30 Haziran 2010 Çarşamba


BUNDAN SONRA HER NE OLACAKSA SADECE AŞK İÇİN OLSUN, AŞKLA OLSUN, AŞK OLSUN!

29 Haziran 2010 Salı

HAYATIMIN EN GÜZEL HAZİRAN AYI...


Sevdiklerimize seni seviyorum demekten deliler gibi kaçarken, sevmediklerimize zehir zemberek ağzımıza geleni kusan bizler, acaba ne zaman akıllanacağız? Bir sonraki Haziran'da kimler hala yanımızda olacak? Sadece merak ettim.... Merak edelim istedim...
Bu Haziran'ı diğerlerinden ayıran nedir? Nedir değil, nelerdir olmalı. Bu Haziran diğer yaşadığım Haziran aylarından farklı; kalan ömrümün ilk yazı! Bacaklarım, kollarım, kafam, ruhum... beni ben yapan her şeyim, uzun bir seferden dönmüş gibi. Sivri dilim, kimseleri beğenmez tavrım, kan donduran -sözde- asaletim, gururum sandığım egom, öfkelerim ise yavaş yavaş pılısını pırtısını toparlamakta. Gözümün içine içine bakıyorlar "kal " diyeyim diye. Boşuna. Demeyeceğim. Orada, kapımın eşiğinde yüz yıl daha dursalar "kalın" demeyeceğim.




Yağmurlar için, kapılar için, beni zamanın bir yerinde bırakıp gidenler için şimdi içim teşekkürle dolu. Bütün bunlar olmasaydı, ben yolculuk denilen şeyi hep bavul toplamak zannedecektim. Oysa yolculukların en güzeli toplanıp toplanıp giden bavulların ardından el sallamakmış! Celaleddin Dede çok gülmüştü benim penguenlerle Venedik sokaklarında gezme hayalime. Hani bakıyorum, kırk yaşında bir kadın olmaya gün sayarken hakikaten komik. Olsun o komik kadın da benim, yabancı değil ki!




Bu sonbaharda, deliler gibi üretime geçeceğimizin sinyallerini verdi Haziran: Alternatif Hayat Dersleri, Mitos'dan Logos'a, Osho ve Mesnevi Okumaları... Seyahatler... Özellikle de Şeb-i Aruz için çok heyecanlıyım. Dedenin dükkanında Niğde gazozu içmek, sabahın erken saatlerinde meram bağlarında dolaşmak, dergahlarda çorba içmek için adeta gün sayıyorum. Öncesinde beni köyüm bekler, hatta belki başka bir iki küçük seyahat. Ama dedim ya, hepsinden güzeli ben sandığım onca yükün yavaş yavaş pılısını pırtısını topluyor olması... Onlar çıkıp gidecek ki asıl yolculuk başlasın.




Blog okuyucusu olan arkadaşlarım ve beni et ve kemik halimle tanıyanlar merakla izliyorlar farkındayım. Hafiften sinirlerine dokunduğumun da farkındayım. Ama görmeliler ki sinirlerine dokunan ben değilim aslında; kendi çıkamadıkları yolculuklar, kendi bırakamadıkları yükler... Ne yazık ki söyleyecek sözüm yok. Bu seçimden ya bir derviş çıkacak ya bir meczup. Gerçi şimdilik "ashramın delisi" sıfatımı da çok seviyorum. Bugün delisiyim, yarın velisi...




Geçen hafta etek öptüm. Sonra kıkır kıkır güldüm. Zikir, etek öpmek, kozmik haritalar... hayatım boyunca kaçtığım, yoluma çıktıklarında aklın güvenli kalelerine sığındım ne varsa bana doğru son sürat geliyorlar. Kaça kaça Bağdat bulunamadığına göre, siper ettim göğsümü, gelene eyvallah, gidene eyvallah diyorum. Bu yüzden Haziran farklı. Artık sorularım içime.




Tarikata karışmadım. Kendimi zincirle dövemek ya da ölüm oruçlarına yatmak gibi şeyler de yapmıyorum. Sadece daha önce söylediğim gibi, sarkacın diğer ucuna gidiyorum.




Doğumgünüme çok az kaldı. Yakında kocaman olacağım. Tebrikleri şimdiden kabul etmeye başladım! Ne güzelmiş yaşamak. Öfkesi, yokluğu, varlığı, sürprizi ve tastamam her şeyi ile ne güzelmiş... Hayatımın en güzel Haziran ayından kucak dolusu sevgiler yolluyorum. Tatilde olanlar benim için bir kaç kulaç atsınlar fazladan, şehirde kalanlardan ise ricam, şu güzelim yaz akşamlarının tadına varsınlar.




Neden sadece benim? Sizin de hayatınızın en güzel Haziran'ı olsun!

27 Haziran 2010 Pazar

MATRUŞKA: RAPUNZEL'İN İÇİNDE ALİCE SAKLIYMIŞ BİLİYOR MUYDUNUZ?


