22 Aralık 2020 Salı

YENİ VE YENİDEN BİR YIL


An itibariyle blog yazarı değilim.  Yanlış görüyorsun, aslında burası da blog sayfası değil. Evinde, odasında kendi defterine karalayan ufacık bir çocuğum yeniden. Masmiyetini kaybetmiş sayfalara geri dönmek niyetiyle buradayım. Ortalık yere bırakılmış, önü ardı üç beş kişinin karıştırabileceği bir deftere bakıyorsun. Sakınımsız, saklamadan, nasıl anlaşılırım kaygısına yenilmeden yazıyorum.

Ah bir bilsen neler neler oldu yıl biterken. Ne kadar zorlandım ve hala zorlanmaktayım bir anlatabilsem... Halil Cibran'ın dediği gibi "anlatamadıklarımı anla lütfen"

İletişimin başladığı yer orası...

Müthiş bir açık kalp ameliyatından çıkmış yorgun bir cerrahın, rutini gerçekleştirmiş olmasının huzuru var yüreğimde. Kaçınılmaz müdahale nihayet yapıldı. Ertelenen gerçekleşti. Önlüğümü giydim, eldivenlerimi taktım, tüm kaypaklar adına derin bir nefes alarak kalbimi masaya yatırdım! Önce bütün kanı boşalttım. Sonra ince ince dilimledim. Damarları, kasları lime lime ettim. Tüm hücrelerimi dikkatle inceledim, dile gelsinler diye kulak kesildim. Aslında kırmızı değilmiş kalp kaslarım, buna pek bi hayret ederek özenle, tek tek diktim kesileri. Sonra yavaşça yuvasına yerleştirdim kıymetlimi. Kanı pompaladım. 

Söylesene, sende bırak bunu gerçekleştirmeyi, böylesine meşakkatli bir eylemin onda birini düşleyecek cesaret var mı? Yok. Sende varlığa sahip çıkmak adına hiçbir veri, uyanma alameti yok. 

Mevcut olmayanı beyhude aramamalı insan.

Neden kötülere "sen kötüsün" demeyiz? Neden yaptıkları hataları, çirkinlikleri, zayıflıkları yüzlerine vurmayız karanlık ruhların? Çünkü değmez. Çünkü anlayacak olan, olanı olduğu gibi görmeye cesareti yeten zaten sezer, kendiliğinden durur düşünür. Uyanışa, o idrak anına ite kaka getiremeyiz insanları. 

Uyanmak, insanın kendi iradesiyle başarabileceği bir eylemdir.

Hepimiz gücümüzün başladığı ve bittiği yeri görecek kadar şanslı olmadık belki şu hayatta. Kabul basamağı zorlayıcıdır. Ama olsun, er ya da geç bu basmakta durup "vay be, nereden nereye geldim" diyebilmek güzel his olmalı di mi?

Dün gece rüya gördüm, hayatta bana en büyük kötülüğü yapmış karanlık bir çift, tuhaf bir kabul töreni gerçekleştiriyorlardı. Kadın avucuma düğüm olmuş bir zincir ve dokuz taş pırlantalı bir kolye bıraktı. Aramızdaki ilişkiyi sembolize ediyormuş dokuz... Sonra dev bir obje verdi kucağıma, bir panda gibi yumuşak, ama daha şekli belirsiz, fonksiyonu  belirsiz tuhaf bir şey.

Bütün bunlar yetmedi, onların karanlık, eski ve zevkten mahrum evinde oturdum, kayalıklarla çevrili bulanık havuzlarında yüzdüm. Ferahlamak bir yana, pis bir yağa bulanmış gibi hissettim kendimi.

Ben bu yıl karanlıktan sıyrıldım. Çünkü ben bu yıl o karanlığın ortasından geçtim, dibine daldım, suyunu lıkır lıkır içtim.

Öyle güzel bir ruh durumuyla giriyorum ki yeni yıla, keyfime diyecek yok. 

Aydınlığın, insanlığın, merhametin annesiyim ben. İyiliğin, şefkatin, şifanın sevgilisi, paylaşmanın, birleşmenin, çoğalmanın çocuğuyum. Her şey ve hiçbir şey olmanın dengesiyim.

Mutlu Noeller şimdiden, nice güzel seneler hepimize...

17 Aralık 2020 Perşembe

THERE IS NO HOPE... ARE YOU SURE?

THERE IS ALWAYS HOPE! 

İşimi çok seviyorum. Arkeoloji yaparken de mutluydum ve elbette bir  parçam hep arkeolog olarak kalacak ama şimdi beni en güzel şekilde biçimlendiren, ruhumu, aklımı, bedenimi ortaya koymama, varlığıma sahip çıkmama destek olan, tam da yapmam gereken işi yapıyorum. Arkeolog olarak devam etseydim, muhtemelen asla tatmin olmayacağım ve kendimi bulmama zerre kadar yaramayacak dış dünya mücadelelerinde kaybolacaktım. Ya alkol ve antidepresanlarla tel tel saçlarımı dökecektim ya da zorla sokuşturdukları kalıplara er geç eyvallah diyecektim... 

Şimdi, tam da şu zeminde tüm bunlardan azadım! Kendimi seçtim ben. Arkeolog olarak tüm becerimi ruhumu ararken kullandım. İnce aletle çalıştım, kova kova toprak kaldırdım geçmişten. Ne ölüler çıkarttım, ne derinlerden, ne kadar çok boş göğüs kafesini ellerimde tuttum bir bilseniz... Yavaş yavaş derinleştim. Oya gibi işleyerek anlam kattım varlığıma, an be an her deneyimle kutladım varoluşu! Bazen zor anladım "neden?" sorusunun cevabını ama sonunda hep şenlik vardı iç sularımda. 

Derin uykudan uyanmış taze filiz gibi hayat dolu hissediyorum. Tabii baharı bekleyeceğim, elbette ha dediğinde çiçeklenmeyeceğim. Fakat ne önemi var? Acele etmeden, hatta bazen tembellikte kaybolarak kendi varlığımda köklenirken keyifli hissediyorum. Ayrık otlarıyla halleşip, topraklanıyorum.

Henüz boynum bükük, başım ağır. Doğru mevsimi, güneşi bekliyorum ben. Her sabah hayatın tüm olasılıklarına günaydın diyerek uyanıyorum. Karanlığı delen ışığa bi öpücük de benden gidiyor ve hala içebiliyorken, keyifle içiyorum kahvemi.

Karşımdaki matta her kim olursa olsun, yüzünü tam yüzümün karşısına, kalbini yanıma alıyorum. İçinden geçtiğimiz bu meşakkatli yolculukta umut istiyor insanlar. Umut veremem, sırf rahat etsinler diye her şey yolunda diyemem. Fakat şunu garanti edebilirim; an be an birlikte yaratıyoruz geleceği. İstediğimiz olasılığı gerçeğimiz kılabiliriz.

Her saniye, her kelimemiz, her bakışımız geleceğe bir mesaj. Bu yüzden, sadece bu nedenle, hayat ne kadar zor olursa olsun, işler ne kadar karışırsa karışsın, değişmek, dönüşmek için her saniye, her bakış, her günaydın fırsattır!

Pollyanna olmayın. Sakın. Hiç istemem. Sarkacın en sevimsiz, en saçma yeridir. Ama umudu avucunuzda bir kelebek tutar gibi tutun, fazla sıkmadan, esir kılmadan. Neşeli şarkılar dinleyin, aşkla sevişin, afiyetle yemek yiyin ve her yudumunda bu bana şifadır diyerek için suyu.

Gerisi bütüne emanet. 

Burası dev bir terminal, er geç gideceğiz başka istasyonlara. Şefkatli kalın. Aceleci, telaşlı,  yorgunluk ve öfkeden şiddet diline düşmüş birileri elbet gelip omuz atacaklar size. Valizleriyle çarpacak, ayağınızın üzerinden geçecekler. Şaşırmayın. Onlara kızmayın, merhamet edin. Kör birine kızılır mı hiç?

Evet son sürat savruluyoruz bu virajda. En sevdikleriniz ve hiç tanımadıklarınızla aynı otobüste olduğunuzu unutmayın. Sakın kasmayın kendinizi, gevşeyin ve rüzgarın tadını çıkartın. 

Her zaman umut var.

Umut hep var.



15 Aralık 2020 Salı

AŞKIN KABESİNE SELAM OLSUN


Aralık, Konya'da olmayı özlediğim ay. Sevdiğim, sevildiğim şehir. Zamanın bildik tüm ezberlerinin dışında bir kuytu.

Sevgiden başka tanrı tanımayan insanların toplaştığı yer... 17 Aralık'ta orada olamayacağım için üzgünüm. Hayattaki en güzel deneyimlerden biri şüphesiz Konya'da sabahlamaktı benim için. Tekkeden tekkeye koştuğumuz, tennurelerin rüzgarından öte alemlerin kokusunu hayal ettiğimiz yıldızlı Konya geceleri, Meram bağları... Hiç tanımadığımız insanlarla içilen çorbalar, Sokaklara taşan aşk, aşktan taşan dans.

Sadece Pir için değil, Selçuklu için de seviyorum Konya'yı. Atalarımla gururlandığım, çinisinden, kümbetine evimde hissettiren Selçuklu... Medreselerine doyamadığım Konya.

Sabah namazına kalkan kıymetlilerime selam olsun. Aşkla dönen tüm ruhlara, ateşe selam olsun.

Yağmur sesinde, çocuk gülüşünde ibadet edenlere selam olsun...


12 Aralık 2020 Cumartesi

ŞİDDET, TACİZ VE DİĞER HASTALIKLAR

Son yıllarda tüm dünyada ve ülkemizde yükselen, ÖZELLİKLE KADINA, ÇOCUĞA VE EŞCİNSELLERE yönelik şiddet eylemleri sanırım nihayet konuşulacak. Çünkü kaçacak yerimiz kalmadı... Eski dünyanın kapıları bir bir kapanmak zorunda.

