oyunu sevsinler!
Haftaya çok mutlu başladım. Çocukların keyifli hali ve katılımı beni inanılmaz sevindirdi.
Yaşasın oyun!

3 Ekim 2011 Pazartesi

KİM UÇUYOR? MONTY!!!!

Geçen haftanın en güzel aktivitesi Monty ile parka gitmek oldu. Monty henüz üç yaşında bile değil fakat bana sorarsanız pek çok otuzüç hatta kırküç yaşındaki adamdan çok ama çok daha olgun ve iletişim taraftarı!
Monty kesinlikle ne istediğini biliyor ve kesinlikle bunu açıkça dile getirebiliyor. Kabul ediyorum, kurduğu cümleler her zaman özne ve yüklemi tastamam yerinde şeyler değil... Ve fakat ben, ağzı iyi laf yapıp, kalbi tekleyen o kadar çok insan gördüm ki, şimdi kelimelere takılmama evresindeyim:)
Monty denen şahane yaratık iki dilli büyüyor. Dolayısıyla çocuğuyla İngilizce konuşmaya çalışıp, onu yabancı dilden soğutan annelerin yerine, onun, ana dili İngilizce olan bir babası var. Bu da bizim küçük vatandaşın şansı diyelim. Ayrıca onu parktaki diğer çocuklardan ayıran sarı saçları, kocaman ve içi gülen mavi gözleri dışında, inanılmaz bir uyumu var. Monty, uyum ve huzur dolu bir çocuk. Böyle bir çocukla zaman geçirmek de tamamen o huzuru içime çekmemi sağlıyor. Tabii ki her güzel şey gibi Monty için de emek harcanmış. Annesi onunla o kadar dikkatli, o kadar kişilik haklarına saygılı bir iletişim içinde ki, zaten bu küçük adamın daha farklı bir hal sergilemesi şaşırtıcı olurdu.
Monty ne kadar ekmek, o kadar köfte sözünün tam karşılığı. Hakkıyla yapılan anneliğin karşılığı, işte böyle bir çocuk. Annenin egosuyla ezmediği, sevgisiyle sakatlamadığı, cinsiyeti yüzünden övgü dolu kayırıcı sözcüklerle şımartmadığı, yuttuğu her lokma için yaradana şükretmediği, üstü başı kirlenince aklını kaçırmış gibi davranmadığı bir çocuk Monty. Bu yüzden ne istediğini çok iyi biliyor. Aç ise aç, su isterse ister. Bu kadar basit!
Geçen hafta parkta salıncaktayken, o kadar içten kahkahalar attı ki içim şenlendi. Bir yandan sallıyor, diğer yandan soruyorum ona ama fısıldayarak: "who is flying?" ve cevap geliyor "Monty!". Ve arkasından kahkahalar...
Yarabbim hayatımı çocuk sesinden mahrum, içimi çocuk neşesinden ıssız koyma!

2 Ekim 2011 Pazar

SON HAL

Biliyorum son zamanlarda bir öyle söyledim, bir böyle.. Kusura bakma, insan denilen makinenin de ayarı kaçırıyor bazen:) Al sana bugün çekilmiş bir fotoğraf. Bak, gayet iyiyim. Oooo Muse bizi Kızıltoprak'da bir cennete götürdü ki, seninle de gideriz söz. Ağaçlar en az yüz yıllık, çay misss gibi ve kedicikler de oldukça sevimliydi. Sık sık kaçan huzurum, bolca vardı bu sabah. Gerçi şekilde görüldüğü gibi azıcık üşüdüm ama olsun. Türk kahvesinde öyle iyi şeyler duydum ki, içim ısındı:)
Yarın hafta başlıyor. Yine yürüyüş çabaları, dersler ve yapılması gereken işler var etrafımda. İyi ki de var. Hayat bütün bu olan bitenlerle güzel değil mi?
Üzerimdeki t-shirt nefis. Ama burada şalımın gazabına uğradığı için göremiyorsun. A dur bak ya, bir tane de sana alayım ben ondan:) Yeni bir yer keşfettim, artık milli kıyafetim kot pantalonu bile azad etmeyi düşünüyorum. Daha fazla etek ve elbise giymek istiyorum. Neredeyse kırk yaşındayım ve yakında bacaklarım etek giymeye müsait olmayabilir di mi? E hazır hala uygun iken durum giyelim bari.
Pazar haberleri bu kadar. KOskocaman öperim seni!

