30 Haziran 2008 Pazartesi

Kelimelerin Gücü.

İş, aşk ya da konu her ne ise önemli değil, ama eğer içine "gitmek" kelimesi yuvarlanmışsa insanın bir kere, o kelimeden çıkan ses bilinçsizce hücrelere hapsedilir. Bu noktadan sonra gitmekten vazgeçilse, ertelense ve hatta kalınsa bile, içinde hep o kelime yankılanır boşluklarda. Çünkü gitmek düşmüştür aklımızdaki dipsiz kuyuya.

"Kalmak" da tam olarak böyledir. Küçücük bir söz, fotoğraf, bir satırlık not veya buna benzer üzerinde durulmayacak kadar ufak bir jest sizi sonsuza kadar hapsedebilir bulunduğunuz ana ya da o an yanınızdaki insana.. Beden firar etse, üzerinden bin yıl geçse de anda kalmışsınızdır. Ruh bir adım bile atmaz öteye.
Bu nedenle hem dışarıdan duyduğumuz, hem de içimize düşen kelimelerin gücü vardır. Özellikle hücre çeperine sızmış olanların... Unutulmamalıdır ki, o kelimeler ve anlarla verilir en önemli kararlar.

Bir işe girerken ya da daha önemlisi bir ilişkiye başlarken elbette kesin olarak dile getiremezsiniz neler olabileceğini ama aklınızdan geçenleri de durduramazsınız. Hafızada onlarca ses, koku ve görüntü vardır. Bütün bunlar algıyı fazlasıyla etkiler... Gelecek geçmişin gölgesiyle şekillenir, biz istesek de istemesek de...

Herkesten saklanabilirsiniz ama kendinizden saklanmanız mümkün değildir. Herkesi susturabilirsiniz ama iç sesiniz avaz avaz konuşacaktır. Onun söylediklerine kulaklarınızı tıkayamazsınız. Çaresizce dua etmelisiniz ki sözcükler yalayıp geçsin içinizi, sakın girmesin hücrelerden örülmüş odalara gitmek....

26 Haziran 2008 Perşembe

Comodo Ejderi Ve Şuursuz Manda'nın Maceraları.

Uzun yıllar sürebilecek bir dostluğu bozuk para gibi harcayan bir "şuursuza" a itaf edilmiştir...

Şuursuz Manda'nın adı her efsanenin doğuşu gibi bilinmezliklerle doludur, ancak Comoda Ejderi'nin isim babası ta kendisidir bu mahlukatın. Son derece iyi arkadaş* olan Comodo Ejderi ve Şuursuz Manda, bir Cumartesi günü Sapanca sırtlarında, Mahmudiye Köyü olarak bilinen bölgede, ormanın içinde saklanmış bir eve giderler.

Ev, Şuurlu bir aileye ait olmakla beraber, hor kullanımda listelerde bir numaraya yükselmiştir. Ama bütün bu terk edilmiş görüntüler Comodo Ejderi'ni yıldırmaz. Çünkü Comodo Ejderi bahçeye bayılır. Biçilmemiş otlar, otların arasına saklanmış minicik çiçekler, uzun gövdeli ağaçlar ve onlara dolanmış sarmaşıklarla bahçe büyüleyicidir. Üst kattaki odalardan evin damına çıkılıp göl seyredilebiliyor olmasına da ayrıca etkiler onu. Zaten aklı başındayken bile gayet tehlikeli olan bu canlının pek çoşmuş hali tüyler ürperticidir. Fakat Şuursuz Manda bundan hiiiç korkmaz. Neden? Şuursuzdur da ondan!!!

Önce evin her tarafını, sonra ormanın her kuytusunu dolaşırlar. Bahçedeki yenilebilir tüm bitkileri, özellikle kirazları gözünün yaşına bakmadan yerler. Comodo Ejderi bu güzel bahçede mutlaka balık pişirmek lazım diye düşünür.. Ama göl çoook uzaktadır. Başbaşa ormanın içinde kalan bu iki tanımsız canlı, havanın kararmaya başlamasıyla beraber cipsleri ve biraları bırakıp, öncelikle doğaya kulak verip gerçek bir yemek yemeye niyetlenirler. İçinde ne olduğu bilinemeyen yarım kilo eti mangalda pişirmeye başlayan Şuursuz Manda, Comodo Ejderi'nin gözü doymaz halinden endişelidir. Yedikçe yiyen Comodo Ejderi etten ve şaraptan telef olduktan sonra, Şuursuz Manda da kalanlarla beslenir. O çok iyi kalplidir. Comodo Ejderi ise gerçek bir etçildir, aslında onu da yemek ister ama oyun arkadaşına kıyamaz!**