İnsanoğlu bir acayip, hani Sezen Aksu şarkısında geçen mısralar gibi: "... öteki olabilmeyi, yerine koyabilmeyi, geride durabilmeyi öğreniyorsun..." Öğren öğren bitmiyor! Bitmesin de. Hele ki haayatın tam ortasında öğrenilenlerin kıymeti bambaşka. Sanki bu cümleler ilk kez fısıldanıyormuş, sanki ben ilk kez bu kitapları elime alıyormuş gibiyim. Oysa hemen hemen hepsi orta okul yıllarımdan beri kütüphanemdeler. O gurur duyduğum, beni ben yaptığına inandığım, odamı oda olmaktan çıkartıp, kütüphane köşesinde bir yatak haline getiren kitaplarım...

Sahiden işe yaradıkları zamanlar vardı belki; yine de yeterli olamadılar. Bedenimi tıpkı hocamın ve yıllar önce de Okan'ın söylediği gibi uzun yıllar boyunca sadece kafa olarak algıladım. Sanki memem, elim, kolum, dizim, tırnağım yoktu da, bir kafam vardı birbuçuk metrelik sopanın ucunda. O güzel olmalıydı, içi dolu olmalıydı. Al işte sana içi tıka basa dolu bir kafa!

Ashramda okuma günleri başlattık. Sonbaharda "alternatif hayat dersleri"* başlığı altında çok sevdiğim iki hocam da ders verecekler. Gerçi bu konuda sonra uzun uzun yazacağım. Bugün asıl anlatmak istediğim bizim ilk birlikte okuyacağımız kitap: Osho'nun "Cesaret" i. Elbette hepimizin daha önce okuyup bitirdiği bir kitap. Ama okuyup anlamış olduğumuz bir kitap değil...

Osho kimdi, neydi, ne kadar şöyleydi, böyleydi bilemem. Bildiğim tek şey söylediklerinin kıymeti. İnsanı güdmeyen, zorlamayan, sadece mutluluğu, sevgiyi sezmeye, onun kokusu peşine düşmeye yönlendiren tavrı. Osho Cesaret'te birbirinden büyük hikayeler anlatıyor. Özellikle çakravartin hikayesine bayılıyorum. Ama en güzellerinden biri de orman yangını sırasında iki düşman dilencinin hikayesi:

Ormanda yangın çıkmıştı. Bacakları olmayan dilenci kaçmaya kalksa asla yeteri kadar hızlı olamayacaktı. Ve gözleri kör olan dilencinin de çıkış yolunu bulması neredeyse imkansızdı! Ama bu acil bir durumdu. Kör olan, bacakları olmayana seslendi: " kurtulmanın tek yolu var, seni omuzlarıma alacağım. Sen benim gözlerim olacaksın, ben de senin bacakların." Ve kurtuldular. Bu masal dilencilikle değil, bizim halimizle ilgilidir aslında... Yanmakta olan biziz, orman değil.

Akıl tek başına kördür. Bizi ormandan çıkartamaz. Zira sadece bacakları vardır. Sürekli tökezler, hangi yöne gideceğini bilemez. Düşe kalka yara bere içinde kalır ve kendine zarar verdikçe "hayat anlamsız" diye düşünmeye başlar. Dünyadaki bütün entellektüeller bunu yapar. Kalp ise bacakları olmayan dilencidir. Görür, hisseder ama onu harekete geçirecek bacaklardan yoksundur. Olduğu yerde kalır ve bekler...

Bir gün akıl anlayacak ve kalbinin gözlerini kullanabilecektir. İkisi bir araya gelince yangından kurtulabilir. Ama aklın, kalbi omuzlarının üstünde kalbullenmesi gerekir.

Bilgelik kalp ile aklın buluşmasıyla ortaya çıkar. Kalp atışlarınla aklının ürettikleri arasında uyum yaratma sanatını bir kez öğrendiğin zaman, bütün sırrı avuçlarının içine alırsın: Bütün gizemlerin kapısını açacak maymuncuğa sahip olursun."

