30 Haziran 2009 Salı

Kendini Kandırma.

İlk şey ve bu, anlaşılması gereken çok temel bir şeydir; “Sık sık kendi acılarımızı yarattığımızı hissederiz,” dediğinde aslında durum böyle değildir. Sen asla kendi acılarının yaratıcısı olduğunu hissetmezsin. Öyle düşünebilirsin, çünkü sana öyle öğretilmiştir; çünkü yüzyıllardır öğretmenler sana kendi acılarını yaratanın sizler olduğunu, başka hiç kimsenin sorumlu olmadığını öğretmektedir. Bu şeyleri duymuş, bu şeyleri okumuşsundur. Bunlar senin kanın ve kemiğin olmuştur, senin bilinçsiz koşullanman haline gelmiştir, bu yüzden bazen papağan gibi tekrarlarsın: “Biz kendi acılarımızı yaratırız…” Ama böyle hissetmezsin, bu senin fark edişin değildir; çünkü bunu fark edersen, o zaman diğer şey mümkün değildir. O zaman, “Buna rağmen neden yaratmaya devam ediyoruz?” diyemezsin. Eğer gerçekten hissediyorsan ve kendi acını senin yarattığın duygusu gerçekten sana aitse, her an durabilirsin… Onu yaratmak istemiyorsan, ondan zevk almıyorsan, mazoşist değilsen durabilirsin. O zaman her şey yolundadır, o zaman mesele yoktur. “Ben acımdan zevk alıyorum,” diyorsan tamam; yaratmaya devam edebilirsin. Ama “Ben acı çekiyorum ve onun ötesine geçmek istiyorum. Tamamen durmak istiyorum… Ve onu yaratanın ben olduğumu biliyorum.” diyorsan, o zaman yanılıyorsun. Anlamıyorsun.

Sokrates’in, bilginin erdem olduğunu söylediği anlatılır. Ve Sokrates’in haklı olup olmadığı iki bin senedir tartışılmaktadır… Bilginin erdem olup olmadığı konusunda. Sokrates der ki, bir kez bir şeyi öğrenince ona karşı hareket edemezsin. Öfkenin, acının kaynağı olduğunu biliyorsan, öfkelenemezsin. Sokrates’in kastettiği budur… Bilgi erdemdir. “Öfkenin kötü olduğunu biliyorum; yine de öfke içinde hareket ediyorum. Şimdi bu konuda ne yapmalıyım?” diyemezsin. Sokrates ilk şeyin yanlış olduğunu söyler. Sen öfkenin kötü olduğunu bilmiyorsun; işte bu yüzden öfke içinde hareket etmeye devam ediyorsun. Biliyorsan, öfke içinde hareket edemezsin. Kendi bilgine karşı nasıl hareket edebilirsin? Elimi ateşe soksam acı vereceğini biliyorum. Biliyorsam, elimi ateşe sokmam. Ama başka biri bana söylediyse, geleneklerden duyduysam, ateşin yaktığını yazmalardan okuduysam ve ateşi bilmiyorsam ve benzer bir deneyim yaşamamışsam, ancak o zaman elimi ateşe sokabilirim… Ve bu da yalnızca bir kez olur. Kavrayabiliyor musun? Elini ateşe sokup yandıktan sonra, acı çektikten sonra, yine gidip, “Ateşin yaktığını biliyorum, ama buna rağmen elimi ateşe sokuyorum. Bu konuda ne yapabilirim?” diye soruyor musun? Bildiğine kim inanır? Ve bu ne tür bir bilgidir? Eğer kendi acı ve yanma deneyimin seni durduramıyorsa, seni hiçbir şey durduramaz. Artık olasılık yoktur, çünkü son olasılık kaçırılmıştır. Ama kimse bunu kaçıramaz; bu imkânsızdır. Sokrates haklıdır ve bilen herkes de Sokrates’e katılır…

Bu anlaşmanın içinde çok derin bir nokta vardır. Bir kez öğrenince… Ama hatırla… Bilgi sana ait olmalıdır. Ödünç alınmış bilgi işe yaramaz; ödünç alınmış bilgi faydasızdır. Senin kendi deneyimin olmadığı sürece, seni değiştirmeyecektir. Başkalarının deneyimlerinin faydası yoktur. Kendi acını kendinin yarattığını duymuşsun, ama bu yalnızca zihindedir. Benliğine girememiştir, senin kendi bilgin değildir. Bu yüzden tartışırken beyninle tartışabilirsin, ama asıl olgu gerçekleştiğinde unutursun ve bildiğin şekilde davranırsın, başkalarının bildiği şekilde değil. Rahat, serin, kendine hâkim, sessiz bir şekilde öfkeyi tartışırken, onun bir zehir olduğunu, bir hastalık, şer olduğunu söyleyebilirsin. Ama biri seni öfkelendirdiğinde eksiksiz bir değişim gerçekleşir. Artık bu, düşünsel bir tartışma değildir, artık işin içinde sen varsın. Ve sen işe karıştığın an öfkelenirsin. Daha sonra, geriye dönüp baktığında, yine serinkanlılığını kazandığında, an gelir, zihnin yine işlemeye başlar ve şöyle dersin: “Bu yanlıştı. Bunu yapmam iyi olmadı. Öfkenin yanlış olduğunu biliyorum.” Bu ‘ben’ kim?… Yalnızca zekâ, yalnızca yüzeysel zihin. Sen bilmiyorsun… Çünkü biri seni öfkelendirdiği zaman bu zihni fırlatıp atıyorsun. Tartışma söz konusu olduğunda faydalı, ama gerçek bir durum doğduğunda yalnızca gerçek bilginin faydası olur. Bu durum söz konusu olmadığında devam edebilirsin. Bir tartışmada bile gerçek bir durum doğabilir. Karşındaki sana öyle çok karşı çıkar ki öfkelenirsin ve sonra unutursun. Gerçek bilgi, senin başına gelen demektir. Duymamışsın, okumamışsın, bilgi toplamamış- sındır… Bu kendi deneyimindir. Ve o zaman soru olmaz, çünkü bundan sonra ona karşı davranamazsın. Ona karşı davranmamak için çaba göstereceğinden değil; yalnızca yapamazsın.

Nasıl yapabilirim ki? Bunun bir duvar olduğunu biliyorsam ve bu odadan çıkmak istiyorsam, nasıl duvardan geçmeye çalışırım? Bunun bir duvar olduğunu biliyorum, o zaman kapıyı açarım. Yalnızca kör bir adam duvardan geçmeye çalışır. Benim gözlerim var. Bir duvarın ne olduğunu, bir kapının ne olduğunu biliyorum. Ama ben duvara girmeye çalışırsam ve sana, “Kapının nerede olduğunu çok iyi biliyorum ve bunun bir duvar olduğunu biliyorum, ama buna rağmen kendimi bu duvara girmeye çalışmaktan nasıl alıkoyabilirim?” desem, o zaman bu, beni ilgilendirdiği kadarıyla kapının sahte göründüğü anlamına gelir. Bunun kapı olduğunu başkaları söylemiştir, ama beni ilgilendirdiği kadarıyla bu kapı sahtedir. Ve bunun bir duvar olduğunu bana başkaları söylemiştir, ama benim görebildiğim kadarıyla ben bu duvarda kapı görüyorum ve işte bu yüzden deniyorum. Bu durumda, neyi bildiğin ile ilgili olarak neleri topladığın arasında net bir ayırım yapman gerekir.

Bilgiye güvenme. En büyük kaynaktan da gelse, en büyük kaynaktan da edinsen, bilgi bilgidir. Bir usta sana söylemiş olsa bile sana ait değildir ve sana hiçbir şekilde faydası olmayacaktır. Ama sen bunun, senin bilgin olduğunu düşünmeye devam edebilirsin ve bu yanlış anlama yüzünden enerji, zaman ve ömür harcarsın. Temel şey, acının yaratılmaması için ne yapacağını sormak değildir. Temel şey, acını senin yarattığını bilmektedir. Bir sonraki sefer, gerçek bir durum doğduğunda ve sen acı çektiğinde, bunun sebebinin sen olup olmadığını bulmayı hatırla. Ve eğer sebebin sen olduğunu öğrenirsen, acı kaybolacaktır ve aynı acı bir daha ortaya çıkmayacaktır… İmkânsızdır. Ama kendini kandırma. Kandırabilirsin…

Bu yüzden söylüyorum. Acı çekerken şöyle diyebilirsin: “Evet, bu acıyı benim yarattığımı biliyorum.” Ama derinlerde başka birinin yarattığını bilirsin. Karın yaratmıştır, kocan yaratmıştır, başka biri yaratmıştır ve sen hiçbir şey yapamadığın için yalnızca bir tesellidir bu. Kendini teselli edersin: “Kimse yaratmadı; ben, kendim yarattım ve yavaş yavaş bırakacağım.” Ama bilgi anlık dönüşümdür; ‘yavaş yavaş’ diye bir şey yoktur. Onu senin yarattığını bili- yorsan, hemen bırakırsın. Ve bir daha ortaya çıkmaz. Bir daha ortaya çıkarsa bu, anlayışın derine gitmediği anlamına gelir. Bu yüzden ne yapacağını, nasıl duracağını öğrenmeye gerek yoktur. Tek gereken derine gitmek ve asıl sebebin kim olduğunu bulmaktır. Sebep başkalarıysa, o zaman durdurulamaz, çünkü sen tüm dünyayı değiştiremezsin. Sebep sensen, ancak o zaman durdurulabilir. İşte bu yüzden insanlığı acısızlığa yalnızca dinin götürebileceği konusunda ısrar ediyorum. Başka hiçbir şey yapamaz bunu, çünkü başka herkes acının başkaları tarafından yaratıldığına inanır; yalnızca din, sebebin sen olduğunu söyler. Böylece din seni kendi yazgının efendisi kılar. Acının sebebi sensin, dolayısıyla mutluluğun sebebi de sen olabilirsin.


Sırlar Kitabı ,Kendini Anlamanın Anahtarı

Şansa Bak!