Hava serinleyince Şuursuz Manda üşümeye başlar. Çünkü onun Comodo Ejderi kadar kalın bir derisi yoktur. İçeriye girerler ve güzel bir ateş yakılır. Comodo Ejderi yediklerini sindirebilmek için köşeye kıvrılır, kendisinden bir süre ses çıkmaz. Ne zaman ki duman altı olurlar ve Şuursuz Manda boğulacaklarını anlar, işte o zaman hemen yukarıdaki odalara doğru yön değiştirirler. Comodo Ejderi'nin teşekkür niyetiyle yaptığı son bir jest sonrası sabah 5.00'e kadar uyurlar.

Ve nihayet sabah olur. Şuursuz Manda'yı yatağında bırakarak evin damına çıkan Ejder, uyandığında O da görsün diye bir sabah fotoğrafı çeker. Biraz dolanır ve sonra tekrar yatağa döner. En fazla 7.00'ye kadar uyuyor gibi yaptıktan sonra, asla bir manda kadar uyuyamayacağını anlayarak balkona çıkar ve bir mektup yazar. Ormanda postane yoktur ama zihninin telgraf tellerine şifreler cümleleri. Mektup işi bitince, gidip Şuursuz Manda'yı uyandırır. Zar zor kalkan Manda'ya geceden kalan artıklarla kahvaltı hazırlar.

Comodo Ejderi geçmişten kalan tüm kuru çiçekleri süpürür kahvaltı masasından. Bu önemli anın fotoğraflarını da Şuursuz Manda çeker. Ormanın en güzel yerinde yaparlar kahvaltılarını. Şuurlu ailenin ortancaları henüz açmamıştır bu güzel masanın etrafında, ama yine de pek hoştur ormanın serini.

Kahvaltıdan sonra yine üzerine bir ağırlık çöken Ejder, salondaki koltuğa kıvrılır. O tam uyumak üzereyken cesareti cehaletinden gelen Şuursuz Manda ona bir sürpriz hazırlamıştır: Hamak! İçeride derin bir uykuda yalnız bırakılınca daha tehlikeli olabilir diye düşünerek, Comodo Ejderi'ni gözünün önünde tutmaya niyetlidir. Buna hiiiç itirazı olmayan Ejder, kendisine gösterilen hamağa yayılır. Karnı tok, ruhu tok(?)*** derin bir uykuya dalar.

Uykusunda bir postaneye gider ve içinde Şuursuz Manda'nın çektiği fotoğraflar da olan kartlar yollar arkadaşlarına. Neden sonra uyanır. Yerde yatan Manda'ya bakar ve yattıkları yerden kalkıp ormanda dolaşmaya zorlar onu.

Aslında pek bir oyuncu olan Şuursuz Manda, azıcık korkaktır. Bunu anlamakta zorlanan Comodo Ejderi onu ormanda oynanabilecek en eğlenceli oyunlardan birine davet eder. Önce çekimser kalan Manda sonunda teslim olur. Ve komşu ormanlardaki canlılardan gizlenerek kendilerine bir oyun alanı yaratırlar. Oynadıkları oyunun adı sırdır, ana kuralı sessizlik. Hayatı gürültüyle geçen bir mandanın oyuna uyumu kolay olmamıştır, ama ilk deneme için fena sayılmaz diye düşünür Comodo Ejderi.

İçinden de onu yemediği için sevinir! Aslında saatlerce sürebilecek bir eğlenceden, trene yetişmek endişesiyle vazgeçmek zorunda kalan bu tuhaf canlılar yavaş yavaş çantalarını toplar ve yola çıkarlar.

Yol boyunca meyva ağaçlarından beslenerek ve güneşte telef olarak istasyona ulaşırlar. Comodo Ejderi yine acıkmıştır. Şuursuz Manda ona et ısmarlar. Karnı doyan Comodo Ejderi, Şuursuz Manda'yı bir miktar rahat bırakır ve trenle şehre dönerler.