Ben belki de şanslıyım dayak yemedim ve şiddete maruz kalmışlığım duygusal şiddetle sınırlıdır. Şiddet uyguladığım da olmuştu ve o da duygusal şiddetti.. Bu anlattıklarım beni kesinlikle mağdur yapar, evet ama masum değilim. Karşımızdaki insana  öfkemizi ve kızgınlığımızı kontrol etmemeyi seçerek kelimeleri birer silaha dönüştürmek ve bir canlıya ıstırap vermek kesinlikle şiddettir. Bunu fark etmemi sağlayan son derece sorumsuz ve şahsiyetsiz biri olsa da, "ben şiddete eğilimli miyim?" sorusunun ardını eşelediğimde bambaşka şeylerle karşılaşmama vesile oldu,  kendisine minnettarım.

Neyse ki şiddete eğilimli olmadığımı, derdimin bambaşka bir şey olduğunu öğrendim. Ama o soruyu sorarken ve cevabı ararken gerçekten yoruldum. Yeryüzünden yeraltına indiğimiz anlar takdir edersiniz ki hiç kolay olmuyor. İnsanın karanlık yüzü her zaman sürprizlerle dolu. Ama bu uzun bir konu ve TDY anlatırken bahsetmeyi tercih ederim. Bildiğim şu ki şiddete kesinlikle sıcak bakmıyorum, hiçbir türüne.

Bugün yazmak istediğim şiddet ve tacize maruz kalan insanların ıstırabı.

Dediğim gibi fiziksel şiddet değil ama tacizle her kadın gibi karşılaştım. Açıkçası taciz konusunu kadınların hamilelik dönemindeki aşerme hikayeleri gibi uyduruk ve abartılan bir şey zannediyordum. Biraz da erkeklere kapı aralandığı fikrindeydim. Pek  çok kadın cinselliğini kullanmayı seviyordu. Bunu defalarca görmüştüm. Yüksek not almak sevdasına hocayı baştan çıkartmaya çalışanlar, kariyer planlaması yaparken patronun zaafını keşfedenler ve sanırım en bozulduğum da akademik dünyadaki yataktan kürsüye yolculuklar olmuştu. İçten içe gittikçe kabaran kadın düşmanlığım erkek egemen dünyanın sakatlıklarına gereksiz empati yapmama sebep oluyordu!.

İşin özü şuydu aslında; benim dişimle tırnağımla kazanmaya çalıştığım şeylerin sırtüstü yatarak elde edilmesi sinirime dokunuyordu.

Konunun diğer tarafına geçmem uzun yıllar sonra mümkün oldu. Yüksek lisans yaparken tez danışmanımın beni öğle yemeğine çıkartarak başlattığı süreç, gün ortası otel lobilerinde buluşmaya dönünce bir aydınlanma yaşadım. Kesinlikle ısrar yoktu ama gözüme sokulan bir ima vardı.

İnsan beyni özellikle güvendiği ve zarar göreceğini hiç hesaplamadığı biri tarafından tacize uğradığında kendini kapatan ve bir sebepten "acaba ben mi sebep oldum? " diyerek suçu paylaşmaya meyilli tuhaf bir mekanizmayı devreye sokuyor. Eşşek gibi dayak yedikten sonra kocasını kışkırttığı için bu dayağı hakettiğini söyleyen pek çok iyi eğitimli kadın görmedik mi? Duymadık mı?

Birden fazla karşılaştığım taciz olaylarında hep güvendiğim insanlar tarafından, gardımı almaya fırsat bulamadan hırpalandım ve o kadar kafam karıştı ki bu hikayenin bana ait bir suç bölümü var mı emin olamadım. Oysa yoktu, şimdi gayet açık görüyorum ki yoktu. 

Biliyorsunuz son yaşanan olayda edebiyat dünyası sallandı. Herkesin sevdiği bir kalemden rezil bir özür düştü sosyal medyaya. Şimdi de yepyeni bir soru gündemde, bu rezil varlığı ve işini birbirinden ayırabilir miyiz?

Bence hayır. Üretilen değer ne olursa olsun, aynı zihnin ürünü ve o zihin hasta. Karnınız aç ve en sevdiğiniz yemek sunuluyor diyelim, ama yemek mutfakta değil tuvalette hazırlanmış... Yer misiniz?

Yerseniz de sözüm yok, ama bence bu insanlar dışlanmalı, görmezden gelinmeli ve kendilerini iyileştirmek için bir yol aramak zorunda bırakılmalı. Ne zaman ki daha iyi bir varlığa dönüşmek adına yardım isterler, o vakit de mutlaka el uzatılmalı.

Hata yapmakla ilgili  sorun yok, hatayı görmek ve susmak bence çok daha büyük  sıkıntı. Suçluyu suça teşvik etmekten beter, alenen suça katılmaktır bu tavır!

Sebebi ne olursa olsun bir başka canlıya ıstırap vermek, korku yaşatmak affı olan bir şey değildir. Hatta bir adım daha ileri giderek bu insanların sırf kolay yoldan sempati toplamak adına hayatlarını sonlandırma denemelerini korkunç buluyorum. İntihar ıstırabı arttırmaktan başka nedir yahu!

İntihara teşebbüs eden kişilere zerre kadar saygı duymam, çünkü bu zayıf ruhlar kolay yoldan huzura ulaşmak ve etraflarındakileri de acıya boğmak niyetiyle yola çıkarlar. İstediklerini elde etmek için son kozdur intihara teşebbüs. Her ne adına olursa olsun onarmak, iyileştirmek ve gerekirse kabulde kalmak için mücadele etmek yerine, en basitinden sıvışmak ve diğerlerini ıstırap içinde bırakmak asla kabul edilemez. Bütün semavi dinler ve elbette budizm de bunu kınar.

En önemli yasa "ahimsa" hatırlansın lütfen. Şiddetsizlik yasası. Ne kendimize, ne de bir başka canlıya hiç bir gerekçeyle şiddet uygulayamayız. 

Asıl çabalamamız gereken acıyı, ıstırabı görmek ve kabullenmektir. Hiçbirimizin ne bir hayvanı, ne de bir insanı incitmemizin, acı vermemizin haklı bir sebebi olamaz.

Şiddet eğilimli bir insanın muhatabı olmak asla tercihim değildir. Verdiği hizmet en üst düzeyde bile olsa böyle bir insan ne doktorum olsun isterim, ne öğretmenim, ne de başka bir şeyim.

Gelecek günlerde kadınlar silkinip, kendi taciz hikayelerini paylaşma kararı alırlarsa kesinlikle bu harekete katılıp, kadın, çocuk ve eşcinsellere dair şiddet karşıtı her eylemi tüm kalbimle destekleyeceğimi söylemek isterim.  

Sevginin çoğaldığı bir dünyada yaşamak istiyorum.

11 Aralık 2020 Cuma

ALICE, YİNE ALICE ( bence matta olmak... )

Londra'da en sevdiğim yerlerden biri The British Library. Son gidişimde, son diyorum, zira pound olmuş bilmem kaç para, ben artık Londra'yı rüyamda görürüm, müzenin arka sokaklarındaki antikacılarda o kadar iyi zaman geçirmiştim ki, akşam olduğunu bile anlamadım.
Bunu da şu sebeple anlattım, Alice ile ilk yüz yüze gelişimiz müzenin geçici bir sergisinde masala dair orjinal bir çizimi gördüğüm an olmuştu. Daha önce hikayeyi okumuştum tabii ama o çizimlerde bir şey bana çok iyi geldi. Nedeni niyesi elbette konuşulur fakat duygum şu ki, masal dünyasında kendime en yakın hissettiğim karakter hep Alice olmuştur. Deneysel, meraklı ve rotası tesadüfler silsilesi ile çizilen, soruları bitip tükenmeyen Alice...

Özellikle de kedi ile aralarında geçen diyalog.*

P.'nin sırtını düşünüyorum dünden beri... Yıllar içinde kalker gibi biriken ve sıkışan duyguların, onu yeni bir hayatın huzurunda bile eski bir yük olarak yavaşlatan, belki zaman zaman da içini sızlatan hislerin, bedeninde nasıl yer bulduğunu, gözlerinin değemeyeceği bir noktaya nasıl saklandığını düşünüyorum...

Sonra ufacık bir adımla, tek bir karar ve güvenmeyle nasıl yol aldığımızı, üstelik hiçbir hedef koymaksızın ve çabalamadan nasıl da yol aldığımızı hayretle fark ediyorum. Yarattığımız  mucizeye bakıp bakıp gülüyorum. Daha doğrusu mucizenin önündeki engeli kaldırıp, tıpkı bir çağlayanın barajını yıktığımız gibi ona yol açışımızı kutluyorum! Mucize orada gerçekleşmek için bekliyordu, biz sadece engeli önünden çektik.

Birlikteliklerimiz, karşılaşmalarımız hep derin anlamlar içeriyor. Biz bilsek de, görmezden gelsek de...

P. için çok mutluyum, o görünmez yükü bıraktığı an, bunu dile getirerek kendi kendine yaptığı karanlık bir büyüyü bozdu. Çünkü büyüleri biz yapar, yine biz bozarız. Masallardaki gibi prensler, prensesler gelmez. İçimizdeki eril ve dişil parçaların yardımıyla, tam da güvendiğimiz, teslim olduğumuz ve en önemlisi beklentiyi sıfırlayıp akışta kaldığımızda gerçekleşir mucizeler, ancak o zaman bozulur eski büyüler.

Şimdi ben beklentisiz kalmaya gayret ederek bekliyorum :)) Eski öğrenilmişliklerimle davranmadan, yeniye yakışır seçimlerle yeniden bir güvenli alan yaratmak ve içinde sevgiyle, huzurla durmak için görmeye hazırlıyorum gözlerimi.. Elbette tedirginim, fakat yoganın dönüştüren gücüne tam teslim her gün mattayım.

Hocam "çabasız çaba " derdi. İnsanın kendini eski ezberlerden sıyırması, beklentisiz kalması o kadar zor ki.. Yine de mümkün. P. benim elimi tuttu, bana güvendi. Elbette benim de elini tutacağım birileri var. Tek yapmam gereken sezgilerime kulak kabartmak.. Bedenime kaydettiğim mesajı bulmak...

Kedi nereye gitmek istediğimi sorduğunda ona bir adres vermek yeni yıldan tek dileğim.


*Alice: Lütfen söyler misin bana, buradan ne yana gidebilirim?