Gezegendeki en şanslı kadınlardan biriyim ben. Nasıl mı? Delice bir şans rüzgarıdır esiyor hayatımda. Fırtına takvimine göre yaşayıp, mevsimlerin suratımda bıraktığı çizgileri seyrediyorum aynalarda. Şükürler olsun ki çok güzel değilim, yoksa nasıl alırdım gözümü yansımamdan?
Umutsuz değil, beklentisiz olmanın anlamını sindirmeye çalışıyorum geceler boyu. Kah kendi geçmişimi, kah yaşadığım topraklarınkini eşeleyip duruyorum. Sanki, her ikimiz için de soylu bir kan, soylu bir amaç ve hayata bağlanacak bir kıvılcım arıyorum. Yoruluyorum. Doğanın ve zamanın işbirlikçiliği karşısında kah mutlu, kah mutsuz nefes alıyorum. Yaşıyor muyum? Bilmem. Defalarca söylediğim gibi nabız var, solunum normal... Bütün bunlar yaşamak ise, evet yaşıyorum.
Şanslıyım ben. Benim olmayan çocuklarla inanılmaz güzel satler geçirip, geleceklerini planlamak yükünden azadlı yaşıyorum. Şanslıyım; her gece yemek pişirmem gereken bir sevgilim yok. Canım istemezse ütü yapmak ve evi temizlemek zorunda da değilim. Çünkü belim sakat, bu da beni tüm bu işlerden kurtaran talihim!

Şanlıyım; çünkü bütün gün yerlere basıp, sonra ayaklarımı yıkamadan yatabilirim... İstersem dişlerimi de fırçalamam ve hatta üç gün saçımı yıkamam (bunu daha çok kışın yapıyorum ya da teknedeyken).

Konsere gitmedim bu akşam. Gidemedim. A.D. ile bir konser daha izlemediğim için şanlıyım, böylece tarihinin en boş günlerini yaşayan kalbimi manasız bir heyecandan kurtardım! Bu durumda görülen o ki, en lezzetli kalp turşusunu ben kuracağım:))

Çok şanslıyım ben; bir kova kahveyi kimseyle paylaşmam gerekmiyor. Şu muhteşem balkonda saatlerce oturabilirim, üstelik çiçeklerin bakımından meshul değilim... Peki neye bozuluyorum o zaman? İki salak kuş mudur beni tuzla buz edecek olan? Onların yan yana uçup, sonra gelip bizim balkonda, bana nisbet yapar gibi aşklarını göstermeleri karşısında kekeleyip, kalacak mıyım? Elbette hayır!

Şanslıyım ben; haftanın her günü için birlikte eğlenebileceğim, sohbet edebileceğim kadar çok dostum var ama bir tane adam yok kıskanmak için... Gömleklerini koklayıp olay yaratacağım, saçımı kestirdiğimi fark etmediği için bütün akşam somurtacağım bir adam yok! Çok şanslıyım gerçekten!

Geleceğini planlamam gereken canlılar yok. Bu yüzden bedenimin olur olmaz yerlerinde çatlaklar da yok. Ne şans ama!

Hesap vermem gereken bir babam yok; bu sayede kendimi korumayı öğrendiğim için çok şanlıyım! Geleceği için endişelenmem gereken bir aile de yaratamadım. Hala, kendi ailemin benim için yürek çarpıntısı yaşamasının hazzıyla çamura yatacak, yatabilecek kadar şanslıyım! Peki o zaman Zuhal Olcay Yalnızlığım'ı söylerken ne sebeple ıslanıyor yüzüm? İşte bir başka şans; hala ağlayabiliyorum! Bunca kırgınlığa rağmen hala içlenip, hüzünlenip ağlayabiliyorum yok yere. Ne güzel, hala çalışıyor gözyaşı pınarlarım!

Daha da yazardım ya, baydım kendi kendimi....Özetle şanslıyım işte. Kıskanmayın lütfen!


29 Haziran 2009 Pazartesi

İdrak Yolları Tıkanıklığı.

Öncelikle bu bir özür yazısıdır. Neden derseniz ben, Barones'in tavsiyelerini kesinlikle yanlış anlamışım. Mesela ruj olmasa da olurmuş, ayrıca topuklu ayakkabı da şart değilmiş. Bu bilgi beni ne kadar rahatlattı bilemezsiniz. Gerçi C.tesi akşamı rujumu da sürdüm, topuklu takunyalarımı da giydim. Hazır selvi gibi adamı bulmuşken (fazla heyecana gerek yok, Muse idi o adam, ayrıca takunyaları beraber almıştık. Yeri gelmişken kendisi pek zevklidir:)) ve yanımda filiz gibi Barones varken, giymezsem ayıp olurdu. Sonra ne mi oldu? İşe yaradı! Barones'den bir vecize ile anlatırsak: "top kovalamadım ama top ayağıma geldi!"* Vurur muyum? Belli olmaz. Hayat!

Tam, orta yaş krizinde avuç avuç hap yutan, bulduğu kremleri her tarafına boca eden abla sayfaları gibi midir bu blog? Fazla mı kaçıyor bazen samimiyetin dozu? Okuma o zaman. Zaten herkes okusun diye değil ki; üç beş eş dost ve sonradan tanışılan tanışıldıkça sevilen bir kaç muhteremedir yazılanlar. Geçerken uğrayanlar için üzgünüm:)) Bahtsızlık işte! Ayrıca koskocaman gazeteci A.A soyunmuş, ben iffetsiz yazılar yazsam çok mu? Peh!
Neyse, hadi hapları geçelim, asla kremsiz yaşayamam. Çünkü derim kalitesiz. Güneşe dayanamıyorum!
Gelelim sadete; orta yaşımın şuurunda ve açılan idrak yollarımın neşesindeyim bu gece. Nicedir, kadın gibi davranma ve cinsiyetine sahip çıkma konusunda tıkanmıştı idrak yollarım. iltihaplıydı. Olmadık hikayeler yüzünden, akıl oyunlarının ardına saklanmıştı cinsiyetim. Bunu nasıl mı anladım. Garip bir rüya beni kendime getirdi diyelim. Ya da daha gerçekçi bir yaklaşımla, köyüme gittiğimde alkolden yerlerde sürünen, gerçek bir kaybeden beni dağ gibi, taş gibi karşısında görünce, hırsına yenilip, eski kocamın kendinden onbeş yaş büyük bir kadınla aşk yaşadığını söyleyince, bu bilgi idrak yollarımda antibiyotik etkisi yaptı.** Zaman laf anlamıyordu. Ama laf anlatıyordu... Dinleyene!

Bir iki haftaya kadar otuzaltı oluyorum. İzninizle azıcık iffetsiz olmak, hiç değilse iffetsiz yazmak istiyorum. Pek sevgili dostum Barones'in dediği gibi: "yıllarca iffetli yaşadık ama bi madalya ya da en azından bravo gelmedi". Şimdi yüksek müsadelerinizle azıcık kuralı bozalım. İffetsiz yazmaya hürriyet! İdrak yolları tıkanıklığına son! Ayağa gelen topa vurmaya evet!

Fazla bir beklentim yok hayattan. Bugüne dek sadece iki adamı gerçekten istedim. Ama vermedi Allah. Biri Vincent, diğeri E.T. idi. Hala da umutla beklerim. Bazen yol kenarında dururken logar kapaklarına dalar gider gözlerim ve bazen de yıldızların fazlasıyla parladığı gecelerde, beni bu Galaksi'den çekip kurtaracak, yüreği sevgi dolu bir uzaylıyı hayal ederim. Takdir edersiniz ki, zeka ve zihinsel gelişim her zaman yaşa başa eşlik etmiyor! Bende buyum işte: iflah olmaz bir hayalperest!
Bazıları için hayat enerjisi, kimileri için kocaman bir hayal kırıklığıyım...Daha güzel örneklerle açıklarsak; Mici için Manga'nın şarkısnı bilen harika bir oyun arkadaşı, Kibritçi Kız için yere düşen burnunu almaya aciz, hala bir bebek bile yapamamış hovardanın tekiyim!
Barones bana Venedik Bienali'nden dönerken bir hediye getirmiş. Çok güzel bir fırın saati. Üzerinde şirin mi şirin bir kurbağacık var. Kendisini başucuma koydum. Adı Anton***. Aklıma geldikçe, sanki canlıymış gibi ona doğru bakıp gülümsüyorum. Hatta öpüyorum! Böylece bir sabah uyandığımda "günaydın" demese bile vraklamasını umut ediyorum. Umut fakirin ekmeği:))



* Top kovalamam ama ayağıma gelirse vururum demişti kendisi, çello çalan nurileri görünce.
** Zerre kadar kıskanmadığımı, lakin evlenirken de boşanırken de kendisine pek bir aşık olmadığımı bloga tesadüfen gelen ya da düğüne katılamamış olan arkadaşlar için özellikle belirtmek isterim.
*** Kurbağaya Anton adını verdiğimde henüz ayağıma gelen top falan yoktu. Özellikle belirtmek isterim. Yaşasın Barones!!!

27 Haziran 2009 Cumartesi

Masalın Bittiği Yer....


Nazmi Hoca'dan gelen iletiyi olduğu gibi yayınlıyorum. Tanrı, kuantum ya da her ne ise O; bizi gerçekten sevmeyi bilen, mayasında sevgi olan insanlarla karşılaştırsın!

Rapunzel



"Yüzyıllar önce yüzyıl uyuyan bir prenses varmış, bir büyücünün zulmünün esaretinde kimbilir belki olabilecek bir uyanışı beklemiş yüzyıl boyunca.

İşte o masal;

Her masalın, her söylencenin uzun uykusunda bir uyanma vakti vardır. Ve o gelmeden girişilen her eylem bir serüven yalnızlığı olarak kalır. Öyle anılır. Ve yüzyıl sonra vadesi erişip bir prens çıkmış ortaya. Masalın ve yüzyılın kendisine verdiği bu görevi seve, seve üstlenmiş; zaten uyuyan güzel hakkında yüzyıldır söylenegelenlerin etkisinde daha onu görmeden deliler gibi tutulmuş ona. Kendisine verilmiş misyona mı,uyuyan güzele mi aşık olduğunu ayırd edemeyecek kadar toymuş o zamanlar. Böylelikle hayranlığın, sevginin, sevdanın, aşkın, cinselliğin ve beraberliğin bir kulak dolgunluğu olduğunu bir kez daha görüyoruz "Bizim" sandığımız bir çok duygunun,düşüncenin,değerin ve doğrunun içimize usul, usul işlenmiş bir kulak dolgunluğu olduğunu...Ve prens dudaklarında yüzyıldır beklettiği öpücüğüyle birlikte saraya doğruyollandı. Masalına kahraman olma zamanı gelmişti.