1 Ekim 2011 Cumartesi

KABALIK KALABALIKLAŞTI

Etrafımdaki insanlarda sıklıkla görmeye başladığım "şey"den pek hoşlanmıyorum. Cevapsız telefonlar, geç kalınan randevular.. Umursamaz yüz ifadeleri ve daha neler neler... Ben incelirken, sanki dünyanın ve içinde yaşayan herkesin ve özellikle de bana yakın olanların derisi kalınlaşıyor. Maddi dünyaya sıkı sıkı bağlanıp, kendi merkezlerinde sapasağlam duruyorlar. Sanırım ben kendi merkezimi çok dikkate almadığım için daha da sinirime dokunuyor bu durum.
Bence düpedüz edepsizlik olan, bir diğeri için sadece birkaç dakikalık gecikme...
Oysa gerçekten basit bir sorun, hatta aptalca bir serzeniş bile gelse bana, ben karşımdakinin ondan nasıl etkilendiğini anlamaya çalışırım. Yaşananın azlığı çokluğu değil, kimi nasıl etkilediğidir asıl olan.
Hep bana, rap bana hassasiyetlere nasıl çanak tuttuğumu, olmadık insanlara fazla mesai harcadığımı ve bunu yaparken de kendimi paspas ettiğimi şimdi anlıyorum. Herkes şaşkın, eskiden ne güzel sakindim di mi? Canımı da yaksalar fazla mızıldanmıyordum. Ne oldu peki? Şu oldu: maymun gözünü açtı!
Kimsenin ağlama duvarı değilim artık. Hiçbir ilişkinin koltuk değmeği de değilim. Kalınlaşmış derileriyle yaşamayı seçenlere selam olsun, üzerime basarak geçemeyeceğinizi önemle bildiririm. Artık ilgileniyorum!

AMİNSİZ DUA

Meleğime inanıyorum. Beni koruyor. Olması gerekenler olurken, olmaması gerekenler olmuyor ne zamandır. Bazen bir çocuk gibi tutturuyor ve gerçekleşmemesi gerekeni istemeyi uzatıyorum... Meleğim, o gerçek bir melek; usulca dinliyor dualarımı, sakin sakin fısıldıyor kulağıma asla gerçek olamayacak dileğimin nedenini ve bu durumun benim hayrıma olduğunu... Bazen kesiliyor ağlamam, anlıyorum, herşeyi açıkça görebiliyorum. Ama sonra yeniden, hiç beklemediğim bir anda dudaklarımın kıpırdadığını ve aynı isteği dile getirdiğini fark ediyorum.. Bir tek amin diyemiyorum... Çünkü aslında bu duanın amini yok, ben bunu çok iyi anlıyorum...
Gözüm takılıyor ağaçlara. Uzun uzun bakıyorum. Yeterince bakarsam konuşacaklar ve bana bu aminsiz duayı açıklayacaklar gibi geliyor... Şimdilik ses yok. Olsun, ben uzun uzun bakıyorum. Denize bakıyorum, başımı suya sokup, nefesimi tutabildiğimce uzun tutup, öylece kaybolmayı hayal ediyorum... Ama kaybolmuyorum, dua da kaybolmuyor... O beni hep takip ediyor. Bu dua benim hayatımın bir parçası, geçmişimin bir bölümü...
Neden hala geçmişe dua ediyorum?

YÜKSEK LİSANLI PERİLER I

Gözlerimi kapattığımda gri tonlarında kağıtlar görüyorum, uçuşuyorlar. Boyları, şekilleri farklı. Ama hiç durmadan hareket ediyor ve uykuya geçişimi engelliyorlar. Bir yandan onlarla barışmaya çalışırken, diğer yandan sanki bütün bunlar olmuyormuş gibi nefes almaya devam ediyorum. Oluyor mu? Oluyor işte, olduğu kadar...
Herkesin yana yakıla aradığı aşk, beni öylesine hırpalayarak geçti ki üzerimden, bazen hala bacaklarım titriyor ayakta durmaya çalışırken. Bununla yaşamak hiç kolay değil. Geriye bakmadan, onu anımsayarak çoğaltmadan varlık göstermek hiç kolay değil... Tek şansım işim ve dostlarım. Eğer hala ölmediysem, eğer hala bir yerlerde okunacak kitaplar, gezilecek ülkeler ve tadına bakılacak hiikayeler varsa sadece ve sadece onların sayesinde ulaşacağım hepsine. Sağolun periler ve prensesler...
( Aklıma gelmişken, bu gece Lamb konseri var. Geliyor musunuz? Ben gezegeninen yakışıklı adamlarından biriyle gidiyorum. Bütün kadınlar kıskanacak yine:) )
Dün gece Yüksek Lisanlı Periler olarak çok eğlendik. Gerçi geçmiş zamanlardaki performansımız yok idi ama onlarsız ne yaparım bilmem... Öncelikle, ben bir yemek organize etmeyi bile beceremedim. Sonrasında yiyecek, içecek işini bile onlar hallederek, sözde bana yemeğe geldiler... Sofra düzeni mi? Örtüyü zor yaydım desem?
Hastalıklarımı anlattım. Biri sustu dinledi, diğeri dalga geçti. Anladım ki insanlar benim hastalanmama alışık değiller. Ben hastalanma hakkımı kaybetmişim de haberim yok. Tamam dedim içimden, demek ki üç gün yatak, dördüncü gün... olacak benim stilim. Şimdiden kabulleneyim bari:)
Hastalığımın adı - kafada olanının - "pandik atak". Diğer iki perinin hastalıkları ise "masif agresif" ve "nanik depresif" . Anlayacağınız buna da güldük ya, daha ne diyeyim ki!
Hayat yaşadıkça çözülen bir düğüm gibi. Tam son hamleyi yaptığımda ve herşeyin kafamda ve kalbimde yerini bulduğuna inandığımda göçeceğim besbelli.


http://www.youtube.com/watch?v=b1nQIDBMzI0&feature=related