Kedi: Bu gitmek istediğin yere bağlı.

Alice: Neresi olursa olsun, önemi yok.

Kedi: O zaman ne yana gitsen olur.

Alice: Yeter ki bir yere varayım.

Kedi: Tabii varırsın. Yürümekten yılmazsan, bir yere varırsın elbet

10 Aralık 2020 Perşembe

( BENCE ) MATTA OLMAK NEDİR? VOL II

 İnci'ye...

Bugün benimle yaşıt, kıymet verdiğim bir dostumla dersteydim. Yaklaşık üç aydır düzenli çalışıyoruz. Sağolsun bizim TDY* projemizin test sürüşüne katılmayı kabul etti. 

(Bu arada parantez açarak not etmek istedim,  hiç seçici davranmadığım halde son yıllarda genellikle sanatçı ağırlıklı bir öğrenci topluluğum olduğunu gördüm. Nedense bir iki mühendis dışında, esnaf, tüccar, doktor yok aralarımızda. Bu da böyle bir gözlem. Belki benimle ilgilidir? Bilemedim. )

Takdir edersiniz ki evim standart bir stüdyo değil. Bu yüzden dostumla daha kapıdan girdiği an gülüşüp konuşmaya başlıyoruz ve hatta kedim Theodora bile onu karşılamaya geliyor. Hadi bana çikolata var çantasında da, Theo'cum, sana ne var?

P. bugün neşe ve hareket arzusuyla doluydu. Mattaki sohbetimizde bile kollarının hep yukarı, daha yukarı uzamaya çalışan halini zevkle izledim. Kulağını bana vermişti ama bedeni çoktaaan hareketin ve matta olmanın zevkine kapılmıştı bile!

Bol bol uzadık ve esnedik bugün.  Zaman zaman birbirini anımsatan ruh hallerimiz ve omurga yaşı olarak benzerliğimiz sebebiyle ona hareket serileri düşünmek bir anlamda kendim için çalışmaya benziyor. 

Özel dersin en güzel tarafı öğrencinin genel durumuna yönelik  hazırlanmak dışında, hoca konumundaki kişiye ders gün öğrencinin ruh halinde bakıp, gerekli düzenlemeleri yapma imkan veriyor olması.

P. den dersin bitimine yakın çocuk pozuna gelmesini istedim ve sırtına küçük dokunuşlarla masaj yaptım. Bu sırt masajı her yoga öğretmeni tarafından sevilen bir şey değil, fakat ben tercih ediyorum çünkü öğrencimle bağımı güçlendiriyor ve onun bedenindeki hisleri okumama yardım ediyor. İnsanın elleri bazen gözlerinden daha güvenilir.

Günün en şahane sürprizi meğer dostumun sırtındaymış desem? 

Derslere başladığımızda inanılmaz bir tümsek vardı, tam kalbinin arkasında. Hatta yıllardır yürüyüşünü yogasını hiç aksatmayan, incecik, fıstık gibi kadında bu ne diye geçiriyordum içimden. Sonra sonra sordum da aslında, çünkü uzun süre aynı pozda kalmakla, yanlış bir duruşla ilgili olabilir diye konuşarak anlamak istedim.  (Bunu başka bir zaman anlatacağım.... )

Altından bambaşka bir hikaye çıktı. Şu kalp var ya kalp.. İnsana neler ediyor neler... Onu affetmeden, onu özgürleştirmeden, ona nefes alma alanı yaratmadan ne bedene, ne ruha, ne de zihne zerre huzur yok. Dünyevi işlerin ötesine, başka alemlere kapıdır kalp... Kalp kapısı açılırsa, gerisi selamet!

Diyeceğim o ki, aramızda üç hafta önce geçen sohbette bedeninde ve işine yansıyan izlerinde gördüğü, adını koyduğu, teşhis ettiği bir his özgürleşince, sırtı ( kalbinin tam arkası ) olması gereken forma geldi!!! Çünkü o kavis bir fiziksel sıkışma değildi, tastamam ruhsal bir kilitti. Açıldı, gitti!

Elbette hayat sürerken o kapılar defalarca açılır kapanır... Ama mattaki pratiğimiz bize şunu gösterir; orada bir şey var! Ona bak, gör.

Bu sebeple matta olmak demek, hayatla bütünüyle kontakta kalmak demektir. Kendi bedeninden, duygularından, acılarından kaçarak yaşanan bir hayatın, uyurgezerlikten hiç bir farkı olamaz...YEDİĞİN YEMEĞİ UYKUDA YERSİN, YÜRÜMEK, KONUŞMAK... TÜM EYLEMLERİN SEN KATILIMCI DEĞİLMİŞSİN DE İZLEYİCİYMİŞSİN GİBİ KENDİNE YABANCILAŞARAK GERÇEKLEŞİR. Acısı ve tatlısıyla, her yaşananın bıraktığı izle güzeldir hayat. Bunları görmek, konuşmak, kelimelerin dokunamadığına gözlerimiz, ellerimizle dokunmak öyle sihirli ki... 

Not et İnci, sırt kavisi yok, üçüncü ay!

namaste


8 Aralık 2020 Salı

YOGA VEYA MATTA OLMAK NEDİR? ( BENCE )

 

Senelerce lezbiyen, en iyi ihtimalle de biseksüel olmakla yaftalandım. Alakası yok. Kadınlarla hiç ilgilenmedim. Yine de illaki bir şey denecekse bana  densin ama kesinlikle homofobik değilim. Aşkın cinsi, cibilliyeti olduğuna da zerre kadar inanmam. Bu beni ne yapar, nasıl tanımlar umursuyor muyum? Hayır. 

Benim inançtaki duruşum da aynen budur. İnancım da sadece beni bağlar. Hangi tanrıya taptığım, nasıl ibadet ettiğim veya etmediğim yalnızca beni ilgilendirir. Yogadan anladığım da cinsellikten, inanmaktan ve ibadetten anladığımla aynı aslında; kuralsızlık içindeki kurala bakarım. 

Kurallar huzur veriyorsa, beni bana, bizi birbirimize, hepimizi bütüne, bire çekiyorsa, sadece bedenimde değil, ruhumda ve zihnimde de karşılık buluyorsa, eyvallah. Yok tirübünlere oynuyorsak, işimiz ego şişirmekse, mersi, kalsın.

Ne sevişirken, ne ibadet ederken, ne de yoga yaparken seyredilmek bence makul değil. Bunlar birlikte yapılabilecek ve bizi birbirimize ciddi ciddi yakınlaştıracak, kaynakla temasımızı arttıracak eylemler. Fakat hiçbiri izleyiciye yapılmaz... Hiçbiri öğrenildiği gibi kalmaz, siz değiştikçe değişirler. Hayat değişir, içindeki ritminiz değişir ve elbette buna bağlı olarak yoganız da değişir. Zamanla hepsi birleşir, zaten yeri gelmişken söyleyeyim tantra da tam olarak budur. 

Birkaç haftadır öğrencim olan genç bir kadın var. Aslında eski bir arkadaşımdır ama birlikte yoga çalışma vaktimiz şimdiymiş. Onunla ders yapmaktan çok hoşlanıyorum. Kural bekliyor benden, sınır, tarz... Komut bekliyor haklı olarak.

Yok, yok ki! Benim yogadan anladığım tek sınır mat!

Hayat gibidir yoganız; birgün sizi göklere çıkartır, ertesi gün zeminle bir olursunuz! Yogayı diğer fiziksel aktivitelerden ayıran, biricik kılan  nefestir. Pozlarda değil, nefeste derinleştikçe ritim duygunuz gelişir. Neden? Çünkü pozlarda derinleşmeniz için kontrol edilebilir bir nefesiniz olmalıdır. Her şey nefesi fark etmekle başlar. Kural mı istiyorsunuz? İşte kural: 

NEFES AL, NEFES VER. TUTMA!

Tıpkı bir dalgıç gibi nefesinizi akışta bırakmalısınız, nefes tutmak demek vurgun yemekle eş anlamlıdır; gereksiz gerginlik ve yorgunluk yaratır. Hem kaslarınızda, hem de zihninizde. DAHA DA FENASI RUHUNUZDA...

Oysa en son arzu edeceğimiz şey kaygılı, kasılmış bir bedendir. Bunu teknik bilgi olarak aktarmıyorum. Hayatının önemli bir bölümünde bedenine araç muamelesi yapmış, senelerce mat üzerinde fiziksel egzersizin ötesine geçememiş, donuk, tutuk vücudunu duvarlara çarpmış ve epeyce hayal kırıklığı yaşamış biri olarak söylüyorum. 

Hayatla akamamış, buz kesip kalmışsanız eskilerde bir yerde, bugün lütfen mata çıkın. İster kursa, ister bire bir çalışan yoga hocasına gidin, hiç önemi yok. Sadece mata çıkın ve kendinize hayatın sizden esirgediği, sizin derin değersizlik duygunuzla kendinize çok gördüğünüz şeyi verin: 

bir metrekare! 

O bir metrakarede ibadet edebilir, sevişebilir, dans edebilir, yoga yapabilirsiniz. Hiçbirine kural yok. İzleyiciniz yok. Sadece nefesiniz var ve bedeninizde çalışan, sizi bire davet eden frekanslar var. Onları keşfedin. Ten uyumu hikayesi gibi, müziğinizi bulun. Kulağınızdan girip, beyninizde yankılanan, sizi kımıldamaya davet eden sesleri bulun!

Müzik listeleriniz olsun mesela. Listeler ruh halinize göre değişsin. Nefeste ve pozlarda derinleştikçe, leş gibi hissettiğiniz günleri, sadece mata çıkarak yaşanabilir, izlenebilir kıldığınızı göreceksin. İçe dönük ve kırılgan olduğunuzda size hangi duruşlar huzur verir, veya dış etkilere ve yaralanmaya açıksanız nasıl pozlarda dengelenmelisiniz algılamaya başlarsınız.

Bize Ortadoğu'da bedenimizi duymak, ona dokunmak yasaktır. Oysa kadim bilgi hücre hafızasını bilir... Bırakın hücreleriniz bu eski, atalardan kalan bilgeliği anımsasın. 