Prensesin odasına geldi. Prenses uykusunun içersinde batık bir gemi gibi gizemliydi. Uykusuyla bütünlenmiş güzelliğine,efsanesinin güzelleştirdiği yüzüne uzun uzun baktı Prens. Çok uzaktan, çok uzaklardan,tam yüzyıl sonrasından baktı. Sonra kararını verdi:Aradan yüzyıl geçse de uyandırmayacaktı onu. O gün gelse de. Uyandırdığında bu sevdanın,bu büyünün,bu tılsımın bozulacağını biliyordu çünkü; bir bakış, bir kaç söz, bir dokunuş herşeyi bozacaktı. Sevmek suskunluktu, sevmek kesin sessizlikti,sevmek uzaklıktı,sevmek dokunamamak,erişememek, sevişememekti. Ya da yüzyıldır böyle öğretilmişti sevmek.

Gözlerini açar açmaz ,yüzyıldır gördüğü düşlerin anımsayamadıklarından ve o düşlerin tümünden,sızıya benzer bir duygu olacaktı kalakalmış olan. Biliyordu bu sızı hep olacaktı. Kaldı ki,o düşlerin tümüne egemen olan ortak motifler,zaman zaman,yani yaşadıkça;yaşamını,ilişkilerini yoklayacaktı elbet. O düşlerin tümü anımsanmak içindi. Sonsuz bir anımsayıştı her şey;anımsayış ve unutuş. Ömrünün bundan sonrası düşlerinde gördüklerini yaşamakla geçecekti. İnsan uzun uykulardan sonra yalvaç bir yalnızlığa uyanıyor.

Aradan yüzyıl geçtikten sonra hiç bir uyanış mutlu olamaz.
Benim için artık çok geç kalmış bir sevgi bu, ben seversem yüzyıl öncesinin sevgisiyle seveceğim,o severse, beni üzerinden yüzyıl geçmiş bir sevgiyle sevecek. Aramızda kaç takvimin uzaklığı duruyor. Bir öpücük,yalnızca bir öpücük bu uzaklığı kapatmaya yeter mi?Sevgi,Zehirli bir düşün,büyülü sözcüğü... Öte yandan sevmek göze almaktı,sonuna dek gitmekti,gidebilmek yürekliliğiydi.


Biliyordu prenses uykusundan uyandığında,ya da uyanır uyanmaz onu eskisi kadar sevmeyecekti. Çünkü sevmek sessiz ve tek başına bir şeydi. Sevmek yalnızlıktır. Onu eskisi kadar sevemeyeceğinden korkuyordu. Onu uyandırmaktan korkuyordu. Eskisi kadar sevemeyecekti,belki de hiç sevemeyecekti. Çünkü arada o orman, o karanlık,o geçit vermez,o giz olmayacaktı artık. İşte odasında duruyordu. Duman inceliğinde bir boşluk dolanıyordu yüreğini.

Arada ne ormanın, ne de yüzyılın karanlığı olmadan onu nasıl sevebilirdi? Bu kadar büyük sorumluluğu yüklenebilir miydi? Sevmenin zahmetini,birlikte omuzlanacak olan zahmeti yüklenebilir miydi? Paylaşmaya,tartışmaya,özveriye,anlayışa gereksinen iki kişilik ilişkiyi göğüsleyebilir, götürebilir miydi? Sevmek imkansızlıktı.

Kendimizde beslediğimiz,kendimizde büyüttüğümüz,kendimizde saklı duran bir şeydir sevmek. O hep bizdedir,bizledir,usul usul biriktiririz onu,içimizde yığılı durur. Ve günün birinde ansızın karşımıza biri çıktığında sanırız ki içimizden boşalıveren bütün bu duyguları o taşımıştır bize.
Sevmek,kendi kendimizi büyülemektir; kendi kendimize yaptığımız büyü. Oysa yeniden başlayacaktır arayışlar,pişmanlıklar,yanılgılar. Her şey "tamamlanmak" içindir. Çoğu kez ölümün tamamlayıcı ellerine dek aynı umut, aynı arayış,aynı çırpınış ve aynı perişanlıkla sürükleniriz. Gözümüz arkada kalmıştır.

Ansızın anladı ki uyuyan güzelin kendisini değil, masalını seviyordu Prens.
Masalın bittiği yerde hayat başlar.


Murathan Mungan"

A.D.


Dün akşam iş çıkışı, sıcağa yenilmiş bedenimi ve zonklayan kafamı ikna edip, kendimi vapura kadar sürükleyemediğim için, bu yıl Aya İrini denilen görkemli mekanı tavaf edememiş olacağım.. Ne yazık ki kapanış konseri de Lütfü Kırdar'da olacakmış. Gidilecek elbette. Madem açamadık, kapatalım bari. Adamlar ki, bizim gibi refah ve huzur içinde bir ülkeye müzik yapmaya gelmişler, e tabii gidip hürmetlerimizi sunmamak, bunca keşmekeş arasında bizi, iki saat için bile olsa ait olmadığımız dünyalara götürdükleri için minnettar kalmamak olmaz.


Çok az şey insanın aklını başından alıyor hayatta, müzik de bunlardan biri bence. Korkunç bir emek; hayatı hayat olmaktan çıkartan, hatta amansız tekrarlar yüzünden aklı ve ruhu epeyce zorlayan bir mücadele. Ne için peki? Bir avuç insan tarafından dinlenmek mi? Alkış mı? Sanmıyorum. Nasıl yazarlar yazmadan, sporcular antreman yapmadan duramıyorsa, müzisyenler de bir noktadan sonra yaptıkları işi hayatlarının merkezine koyup, muhtemelen vazgeçilmez bir uzuvları gibi algılıyor olmalılar.


A.D. onlardan biriydi... Piyanonun başına oturduğunda parmakları tuşların uzantısına dönüşen, gözleri "ah beni de yanına alsa keşke " dedirtecek kadar güzel bir mekana kilitlenen, gerçek bir müzisyen. Neredeyse bir ay boyunca uzun uzun sohbet ettiğim ama daha ziyade uzun uzun sustuğum acayip bir adam... Ufacık tefecik, çelimsiz...


Onunla eski sarayın avlusunda tanıştım. Benim için kutsal olan topraklarda onun için kutsal olan bir şey paylaştık; müzik dinledik. Bir kadın ve bir erkek, içinde sadece tarih ve müzik olan mekanlarda ne kadar yakınlaşabilirse o kadar yakınlaştık. Ana dilimizde konuşmasak, hatta zaman zaman hiç konuşmasak da bedenlerimizi yanımıza almadan, uzun uzun seyahat ettik İstanbul semalarında... Geçmişimizin neşeli ve can yakan sahnelerinde gezindik...


A., insanın kulağıyla değil, aslında kalbiyle müzik dinlediğini, hatta iyi müziğin de ancak kalple yorumlanabileceğini söylerdi. Daha da ileri gider ve iyi bir müzik aletinin de ancak aşkla yapılabileceğini anlatırdı. Bitirme tezi bir piyano yapmak, -evet yapmak dedim- , olan bir adama nasıl inanmazsınız ki?


Gözleri babamın gözlerine benziyordu. Avrupalı adamların temiz, abartısız şıklığı vardı giysilerinde. Çocuklarından ve eski karısından bahsederken ağlamaklı olurdu bakışları. Onun, gözlerinde biriken yaşları bir yabancı karşısında akıtamayacağını çok iyi anladığım için, sessizce dinlerdim. Bana bakınca ne görüyordu bilemem. Saçlarımın, eski karısının saçlarına benzediğini söylemişti. Ama karısının daha çok çili ve tiz bir sesi vardı. Belki de bu fiziksel benzerlikler sayesinde, ruhlarımızı hızlıca yakınlaştırabilmiştik. Kimbilir, belki ilk defa saçlarımın rengi işe yaramıştı. Çünkü A. ile müzik dinlemek ve hele hele o çalarken dinlemek, bütün müzik aletlerine derin anlamlar yüklemişti. Özellikle klavsen! Kaburgalarımda çaldığına yemin edebilirim!


Saatler süren provalar boyunca Aya İrini'de kitap okumak, uyumak, kahve içmek ve hatta evimin balkonunda gezer gibi üst galeride salınmak bana ilaç gibi gelmişti o yıl. Böyle yaşayabilceğim duygusuna kapıldığımı itiraf ediyorum. Hatta A.'ya beslemeye başladığım duygulardan tedirgin bile olmuştum. Oysa yalnızca müzik vardı aramızda. İletkenimiz samimiyet ve müzik olmuştu. Garip bir mesafemiz, bütün mesafeleri komik kılan içtenliğimiz, yaşanan bir aylık serüveni ayrıcalıklı kılmıştı. Kilisenin ya da müzenin merdivenlerinde uzun uzun sohbet ederken, hiç bilmediğim ülkelerdeki yerel ama görkemli festivaller hakkında akıl almaz şeyler öğrenirken, keyfime diyecek yoktu.


İlk kez, A. ile arkadaşlığım sırasında bana olgun bir erkek gerektiğini anladım. Saygı duymalıydım. Saygımı kazanmalıydı. Samimi olmalıydı. Bilmediğim ama bilmek istediğim şeyler hakkında beni geliştirmeliydi. Didaktik olmamalıydı. Cesaretlendirmeliydi. Öylece yanımda dururken, elimi dahi tutmazken, kalbime yakın durmalıydı. A., öyleydi. Bir aşk hikayesi yaratılabilecek en muhteşem adaydı... Eğer evlenmek üzere olduğu bir sevgilisi olmasaydı...


Hayatım boyunca diğer kadını yok sayamadım. Ne zaman hikayede bir kadın daha olduğunu duysam, hemen çekilmişimdir.


Aşk bölüşülmez.*


Perşembe akşamı A. konserdeydi. Purusya Kralı yanıma gelip, "A. burada, gördün mü dedi? " Artık görmemezlik edemezdim... Oysa kırgındım. İki yıl boyunca bir kart bile atmamıştı. Fakat haklıydı. Ben de İsviçre'ye gitmemiştim! Constance'da yelken yapacaktık ama ben gitmemiştim. Ve A.! Tokalaştık. O kadar heyecanlandım ve o kadar çabaladım ki sakin görünmek için, öpüştük mü emin değilim. Nasıldım? İyiydim. O nasıldı? İyiydi. Neden gitmemiştim konserlere? Zaman bulamamıştım. Ama yarın gece Barok vardı, gidecektim değil mi? Evet! "İyi konserler" diyerek ayrıldık.


See you tomorrow night...