Osho maymuncuk demiş, ben olsam anahtar derdim. Geçen gün hocamla sabah dersimizi yaparken ona kısaca anlattım: Kendimi Alice gibi hissediyorum. Değişik sıvılar içip bir büyüyor, bir küçülüyorum. Tam biri bana anahtarı uzatıyor ve ben onu deliğe sokacakken hoooop miniciğim! Anahtar ağır geliyor ve bırakıyorum! Bu sahne yüzlerce kez tekrarlanırken, durmadan koşuşturan ve köstekli saatine bakıp "hadi Alice!" diye bağıran ve bana zamanı hatırlatıp, iyice panikleten bir tavşan bile var!
Evet, ben kendimi şu son zamanlarda Rapunzel'den ziyade Alice gibi hissediyorum.
Ne kuleler, ne prensler ne de başka bir şey umurumda değil. Beni iki havuca satan anne ve babam ya da bir kez bile kuleye tırmanmaya teşebbüs etmeyen kardeşim ve hatta kendini kral zanneden en büyük aşk hikayemin kahramanı da umurumda değil. Bütün kırgınlıklarım bir süpürge hareketinin ucunda!
"Umurumda değil" den gülümseme haline geçmeme saniyeler kaldı. Bunu sağlayan da elinde saatle koşan tavşan değil, önüme gelen her sıvıyı içmekten vazgeçişim...
Osho okumak zordur. Zor. Hele ki müslüman bir ülkede, müslüman bir çevrede koşullanmışsa zihinler için, bizim için daha da zordur. Oysa Osho ne müslümanlığa, ne başka bir dine karşı değil. Osho merkeze kalbimizi koymayan, bizi biz olmaktan alıkoyan şeylere karşı.
Cesaret okullarda okutursaydı, Mesnevi okullarda okutulsaydı hayat bambaşka olurdu. Ama bizi idare edenler - edemeyenler demeliyim - buna asla izin vermezlerdi. Düşünen, kendi orjinalliğinde kalmak isteyen insanlar sorun yaratırdı! Oysa şimdi deriiiin uykudaki yürekleri idare etmek çok kolay.
Uyanmak çok zor... Yatak rahat, uyku tatlı. Denenmiş bizi mutlu etmese de denenmemişim yeni olanın belirsizliği ürkütücü. Mutsuzluğumuzun yoganına sıkı sıkı sarılmak ve kafayı gömmek en kolayı! Ayazda kalma ihtimalini kim ister?
Osho şöyle diyor: "yeni her zaman zorluk getirecektir. Sen o yüzden eskiyi seçiyorsun; o hiçbir zorluk getirmez. O bir avuntudur, o bir sığınaktır."
Ama....."Sadece yeninin gelişi seni dönüştürebilir, dönüşmenin başka bir yolu yoktur."
Neyse işte Alice, işte Rapunzel. Mızmız Rapunzel'i postalayıp, meraklı Alice ile Harikalar Diyarı'na giriyorum. Anahtar mı? Bilmem, bugün yarın gelir:)))

25 Haziran 2010 Cuma

AMPHORA


Hayat ağır aksak devam ediyor. Yakında ben de kitap yazacağım: otobiyografik öyküler! Zira maceralarımın etraftan ilgiyle izlendiğini ve çok satanlar listesinde olmasa da raflarda kendine yer bulacağını görüyorum. Elvanlenk yapardım adını ama Tarihlenk benden evvel davrandığı için elim kolum bağlı. Aklınıza bir şey gelirse bana yazın. Özellikle JoA ve Virgilius'un yaratıcı zekalarına güveniyorum. Elbette Burcu'dan da umudum var ama o şimdi şehrimize yerleşme telaşında:) Yeri gelmişken şehre yeni bir yoga hocası geliyor, hala yogaya başlamadıysanız alın bir şans daha! Sen vardın, sana da gelmedik diyenlere de duyurulur, ben yetişkin yogası ile ilgilenmiyorum şimdilik. Oradaki duruşum öğrencilik hali. Ha, benim sınıfıma gelmek isteyen varsa hocama sormam lazım yer var mı ? :)


Haftaya kendimi çok yorgun ve kızgın hissederek başlamıştım; yataktan kalkmak zor, sokağa çıkmak çok zor, gülümsemek hepsinden zordu. Sonra ashram vardı, yoluna konulması gereken işler, her sabah hocamın karşısına oturup kahvaltı etmek...
Bazen onun haline gönlüm üzülüyor. Bizim daha huzurlu ve mutlu olmamız için kalbimizden geçmişin izlerini ve geleceğin korkularını, tıpkı bir arkeologun amphora üzerindeki bin yıllık kalkeri temizlediği gibi sabırla temizleyişi... Her gün bir tık. Zaman zaman o tıkla birlikte bir parça çamurumuzdan da gidiyor gitmesine belki. Yine de, onun dibimi, dudağımı, kulbumu kırmayacağını bildiğim için bir an "ah" desem de acıdan değil, sırf refleskten! Sırf mayam çamur olduğundan! Sırf nankörlüğümden....


Karanlık sulardan gün ışığına çıkarılan amphoralar gibiyiz ashramda. Işığı unutmuş gövdelerimizde tanımsız tepkiler, suda kalmaktan dibin çamuruna uyumlanmış toprağımızda yeniden toparlanma gayreti... Tam satıha yaklaştığımızda dalgıcın elinden düşüp yeniden o karanlık, sonsuz serinlikte beklemeye mahkum kalma korkusu...


Yoga nedir? Elvan neden ashrama gider? Gider de ne bulur? Amphora nedir? Pithos nedir? Ticari amprolaralar ve ritüel kapları.. koku şişeleri ve şarap testileri hakkındaki yazılarım için bu sabah vaktim kalmadı. Ashrama gitmem lazım.
Akşam, Haliç'in sularında, bir kez daha bu kentin geçmişine süzüldüğümüzde ilginç bir şey bulursam -içimde ya da dışımda- yazarım. Ses çıkmazsa bilin ki Pazar gününe kadar yazı falan yok:) Amma Pazar günü nereye gideceğimi bir bilseniz çok şaşırırdınız!