Şunu hep hatırlayın lütfen; mata her çıkışınız müthiş teknik beceri veya gözlere ziyafet estetik içermek zorunda değil! Hani olsa güzel olur tabii ama öncelikli arzumuz keyif almanız. Kolunuzdaki saate bakmadan ( hatta onu çıkartsanıza ) bırakın bakalım bedeniniz napıyor? Belki dans eder? Belki saçma sapan sallanır? Kim bilir?

Son bir şey: Mata çıkınca namaste deriz: "İçimdeki ruhla içindeki ruhu selamlıyorum."  Ya da daha da güzeli "özümle, özün huzurundayım!"

Bir nevi en el hak!

Söylemiştim, buralar zordur diye:) 

Çıkacak mısın mata?





not: nefis bir yoga müziği benden gelsin

Homayoun Shajarian, İntihar

7 Aralık 2020 Pazartesi

YÜZÜK




 

İyi akşamlar, bir an için dolma gibi şişmiş parmaklarım ve on aydır manikür nedir unutan tırnaklarımla ilgilenmeyi bırakıp, şu yüzüğün güzelliğine bakar mısınız? Evet, cildim de kuru, sabun manyağı olduk ya hep birlikte unuttunuz mu? Kantaron yağı falan kullanıyorum aslında ama hangisi daha iğrenç kararsızım; hindistancevizine bulanıp kurabiye gibi kokmak mı, yoksa kantarona düşüp acı acı zeytinyağı kokmak mı?

Neyse, konumuz aşk.

Geçtiğimiz günlerde Sevgi Teyze'ye haftalık ziyaretimi yapmıştım. Kendisi çok sevdiğimiz bir aile dostumuzdur. Yaşını söylemekten hiç hoşlanmaz, fakat tahminime göre sekseni devirdi. Pandemi olayında mümkün olduğunca ziyaret edip, bazı ıvır zıvır alışveriş işlerini yapıyorum kendisinin. Neden mi? Çocuksuz kadın da ondan. Bi de neredeyse tüm arkadaşları ölmüş.

Uzatmayalım, Sevgi Teyze tanıdığım en güzel kadınlardan biridir. Ben onu Ayten Gökçer'e benzetirim. Ayten Gökçer'in Yedi Kocalı Hürmüz'ü oynadığı zamanları hatırlayan var mı? Ah, o zamandan bu yana hayranım kendisine.

Sevgi Teyze de en az o kadar güzel ve yedi tane olmasa da birkaç koca eskitmiş güzeller güzeli bir kadındır. Ama hayat işte, koca da eskiyor mirim; ölüyor, boşamak zorunda kalıyorsun, falan filan. Sonuçta ne diyor Mazhar? Yalnızlık Ömür Boyu.

Sevgi Teyze ve hayatının en büyük aşkı Semih Amca, annemle babamın 1970'li yıllardan arkadaşlarıdır. Benim çocukluğumda Tepecik Camii'nin arkasında nefis bir köy evinde otururlardı. Semih Amca'yı hep kot şortu ve masmavi gözleriyle hatırlıyorum. Neşeli, hareketli bir insandı.

İkisi o dönemde büyük aşk yaşamışlar. Neden ve nasılını buraya yazmayacağım elbette fakat tam evlenecekleri zaman Semih Amca öldü. Ama Sevgi Teyze ailemizin bir üyesi olarak hayatımızda kaldı. Semih Amca'dan sonra çok da tatlı bir insanla evlendi, ancak o da uzun yaşamadı. Boşuna dememişler Allah çirkin talihi versin diye!

Ali ile Nino'nun hikayesini Semih Amca'nın çevirisinden okumuştum büyüdüğümde. Ne yazık ki onun gibi değerli bir insanla sohbet fırsatını hiç yakalayamadım. Benim agucuk mugucuk yıllarım bittiğinde, o artık aramızda değildi.

Geçen hafta Sevgi Teyze'ye uğradığımda çok keyifsizdim.. Kapıdan paketini bırakıp, haftaya çaya uğrama sözü vererek tam çıkacaktım ki koşa koşa içeri gidip bana minicik bir porselen kutuyla döndü. Şaşırdım fakat bu sevimli kutucuk hoşuma da gitti. Teşekkür ettim. "Güle güle kullan" diyene kadar da içinde bir şey olduğu aklıma gelmedi. 

Sevgi teyze, bir çay içeriz ve bana rahat rahat verir hediyemi diye düşünmüş ama her şey kapı ağzında olup bitti. İyi ki de öyle oldu. Çünkü tam kutuyu açarken, "bu bana Semih'den, artık senin" dediğinde dağıldım. Dedim ya keyfim de yoktu zaten, bu beklenmedik hediye de üstüne gelince, ağlamaya başladım.

Onlar benim gördüğüm en aşık, en sevgi dolu çiftti. Çocukluğumdan hatırladığım o basit, huzurlu ev ve ikisinin hafifliği hep sisli bir hatıra gibidir bende. Avlunun serini, Semih Amca'nın çalışma odası ve kule gibi yığılmış kitaplar... Annemin ve babamın onların yanındayken huzuru.. 

Ve şimdi bu yüzük. Zerre kadar takı sevmeyen ben, parmağıma taktığımdan beri çıkartamıyorum. Kendisine mi vuruldum, ifade ettiği aşka mı bilmiyorum. Tek hissettiğim bana çok iyi geldiği. Evet, aşırı eski, evet dökülmüş taşları var ve evet, kesinlikle çok zarif... Tam parmağıma göre olması da harika!

Sanırım uzun zamandır aldığım en güzel hediye oldu. Geçmişin güzelliklerini bir bir hatırladığım, öyle büyülü bir dönem başladı ki, muhtemelen bu yüzükle o dönemin tüm anımsamalarına evet diyorum. Yeniden inanmak, mutlu olmak ve yaratmak adına kendime verdiğim söz sanki yüzüğüm.

Manikür mü? Zaten pandemi gelmese de bırakacaktım. Geçen sene Bayındır'da odun toplarken karar vermiştim. Pandemi de bahanesi oldu:)) 






6 Aralık 2020 Pazar

MEDİTASYON NEDİR? ( BENCE )

 


Günaydın Ahali,

Bu sabah, beş kuruşluk ederi olmayan bir gazetenin köşe yazarı gibi hissediyorum kendimi. Sebebi de Pelin Özer. Bana kuş cıvıltısını andıran sesiyle öyle okkalı ev ödevleri veriyor ki, içimden "vay anasını sayın seyirciler, bu ses tonuyla ne kaleler fethetti Pelin'im kim bilir?" dedirtiyor. Pelin haklı, yıllardır kafayı taktığım bir iki yazar dışında gerçek anlamda edebiyat okuyucusu değilim. Aynı anda iki şeyi yapamıyorum. Annemdeki disleksi bende bu şekilde tezahür etti zahir...

Çocukken epeyce güzel resim yaparmışım. Öyle üfürükten de değil, şu gelecek vaad eden veletlerdenmişim yani. Aslında gayet normal. Kapısından Alantar, bacasından Burhan Uygur giren bir evde ya ne yapacaktım? Okuma yazma gelince boya kalemlerim puf diye gitti, dünyam kitaplar oldu. Resim hakkında bir daha hiç düşünmedim. Ama geçiş dönemi eserlerimi görmelisiniz, araya üç beş harf serpiştirilmiş, soyadımı öğrenmeye çabaladığım post modern işlerim var ki, of! Yaş beş!

Velhasıl uzun lafın kısası, okuma yazma meselesindeki edebiyat aşkımın sonu arkeoloji ile geldi. Bilim adamı olacağım diye makaleden gayrı bişi okumadığım uzun yıllarım oldu. Ardından kafayı inançlara ve yogaya da takınca, o keyfim için okumalar tümden gitti, yerine öğrenme açlığıyla ve anladığını aktarma sorumluluğuyla okuma yazmalar geldi. Eğitim notları, dergilere yazılar, öğrencilere ev ödevleri derken, bana kala kala blog yazarlığı kaldı! Güzel dilimizde buna kendim ettim, kendim buldum diyoruz. Bi de "oh olsun!" denir ama insanın  kendine  oh olsun demeye dili varmıyor.

Neyse, bugün konumuz meditasyon. 

Yıllardır yüzlerce defa anlattım aslında. Meditasyona oturmak huzurlu bişi olmayabilir...  Ki değildir de.. Osho'nun yavaş yavaş haşlanan kurbağaları gibi tatlı tatlı haşlanıp, pardon yaşayıp gitmek varken, rahat mı battı da oturacaksınız meditasyona?!

Geçen yıl yoga derslerimin mottosu Mevlana'dan idi. Adam açık açık söylemiş. Ama bizdeki kafa magazin gazeteciliği bakışıyla bi kısmını anlamış, fakat ne hikmetse asıl cümleyi pas geçmiş. 

Şimdi, "kim olursan ol gel" diyor ya, BU CÜMLEYİ İYİ ANLAMAK LAZIM. ÇÜNKÜ DEVAMINDA GELDİĞİN GİBİ KAL DEMİYOR..."Yola gel" diyor. Daha da ehemmiyetli olan asıl okkalı cümle de ardı sıra eklenen; "Gel, gel ama sıkılırsın..."

Yola girmek, arayıcı olmak merakla başlar.  Zihinsel arayışın, ruhsal arayışa dönüşmesi için yolculuğa akıl fikirle, merakla ve mümkünse aşkla çıkmak iyi olur. Bu yolculuğun hakkıyla gerçekleşmesinde takip edilen ve birbirine paralel iki yol vardır. İçerideki yol ve dışarıdaki yol. Er geç bu ikisi buluşur. 

Dışarıdaki yolculuğun zaman zaman rehberleri olur, gurular, şeyhler, hocalar, okkalı deneyimler, felsefeciler, kitaplar, kuramlar... Bu hocaların elini tutarsanız yol kısalır, zamandan kazanırsınız. Fakat orada da bir sır vardır ki, beni en zorlayanlardan biri olmuştu, o dış yolculuğun rehberi arayarak bulunmaz... Siz hazır olunca, içerideki yol, dışarıdakiyle bir olmaya niyet edince, usta karşınıza çıkar. 