Salonda, müzisyen piyanonun tuşlarına basarken, özellikle de Debussy'nin yumuşacık müziği salonu doldururken yine aynı mekanda müzik dinliyor olmak içimi bir tuhaf yaptı. Beni bu değerli adama aşık olmaktan alıkoyan kontrol mekanizmamdan nefret ettim. Kendimi, diğer kedilerin önündeki yemeği alamayan, aciz bir sokak kedisi gibi duvar dibinde açlıktan can çekişirken hayal ettim. Biraz daha aç kalırsa ruhum, ölecektim. Yine de dün gece konsere gitmedim. Kimbilir, belki de evlenmişti nişanlısıyla?


A., benim hayatımda duruşu ve varlığıyla çok anlamlıydı. Farklı koşullarda bir dakika düşünmeden onunla dünyayı gezebilirdim. Eger bir başka kadın ona aşık olmasaydı, eğer benden bu kadar yaşlı olmasaydı, eğer ben azıcık arsız , azıcık daha fütursuz olsaydım.Olabilseydim...


Salı akşamı A. ile aynı salonda müzik dinleyeceğiz. Bu gece gelir mi bilmiyorum. Fakat dün için pişmanım. Çünkü onunla yan yana oturup müziğin sunduğu büyülü yolculuğa çıkmayı özledim. Bana ait olmayan, içimde bir umut ya da aşk beslemediğim bu değerli insanla sadece müziği paylaşmam suç sayılmaz değil mi?


Aşkın binbir yüzü var; bana, garip garip yerlerden bakıyor ama gözlerini gözlerime dikip, kımıldamadan duran biriyle henüz tanışmadım!
*Bölüştüğünü sananların sonu hep felaket olmuştur.

25 Haziran 2009 Perşembe

Bok Kuyusu Prensesi Vol. II



Bok Kuyusu Prensesi dayanamamış ve yorum kutucuğuna girmiş nihayet! Böylece blog bir güzelliğe daha tanık oldu. Malum, günlüklerin böyle bir şansı yok ve mektuplaşmak teknolojiye yenileli çok oldu.... ( korkma Mehmetus sana kart yazacağım:))) Kendisine, Bok Kuyusu Prensesi'ne huzurlarınızda teşekkür etmek isterim. Bu teşekkür hem beklenmedik mesajı, hem de beni yaka paça sürüklediği tatil için. Eğer ona olan sevgim ve dostluğumuz olmasaydı, hiç bir güç Allahın sıcağında oralara götüremezdi beni. Oysa vaktiyle Cuma'dan çıkar ve Pazar!'kadar kalırdım. Üstelik yorulmazdım! Hey gidi gençlik hey!!


Bu kısacık tatilde olan biten şeyleri tek tek yazıp kimseleri bayacak değilim. Zaten, tadı damağımda kalan bir yemekten sonra hemen diş fırçalamak olur bu:)) Ama Myndos'u bir kez daha kutsadığımı, oraya bir anlam daha yüklediğimi sevinerek paylaşmak isterim. Geleneksel Haziran Buluşmaları! Bunu sakın unutmayalım Jasmin Hanım!


Fotoğraflardan görüleceği üzere hem adaya gittik, hem de sahildeki lokantalarda biramızı içtik. Seneye rakıya geçeceğiz inşallah. Malum, Gavuristan'da yaşayan bir kadına hemen rakı içirilmez. Alıştırmak lazım gelir. gerçi bu abla epeyce olmuş, yani pek zorlanacağımızı sanmıyorum.


Adı, fotoğrafları seyirciyle paylaşılan ve kendisine Bok Kuyusu Prensesi diyen sevgili dostum, benim gönlümdeki ailenin üyelerindendir. Her ne kadar kütük kayıtlarında akraba olmayı başaramasak da, ne güzeldir ki dostluğumuz on yılı aşmış. Gelecek on yıl için hayallerimiz ise akıllara zarar!


Jasmin için yıllar evvel daha blog ortada yokken bir masal yazmıştım. Onun benim hayatımdaki değerini anlatmak istemiştim :Meltemler Estiren Prenses. Aradan geçen bunca yıldan sonra, onun için yazdığım masalda özellikle üzerinde durduğum bir detayın gerçek hayatta yeri olduğunu öğrendim. Bu beni çok şaşırttı. Yazdıklarımı yaşamak gibi garip bir lanete sahip olduğumu düşünürken, bir kez daha benzer bir durumla karşılaşmak gerçekten ilginç oldu.


Masalda prenses ölmüştü ama hala yanakları pembe olduğu için prens onu gömmeye kıyamamıştı. Prensesin yanaklarını pembe kılan şey "aşk"dı. Ve zaten sonunda garip bir şekilde diriliyordu. Boğazına kaçan aşktan kurtuluyordu. Kurtuluyor muydu sahi?


Pamuk Prenses masalına öykünerek, onu cam bir tabuta koyup, kalenin tam karşısına yerleştirmiştim. Ve bunca zaman sonra öğreniyorum ki, Jasmin hayatının büyük bir kısmını benim masalda tabutu yerleştirdiğim yerde geçirmiş! Kanalizasyonun denize ulaştıgı bir bok kuyusu üzerinde oturup kitap okurmuş sevgili dostum! Ne garip ama gerçek! İşte bu hal ortaya çıkınca kendisine ister istemez Bok Kuyusu Prensesi dedik. Yakıştı mı derseniz, önce kuyunun yerini görün derim:)) O manzaraya bakıp da Bok Kuyusu Bişeyi olmak istemeyen çıkarsa şaşırırım doğrusu.


Ayrıca Myndos'da kayalara tırmanmak istemeyişi ve yükseklik korkusu yüzünden başımıza gelenlerin aramızda sonsuza kadar sır olacağını söylemek isterim. Yine de "Salak ve Avanak" daki gibi fıkralara kahraman olduk diyebilirim! Bir yarım Alman ve bir yarım akıllı Türk!!


Hayat çok acayip; kimin yanınızda kalacağını, kimin savrulup toz olacağını bilemiyorsunuz. Birileri içinizdeki saraylardan pılıyı pırtıyı toparlayıp göç ederken, üstelik giderken yakıp yıkmayı iş bilirken, kimileri onlara verdiğiniz odaya gün be gün daha sağlam yerleşerek, mucizeler yaratıyorlar.


Sevgi özürlü, sevgiyi ifade etme özürlü insanlardan kaçın. Sevmekten, paylaşmaktan korkanlardan kaçın. Gitmek mi istiyorlar, bırakın gitsinler. Kalanlar ve yeni gelenler için temizlik yapın. Bırakın hayat samimi olmayanı elesin, sadeleşmenin, zenginleşmenin keyfine varın.


Son zamanlarda yazdığım onca karman çorman şeyin ardından, hazır Bodrum'dan henüz gelmişken ve kendimi iyi hissederken biraz güzelliklerden bahsetmek istiyorum; bana bakılan fallardan, müzik festivalinden, yeni komşumuzdan ve Mici'den mesela. Bok Kuyusu Prensesi'ne gelince.... Kendisi hayatımı zenginleştiren ve her yıl daha da güzelleşen bir kadındır, köyümden bir kadındır. Bu güzelleştirme operasyonunda ilk olarak onu tanıyın istedim:))

23 Haziran 2009 Salı

Hayat&Tatil Vol. I


Başka bir toprağa bastım o sabah. Bir baktım suda kulaç atıyorum; karşımda kale!Kapatıp tekrar açtım gözlerimi; denizin dibinde boylu boyunca uzanmış gün ışığından süzülen çemberleri bilezik gibi takıyorum koluma!. Sonra bir baktım, su üzerinde yürüyebiliyorum! Üstelik hala hayattayım!


Rüya sandım önce. İyice çimdikledim kendimi, ama değil, vallahi de billahi de limandayım! Üstelik yanımda Bok Kuyusu Prensesi! O da kim? Anlatılmaya değer bir prenses!


Önce yüzdük, sonra olan biten binlerce şeyi sakince süzdük sohbetlerde. Kule'de eski zamanlardan yüzlerle buluşup, inanç tazeledik hayata dair. Onüç yıl sonra, kalbini yarı yaşında bir dilbere kaptıran dostun sevincine ortak olup, "hala aşk var!" diye sevinerek yataklarımıza döndük o gece. Sabaha kadar Geçmiş Hastanesi' nin odaları arasında koşuşturduk; ölülere kalp masajı yaparken, dirilere umut serumu taktık. Ertesi sabah, kendi içimizdeki kanamayı bir süre için durdurup, Myndos limanında Geleneksel Haziran Buluşması' nı* ( Vol. II 'de anlatacağım ) gerçekleştirdik.


Bir sonraki gece, Körfez'de bir köşeye yığılmış, kırık dökük hayatı içkisine meze olmuş ve zamanında epeyce içimi burkmuş bir kadını** teselli edip, ardından masmavi koylarda yüzdük. Bol bol deniz suyu içtim. Bol bol ağladım yüzerken. İçtiğim su kadar ağlamak ve denizin bana verdiğini ona geri verebilmek isterdim. Ama çok az gözyaşım kaldığını üzülerek farkettim; hayatımdaki her sahne için sadece iki damla. Oysa en az bir düzine gözyaşı şişesi doldurmuşluğum var benim...Yazık, kimbilir hangi mezarda o şişeler?


Orada olduğuma mutlu muydum? Evet. Artık orada olmadığıma mutlu muydum? Evet.Hala benden, hala benim ama çok silik bir mutluluk ülkesi Bodrum.




*Bu birincisiydi:))


** Bu kadını ve bende uyandırdığı hisleri anlatacağım. Vol. ıı ya da ııı de.


NOt. Bu yazı Külkedisi'ne öğle tatili hediyesidir:)))

20 Haziran 2009 Cumartesi

Duygu, Biraz Duygu...

Burada olmak çok tuhaf... Biraz eski, biraz yabancı. Biraz tutuk.... Herşeye rağmen benim. Benden. Ben gibi aslında.

Ben, bana nasılsam , Bodrum bana öyle...

19 Haziran 2009 Cuma

Fortunata Köyünden Bildiriyor.

Hava sıcaklığı mükemmel. Deniz olağanüstü. Duş sonrası uyku ömre bedel. Yasemin'le sohbet paha biçilmez! Çok mutluyum:)))
Selamlar herkese.....

18 Haziran 2009 Perşembe

Mola & Teşekkür

Dar kapılardan, zor zamanlardan ve sembollere boğulmuş rüyalardan geçerken yanımda duran ve "dağ gibiyiz" diyen - demeyip, hissettiren - , sarılıp sarmalayan tüm dostlarıma teşekkür ederim. Bir kaç gün için buralarda olmayacağım. Blog sizlere emanet.
Önemli not: Bugün Muse, 31(otuzbir) yaşına giriyor. Kendisine yıllar önce "tanrının bana vermeyi unuttuğu kardeş" demiştim bir magnet aracılığıyla... Sadece bilmesini isterim ki hala aynı şeyi hissediyorum. Ayrıca o unuttu da ne oldu, ben aldım işte kardeşimi! Mutlu Yıllar dostum. Sana köyümden bir hediyeyle döneceğim.