23 Haziran 2010 Çarşamba

23 HAZİRAN 2010, SAAT 07:30





KAYBETTİĞİM VE KAYBETTİĞİMİ SANDIĞIM HERKESİN VE HERŞEYİN ASLINDA HALA BENİMLE OLDUĞUNU BİLİYORUM. ONLARI BİR SABAHTAN DİĞERİNE TAŞIDIĞIMI DA BİLİYORUM. SADECE YAĞMURLU SABAHLARIN YARATTIĞI FARKLA, BAZEN BUNU SADECE BİLMEYİP FAZLASIYLA HİSSEDİYORUM. O ZAMAN HAYAT DAHA ANLAMLI AMA DAHA ZOR OLUYOR SANKİ.…

BABAMI, ZARİFE ANNEANNEMİ, NACİ’Yİ… ÖZELLİKLE ONLARI ÇOK ÖZLÜYORUM. ÖZLEMİMİ BESLEYEN YARIM KALMIŞLIĞIMIZ MI BİLMİYORUM. OYSA BİRBİRİMİZDE SÜRDÜĞÜMÜZ MÜDDETÇE YARIM MIYIZ? YARIM NEDİR? BENİM BİR PARÇAM DEĞİL MİDİR? O ZAMAN BEN YAŞADIKÇA O DA YAŞAYACAK; BAŞKA BİR YERDE NEFES ALSA, HATTA BAŞKA ALEMDE OLSA BİLE…


YARIM OLAN HERKESİ YAĞMURLU SABAHLARDA DAHA ÇOK ÖZLÜYORUM. HEPSİ KENDİ KOKUSUYLA YAĞMURA KARIŞIP GELİYORLAR. ÖNCE BURNUMA, SONRA CİĞERLERİME VE EN SONUNDA KALBİME DOLUYORLAR.

ÖLÜ YA DA DİRİ ONLARI ÖZLÜYOR VE SEVİYORUM. GELİŞİMİMİ, YAŞAMA SARILMAMI BALTALADIKLARINI BİLİYORUM. ONLARI BIRAKMAM GEREKTİĞİNİN DE FARKINDAYIM… AMA BOŞ BİR KALPLE DEVAM EDEMEM. BOŞLUKLAR KORKUTUCU...


KALBİMİN DİBİNE ÇÖKMÜŞ BÜTÜN SEVGİLİLERİMİ HER YAĞMURLA AKLAYIP PAKLIYOR, UZUN UZUN KOKLUYORUM… ŞİMDİ ASHRAMA GİTMEM GEREK.

20 Haziran 2010 Pazar

ÖĞÜTLER: AYNALARINI KIRMA, RUH EŞİ SAÇMALIĞINA KANMA!

Söylemesi kolay tabii, gel de kırma aynalarını! Gerçi kırınca olan da hoş değil; eline, yüzüne, gözüne en fecisi kalbine batıyor bütün o kırıklar. Hem bu acı ve sıkıntı da yetmeyip, ders çığ gibi büyüyerek geri dönüyor. Ölüp ölüp dirilen kabuslar gibi!
Sir benimle dalga geçiyor. Hem de nasıl! Markette henüz parasını ödemediğimiz gazozu içmemi yasaklıyor; OYSA SADECE GAZOZU İÇECEĞİM BARKOD YERİNDE! Muse kardeşime azıcık serzenişte bulunsam ok gibi sözlerime gövdesini siper ediyor; ASLINDA GEREK YOK, MUSE BENİM DOSTUM VE EPEYCE DE ANTREMANLI:))) Ha burada duruyor sanıyorsanız yanılıyorsunuz. O tam bir sir, asla durmaz:) En çok benim ruh eşimi arayışıma/bekleyişime gülüyor. Ona kalırsa bir ilişki istemediğim için şimdide ruh eşi palavrası yarattım!
Hayat çok zor... Yaz gelmiş yoga öğrencileri şehri terketmiş. Güneş yakmaya başlamış ve ben ev hapsine mahkum edilmişim. Bütün bu zorlayıcı fiziksel koşullar yetmezmiş gibi ruh eşim hala piyasada yok!

18 Haziran 2010 Cuma

MEDİTASYON

Bunca yıldır yoga yaparım -ya da yaptığımı sanırım - ama yarım saat öncesine kadar şu canım salona girip tek başıma meditasyon yapmayı bir kez bile denemiş değilim. Acaba neden?Bilmem. Somut bir sebebi yok gibi. Gibi diyorum, zira öğretilmiş şeylerle, aslında bana ait olan hisler ve düşünceler arasında ilk kez kafa karışıklığı yaşıyorum. Karışıklık dediysem, şikayetten değil. Karışacağız ki, derlenip toplanalım:) Bu kafa daha önce de karışmıştı, bu kalp de daha önce karışmıştı... Ne önemi var? Hepsi geçmişte kaldı. Asıl olan bu an, şu dakika farkına vardığım "karışıklık", karışıklığım. Benim karışıklığım.