Yeniden insanların arasına karışırlar ve biraz dinlendikten sonra Şuurlu Aile'nin Kraliçesi'ne teşekkür etmek için ellerine bir çikolatalı kek alarak yollara düşerler. Kraliçe'yi, sarayında ziyaret ettikten sonra Şuursuz Manda, Comodo Ejderini kovuğuna bırakır. Ve bu tuhaf canlılar bir sonraki serüven**** için vedalaşırlar.


*Bir zamanlar iyi arkadaş idiler, artık görüşmüyorlar.
** Aynı zamanda azıcık salaktır, bunu zaman gösterir!!
*** O zaman tokluk sandığı şeyin gaz olduğunu da sonra anlar:))
**** Oysa bir sonraki serüven Polonezköy Kabusu adını taşımaktadır ve Comodo Ejderi değil yazmak, anımsamak bile istemez!

Ateş'in Rabbisi.


Bir arkadaşım var benim, adı Ateş. Arpası çok gelen, lüzumundan fazla akıllı ve buna bağlı olarak yalnız yaşamayı seçen, alabildiğine huysuz bir adam. Ama zekasının keskinliği ve şakalarının kıvamına, kalbinin iyiliği de eklenince iyi bir abidir Ateş. Kızıl saçları ve çilleriyle de oldukça sevimli bir kardeşimizdir.
Konuşurken hep şöyle der iki lafın birinde " Rabbisi bilir". Ateş "Rabbisi bilir" dediğinde bana da gülme krizi gelir. Ulen bu Rabbisi ne bilir ya? Rabbisi korur mu beni benden? İstediklerimi kargo ile yollar mı? Bana ne sağlar kendileri? Bir tek dileğime kıçını dönmüşken ve beni manasızlığın içine atmışken neden ben onu sayacağım ve seveceğim? Üstelik elle tutamadığım, gözle göremediğim bir Rabbisi kendisi!!

Yok Rabbisi, seni sevmeyeceğim. Sen beni benden korumadıkça, bana dileğimi vermedikçe yok öle bedavadan sevilmek. Madem senin sevgin koşullu; tutturdun namaz, oruç zattiri zuttiri diye, benim sevgim de koşullu. Ne kadar ekmek, o kadar köfte Rabbisi. Haber vermedi deme.

25 Haziran 2008 Çarşamba

Onuncu Geceyi Yaşamak İstemeyen Ben...


Sana kırıcı ve sert davranmamı istiyorsun. Diğer yüzümü görmeyi ve "oh nasıl da içim rahat etti" diyebilmeyi... Ama bu olmayacak. Gördüğünden başka yüzüm yok benim. Bu ilişkinin devamlılığı için inat edeceğim. Başka bir kadının sevgilisi veya kocası olsam bile senden vazgeçmeyeceğim. Benim güvenilirliğim ve sağduyum sayesinde uzun yıllar sohbet edip dertleşeceğiz. Bunu bil. Buna hazırlan. Çünkü sen benim değil, asıl ben senin bir sonraki adımını ismim gibi biliyorum ve bileceğim.

Asla bir beklentim olmadığını hep söyledim ve yine söylüyorum. Beklentim sadece senin hayatımın bir parçası olman. Olacaksın. Oldun da. Hadi kabullen artık, bak herşey güzel olacak.

Kulemin dibinde tam 96 gün dolandın durdun. Acı çektin. Ağladın. Pencereye taş attın, güvercinlerle mektuplar gönderdin. Erguvan ve lale mevsimlerinden geçtin. Ama hiç tırmanmayı denemedin. Bir erkeğin saçları uzun olamaz diye mi düşündün? Sorsaydın sana bir ip merdivenim olduğunu söylerdim, ama sen sormadın...
Bugün, eteklerine ve saçlarına bulaşmış rengimle, bilmediğim bir denize yelken açıyorsun. Bu sana çok iyi gelebilir. Ama dikkat etmelisin, sakın deniz tutmasın seni! Eğer içinde kararsızlığından kaynaklanan bir bulantı hissedersen - ki ben buna içdeniz tutması diyorum - ufka bak ve derin derin nefes al. Her şey gibi o an da geçer, geçecek.