16 Haziran 2009 Salı

Çok İsterim Tabii Ama...Ve Fakat...

İş çıkışı, adı lazım olmayan ama kendisi hayatımda gayet gerekli ve de ehemmiyetli bir dostuma uğradım. Rahat rahat "dostum" diyorum çünkü dostluğu zamanla, mesafelerle değil, paylaşımların samimiyetiyle ve derinliğiyle ölçmeyi nicedir öğrendim. Malum öğrenmenin yaşı yok.


İki kadın karşılıklı oturunca - bir kaç yoğun haftanın kurbanı olan rutin görüşmelerimiz ertelene ertelene- takdir edersiniz ki anlatılacaklar listemiz alıp başını gitmişti. Sen anlat, yok bi dakika ben anlatacağım derken bir şey konuşamadan ayrıldık sayılır. Ana haber bültenlerinde özet geçen dakikalar gibi hızlıca bitirdik zamanı. Ama en ilginç son dakika gelişmesi erkekler hakkındaydı!


Otuzbeş senelik hikayelerimizi değiştirmeye ve bir nesli yok eden "ömür boyun aşk" masalını ipte sallandırmaya karar verdik. Detay anlatacağımı sananlar yanılıyorlar. Ha anlatmayacağımı sananlar iki katı yanılıyorlar. Mesela şudur ki; önce deneyeceğiz, sonra hemcinslerimizle paylaşacağız. Küçük bir ipucu verirsek: makyajsız asla sokağa çıkmayacağım, namusum, şerefim gibi zırvaların ve elbette güneşin izin verdiğince açılıp saçılacağım, ayrıca her kompliman yapan adama da sille tokat girişmeyeceğim! Dövmeden evvel, onunla evlenmem gerekmediğini, aslında iki kelam konuşursa belki hoşuma bile gidebileceğini kendime çimdik atarak hatırlatacağım!


Bunlar için söz verdim. ( ben ne yaptım yahu??? ) Verdim vermesine ama uygulamada çuvallayacağım gibi güçlü bir his var içimde. Mesela ne kadar sürede bir ruj tazelenmesi gerektiği bu saatten sonra öğrenilir mi? Ayrıca o rujlar kanserojen değil mi? Organik olanları var mı? Sadece parlatıcı kullansam olmaz mı? Hem her iki kadeh içip güzelleşmiş abinin, yerli yersiz sohbetine gülümsemek bana ne kazandıracak? Asıl içip, abiyi güzel görmesi gereken ben değil miyim? Peki ben içip eğlenirken egom nerede saklanıyor olacak? Sonraki günlerde aynı abiyi başka bir yerde, bana bakıp sırıtırken gördüğümde bi güzel benzetmeden nasıl huzur bulacağım?


Hem bu dekolte denilen şeyden kasıt nedir? Malum Avrupa'da değiliz, biri bana saldırırsa "azıcık sevgi ve şefkat arıyordum ki, bakınız ne oldu!" mu diyeceğim savunmamda? Beni karakollardan kim toplayacak?


Kızma kızma canım dostum benim, vallahi deneyeceğim. Sen ki Gavuristan'dan bu derin duygu ve gözlemlerle dönmüşsün, elbette dikkate alacağım söylediklerini. Hem kalbim tam takır kuru bakır. Hani boş buzdolapları için "fare düşse kafası yarılır" denilir ya, işte tam o hesap! E malum yirmibir yıl sonra boşalan bir kalbi ikinci el pazarına sürmek ve de neyle takas ettiğine dikkat etmemek pek kolay olmayacak. Ama söz; yarın gidip ruj almayan, kendini toplumun refahı ve ikinci tura dönen kadınları için deney gurubuna dahil etmeyen, yazdığı kadar yaşarken dürüst olmayan taş olsun!


Devam Edecek....




Not. Bu fotoğrafla hiç şansım yok biliyorum. Ama blog okurları gelişmeleri an an takip edebilsin diye diyetisyenlerin yaptığı gibi önce ve sonra fotoğrafı koymak istedim. Bakınız deneyden önce:))

12 Haziran 2009 Cuma

Ölü Dalgalar.

Sabahın erken saatinde Fenerbahçe Parkı'na doğru yürüyordum. Aklımdaki tek şey elimdeki kitabı kulübe bırakıp işe yetişmekti. Önce solumda kalan köşke baktım, bronz ejderhalar hala oradaydı... O köşkün restaurant olduğu zamanları anımsadım. Ailece yenilen pazar günü yemeklerini. Ve hatta ilk flörtümle orada buluştuğumu... Bizim zamanımızda flört diye bir şey vardı. Şimdi ne kadar demode değil mi?
İnsan bazen yıllarca gömüyor anılarını, duygularını. Hatta o kadar derine gömüyor ki, unuttum sanıyor. Azalttım sanıyor. Sonra her ne yaşanıyorsa yaşanıyor ve bütün detayların ilk günkü kadar canlı kaldığını görüyoruz. Açıkcası, Külkedisi söylediğinde şaşırarak aydım bu duruma; var olan duygunun yok olamayacağı gerçeğine. Demek ki ona hayat veren bendim. Besleyen ya da başını kopartan da bendim! Peki ölümsüz kılan kimdi??
Köprüyü geçtim. Köprüler bence kulelerden bile daha tuhaf yapılar. Kulelerde bir ulaşılmazlık var; mücadele, macera. Oysa köprüde karar var, kader var...
O, her iki yanına beton dökülmüş daracık kanalın üzerine yapılmış kavisli köprüden geçerken, zihnimin sapkın* tarafı çalışmaya başladı sanki. Hep ötelediğim, baskın geldiğinde algımı allak bullak edebilen ama asla yok saymadığım diğer tarafa geçtim. Köprü bir eşikti, onun altındaki kanalın duvarlarına vuran yumuşak ama gürültücü dalgalar ise anılar. Beton duvarlara vuran ölü dalgalar!

Ölü dalganın saati olmaz. Açık denizlerde yaşanan trafiğin kendine yön bulup kıyıya ulaşmış halidir ölü dalga. Propontis'in** göbeğinden bir kalyon geçer. Bir bakarsınız onun dalgası sekiz on saat süren uzun bir yolculuktan sonra kıyıya ulaşmış... Bu arada kalyon artık o denizde değildir, belki de çoktan yükünü boşalttığı bir limanda dinlenmektedir. Ama ölü dalgalar henüz ulaşmıştır dalgakırana... Bahsettiğimiz bir içdeniz değil de okyanussa eğer, bazen dalgaların kıyıya ulaşması günler alır.

Yıllar önce bir ölü dalga yüzünden ölüyordum. Hayatım boyunca atlattığım en ciddi deniz kazalarından biriydi. Uzun bir dümen tutma macerasının sonunda, kendimi gece seyrinin büyüsüne kaptırmış ama nihayetinde iyice yorulmuş olarak dümeni ve seyir defterini teslim ettim. Fakat gün doğumunu kaçırmak istemiyordum. Ayrıca her şey çok steril olmalı diye kaygılanan tiplerden olmamakla beraber sıcak yatak sistemine pek de bayılmıyordum. Bu nedenle kamarada uymak yerine tulumumu alıp, havuzluğa çıktım. Koskocaman ve simsiyah bir suyun üzerindeydik; Propontis! En küçük bir dalga yoktu. Erol Hoca'nın meydanda olmayışını fırsat bilerek, can yeleğimi çıkarttım ve tulumun içine girip teknenin yan tarafına boylu boyunca uzandım.

Bunca yıllık ömrümde hiç bir ana değişmeyeceğim kadar güzeldi o ılık rüzgarda beşik gibi sallanarak uykuya dalmak. Sanki çok uzun bir süreden sonra yeniden kavuşulan güvenli suların ritmi vardı uykumda. Ne kadar uyudum bilmiyorum. Bildiğim tek şey beni uyandıran, teknenin baş omuzluktan yediği koskocaman bir dalgaydı! O dakikaya kadar ne olduğunu bile bilmediğim ölü dalgalarla, karanlık sulara gömülme korkusunu iliklerimde hissederek tanıştım. Son bir hamleyle tellere tutunamasaydım, şu an yoktum! Tulumumla birlikte paketlenmiş olarak Propontis'in dibini boylayacaktım!

Kelimelerle anlatamayacağım o acayip panik anı geçip toparlandığımda, zangır zangır titreyerek çıktım tulumun içinden. O kadar sinirlerim bozuldu ki ağlayacaktım neredeyse. Fakat suçumu bildiğimden ağlamaya cesaret edemedim. Seyir halindeyken yelek çıkmamalıydı ve havuzluk dışında uyunmamalıydı. Erol Hocam, o gece alacakaranlıktan gün doğumuna geçerken bana ölü dalgaları anlattı. Usta bir denizciyi bile şaşırtıp alt edecek kadar sessiz ve beklenmedik olabilen dalgalar... Zamansız ve hesap dışı gelen ölüm. Deniz başımızı döndüren bir aşıktı, gönlünü kaptıranlar canları için her an tetikte olmalıydılar.

Dün, köprünün altındaki beton duvarlara vuran sesleri duyar duymaz, onları hatırladım. Bu sesi o unutulmaz gece seyrinden tanıyordum. Güçlü, acelesiz çalkantının son nefesi! O anla ilgili bu garip anımsamayla, zınk diye içimde bir yere döndüm. Çok uzun zaman önce iç sularımdan geçen bir kalyonun ölü dalgasıydı kalbimin beton duvarına çarpan. Bir gün onun geri dönebileceğini, üstelik bunu hiç beklenmedik bir anda yapabileceğini bildiğimden, o duvara beton döktürmüştüm!
Zihnimin firar eden sapkın tarafıyla bu hikayenin sembollerini dizdim sabah serinine. Sonra da aklımda kalanları buraya yazdım.