Onu görür görmez tanırsınız, iç sesiniz "bildim seni" der. İşte öz benliğin bu "bildim seni" cümlesini fısıldayabilmesi için yapılan içsel hazırlık serüveni meditasyondur.

Kaynakla bağlantı kurmak için bir budist pratiktir meditasyon. Meditasyona oturmak için budist olmak gerekmez. Eğer müslümansanız ve meditasyon kelimesi sizi inancınıza dair huzursuz ediyorsa adına "tefekkür" dersiniz, olur biter.

Meditasyon bir zihinsizlik hali değildir. Meditasyon, kendimiz sandığımız ve elbette biz olmayan zihnin aralıksız oyunlarını izlemektir. Bedeni durdurduğumuzda, zihnin gün, hatta gece boyunca yedi yirmi dört aralıksız bombardımanına tanıklık halimiz başlar. İşte bu izleme, düşüncelerin geliş gidişlerini görme egzersizine meditasyon diyoruz.

Burada, meditasyona oturduğunuz anda, acı, sevinç, şüphe, kaygı, geçmiş ve gelecek... Ne varsa içinizde hepsi koşa koşa gelecektir. Bütün bunlarla savaşmayın, kovalamaya çalışmayın ve peşlerine takılıp izlemeyin.

Eğitimlerde defalarca anlattığım bir Zen hocasının örneğini tekrar ediyorum; düşüncelerimiz biz değildir. Düşüncelerimiz evimize davetsiz gelen konuklardır. Onları nezaketle kabul edin. Bırakın gelsinler. Ama çay ikram etmeyin!

Aslında bu kadar basittir. En değersiz, en korkutucu duygu ve düşüncelerimiz bile bizim tarafımızdan görülmek, bilinmek ister. Onları görün, onları kabul edin. Karanlığınızı da kabul edin. Bu bedende insan olmayı deneyimliyorsak, insana dair her şey bizde mevcut.  Meditasyona oturarak bunu görür ve her şeye bu kabulle başlarız. Amaç, hedef mutluluk değildir. Huzur ve mutluluk olsa olsa bir sonuç olabilir. Acele etmeyin.

Devam edeceğim...




1 Aralık 2020 Salı

EVVEL ERBAY'IN FASLİ ŞITA*




Geçen sene Ayşe öldü. Ekim'di. Yazmış mıydım? Hiç hatırlamıyorum. Bence yazmamış, kaçmışımdır. Genelde öyle yaparım. Biri ölmüşse, kederden delirmeyeyim diye ya acımı yok sayarım, ya da ardıma bakmadan arazi olurum. 

Ayşe'nin öldüğü gün- üzerine basa basa öldüğü diyeyim de aklıma, fikrime, girsin!- ben kalktım arkadaşımın kızının Luna Park davetini kabul ettim. Ayşe morgda yatıyordu, onun için yapabileceğim bir şey kalmamıştı. Ama İdil yedi yaşındaydı ve ben doğum gününün tek davetlisiydim. Gitmem gerekiyordu, gitmek istiyordum. 

Gittim.

Floransa'daki atlı kararıncayı anımsadım. Binmemiştim. Annem ve kardeşim gibi ben de neşelenmekte tutuğumdur. Oysa ne vardı binseydim? Avrupa'nın ortasında, kimse beni bilmez, ben kimseyi bilmem. Gerçi beni burada da pek bilen yok ya, neyse. 

O gün idil ile Luna Park'da eğlendik. Mehmet, Pelin ve İdil hala hayattaydı, birlikte gülebilir, konuşabilirdik. Hem bir yıl önce Ayşe'nin de ölebileceğini hiç tahmin etmezdik. Burgazada'da ne unutulmaz bir gün yaşamıştık... Ve şimdi İdil, Pelin ve Mehmet'le olmalıydım. Ya İdil'in başka doğum gününe katılamazsam? Bu riski alamazdım. Almadım.

Ayşe mi? O öldü.

Ayşe dev bir kadındı. Sımsıkı kucaklar, şefkatiyle her yanı turuncuya boyardı. Ayşe bir Bizans kraliçesi, İsis Mabedinden bir rahibe, şaman masallarından bir ritimdi. Ben ona baktığımda sondasını plastik torbada taşıyan hasta bir kadın değil, çölleri aşan bedevileri, Yahya ile güneşi selamlayan kavmi görüyordum.

Öyle beklenmedik yerden yakalandım ki Ayşe'ye, ökseye tutulmuş serçe gibi artık onu bırakamazdım. Hatırlamıştım.

"Hiç babasız büyümüş kız çocuğu gibi değilsin" derdi bana. Nasıl yani diye sorduğumda, "normalsin" derdi. Normal? Ben mi?

Ayşe ölene kadar, benim sesimin neşesiyle mutlu olduğunu söyledi. Ona bıraktığım sesli mesajları çok seviyordu. Hastanede refakat ettiğim gecelerde öyle çok teşekkür etti ki, utandım. "Ah kuzum kim bilir nasıl tetikliyorum senin anılarını..." derdi.. Oysa çok memnundum yanında olduğum için. Gideceğini bile bile eşlik ettim Ayşe'ye.. Her kelimemin son kelimem olma olasını tartarak konuştum. Ama kepenk indirmiştim, acıyı bir kere daha dondurdum. Bilerek yapmıyordum...

Yas tutma özürlüyüm ben. Ayşe'nin ölümüne eşlik ettim, hatta onu yıkadım pakladım ama yine de yas tutamadım. Gördüğümü inkar ediyordum. Ayşe'yi paralel evrende yaşatmaya devam ettim...

Şimdi annesi mesaj yolluyor bana. Mesajlarda sevgi sözcükleri var, mesajlarda Ayşe var. Ayşe'ye "ben normal değilim" diye bağıra ağlaya anlatma arzum var. Ama Ayşe yok.

Öldü.

Ne mi var?
Evvel erbay'ın fasli şıta.

Zero bu sabah bana böyle günaydın demiş. "Ayçiçeğim günaydın, evvel erbay'ın faslı şıta ( kış başlangıcı ) kutlu olsun."

Fırtına takviminden çıkıp mevsim döngüsüne girişim bugün o zaman. Ayşe'ye selamım, teşekkürüm olsun bu zaman. Huu
 


25 Kasım 2020 Çarşamba

ELMASLAR VE PAS

 

İnci'ye büyük bir teşekkürle....





Lanetleneceğim
İşte bir kez daha geliyor hayaletin
Ama bu olağandışı değil
Sadece ay, dolunay
Ve senin arayacağın tuttu
Ve burada oturuyorum
Elim telefonda
Tanıyor olabileceğim bir sesi dinliyorum
Bir kaç ışık yılı öncesinden
Dosdoğru ilerliyor bir düşüşe doğru
 
Hatırladığım kadarıyla gözlerin
Nar bülbülü yumurtalarından daha maviydi
Benim şiirselliğim berbat demiştin
Nereden arıyorsun?
Orta batıda bir telefon kulübesinden
On yıl önce
Sana bazı kol düğmeleri almıştım
Sen bana bir şeyler getirmiştin
İkimiz de biliyoruz anıların ne getirebileceğini
Elmaslar ve pas getirirler
 
Sen patladın sahnede
Halihazırda bir efsane
İşçi sınıfı fenomeni
Orijinal serseri
Yolunu kaybedip kollarımın arasına geldin
Ve orada kaldın
Geçici olarak bir denizde kaybolmuş
Madonna serbest bir şekilde senindi
Evet, en alt raftaki kız
Seni sağ salim tutacaktı
 
Şimdi seni ayakta görüyorum
Kahverengi yapraklar etrada düşerken
Ve saçında karlar varken
Şimdi gülüyorsun penceresinden
O köhne otelin
Washington meydanındaki
Nefesimiz beyaz bulutlar gibi çıkıyor
Karışıyor ve asılıyor havada
Konuşuyorsun sert bir şekilde benim için
İkimizde o an orada ölebilirdik
 
Şimdi bana diyorsun ki
Nostaljik değilsin
O zaman bana başka bir sözcük ver onun için
Sen ki kelimelerle
Ve her şeyi muğlakta bırakmakta iyisindir
Çünkü şimdi o muğlaklığın birazına ihtiyacım var
Her şey çok açık bir şekilde geri geldi
Evet seni yürekten sevdim
Ve eğer bana elmaslar ve pas öneriyorsan
Ben çoktan bedelini ödedim

https://www.youtube.com/watch?v=1ST9TZBb9v8


JUNO KENDİ HALİNDE BİR YILDIZ GÖZLEMCİSİ

 




Günaydın,

Bu sabah saat beş sularında uyandım.  Henüz postalamayacağım ve asla yayınlamayacağım bir iki yazı sonrasında tekrar uyumuşum. Bir sonraki uyanış yedi civarıydı. Mecburen kalktım. Balkondaki kediler acıkmıştı, evdeki desen yeni mamasına bayılmış ve daha çok vermem için avaz avaz bağırıyordu.

Sabah rutinimin biraz ( biraz mı? Epeyce!!! ) robotlaşmasına bozularak, hepsini hallettim. Niyetim çok özlediğim kız arkadaşlarım hakkında yazmaya başladığım yazıyı tamamlamaktı ama o coşkuyu bulamadım. Sabahın bu saatlerinde ne müzikti aklımdan geçen, ne de özlem. Çok derinden gelen inşaat gürültüsüne eklenen buz gibi havanın tek düşündürdüğü Juno'nun bu sabah yazdıklarıydı...

Yazı şöyle başlıyor; insanın hayali yalnızlığını paylaşmak, sıkıntısı ise kalbini açık tutamamaktır. 

Juno okumayı seviyorum. Ölümün sınırlarında dolanmaya başlamadan evvel de seviyordum. Biliyorum ki derin sularda yüzmenin bedeli var ve Juno şu sıralarda bunu ödeyen güçlü bir varlık. Mutlaka fiziki bir son gerekmiyor yeniden doğuma, hepimiz biliyoruz. Bilerek veya bilmeyerek birbirimizi, çoğu zaman da kendimizi yavaş yavaş öldürüyor ve sonra yine kendimize ebelik ederek tazelikle geri dönüyoruz. Doğuyor, doğuruyoruz.