Yoga defteri tutmaya başladım. Belki de bu yüzden artık yogaya dair deneyimlediklerimi, paylaşabildiğim kadarını ashram sayfasında yazmayı tercih edeceğim. Sizi de beklerim: http://www.gurudwaraashram.com komün sayfasına girerek ve orada benim blogumu bulacaksınız.

Yıllarca yoga yapıp, ağaç duruşunda topukları dışında tabanına basamadığını ayırt eden, bir o kadar da meditasyon yapıp, ancak beş yıl sonra yönlendirme olmaksızın meditasyon yapmayı denemeye cesaret edebilmiş birinden haberler ilginizi çekerse ne ala!

"farkındalık" sihirli sözcük. Yüz defa duysanız, bin defa duysanız da anladığınız an paha biçilmez. Anlayanlardan olmak için uzun bir yol var ve o yol yokuş.... Bunu Celaleddin Dedem söylemişti zaten. Seçmezsem ne olur? Hiççç. Sadece kocaman bir hiç. Peki seçer ve yürüsem ne olur? Hiiiç. Kocaman, beni de içine alan şahane bir HİÇ!

Bir sürü şey öğreniyorum. Kulaklarım kadar kalbim de duysun istiyorum. Bu yüzden bazen yazmayı atlayabilirim. Yine de kısa kısa yazacağım.

Meditasyona dönersek. Duruş ve nefes tam olmadan yıllarca meditasyon yaptığını sanabilir insan diyor hocam. Yani asıl olan doğru duruş ve doğru nefes. Burundan alınıp, burundan verilen kontrollü, rahat ve yumuşak diyafram nefesleri. İnsanlara matematik, fizik, edebiyat öğreten şu kocaman kocaman eğitmenler acaba neden o dandirik beden eğitimi derslerinde nefes almayı bilinçli olarak unutturmaya çalışırlar? Bize neden acımazlar yahu!

Nefes ve doğru oturma pozisyonu sağlanınca neler oluyor henüz söylemek için çok erken... Ama hissetiğim titreşim çok acayipti! Ve kesinlikle gerçekti!


16 Haziran 2010 Çarşamba

:)




İnsanın içinde ameliyat yapmak için onu bayıltmak gerekir.

Ruhunda yapmak için ayıltmak.............

ÖZDEMİR ASAF

14 Haziran 2010 Pazartesi

UZAKTAN GELEN SESLER...

Bodrum'dan İstanbul'a göçtüğümüzde çok kederliydim. Akşam olup yatağa yattığımda annemin ve babamın bana bunu neden yaptıklarını anlamadığım uzun saatler geçirirdim karanlıkta. Uykusuzluk gözlerimden akmaya başlayınca da , elimdeki deniz minaresini kulağıma dayayıp uyurdum. O kurumuş böcek, bana Bodrum kokusu ve deniz sesi taşıyordu. Henüz karşılaşmadığım deniz kızlarının şarkıları, balık, yosun ve deniz kokusu.... her şey vardı o kabukta. Bir kuru böcekti ama önemliydi...

Aradan uzun yıllar geçti. Artık kulağıma deniz minaresi dayamadan da uyuyorum ama hala, o kokuya ve oradan gelen herşeye, herkese zaafım dün gibi. Aşk gibi!

13 Haziran 2010 Pazar

BODRUM'UN HAYALETLERİ KOL GEZER APANSIZ...


Salıncağın tam ortadasında oturan pempe t-shirtli yakışıklı Timur; Yelda'nın aşkı, nam- ı diğer "Küçük Ev Timur", yanındaki ufak tefek karizmatik adam Marc; ilk aşkım. Onun yanında orangutan gibi esneyen Halil İbo; artık yaşamıyor.... Toprağı bol olsun. Aralarındaki tek hatun ise her zaman ki gibi Daniella; en çok özlediğim kız arkadaşlarımdan biri, hayatım boyunca tanıdığım en neşeli insan! Eski kocamın ilk aşkı:)
Diğerlerinin adını hatırlayamıyorum, demek ki çok samimi değildik. Aa tabii mekan Bodrum Bitez. Henüz dalış çok popüler olmamış, hala süngerci efsaneleri anlatıldığı için "vurgun" lafı hep kulaklarda ama su sporlarının yükselme devri başlamış. Devrin kralı mı? Sörf elbette! Ben mi? Asla! Denedim, başaramadım:)

Henüz çocuğuz. Discolarda dans etmek, kulüpte yüzmek ve Raşid'in Kahvesi'nde oturmak hala ve taptaze bir moda! Gündoğarken Mavi'de çalıyor. Bardakçı'ya hala kara yolu yok. Hadigari açılmış. Michael Jackson ve Madonna çok moda. Hepimiz masumuz.