Ölü dalgalar, köprüler, ejderhalar, çocuklar, çıkılmış ve çıkılacak yüzlerce seyahat hakkında yazmak, yere düştüğümde "düştüm", sevindiğimde ise "sevindim" demek meğer ne çok rahatsız ediyormuş insanları. Benim karmaşama sahip olmayı farklı yerlerden algılamak bu demekmiş. Ben kendime "kafası azıcık karışık" derken, adamın /kadının biri çıkıp, doktor adresi verebiliyor. Kim iyileşmek istiyor ki? Buradan öyle bir yardım çağrısı mı yapıldı acaba? Eğer ben kendi özgür irademle başlattığım mücadeleden kah akışa teslim, kah yataklara düşmüş olarak çırpına çırpına çıkmaz, bir avuç hap ve uzman görüşüyle iyileşirsem- ki sizin iyileşmek dediğiniz düzene uyumlanmak olup, benim asla böyle bir talebim ve niyetim yok, hiç bir zaman da olmadı- ne anlamı var varlığımın? Uyuşmuş ve uyumlanmış bir beden istemiyorum ki. Aradığını bulmuş, bu uğurda yollara düşmüş, önüne gelen, içinde depreşen anları zaman zaman yazmış bir insan olmak istiyorum. Başka sözüm yok bu gece. Pizza yiyip, film seyredeceğim. İyi bir hafta sonu olsun:))


* Yaşarken de yazarken de asla gizlemediğim bu yanımı çok seviyorum. Bir gün beni klinik hastalar sınıfına sokma ihtimaline rağmen kendisini özenle koruyorum. Beslemiyorum. Koruyorum. Bu nedenle "adsız" olarak bloguma doktor ismi bırakan ve yorumu yayınlanmasın diye rica eden hayırseverin gönlü ferah olsun. Eğer bana bir yardımda bulunmak isterse hesabıma 50.000 dolar yatırabilir uzun bir seyahat için:))
** Marmara Denizi.


Not. Yakın zamanda bir dostum hasta olduğuna ikna edilerek doktora götürülmüştü eşi tarafından. Ne var ki aslında sadece sancılı bir iyileşme sürecindeydi... Ama göze alamadı... Böylece yuttuğu haplarla ve masallarla düzene uyumlandı. Göze alamayanlarla beraber, kendi koyduğu kurallara yenildi. Kuralları insanların koyduğunu unuttu... İyileştiğini düşünüyor olmalılar ama bence çoktan öldü.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Kanadın Altına Saklanmak Hali.

Hayatı boyunca dağ duruşunda kalmaya mahkum insanlar ordusuna kayıt yaptırmak istiyorsanız, sıraya girmelisiniz! Hiç bir takviye birlik yoktur ki, gönüllüsü bu denli bol olsun.
Daha önce, Maya Takvimine inanan topluluğun sızdırdığı bilgiye göre, gezegenin zor bir süreçten geçtiğini yazmıştım. İnanmış mıydım? Pek değil. Yine de, acayip bir şeyler döndüğünü anlamak için dahi olmaya gerek yoktu. Bütün hikayelerin havalarda uçuştuğunu, insanların kafasının içinde bin tane masal gezindiğini gayet iyi hissediyorduk. Hissetmiyor muyduk? Sonuç? Tanıdığım hemen hemen herkes, yani yanılma payımı yüzde bir olarak tutup söylemek gerekirse % 99, dibine kadar mutsuzdu! Mutsuz...

Ben % 99.5 noktasında duruyorum. Yıkıldı yıkılacak bir ağaç gibiyim. İçimi kurtlar kemiriyorsa da dallarım yemyeşil. İnadına boyum uzuyor, inadına "ilaçlamayın uleyn, ben hallederim kurt kardeşlerin derdini" diye gülümsemeye çalışıyorum. Kendimi ikna etmeye çaılışırken etrafa saçtığım gülücüklerden cildim kırıştı. Psikiyatristlerden esirgediğim parayı yakında estetik cerrahlara bayılacağım. Yani bu hikayelerden ekmek yiyecek tek topluluk doktorlar olacak:)

İçine kurt girmiş tek insan ben miyim diye artık sorgulamıyorum. Herkesin içi dışı kurt olmuş. Kiminin gözlerini yemiş, kör etmiş, kiminin ruhunu... Ve fakat kurtlarla savaşta en iyi mücadele şeklinin sağlam kalan alanlara yatırım yapmak olduğunu keşfettim. Hala eliniz tutuyorsa yazın, burnunuz sağlamsa güzel birşeyler koklayın. Kollarınız sağlamsa, yorulmuş bir dostu kanadınızın altında saklayın...

Kurtlarla anlaşın, bazen gezmeye çıksınlar. Onlar dışarıdayken içinizdeki boşluğa çocuk kahkahası yerleştirin. Bırakın birileri gövdenize sarılsın, birileri dallarınıza dilekler bağlasın. Ancak bu şekilde kurtları uzak tutabilirsiniz. Size geri döndüklerinde içinizde yankılanan umut, kurtlara dar edecektir ortalığı... Kurtlar, inadı inatla karşılar ama teslimiyete karşısında pılı pırtıyı toplar giderler. Zaten en büyük mücadele teslimiyetmiş, ben gelmiş geçmiş tüm doğu öğretilerinin yalancısıyım:)

9 Haziran 2009 Salı

Mini Mici.

Eleni Karaindrou dinlerken ve sinekliğimiz takılmadan önceki son kan bağışımı yaparken, dergi için hazırladığım yazıları teslim etmenin huzurunu yaşıyorum. Yazılardan biri Antik Çağda İlk Yelkenliler hakkındaydı, diğeri ise onsekiz yaşında çıtır ve çok sevimli bir sporcuyla röportaj. Hangisi daha başarılı oldu derseniz, al birini çarp öbürüne derim. Çünkü siparişle yazı yazmak çok zor. Benim için yepyeni bir disiplin. Fakat gerekli. Eğer yıl bitmeden bir iş çıkartmaya niyetliysem mutlaka bol bol yazmam lazım. Vay blogun haline!


Gelelim Mici'ye. Mici benim yeni oyun arkadaşım. İki gündür sabahtan akşama kadar beraberce yerlerde yuvarlanıyoruz. Kulağım annesindeyken, gözüm hep Mici'de. Bugün ilk deniz yolculuğumuzu yaptık. Eğer Mici uslu bir kız olursa eminim nice maceraya yelken açacağız beraberce. Çünkü ortak zevklerimiz oldukça fazla. Mici enginar seviyor, kahve bağımlısı olmaya meyilli, öğle uykusuna bayılıyor. En sevdiği oyunlardan biri yemek masası altında saklambaç. Çok iyi şarkı söylüyor ( bu noktada ben yalnızca dinleyici olmayı tercih ediyorum ki, çocuk müzikten soğumasın!!!)MELEKLER KADAR GÜZEL GÜLÜYOR... Deniz görünce dayanamayıp atlıyor! Ve en önemlisi gerçek bir kitap kurdu!



7 Haziran 2009 Pazar

Began Japan!*

İki haftadır artarak devam eden, hatta Kapadokya'dan bu yana ciğerimi söken karmakarışık ruhiyatım, Cuma günü saat 14.00 itibariyle normale döndü. Nabız şahane, uykular başarılı, saç dökülmesi azaldı, bel ağrısı dayanılabilir noktada:)) Bu bilgiyi özellikle P. Özer için geçiyorum. Blogu okuyup okuyup üzülmüş P.'im, üzülmesin. Çok daha iyiyim ben. Neden mi? Bakınız şu sebeplerle:

1 Cuma günü beni son haftalarda epeyce zorlayan sevimsiz iş yerimden ayrıldım. Az bir param içeride kaldıysa da hiç önemi yok. Yaşasın hürriyet!

2 Maaşımı alır almaz kendimi oyuncakçılara attım. Leyla ve Eda'ya oyuncak almak, bana yedi ceddime mücevher almaktan çoook daha fazla haz verdi. Hele ki bu sabah, Leyla paketleri açarken hayatta ne kadar b.ktan şeylere takılıyorum diye ciddi ciddi hayıflandım...

3 Aynı akşam koskocaman oyuncak torbasıyla atladığım teknede dostlarımla içip, dans edip eğlendim. En son düğünümde dağıttığımı düşünürsek, C.tesi gecesi bana düğün oldu denilebilir. (Parti bitiminde Üsküdar'da yediğim sosislileri başlı başına bir yazı konusu yapmalıyım:)) Çok utanıyorum ama yazabilirim!

4 Bitmedi... C.tesi günü Leyla hasta olduğu için Eda, Kibritçi Kız, Prusya Kralı, sevgili komşularım Leydi Agi ve Piri Altuğ Reis ile küçücük bir kutlama yaptık. İrem'in pastası on numaraydı. İki dilim yedim. Hiiiç pişman değilim!

5 Bilin bakalım sonra ne oldu? Eve dönüp kendimi malikanenin mutfağına bıraktım ve dostlarımız için yemek pişirdim:)) Geç saatlere kadar gizli bir proje üzerinde çalıştık. Harika bir de tatlı yedik! Külkedisi'nin izin verdiği oranda bunları zamanı gelince paylaşacağım:)) Malum ev sırlarımız var!

Ay muhteşemdi bu hafta sonu. Kendimi, iki kilo almama rağmen mutsuz değil, aksine çoook mutlu bir jelibon gibi hissediyorum. Cuma akşamı içimi sıkan her zırıltıyı boğazın akıntısına bıraktım. Seksenler ve yetmişler şarkılarıyla coştum, hopladım, zıpladım. Yüksek Lisanslı Periler bu halime çok şaşırdılar. Muse bir ara beni topaç gibi çeviriyordu fırsattan istifade!! Sarhoşum diye farkına varmadım sanmasın:))

Burhan ve Muse hatta yengem ve Cenk de deli gibi eğlendiler. Zihni'cim, Sema, canım Zeynep de vardı:)) Tolga kadeşimin askere gitme kararını, benim yeni işimi ve yeni hayatımı kutladık. Eve geldiğimde ard arda yediğim sosisliler ve öncesindeki sucuk ekmekler yüzünden azıcık kıvrandım ama kalbimi kurtardım yahu! Azıcık mide ağrısından ne olacak? Artık özgür bir kadınım!

Külkedisi lütfen bana engel olma, biraz eğlenmek istiyorum:)) Aynalar Kraliçesi bize daha sık gelsin olmaz mı? Sayesinde gecemiz güzelleşti. Hem MaviAy bir sonraki partiye Pati'yi getirsin:)) Bahçede gezdiririm ben. Yoksa Gaye mi gezidirse?:)))





* Bu şarkıyı duyup coşmayan benim arkadaşım olamaz:)) Ah bir de Kommançero vardır ki... Neyse, yazacağım akşama:))) Olmadı ilk fırsatta diyelim.