Sahi kaç kez ölür ki insan?

Çok şişmanladım. Kişisel tarihimdeki rekor kiloma ulaştım. Biriniz yokuştan yuvarlasa, üçünüz aşağıda tutamazsınız! O kadar yani. Sebebi de malum, bir kez daha kendimi doğurmam gerekiyor. Daha değil, daha zaman var diyerek ne kadar, nereye kadar kaçsam da bu mutlak sonu sadece erteleyebilirim... Ki o da nereye kadar?

En son boşanırken bu kiloya ulaşmıştım. Mutsuzluğumu doğurup, yenilenmeye ihtiyacım vardı. Birkaç ay kıvrandım fakat başardım. Peki bu ne? Şimdi gün be gün karnımda şişen, kan basıncımı hırpalayan şey nedir? Kimdir? Elbette biliyorum ne. Bilincim, ruhum, her hücrem tanıyor içimdekini.

İsteğim bu doğumun kansız gerçekleşmesi. Sancısız değil tabii ama kansız. Juno diyor ya bu sabah, kalbini açmak, kendini ortaya koymaktan korkmamak, güç oyunlarına gerek duymamak ve şefkatle yaklaşmak... Bu doğuma işte böyle yaklaşmak istiyorum. Hem ebesiyim yaşananların, hem doğuranı, hem doğanı.

O yüzden durmadan yazıyorum. Er geç mektuplardan birini, muhtemelen de az evvel yazdığımı postalayacağım. Çünkü bu duygu çok fazla. Küller küllere, anılar anılara karışmalı ki, günün yavaş yavaş aydınlanması gibi hafiflesin varlığım. Eğer öbür hayat yarından evvel gelirse valizim hazır olsun istiyorum.*

Şimdi gerçek yazıya dönüyorum. Burada yeteri kadar ısındığımıza göre, sıcacık kelimelerimi alıp, süslü kurabiyeler pişirmeye gidebilirim. 

Güzel geçsin gün... 

*bezen öbür hayat yarından önce gelir. zen atasözü

17 Kasım 2020 Salı

SABAH SABAH

 




 

Günaydın:)


Nereden geliyor bu sabah tebessümü derseniz, ben genelde iyi başlarım güne. Özellikle moralimi bozacak bir şey yoksa, sakin sakin kalkar kahvemi hazırlar, odamı havalandırırım. Sonra da kedileri besleyerek, yazarak okuyarak yavaş yavaş açılırım. Bu yüzden, eğer erken saatte bir yere gideceksem, sırf sabah rutinimden azaltmamak için daha da erken kalkarım. Son günlerde öyle ilginç makaleler okudum ki, bu erken uyanma işini azıtıp gözümü sabah namazı saatine diktim, hadi hayırlısı:)

Güne neşeli ve erken başlama hali bende ışığın azalması gibi azalır saatler ilerledikçe. Öğleden sonra uykum gelir, hatta evdeysem uyuduğum da olur ve akşam yediden sonra enerjim neredeyse yarıya düşer.

Yazı yazarken de öyle olduğunu fark ettim geçen hafta. Özellikle dikkatimi toplayıp yazabildiğim saatler varmış. Açıkçası blog yazılarım nadiren o saatlerden nasiplenmiş.

2007 Yılında Külkedisi'nin teşvikiyle açılmıştı blog. Düzenli yazdığım zamanlarda pek çok güzel insanla tanışmama ve onların yazdıklarını okumama da vesile olmuştu. Sonra sonra her ne olduysa, neşemden ve hoşuma giden şeylerden çok çözümsüzlüğümü dile getirdiğim bir ağlama, mızmızlanma odasına dönüştü. Ne zaman zorlandığım bir duygu veya düşünceyle dolsam, gelip buraya kustum. Yazının rehabilitasyon değerini yanlış anlamış olmak bana epeyce vakit kaybettirdi. Yani kendim çaldım, kendim oynadım. Gerçekte ne yazmak istediğimi, yazıdaki potansiyelimi oluşturamadan, sınırlarımı keşfedemeden olası bir eserin üstünü kapatıyordum sanki.

İnsanın varoluş serüveninde türlü türlü  ve defalarca yaşanan uyanma hallerine bir yenisi daha eklenince, hep aynı müziği dinlemediğim gibi, ya da değişen mevsimlere uygun kıyafetleri seçebildiğim gibi, yazıda da blog ile günlüğümü, günlüğüm ile seyahat defterlerimi, defterlerle bir gün basılmasını hayal ettiklerimi ayırabileceğimi anladım. Hatta anlamakla kalmayıp, her birine farklı bir çalışma saati yaratmam gerektiğini gördüm.

Baktığımı görmeye karar verip yazıyla ilişkimi, yeteneğimi sorgulamak ve sınırlarımı genişletmek isteyince de, niyetime göre şekillenmeye başladı hayat. Tabii ki hiç şaşırmadım.

Son günlerde kendimi, geçmişini renkli renkli şifon örtüler altına saklamış yaşlı bir sihirbaz gibi hissediyorum. Başa çıkamadığım duygularımı, yenişemediğim terk edilişlerimi, yaslarımı, gözyaşlarımı öyle ustaca gizlemişim ki, neyi nereye koyduğumu, kimi nasıl yaftaladığımı, hatta ne hissettiğimi ciddi ciddi unutmuşum! Donmuşum. Uyumuşum. Hatta geçici körlük yaşamışım. Artık ne dersen.

Şimdi tek tek örtüleri kaldırıyorum ve görüyorum ki öykü içinde öykü var geçmişimde. Ah nasıl güzeller! Şimdiden üç klasör oldular. Aklıma geleni büyük bir keyifle yazıyorum. Anneme soracaklarımı kenara karalıyor, bana bir şey olursa neyin kime emanet edileceğini özenle not ediyorum.

Yeteneklerimle tanışıyorum. Yazmaktan bahsetmiyorum, saklamayı işaret ediyorum:) Müthiş bir saklayıcı olduğumu gülümseyerek kabul ediyor ve her örtünün altındakine hakkını teslim ediyorum.

Yaşamak biraz da yaşanmışlıklarla helalleşmekse eğer bunu yazı üzerinden keyifle yapıyorum. Tüm kararlarım ve kararsızlıklarım için kendime şefkat gösteriyorum.

Hayatla dansımın adımları bir bir, gün gün değişirken, istisnasız her dakikaya minnet doluyorum. Diyeceğim o ki sabah sabah blog yazarak kahve içmeyi yazının ısınma egzersizi olarak acayip seviyorum:) Kahvem bittiğine göre, başka bir örtüyü kaldırmaya gidiyorum.








15 Kasım 2020 Pazar

YENİ AY

 





 


Dışımızdaki karanlık, ruhun ışığını arttırsın, gözyaşları hazineye götürsün, saklı olan kuytulardan çıksın. Yeni Ay, yenilenen dileklerin, cesaretle kucaklanan döngünün, asla tekrarı olmayan zamanların farkındalığıyla yükselsin.

O kadar çok orman hikayesi yazdım ki ben, sonunda hepsinin birbirini tekrarlamasından sıkıldım. Durmadan ormanlardan, kadim ağaçlardan, büyülü dev dalgalardan, kimsenin nerede olduğunu bilmediği deniz fenerlerinden bahsettim.

Hoyratlık ettim. Hem kendime, hem de benim iç sularımda seyirde olan diğerlerine… Kurguyla gerçeği birbirinden ayıramayacak kadar karışmıştım. Ne zaman ayırmaya kalksam, annemin balkonda büyüttüğü arapsaçı gibi çözüldüğümde kuruyordum!

Olan bitene boyun eğdiğimde geldi saklı olan. Kırgınlıklarımı, ateşli silahlarımı ve alev saçan kelimelerimi kontrol edebildiğimde gördüm gerçeği. Hepsi benim eserimdi. Etrafımda yaşanan her şeyi oya gibi işlemiştim. Yaratımın tüm aşamalarında yer alıp, sonra beğenmemezlik etmiştim.

Neyse ne işte. İster travma diyelim, istersen kader döngüsü. Kimseyi benden ayrı, bana rağmen bir eyleme zorlayamazdım. Değişim isteği ve cesareti olan, çarkı beğendiği yerde durdurma kudreti olan yalnızca bendim.

Şimdi, bu uyanışla kurguyu kurguya, gerçeği gerçeğe teslim ediyorum. Yazarken göstermeye alışık olmadığım özenle yazıyorum. Kendi metnimde hem işçi, hem yazar, hem de editör olmayı deneyimliyorum. Hayata da bu dikkatle, öfkeden ve tüm ezberlerden uzak, sakin ve uyanık bakmaya çalışıyorum. Beni eski ezberlere çekecek üslupsuz, sevgisiz ifadelere, insanlara kapım kapalı. Yeniyi seçmeyene, yenilenmeyene yer yok kalan ömrümde.

Beni, kontrol edemediği bilinçaltı ve sebebi olmadığım kayıplarının öfkesiyle cayır cayır yakmaya çalışan insanlara, sana Naci  özellikle sana yer yok hayatımda. Artık benim üretme zamanım, yaşama ve yaşatma vaktim. Seni iyi kılmak benim işim değil.

Yeniyi, yenilenmeyi, dertleşmeyi, şeffaflığı, birbirimizin yarasını beresini sarıp, yeteneklerini parlatmayı bilenlerle kalmayı seçiyorum. Diğerleri için yapabileceğim bir şey yok. Eskiye, öfkeye, akıl ve paraya tutunup, bir ömrü yanılsamalarla geçirmekse bazılarınızın arzusu, bir zamanların hatırına onları da öyle kabul edip bırakıyorum. Elbette arzum bu değil ama olmayacak duaya amin demeyi sonlandırıyorum.

Bak ne diyeceğim sana, bitki eksene bugün, çoraplarını çıkart serin toprağa bas. Keşke bu yazıyı okumadan evvel en güzelinden bir kahve yapmış olsan kendine. Kalbinin derinliklerine bak. Kadın ve erkek olmanın ötesindeki bizi gör, varlığın özünü hisset. Karşılaşmanın sebebini keşfet. Şifaya, saf sevgiye, samimiyetle günahları sevip okşamaya, sımsıkı sarılıp yeniden güvenmeye tamam dersen bugün tam zamanı. Bugün ya da hiç.