Bütün bu anıların ve o anılarla ilintili insanların dönüp dolaşıp, en beklenmedik zamanda birden bire hayatıma bomba gibi düşmeleri o kadar hoşuma gidiyor ki, yazmak imkansız. Şimdi Timur geldi. Hoşgeldi. Seksenlerin sihrinden midir nedir, sanki hiç gitmemiş gibi.
Hafızalarda yer eden o kusursuz yaz tatilllerinde güneş derime, arkadaşlık kalbime iyice işlemiş... Her nasılsa, o yazlardan hayatıma girenlere kalbim hiç kapanmamış; bir yanım daima Bitez'de, bir yanım Daniella ile paten kaymakta rüyalarında... Kalbimin ucu ise hala Marc'a ait:)

Hayat, sen ne güzelsin!

11 Haziran 2010 Cuma

SABAH SAAT 06.41, KİMSESİZLERİN KİMSESİNE MEKTUP


Evden çıktım. Dalyan'ın girişindeki iki sokak köpeğine günaydın dedim sonra sağ tarafı deniz, sol tarafı çimen olan beton yoldan yürümeye başladım. Deniz çarşaf gibi, gökyüzü parçalı bulutlu. İnsanı gıdıklayan bir esinti ve nefis bir koku var havada. Aslında özel bir şey yok, aslında yüzlerce binlerce sabahtan biri - ya da ben öyle sanıyorum - yine de içimde birini arayıp bu anı paylaşmak geçiyor... Dayanılmaz bir istek. Ama arayacak hiç kimsem yok! Ben de kendimi arıyorum...

10 Haziran 2010 Perşembe

HATIRLA EY PERİ...


... o mesud geceyi.... " diye şarkılar mırıldanan beyaz ceketli abiler ve amcalarla, tuvaletli teyzeler arasında eğleneceğim kimin aklına gelirdi? Hatta bir sonraki davete tuvalet giyip gitmek isteyebileceğimi hayal edebiliyor musunuz? ( Aysel'cim, senin o yeşil ipek tuvaletini ödünç alabilir miyim? ) HAYAT İŞTE!


Konuyla bağlantılı olarak fotoğraftaki abinin kusurlarını sayınız:
1 - Beyaz ceketi yok
2 - İstanbul'da yaşamıyor
3 - Beni tanımıyor
4 -
5 -
6-
7 -

8 Haziran 2010 Salı

SAPLA SAMANI KARIŞTIRMAMA ZAMANI


Eğer başarabilirsem bana artık karada ölüm yok. Herkesin kendi hayatı ve öncelikleri varmış yahu; ne şahane bir uyanış oldu bu benim için. Gerçi uyku yarı ölüm derler, yoksa "ne şahane bir yeniden doğuş bu benim için" mi demeliydim:)

Öyle ya da böyle sapla samanı karıştırmamak, kimselere gereğinden fazla anlam yüklememek lazımmış. Of ya, öğren öğren bitmedi gitti!

O kadar acayip bir şey oldu ki, sanki yağan yağmur etrafımdaki herkesin maskesini kaptı götürdü. Kiminin yerli yersiz nezaketi ve sahte incelikleri lavabo deliğinden akıp giderken, bazılarının kocaman kocaman lafları, vaadleri sel olup, varı yoğu önüne katıp sürükledi. Logara yuvarlananları asla anlatamam hemen tanırlar kendilerini. Zira blog okuyup üzerine alınmak ve ona göre tavır takınmak arkadaşlarım arasında son moda!
Neyse, her ne olmuşsa iyi olmuştur, bereketi Alah'tan demek dışında bir şey gelmez elden. İşin en güzel tarafı sap samandan ayrıldı, hadi hayırlısı:)

7 Haziran 2010 Pazartesi

AKŞAMIN ŞARKISI


7 HAZİRAN 2006 - 2010


Dört yıl önce bu sabah çok hafiftim, boşandıktan sonra yaptığım en güzel iş tezimi yazmış olmaktı. Ve başarmıştım. Gerçi kişisel başarım değildi, onlarca arkadaşım benimle birlikte çeviri yapmış, çizimlerimle ve fotoğraflarımla debelenmişti. Ama olsun, teşekkür etmiştim onlara kucak dolusu. Üstelik kendi adımı üniversitenin tozlu rafları arasına yuvarlarken, onları da yanıma almıştım.



Üç yıl önce bu sabah hala sevinçten gülüyordum. Leyla Nora doğmuştu. Agi'nin beni arayıp, iyi olduğunu ve doğumun gerçekleştiğini söylediği an, sevinçten ağlamıştım. Bir gün Agi hayatımda olmasa, Leyla Nora, kocaman bir kadın olduğunda adımı unutsa bile o an bende kalacak; her hatırladığımda kocaman bir gülümsemeyle...



İki yıl önce bu sabah Erol Hocam'la Mürefte'ye gitmek üzere yola çıkmıştık. İlk tekne transferimi gerçekleştireceğim için mutluluktan ayağım yere basmıyordu. Denize çıkmak ve dönüşte sevdiğin biri tarafından limanda karşılanmak ne demek, bütün yorgunluğun bir kucaklanmayla uçup gitmesi ne demek o zaman anlamıştım. O an benim sonsuza kadar.