Önemli Not. Bu gece hayatımda ilk kez ateş böceği gördüm!

5 Haziran 2009 Cuma

Erguvanlardan Kadar Güzel Olan Şey Nedir? Cevap:Leyla!

Ve nihayet Cuma günü geldi. İyi bir şeyler söylemek için çok erken ama ne hikmetse işe şarkı mırıldanarak geldim. Bunu özellikle yazıyorum. Çünkü Külkedisi ve Küçük İnsan bu habere çok sevinecekler. Ayrıca nasıl oldu bilmem - bunda yeni gömleğimin etkisi olabilir - kendimi yeniden yetmiş kiloluk bir jelibon gibi hissediyorum. Şarap beni güzelleştiriyor ! Ayrıca saçlarıma da garip bir parlaklık gelmiş. Bugün iş çıkışı Eminönü civarında olacağım için eğer aranızda o taraflara gidecek birileri varsa güneş gözlüğü takmasını öneririm:)

Akşam erguvan zamanı çıkamadığım tekne gezisine çıkıyorum inşallah. Londra'da yaşayan pek sevgili kardeşimiz Zeyno, Cenk, Bingül yengem, Yüksek Lisanlı Periler ve daha kimler kimler... Şimdiden iyi hissettiğime göre güzel bir parti olacak besbelli. Ayrıca hava karanlık olacağı için ben erguvanlar hala oradaymış gibi davranacağım. Sakıncası yok değil mi?

Sağda bu yıl erguvan mevsiminde Kuzguncuk'da çekilmiş bir fotoğraf göreceksiniz. Orada erguvan yok elbette. Ama erguvanlar kadar güzel Leyla var! Yarın tam iki yaşında oluyor; benim en küçük prensesim. Şimdi ona Mici* de eklenecek kısmetse.

Bugün güzel bir hediye seçmem lazım. Malum masalları Eda için yazıyorum. Agi**, Leyla'ya başka bir şey düşünmeliyiz dedi ama ben orada tıkandım ne yazık ki... Fakat aklımda çiçek dürbünü var. Çok mu erken acaba? Ya da tahta oyuncaklara mı bakmalıyım? Bir fikri olan var mı? :))





*Mici'yi daha tanımıyorsunuz ama onda inanılmaz bir potansiyel var. Çok yakında yazamaya başlayacağım:))
** Prenseslerin annesi olur kendisi.








4 Haziran 2009 Perşembe

FİLM MOLASI, UYKUDAN ÖNCE YAZISI:

İçim rahatladı. Laf sokmak için değil laf anlatmak, aslında anlatırken kendi anlattığından nasiplenmek için yapılmış bir film izledim. Daracık bütçeler, derme çatma dekorlar, azıcık epik kaçan diyaloglar... Ama sıcacık. Mesajı apaçık gönül gözü görene... Ulak.

Masala inanmayanlara, masalın sonundan kaçanlara kapak olsun diye yapılmış, minicik oyuncularla yürek hoplatan bir film. İnanmak isteyenler ve gerçek diye burnumuza dayatılanlara isyan edenler için bir ağıt. Bir yerlere tıkılmaktan sanat yaparak kurtulanlara esin olabilecek ufacık bir not. Çok mu güzeldi? Çok mu mükemmeldi? Hayır. Ama görmeye niyeti olana bir notu vardı. Masalın sonundan korkanlar için bir not! Sana bir not!


Herkese iyi geceler. Ağladığım için çok yoruldum. Şarap da gevşetti iyice. Uyumam lazım:)) Biraz dinleneyim, belki yarın ulak gelir...

Uyumadan son bir kelam; erkekler sürme çekmeli, at binmeli, peçe takmalı ve kader diye dayatılan şeye boyun eğmemeli bence. Yani şarabın etksindeki bence:))

Firar

Bugün işe gitmedim. Erkenden kalkıp evi toparladım. Kahvemi yaptım. Kahvaltıya teyzelerime gidip, sonra yine malikaneye döndüm. Yemek pişirdim, yıkandım. Makaleyi bitirdim. Fakat fotoğrafları eksik. Ütüleri görmezden geldim. Saat hala erken. Muhtemelen yogaya gitmeyeceğim. İçimden gelmiyor. Kendimi yetmiş değil de, doksan kiloluk bir jelibon gibi hissediyorum. Kımıldamak istemiyorum. İştahım hiç yok. Pişirmekte olduğum yemeğin kokusu küfür gibi. Manga dinliyorum. İyi gelir diye düşündüm... Gelmiyor!
Yazmak da iyi gelmedi. Şimdi uyumayı deneyeceğim. Kendim de dahil kimseleri baymamanın yegane yolu bu olsa gerek!

3 Haziran 2009 Çarşamba

ÇİLE ODASI III, Akşama Doğru Son Zırıltı.


"Bakalım bu kulumuz ard arda iki b.ktan hafta çakınca nasıl davranıyor?" diyen yüce Tengri'ye (dikkatinizi çekerim Tanrı diil "Tengri" diyerek şaman köklerimi kutsuyorum ve cehennem ateşine yanaşmıyorum bile) malum el işaretini yapmamam için birinin hemen her iki elimin orta parmağını kırması gerek! Yoksa şu dakika kendimi kaybedebilirim.

Sevgili Külkedisi, ben biletimi ayırttım. 19 Haziran akşamı obama doğru yola çıkıyorum. Gelecek misin? Gerçekten birkaç gün tatil yapmam lazım. Yoksa çileden çıkıp, ayaklarım orta parmaklarını bile göklere çevirmeme az kaldı!

2001 Yılında ve hatta 2002 de kazandığı tüm parayı çula çaputa yatırmış olan kaz kafalının biriyim ben. O zaman daha yogaya başlamamıştım. Ne kadar param varsa o kadar harcarım diyerek ve hatta olandan daha da fazlasını harcayarak bir sürü ev eşyası almıştım. Görünüşte gayet mütevazı olsam da, bazı detaylara ne kadar takıldığımı gayet iyi hatırlıyorum. Ben ki markalardan falan hiç anlamam, evlilik manyakça bir tuzak. Kendimi mağazalara kaptırdığım saatleri düşünüyorum da...

Ne mi oldu? Bütün o eşyalar - tabii eşe dosta dağıtılmaya kıyılamayanlar - 7 ya da 8 adet koli olarak o zaman bu zaman sürünüyorlar! Dedemin deposundan teyzeme, teyzemden komşuya... İçlerinde anılarım var... Bazı objeleri, anlarla ve insanlarla kodluyorum hayatımda ve nedense onları kaybetmeye ya da vazgeçmeye dayanamıyorum. Aynı bardakla kahve içmek, aynı havluyla kurulanmak, dolapta daima bir paket açılmamış naneli çikolata olması bana güven veriyor. Deli miyim? Bir miktar! İlk dolma kalemimi saklamak, ilkokul birinci sınıf defterimi korumak hoşuma gidiyor. Benden başka kimselere tek söz etmeyen bu eşyaların tanıklığını seviyorum.

Çile odası bugün beni o kolilerle yeniden karşılaşmaktan kurtardı. Çalıştığım için nakliyat harekatına ne yazık ki katılamıyorum. Böylece babamdan kalan yemek takımlarına, annemin benim için ördürdüğü dantellere bakıp ağlamam gerekmeyecek. Her birinin karşısında suçlu gibi durup özür de dilemeyeceğim.

Nişanlandığım zaman, rahmetli kocamın ilk şoku benim sandık almak için Bursa'ya gidişim olmuştu. Bursa'ya gidip, kapalıçarşıdan ceviz sandık alacağım diye tutturunca, çaresiz beni otobüse bindirip ardımdan el sallamıştı. O sandığı getirip evin baş köşesine koydum. İçi anılarla doluydu; Aysel anneannemden yatak örtüleri, Zarife ninemden nazar boncukları, gelin telleri, kurumuş fesleğenler, porselen bir kutudaki kına, teyzemin sandığından örtüler, annemden havlular... Şu hayatta 45 metrekare bir eve gerekmeyecek her şey vardı içinde!
Bu koca sandığın eve tepiştirilmesi yetmezmiş gibi şansımı iyice zorlayıp - çünkü kütüphanem reddedilmişti ve gayet kızgındım - üzerine de kayınvalideme, kendi kayınvalidesinin annesinden kalan bir bohça örtmüştüm. ( Zavallı rahmetli kocamı delirten bu sandık olabilir. Biz sevgiliyken bu taraflarımı hiç göstermediğim için adamcağız muhtemelen beni büyücü falan zannetti belki? Hiç düşünmemiştim daha evvel:))

Evliliğimin son aylarında sık sık, açıp açıp baktım sandığa. Her açtığımda içinden çıkanları törensel bir şekilde seyredip, tek tek özenle yerine koydum. Geçmişle kurduğum tuhaf bir bağdı sandık. Annemin evinde de severdim ben sandık seyretmeyi. Annem her şeyi bir bir önümüze serer ve kimin neyi, ne zaman hediye ettiğini anlatırdı... İğne oyası yazmalar, ipekli bohçalar, babamın ben daha bebekken işlettiği tel kırma işler, kemerler, ham ipek gömlekler, cepkenler... Bir tekini bile kullanmadıysam da, delice sahiplenirdim. Kardeşime de aşılardım aynı şeyi. Köklerimize bağlılık değil miydi sandık?

Şimdi, son yıllarda neredeyse hiç bakmaz oldum sandığa. Anılardan kaçmaya ve hatta yoluma çıkan engellermiş gibi üzerlerinden atlamaya başladım. Ortalayamadım yani haleti ruhiyemi. Ama sahip olduğumuz her eşyanın omuzlarımıza , ruhlarımıza yük olduğunu biliyorum. Yaşamak için ihtiyacım olanın, sahip olduklarımın yüzde birinden bile az olduğunun farkındayım.

Celalettin Dede, "sadeleşin" demişti. Eşyalardan kurtulmak da ruhun ihtiyacıymış... Onların kesinlikle bir enerjisi var. Üstelik anıların objelerle bir bağı da yok. Anılar, yaşanan her şey sonsuza dek bizim. Onları anımsamak için nesnelere gerek yok. Hayat, bir sabah küçücük bir çantayla yollara düşecek kadar hafif olmalı.

Yıllar sonra bir kez daha o koliler üzerime çökerken hem içindekileri düşünüp "eyvah sakın kırılmasınlar!" diyorum, hem de sevdiklerimin kemikleri un ufak olmuşken hala bu endişe ne için anlayamıyorum. Üstelik sandığıma sahip çıkacak bir varisim de olmadığına göre niye bu manasız esaret?