Tüm dökümü yapıp, yenilenmek için son teklifti.

Yenilenirken, yeniyi seçerken kendini kabul edenlere katılıyorum. Kervan sabah 08.08 de kalktı. Gün kararmadan karar vermelisin, bizimle, benimle ışığın, aydınlığın deneyimlerine mi açılacaksın, yoksa bir dakika mutluluk satın alamadığın altın madenini işlemeye devam mı edeceksin? Yargısız, ezber bozan yeni bir başlangıç diliyorum hepimize. 

Uyansan keşke!


13 Kasım 2020 Cuma

BUGÜN ÖĞRENMEKLE NEŞELENEN BİR CANAVARLA TANIŞTIM!

İplikçikler... Sihirlidir. Bizi birbirimize, hepimizi bire bağlayan, ayırmakta değil, birleştirmekte maharetli ustalardır.. Şimdilerde ne güzel işliyor sistem, nasıl da hayran bırakıyor kendine. Dışarıda kim bilir kimlerin dünyevi arzularına hizmet eden dev bir karmaşa tüm hızıyla sürerken, içimizde yatağını bulmuş, usul usul akan ırmaklar var. İşte onlar hep buluyor yolunu! Sana, bana ve tüm direnişe rağmen, kazanan hep bilinmeyenin gizemi oluyor.

İçim sevinç dolu. Anlamaya başlamanın, anlatmaya cesaret etmenin, sevmenin ve sevilebilmenin, tüm korkaklar adına canavarlarla dans edebilmenin neşesi var bedenimde. Kayıplarımın nasıl da kazanç olduğunu anlamanın hafifliğiyle dolu soluduğum hava.

Doymak bilmez bir oburlukla öğreniyorum kendimi. Geçmiş ve geleceğin olmadığı, zamandan ve mekandan bağımsız bir bilme halindeyim. Vesile olan tüm varlıkları seve seve misafir ediyorum evimde. Arkalarındaki ışığı görüyorum, onlara sırtımdaki kanatları , uzayan dişlerini, perdelenen ayak parmaklarımı gösteriyorum. 

Birlikte yükseliyoruz. Öyle güzel ki burası, küresel ısınmanın, kıtlığın, salgın hastalıkların ve arsızlığın çok çok üzerindeyiz. Burada ne dövize endekslidir mutluluk, ne de birkaç gram altına değişilir sevgi.

Bugün günlerden geometri. Bugün öğrenme canavarına kare, dikdörtgen, daire ve üçgen verdik. Al, sana da veriyorum aynılarını. Lütfen bana mutlu bir resim yap dört geometrik şekilden! İçine huzur koy, kabul koy, merhamet koy ve şiddetsizlik eklle. Bir gece yastığın altında beklet. Sabah kalktığında bir daha nefessiz hissetmeyeceksin. Gözlerin çok iyi görecek, kulakların çok iyi duyacak. Bizim buralarda kokan hafiflik ve ferahlık sizin oralarda da hissedilecek. Al, al sana dört geometrik şekil, hadi güzel bir hayal, güzel bir hayat kur kendine.

Güzel bir hayat.


6 Kasım 2020 Cuma

KASIM'DA BİR PANDEMİ SABAHI

 


Hepimizin korkuları depreşti. İçimizdeki odaların kapıları, pencereleri açıldı. Ortaya saçılan yaşanmışlıklar artık saklanmak istemiyor, bırakıldığı yere sığmıyor hayat. Görülmek, temize çekilmek istiyor. Aksel "neden sakladın, yak artık onları" dediğinde, baharda yemyeşil parlayan ağaçların, sonbaharda alev alev yanan yapraklarını düşündüm. 

İnsan neden bir ağaç gibi kabulde değildir?

Sevdiklerimi kaybetmekten çok korkarım ben, ki defalarca yaşadığım düşünülürse çoktan alışmış olmam beklenirdi. Ama olmadı. Alışmak olan bitene duyarsızlaştıran bir şeyse eğer, ben hiç alışamadım.

Rüyalarımın kabusa döndüğü bir geceden uyandım. Kırgınlıklarımdan, korkularımdan bir senaryo yazıp, bütün gece oynadığımdan sabah çok yorgunum. Kah ağladım, kah hesaplaştım.  Oyuncak bebeklerini konuşturan, duygusunu düşüncesini ancak onların dilinden ifade edebilen küçük bir kız çocuğu gibi cılızlaştım.. 

Rüyam konuştu, ben dinledim.

O kadar uzun, öyle yoğundu ki gördüklerim, kasılmış sol kürek kemiğim, tüm endişelerini burun deliklerinden çıkartmaya çalışan bilincim ve hırpalanmış bitkin bir bedenle merhaba dedim sabaha.

Kederli değilim, kabuldeyim. Fakat bilmediğim sular buralar, endişemi yüzeyde tutup, umudumu boğmaktan çok korkuyorum.

5 Kasım 2020 Perşembe

YAKAN TOPTAN ALINAN CANLARI VER BAKALIM.

 

İnsan ne güçlü bir canlı mirim, ne çok canı var! Çocukken yakan top diye bir oyun oynardık, topu kucaklamayı başaran oyuncu vurulsa bile oyuna devam etme hakkı olurdu. İşte insan tam yakan toptaki gibi yaşıyor şu dünyada; çok canı var, hatta ekstra canları bile var ve nasıl bir döngüdür ki öl öl bitmiyor! Ortada durmadan kucaklanan bir alev topu tüm deneyimlerimiz.

Ve tabii doğ doğ, o  da bitmiyor.

Birkaç aydır travmaya duyarlı yoga teknikleri üzerine yoğun okumalar  yapıyor, değerli bir psikologla toplantılar düzenleyip, arkadaşlarım üzerine pratikler uygulayarak  tam da bu ölüp ölüp dirilmeleri anlamaya çalışıyoruz.

Öyle güzel bir iş ki benim ki, yani eşelenmek, çünkü insanı yerden yere vurup canına okuyabildiği gibi, bir kuş kadar hür ve hafif de kılabiliyor. Birgün ucu bucağı olmayan çöllerde sürünürken, ertesi hafta engin denizlere yelken açabiliyorsun. Bütün bu anlattıklarım yoga/eşelenmesi. 

İnsanın, içini kurcalaması rutin ev temizliği gibi olmalı aslında; eskimiş ve nicedir kullanmadığımız eşyalardan vazgeçer gibi vazgeçilmeli arkada kalmış duygu ve düşüncelerden. Bir Zen düşünürü "duygu ve düşünceler evinize gelen misafirler gibidir. Hatta bazen davetsiz gelir ve düşündüğümüzden uzun kalırlar. Çay ikram etmeyin!"der.

Ne güzel değil mi? Meditasyon kafası da budur zaten. Kapıları kapatmak, gelen duygu ve düşünceyle savaşmak değildir önerilen, aksine geleni görmek, görünme ihtiyacını bilmek ama tepene çıkmasına, hayatında olur olmaz güç kullanmasına yani kamp kurmasına zemin hazırlamamaktır.

Bu denli basit, uygulanabilir bir öneri, neden böylesine zorlar ki bizi? 

İnsan nefis bir bilinemez.

Bugün derse başlarken öğrencim öyle güzel bir farkındalığını paylaştı ki, içim şenlendi. Zaten kendine sağır biri değildi ama bedeni aracılığıyla o kadar güzel bir noktaya değmişti ki bakışları, of! En değerli kelimelerini kilitleyen, anahtarı da suya atan bir cinden bahsetti bana. Cini bulmuş, gözlerinin içine bakmış ve anahtarları geri almıştı. Şimdi sıra dalıp kutuyu çıkartmaya gelmişti. Ama yapacak, belli.

Çok sevindim. Vay arkadaş dedim içimden, amma cin, ne çok hayalet varmış kuytu köşede! Canavarlar, hendeklerde gezen timsahlar, kurt adamlarla doluymuş geçmişlerimiz.. Nasıl yaşamışız biz onca yıl bu kadar büyük bir enerji israfıyla! Ne kadar büyütmüşüz basit ilişkileri gözümüzde, ne çok duygu atfetmiş, ne çok mücevher takıp takıştırmışız gömmeye kıyamadığımız ölülerimize! Onlara da yük olmuşuz, kendimize de.

Oh diyorum oh be, nihayet yaşamadan ölmeyeceğiz şu güzel dünyada! Ne mutlu ki uyanıyoruz, ne şanslıyız ki bu uyanışta mis gibi kahveler içtiğimiz ruhlarla beraberiz. Artık ölümden korkmuyoruz. Defalarca öleceğiz, öleceğiz tabii, yoksa nasıl doğacağız ki?

Çok şükür, yüz şükür ve de amin diyorum.

NOt: Bugün kedikonduların üç tanesini tamamladım. Neden bunu yazıyorum, çünkü hala akıllanmadığım konular var. İdrak bir geceden ertesi sabaha ve tüm olaylar için aynı anda olamıyor... Kedilerin insan eli değer müdahaleleri tercih etmediklerini biliyorum. Ama yine de sırf kendi vicdanımı rahatlatmak için barınaklar inşa ediyorum.


3 Kasım 2020 Salı

MİTOSTAN LOGOSA...*

Efsanelere ve masallara olan düşkünlüğüm malumunuz. Ya dinlerim, ya okurum, olmadı uydururum:)) Kendimi bildim bileli kültürler arasındaki geçişleri, özellikle de karşılaştırmalı din tarihi  hakkında yazılan yazıları bayıla bayıla okumuşumdur. Objeleri okumak desen işim bu! Matematik mi? Sadece geometri derim. Gerisiyle ne ilgilendim, ne de kafam bastı. Hayatın içindeki matematiği fark ettiğimdeyse, yaşım bu işler için ilerlemişti. Takdir edersiniz ki bir noktadan sonra  kesirlere dönemezdim.