Bir yıl önce bu sabah Türkiye'nin en parlak sporcularından biriyle yapacağım röportajın notlarını hazırlıyordum. Bu buluşmanın ve ardı sıra gelen yazıların beni götüreceği yolu henüz bilmiyordum. Bilinmezin heyecanı hala benim.



Ve bu sabah geçtiğim ve tekrarladığım onca ders sonrasında, iletişimsizliğimi ve alınganlıklarımı kurabiye niyetine geveliyorum kahvemin yanında. Beş büyük nefes aldım kalbimden. Hayata inanıyorum!

6 Haziran 2010 Pazar

YOLUN BAŞINDA

NE DÜŞÜNDÜĞÜNÜ BİLMEK İSTERDİM. SONRA DA HİÇ DURMADAN ARD ARDA SORMAK İSTERDİM. NE KAZANDIM, NE KAYBETTİM... NE BEKLİYORUM KENDİMDEN?
İşin tuhafı kalbimin yarısı kan, yarısı taş. Bir yanım aşırı hassas, diğer yanım buz gibi. Bunu anlatmak çok zor... Devreleri karışmış elektirikli alet gibiyim. Hocam yalan dünya ile manevi yolculuk arasında bir seçime zorluyor... Sanki ben kendimi için için buna zorlamıyor muyum? Neden O söylediğinde zor geliyor? Kendimle diğerleri arasında, nefesle buğday arasında sıkıştım. Oysa en ağır hakaretlerimi hep arada kalanlara, taraf olmayanlara yağdırmadım mı? YANLIŞI TEKRARLAYANLAR, DENENMEYENDEN KORKANLAR DEĞİL MİYDİ İ.. Bİ TARAFINA SOKTUĞUM? Ama ben seçmeye hazır değilim. Şimdi anlıyorum kendini seçemeyenin ardı sıra gelen seçeneklere de el süremeyeceğini....
Bir gün hazır olur muyum? Ya o gün hocam olmazsa? Ya geç kalırsam? Hayatta hep geç ya da erkendim birşeylere. Bunu tekrarlamak korkusu beni kilitliyor. Kalbim sus pus... Aklım hep kaçmak derdinde. Ruhumu sorarsan asıl o yolun ağzında çaresiz... Sana anlatmam lazım. Ben ne yapmalıyım? Bilemedim... Sence ben kendimi seçecek kadar cesur muyum? Yoksa laf mıydı bütün bunlar?

5 Haziran 2010 Cumartesi

ÇOCUK



"... yoldan geçen birisi bir çocuğa, "Evlat saatin kaç olduğunu bana söyleyebilir misin? " diye sorar.

"Evet elbette" diye yanıtlar çocuk, "Ama niye buna ihtiyacınız var ki? O sürekli değişip durur!"

4 Haziran 2010 Cuma

DAVETİYE

Benim yaşımda anne olamamış bütün arkadaşlarım - ki sayıları epeyce azaldı - ve tesadüfen tanışıp sohbet ettiğim çocuksuz kadınlar, ne zaman "çocuk" konusu açılsa boyunlarını büküp, kanlı gözyaşları içinde mızmızlanıyorlar. Ben mi? Ben bu koronun şefiyim yahu!

Fotoğrafı bu yüzden koydum bloga. Bana Yakacık Çocuk Esirgeme Kurumu'ndan geldi davetiye. İstanbul yelken Kulübü her yıl bu çocukları bir gün için bile olsa ağırlıyor ve onlara güzel bir gün yaşatmaya çalışıyor. Ne yazık ki ben katılamadım, o gün bambaşka bir şey vardı yapılması gereken... Daha mı önemliydi derseniz, hayır değildi!

Her neyse, davetiye burada, isteyen haber verip, gidebilir... Gidemeyen Ayşe Hanım'ı arayıp bir eksik var mı diye sorabilir.. Kimbilir, belki kanlı gözyaşları yerine, sevinç içinde yanağınıza kondurulmuş az tükürüklü, bol sevgili bir öpücük iyi gelir.)


3 Haziran 2010 Perşembe

3 Haziran 2010....



İşten çıktım

Sokaktayım

Elim yüzüm, üstüm başım gazete...

Sokakta tank paleti

Sokakta düdük sesi

Sokakta tomson

Sokağa çıkmak yasak...

Sokaktayım

Gece leylak ve tomurcuk kokuyor

Yaralı bir şahin olmuş yüreğim

Uy anam anam Haziranda ölmek zor...

Havada tüy

Havada kuş

Havada kuş soluğu kokusu

Hava leylak ve tomurcuk kokuyor

Ne anlar acılardan güzel haziran

Ne anlar güzel bahar

Kopuk bir kol sokakta çırpınıp durur...