Neyse ben odama dönüyorum. Orta parmağıma da koli bandı yapıştırdım. Gök Tengri beni kutsasın!

ÇİLE ODASI II, Öğleden Sonra Sızlanmaları.


"Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanıbaşından geçen daracık bir yol gibi"
Virginia Woolf


Son okuduğum kitap* Alaaddin Keykubad'ın, zindanda geçirdiği yıllardan sonra, içini yakıp kavuran fetih arzusundan Bahaeddin Veled tarafından kurtarılışını ve barışçıl biri olmaya dönüştürülüşünü anlatılıyor. Gerçekten etkilendim. Güç kontrolü ve ölümlü olmayı kabulleniş inanılmaz bir sıçrama. Fakat zindanları, çile odalarını, bedenimizi bize hapishane yapan deneyimleri yok sayarak kaldığımız yerden yanılmaya devam etmek çok daha kolay... Sapılması gayet mümkün bir yol.

Külkedisi'nin dediği gibi; "son dakikada öfkeli ölmemeli insan". Yaşanmayan zamanlara, yanlış olduğunu görüp, kendi kendine türlü mazeretler uydurarak değiştiremediği planlara yenilmenin kıskacında kıvranmamalı. Son nefes mutlaka huzurla gelmeli... Kimilerine göre bir meleğin, kimilerine göre tanımsız bir halüsinasyonun elini tutup bilinmeyen bir yere çekilirken teslim olmalı insan. Ama nasıl? Ve daha da önemlisi oraya kadar varmadan yaşarken teslimiyet mümkün müdür?

Akışa bırakmak çok zor. Mütemadiyen tüm dinler ve bittabii öğretiler tarafından yüzyıllardır tavsiye ediliyorsa da teslim olup, sadece ve sadace izlemek diyet yapmaktan, çikolata paketine karşı güç sergilemekten, vaktiyle ciğerinizi sökmüş eski bir sevgilinin kapısından uzak durmaya çalışmaktan, kokuşmuş egolarına kurban hayatlarında size bulaşmış birilerinden paçayı kurtarmaktan ve hatta sel ve depreme karşı önlem almaktan bile daha zor... Zor işte! Yine de imkansız değil. Birileri başarmışsa ve diğer tarafa sıçramışlarsa umut var demektir.

Teslim olmak çok zor. Teslimiyet dikkat ederseniz neredeyse sadece çocukların becerebildiği bir şey. Hani şu hep verdiğim örnekte olduğu gibi: Annenizin sizi tutup tutamayacağını düşünmeden atlarsınız kucağına. Ne mesafe ne de yükseklik hiç önemli olmaz. Yüzde yüz bilirsiniz sizi tutacağını. Sonra o his kirlenir. Birileri sizin içinizi, siz de birilerininkini itina ile kirletirsiniz... Yeniden en saf ve temiz olanı özlemek ve talep etmek pek çok deneyimden sonra mümkün olur. Bir bu kadarını daha göğüslemenin tek yolunun teslimiyet olduğunu nihayetinde kaz kafanız anlar.

Çile odaları, kaz kafalıların hayatlarında olmazsa olmaz mekanlardır. Bize o mekanları sağlayanlar da dostlarımız değil, sınırlarımızı zorlayan, sevimsiz ve hatta kötü kalpli birilerinin suretine bürünmüş meleklerdir! İyilik de tıpkı kötülük gibi binbir maskeyle gelir. Yaşlıların dediği ne kadar doğru: "Her şerde bir hayır, her hayırda bir şer vardır..."

Sanırım yaşlanıyorum. Kocaman bir hayatın inatlaşarak geçmeyeceğini idrak etmenin komasındayım. Teslim olma denemeleri yapıyorum. İçimdeki kötü ruh, - yanlış duymadınız kötü ruh dedim:)) ve emin olun hepinizin içinde bir miktar mevcut - bedenime zarar veriyor. Kafamı zonklatıyor. "Bu işe fazla kaptırırsan seni hasta eder, yataklara düşürürüm" diyor. Ben, dışarı çıkmak için çırpınırken kapıları "donk!" diye suratıma çarparak omuzlarımın kasılmasına neden oluyor! Yine de, anahtarı cebimde olan bu çile odasını terk etmiyorum. Çünkü her kuyruğum sıkıştığında kendimi terk edemeyeceğimi anladım! Beğenmediğim, o yere göğe koyamadığım değerlerimden uzak kalan her durumda, şımarık bir velet gibi zırlayarak kaçarsam ancak anı kurtarabileceğimi, oysa bu davranışla gerçek kurtuluştan hep bir adım geriye düştüğümü de anladım... Yani, süzme salak değilim besbelli. Umut var.

Sonuçlandırmaktan kaçındığımız her ilişki, her olay ya da her ne halt ise o, daima bizi takip ediyor. Gölge gibi! Nasıl insan gölgesinden kaçamazsa, ya da tam tersi gölgesini yakalayamazsa, benim de bu kafayla bir yere varamayacağım anlaşıldı! Durmam lazım. Olanı, tam da olduğu gibi kabul etmem lazım. Bunu yapmanın bir yolunu arıyorum. Çünkü ancak ben durusam, gölge duracak. Nazmi Hoca'nın dediği gibi kabuğu çatlatmak lazım. RUHU YÜKSEKLERE ÇIKARTIP "GÜM!" DİYE ASFALTA ÇARPMAK LAZIM. TIPKI CEVİZ YEMEYİ KAFAYA KOYMUŞ BİR KARGANIN BİNLERCE YILLIK İÇGÜDÜLERİNE GÜVENDİĞİ GİBİ, BU RUHUN ÇİLE ODASINDAN SAĞ SALİM ÇIKACAĞINA İNANMAK LAZIM!

Blog okuyucularının çile odası macerama katılmaları zaruri değildir. İsteyenleri önümüzdeki iki gün için azad edebilirim. Bu tuhaf süreçte olan Külkedisi'ne ve Yüksek Lisanslı Perilere olacak!





*Mahperi Hatun. Gerçekten okuduğum en iyi ve en hafif tarihi romanlardan biri.

ÇİLE ODASI I

Yıllar önce, neredeyse çocukken Tuna* ile sinemaya gitmiştik. Yaş bende 15, Tuna da 17 olmalı. O, vurdulu kırdılı filmler peşinde ben ise Avrupa sinemasının. O yıllarda film festivali falan yok. Ya da var ama benim haberim yok, yeterinde popüler değil muhtemelen. Sadece video kiralayan dükkanlar ve sinemalar mevcut bizim için. Neyse, günlerden bir gün, Tuna'nın gönlü olsun diye ( çünkü o yıllarda Taksim'e yalnız geçmeme izin yoktu ve Tuna bana eşlik edip, hiç sevmediği halde bale seyretmek zorunda kalıyordu.. Ben de zaman zaman bu centilmenliğinin bedelini ödemeye çalışıyordum) sallana yuvarlana bir filme giriyoruz: A Room With The View. Ne tuhaftır ki ikimiz de beğeniyoruz. Tuna ile izleyip aynı fikirde olduğumuz iki filmden** biri böylece hafızalara kaydediliyor...

Şimdi, ben bir film çekiyorum içimdeki stüdyoda Room With The Çile! Bu filmde işverenlerim başrol oynuyorlar. Hatta o kadar inandırıcı ve akıllara zarar doğaçlamalar yapıyorlar ki, artık senaryodan çıktık. Kostümcü kaçtı. Textler yırtıldı. Kameraman haldır haldır koşmaktan telef olup, salonun köşesine sabitlendi...

Nazmi Hocam beni Kapadokya'daki çile odasına tıkamadı - pardon girmeye ikna edemedi diyelim - ama bakınız ben kendi çile odama gönül rızamla gelip yerleştim. Oh olsun bana değil mi? Bir yanım durumu alaya alıp, gelecek ay tarihi yarım adada başlayacağım işin hayallerini kurarken ve dergiye yetişecek yazı için harıl harıl çalışırken, diğer parçam bu çile odasının bana fısıldadıklarına kulak kabartıyor. İçimdeki gürültüyü bastırmaya çalışıyorum ki asıl duymam gerekeni yakalayabileyim. Daima öfkesini zehir zemberek kusan ve bunu engelleme zahmetine katlanmayan ben, şimdi susuyorum. Susmak kabullenişten mi dersiniz? Henüz değil. Susmak biraz sınırları görme arzusundan, biraz da başrol oyuncusundan rol çalmak için. Onu küçümsemek için. Yok saydığın yok olur. Ben buna inanırım.

Külkedisi, "paramız var Elvanus terk et şu b.ktan mekanı" diyor dün gece. Aslında haklı. Ama aslında haksız. Aslında haklı da haksız da yok. İyi ve kötü olmadığı gibi. Bakınız, aksam maksak ama olmak yolunda biriyim artık:))

Bu odada üç gün daha kalacağım. Elbette ölmeyeceğim. Duvarların fısıldadığı şeyleri duymak istiyorum. Kararlıyım. Benim susarak yapmaya çalıştığım şeye bedenimin vereceği tepkileri izlemek istiyorum. Bakalım baş ağrısı ve el titremesi yerini kusma nöbetlerine bırakacak mı?

Öfke, midede tutmak istemediğiniz kötü bir yemek gibidir diyor bir bilge. Kusmak istersiniz. Şimdi, ağzım kusmuk dolu duruyorum. Öfkemi kusmamayı başardım. Şükür. Ama bir sonraki adıma geçebilecek miyim bakalım? Acaba birinin üzerine kusmadan ve kendi bedenimi hasta etmeden onu içimden çıkartabilecek miyim? İçeride kalan öfke hastalandırıyor bedeni... Başımın delice ağrıması sırf bu yüzden.

Çile odası, bana öfkemi doğru şekilde zapdedip, doğru yere kusmayı öğretecek. Amma da geç öğreniyor bu zavallı diye düşünenlere canı gönülden katılıyorum. Yine de öğrenmeye yeltenmeden vızıklayanlara fark attığımı atlamayalım lütfen!


*Kendisi benim beşik kertmem olup, uzun yıllar kadim dost kontenjanından ( o zamanlar bol bol dağıttığım bir kontenjan idi ama Tuna'dan sonra sayıyı fazlasıyla düşürdüm) faydalanmış ama sonunda hakkın rahmetine kavuşmuş bir bir.. bilemedimdir.

**Diğeri Angel Heart idi. Tuna getirmişti video kasetini. Hatırlıyorum da, aklım uçmuştu yerinden.