Sembolizm,  sanatın her türünde beni kendine çekmiştir. Sadece edebiyatta değil, resimde ve heykelde de kovaladığım şey hep saklı olan, gizli kalan olmuştur. Bu heyecan veren arayış, zamanla yerini yolda olmanın hazzına bıraktı. Ama gel gör ki, iş olarak seçtiğim her ne varsa içinde hep, her daim efsaneler, mitolojik öyküler, kısacası ezoterik mesajlar barındırdı. Bir kaçtım, iki akılla yorumlamaya gayret ettim. Üç durdum.

Şimdilerde içinden geçmekte olduğumuz günlere baktığımda binlerce yıldır, yüzlerce kez tekrarlanmış bir oyunu izlemenin hayretindeyim. Şaşkınım, çünkü  ben ilk kez seyrediyorum. Aynı zamanda endişeliyim, çünkü çığ gibi üzerimize gelen ve hız kesmeye niyeti olmayan tüm bu senaryoları hala anlamak istemeyenler var... Hala akılla, fikir yürüterek, gelecek - sahi nerden biliyorlar geleceğin geleceğini?- iyi günlere odaklanarak buradan geçeceğimize inananlar var... Dilerim haklı çıksınlar. Ama tarih öyle söylemiyor. 

Artık hesap kitap yapmayı bırakmak gerekiyor; karmaşık olandan basite, sığ olandan derine, bilinenden, bilinmeze doğru yolculuk. Şimdi kendine, içine yol alma vakti. Tüm olay örgüsü tekamüle hız vermek, insanı deneyimden deneyime sürüklemek adına kurgulanmış. Hepimiz bulunduğumuz mertebenin izin verdiği kadarını görüyoruz. Ama şüphesiz her birimiz dönemin olağanüstülüğünün farkındayız.

Sezgiler...

Kendi adıma çok iyi kotardığım ve hiç beceremediğim tüm hallerimle hemhal oluyorum şimdilerde. Bir yanım mutlu mesut, kendine gülcükler saçıyor, diğer yanım hala endişeli; bütün gücünü, tam kapasite kullanmayan insan tarafına homurtulu.

Ne yapıyor o insan yanım? Sabahtan öğlene uzanan tatlı rutininde sabahlığını giyiyor, balkonda beslediği ana oğulu doyurup, sonra kahvesini demliyor ve Theo'nun yemeği ile ilgileniyor. Yazmak, çizmek, rutin ev toparlaması ve meditasyon hep bu aralıkta. Eve bakmak, kendine bakmak, internetten alınacakları almak, satılacakları satmak da hep bu arada.

Çünkü sadeleşiyorum. Kalbimdeki, sırtımdaki, elimdeki fazlalıkları yavaş yavaş, ne kendimi, ne de diğerlerini zorlamadan bırakıyorum. Nehre yaprak bırakmak gibi usulca, nezaketle olsun istiyorum gidişim. Hırçınlıklarımdan uzak, özümdeki dansçı kıza yakın, boşluktaki iplere düğüm atarak** olsun.

Çok şükür öyle de oluyor. Eşyalarımın bir kısmını satıyorum. Hiç çalmayacağım taş plakları, artık duvarımda olmasa  da olur tabloları, hatta bir daha giymeyeceğim kim bilir ne sebeple aldığım ayakkabılarımı, elbiselerimi bile...

Yeni hayatımda, doğduğum ilk gün sahip olduğum cennete yakın güzellikler hayal ediyor, ben bundan böyle tek gerçeğe yatırım yapıyorum. Basit ama güzel kumaşlı bir şalvar, dik yakalı kazak. konforlu plastik çizmeler!
Tek katlı evim, sevdiklerim yamacımda. Bir elim toprakta diğeri kitapta defterde. O hep ertelediğim hikayeleri nihayet yazıyorum. Güneşle uyandığım, ay yükselince yatağıma döndüğüm, mis gibi kuzinemin sıcaklığında en sevdiğim yorganıma gömüldüğüm parlak geceler bunlar.

Evet biliyorum, bireysel olarak tüm bunlara doğru yürüyor olsam da, bu bana umut, direnme gücü verse de benim tek başıma iyi olmam yetmeyecek. Yaralarını saran bir gezegen burası. Elbette ruhu, bedeni, zihni incinmiş insanlar, hayvanlar olacak etrafımda... Kalbi kör olanlar iyi niyetimi görmeyecek, bazılarını ne pişirsem doyuramayacağım, biliyorum. Fakat ben tam da orada ben olacağım cüzzi ve külli olana eğileceğim. Diyeceğim şu ki; benim tekkem belli, yolum belli. Neye taptığım ayan meyan ortada. Sen neye eğiliyorsun onu düşün.

*özgür üniversite derslerinden birinin adıydı
**J.W. Fortunata karakteri

31 Ekim 2020 Cumartesi




Yıllar önce rüyamda Ayasofya yıkılıyordu. Büyük bir İstanbul depremiydi. Annemle dev pembe duvarların altında kalmıştık. Ama ölmedik. Bu rüyayı dün, Ayasofya'ya bakarak yorumladım. Bazı ıstırap tiyatroları perde indirmeliydi artık. Çektiğimi sandığım acılar, Dünya'nın hakiki acılar karşısında birer saçma oyunlardan ibaretti. Cevaplar, aradıklarımda ve başlayacaklarda değildi. Cevaplar bırakmaktaydı. Ölüler gömülmeli, yolcular selametle gönderilmeliydi.

Aşık olmuş, çok sevmiş ve çok sevilmiştim. Doğmuştum ve ölecektim. Terk etmiş ve terk edilmiştim. Hepsi bendim, benimdi, Benim olacaktı.

Anladım. Çok şükür hepsini, nihayet, sevgiyle, şefkatle yaptım. Ölüm yaşam ölüm döngüsü önünde yerlere kadar eğilerek 31 Ekim 2020 de kalbimi ve hayatımı yepyeni bir insana, yepyeni bir döneme açıyorum. 

Zamanın çok ötesinden gelen mesajların mutluluğu içindeyim. Ölümsüzlüğün olasılığı ile sarhoş ve uyanığım.

Yazıyorum. 

Yazacağım :)

Çok şükür. 

29 Ekim 2020 Perşembe

GEÇMİŞİ RUHU, PİNAR AĞACININ ALTINDA

 







                Geçmişte olanlar iyiydi, bugün olanlar iyi, yarın olanlar iyi olacak.

                                                                                                                          Bhagavad Gita


İstanbul'da güzel bir sabah. İşe giden İstanbullu için ise sıkıntılı. 

Peki bana nasıl bir sabah? 

Sadece bedenimin değil, ruhumun da gözlerini araladığı bir sabah diyelim. Huzurla uyuduğum ve uyandığım gecenin sabahı. Çünkü kendimi daha fazla huzursuz etmemeye karar verdiğim ve zihnimin ıstırap tiyatrosuna perde kapattırdığım bir sabah.

Belki bu sebeple yağmurun ince ince yağması, yer yer gök gürültüsü ve elimdeki kahve, az ötemdeki Theodora, ben dediğim, benim sandığım her şey iyi hissettiriyor.

Kendimi kabulde hissetme gücü ellerimde. Zihnimde. Hatta zihinsizliğimde. İstanbul'daki evimde de değilim aslında, bu satırları Mars Mabedi'ndeki barakadan yazıyorum. Pinar ağacının yapraklarına düşen yağmurun sesi, dalların arasına saklanan tavukların sessizliği var kulaklarımda. Göktepe'nin üzerinde dolaşan kara bulutların ardına takılmadan, geçişlerini izleyerek yazıyorum. Çok fazla yiyecek yok bu evde. Masamın üzerinde birkaç keçi boynuzu, azıcık  zeytinyağ. ve biraz kuru incir. Kübra Nine'nin yağ kandiliyle aydınlanıyor klavyem. Arada kaydediyorum yazdıklarımı. Şarj her an bitebilir.

Bazı şeylerin değişmemesi huzur verici. Hayatın tekrarlarını seviyorum. Yağmur yağınca elektriklerin kesilmesini mesela.  Çocukluğumda uzun kış gecelerinde elektriklerin kesilmesini severdim. Gizemli bir atmosfer olurdu. El fenerleriyle komşular gelirdi. Çay demlenir, annem meyve, bisküvi artık evde ne varsa hepsini ortaya koyar ve mahallenin büyükleri hikayeler anlatmaya başlarlardı. Yer gök inlerken sıcacık evlerimizde onlarca, kimbiir belki yüzlerce yıldır anlatılan hikayeleri dinlerdik. Fatma teyze anlatırdı önce. Kuş olup kardeşi Yusuf'u arayan kuşun hikayesini. Yusufçuk kuşu. Sahi kardeşini mi arar Yusufçuk? Yoksa kendinden bildiğini, kendine ait kayıp parçayı mi?

Mars Mabedi'ndeyim. Gelen giden yok. Sadece geçmişin ruhu, anılar ve gelecek güzel günlerin kokusu var. Pinar ağacının altındaki  barakadan yazıyorum. Burası sihirli bir ev, tıpkı Çobanyıldızı Sokak'taki kule ev gibi. Dün gece geçmişi, bugünü ve geleceği kuzinenin içindeki tepsiye döktüm. Yavaş yavaş kokusu yükselmeye başladı bile. Çok lezzetli bir hayat pişiriyorum. 

İhtiyaçlarımın azaldığı, uykumun kısaldığı, iç huzurumun arttığı yeni bir dönem başlattım. Ben yazıyorum, o, yenilenmiş ben pencereden dışarı bakıyor. Bazen yerimden kalkıp yanına gidiyorum. Zamanda yolculuk yapan bakışlarına eşlik ediyorum. Konuşuyoruz, dertleşiyoruz. Birlikte hatırlıyoruz. Ona mektupları gösteriyorum. Saklamış olmama hayret ediyor. Sonra cebinden fotoğraflar çıkartıyor, birlikte bakıyoruz. Kızacak bir şey yok. Kayıp yok. Üzüntü yok. Hayat hep iyilik, hep kazanç. Sonsuz bir öğrenme.

Aşk ne kadar acıtabilir? Ölüm aslında nedir? Kötülüğün hiç el sürmediği upuzun bir örtü gibi önümüzde uzanan çayır. Pinar ağacının altındayız, barakada. Burası perilerin koruduğu özel bir yer. Artık bütün yazılarımı buradan yazacağım.

Artık her şey iyi.