Çalışmışım onbeş saat

Tükenmişim onbeş saat

Acıkmışım, yorulmuşum, uykusamışım

Anama sövmüş patron

Sıkmışım dişlerimi

Islıkla söylemişim umutlarımı

Susarak söylemişim

Sıcak bir ev özlemişim

Sıcak bir yemek

Ve sıcacık bir yatakta unutturan öpücükler

Çıkmışım bir kavgadan vurmuşum sokaklara

Sokakta tank paleti

Sokakta düdük sesi

Sarı sarı yapraklarla birlikte sanki

Dallarda insan iskeletleri...

Asacaklar Aydemir’i

Asacaklar Gürcan’ı

Belki başkalarını

Pis bir ota değmiş gibi sızlıyor genzim

Dökülüyor etlerim, sarı yapraklar gibi...

Asmak neyi kurtarır

Sarı sarı yaprakları kuru dallara?

Yolunmuş yaprakları, kırılmış dallarıyla ne anlatır bir ağaç

Hani rüzgar, hani kuş

Hani nerede rüzgarlı kuş sesleri...

Asılmak değil sorun

Asılmamak da değil

Kimin kimi astığı

Kimin kimi neden niçin astığı

Budur işte asıl sorun?

Sevdim gelin morunu

Sevdim şiir morunu

Moru sevdim tomurcukta

Moru sevdim memede

Ve öptüğüm dudakta

Ama sevemedim, hayır

İğrendim insanoğlunun

Yağlı ipte sallanan morluğundan...

Neden böyle acılıyım

Neden böyle ağrılı

Neden niçin bu sokaklar böyle boş

Niçin neden bu evler böyle dolu

Sokaklarla solur evler

Sokaklarla atar nabzı kentlerin

Sokaksız kent

Kentsiz ülke

Kahkahanın yanıbaşı gözyaşı...

İşten çıktım

Elim yüzüm, üstüm başım açan bir su gibi

Vurdum kendimi caddelere

Hava leylak ve tomurcuk kokusu

Havada kör yoluna

Havada suçsuz günahsız gitme korkusu

Ah desem eriyecek demirleri bu korkuluğun

Oh desem tutuşacak soluğum...

Asmak neyi kurtarır, öldürmek neyi

Yaşatmaktır önemlisi, güzel yaşatmak

Abeceden geçirmek kıracın çekirgesini

Ekmeksiz, yuvasız, hekimsiz bırakmamak...

Ah yavrum, ah güzelim

Canım benim, sevdiceğim, bir tanem

Kısa sürdü bu yolculuk

Neylersin ki sonu yok

Gece leylak ve tomurcuk kokuyor

Uy anam anam

Haziranda ölmek zor...

Nerdeyim ben, nerdeyim ben, nerdeyim

Kimsiniz siz, kimsiniz siz, kimsiniz

Ne söyler bu radyolar

Gazeteler ne yazar

Kim ölmüş uzaklarda

Göçen kim dünyamızdan...

Asmak neyi kurtarır, öldürmek neyi

Yolunmuş yaprakları

Ve kırılmış dallarıyla bir ağaç

Söyler hangi güzelliği?

Kökü burada yüreğimde

Yaprakları uzaklarda bir çınar

Islık çala çala göçtü bir çınar

Göçtü memet diye diye

Şafak vakti bir çınar

Silkeledi kuşlarını, güneşlerini’

Oğlu sana sesleniyorum, işitiyor musun memet, memet’...

Gece leylak ve tomurcuk kokuyor

Üstüm başım, elim yüzüm gazete

Vurmuşum sokaklara

Vurmuşum sokaklara

Uy anam anam

Haziranda ölmek zor...

Bu acılar, bu ağrılar, bu yürek

Neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar

Bu ağaçlar niçin böyle yapraksız

Bu geceler niçin böyle insansız

Bu insanlar niçin böyle yarınsız

Bu niçinler niçin böyle yanıtsız...

’Uyarına gelirse tepemde bir de çınar demişti on yıl önce

’Demek ki on yıl sonra

Demek ki sabah sabah

Demek ki ’manda gönü’

Demek ki ’şile bezi’

Demek ki ’yeşil biber’

Bir de Memed’in yüzü

Bir de güzel İstanbul

Bir de ’saman sarısı’

Bir de özlem kırmızısı

Demek ki göçtü usta

Kaldı yürek sızısı geride kalanlara...

Yıllar var ki ter içinde

Taşıdım ben bu yükü

Bıraktım acının alkışlarına

3 HAZİRAN 63’ü...

Bir kırmızı gül dalı şimdi uzakta

Bir kırmızı gül dalı iğilmiş üstüne

Yatıyor oralarda

Bir eski gömütlükte yatıyor usta

Bir kırmızı gül dalı iğilmiş üstüne

Okşar yanan alnını

Bir kırmızı gül dalı

Nazım Usta nın...

Gece leylak ve tomurcuk kokuyor

Bir basın işçisiyim

Elim yüzüm, üstüm başım gazete

Geçsem de gölgesinden tankların tomsonların

Şuramda bir çalıkuşu ötüyor

Uy anam anam

Haziranda ölmek zor...