İçini rahatlatacaksa bütün içtenliğimle söylüyorum: kırgın değilim. Zaman kaybı olduğunu da hiç düşünmüyorum. Çünkü sen beni ne kadar tanıyorsan, emin ol ben de seni en az o kadar tanıyorum. Beni asla şaşırtamazsın. Çünkü sürprizler senin mayanda yok. O, içine sıkıştırıldığını düşündüğün hayatın her santimetrekaresi senin seçimin. Herkes ve herşey sen tam da oraya koyduğun için etrafındalar. Rolleri dağıtan sensin, yazdığı senaryoya öfkelenen de sensin. Hayat için elindeki bütçe dersek, bakalım nasıl bir film çekeceksin?

Benden asistanın olmamı bekledin, hatta yazdığın metinleri düzeltmemi. Kimbilir bazı cümlelere itiraz etmemi bile istemiş olabilirsin... Ama yapamam, yapmam. Kader ve şansa inanırım ben.
Hani biz Henry ve Villanella değiliz demiştin ya, evet değiliz. Ama dokuzuncu geceden sonra onuncunun geleceğini bal gibi biliyoruz. Ayrıca kendime ne akıl hastanesinde bir son, ne de yalnız bir hayat yazmayı planlamıyorum. Sadece benimle cehenneme kadar gelecek bir kadın arıyorum. Kendi cennetinden bir dakikada vazgeçecek kadar koşulsuz sevecek bir kadın. Aklı diğer yolda kalmamış ve bana yepyeni yollarda yürümeyi teklif edecek cesur bir kadın. Bir insan.
Sen bulmuşsun ve belli ki bu aşktan çok daha değerli. Şimdi sıra bende. Sen kalbin bedeninde zonklaya zonklaya liman liman gezerken ve kocanın kollarında aşk tazelerken, ben de kendimi yeşil ve huzurlu bir ırmakta serinleteceğim. Biliyorsun tutku uzun zaman bir başkasının artıklarıyla yetinemez demiştim sana. Haklıydım.

Kan damarları boyunca yolculuk yapan hüzünlü aşıklardan rol çalmadığın, eğlenceli ve yeni başlangıçlara götürecek güzel bir seyahat diliyorum sana. Her karar kararsızlıktan iyidir. Bir sonraki kahvemizi içerken gözlerimin içine bakıp şunu demeni istiyorum: "Seni seviyorum, bu hayatta ve gelecek hayatlarda".

Not. Her limandan bir taş istiyorum.

23 Haziran 2008 Pazartesi

Sıra Arkadaşı Olmak.


Eskiden ama çok eskiden köy okullarında yeterince defter bulunamadığı için öğretmenlerin "kurşun kalemlerinizi bastırmadan yazın defterlerinize" dediği rivayet edilir. Rivayet diyorum, çünkü çocukluğu kırtasiye cennetinde geçmiş olan ben, hala kalem, defter, silgi vs için ölüp biterim. Bu efsaneyi de malımızın kıymetini bilelim diye annem anlatmıştır muhtemelen.
Neyse, bastırmadan yazmanın mantığı defteri bir sonraki yıl da kullanabilmekmiş! Yani yazılanlar silinir ve ertesi yıl tekrar aynı defter, ama bu kez bir üst sınıfın dersleri için kullanılırmış.

Bana, hayat da böyleymiş gibi geliyor. Elimizde sadece bir defter ve onun da sınırlı sayıda sayfası var. Diyelim toplamda 75 sayfanız var ve siz tıpkı benim gibi otuzbeşinci sayfadasınız. İnsan bazen otuz otuzbeş arasını silmek isteyebiliyor :)) Ya da sonraki sayfalara bastırmadan yazmak duygusu kaplıyor içimizi. Veya tam tersi, bastırmadan yazıp zamana yenilen tüm yaşanmışlıkları silkeleyip atalım yerine bastıra bastıra yeni satırlar ekleyip ve hatta mühürleyelim istiyoruz. Hepsi mümkün ve hepsi biz bu duyguların.

Defter bizim olunca verdiğimiz karar ne olursa olsun önemli değil. Yaz, çiz, sil, önceki sayfaları yırt, at ya da bantla, kapat... Ama biriyle sıra arkadaşı olmuşsanız ve onun defteri de önünüzde çarşaf gibi açılmışsa durup düşünmek lazım. Nasıl davranacaksınız? Hayat yanınıza birini oturtmuş ve şimdi ilkokul birde değil ortaokuldasınız...

Önce gözucuyla bakıyorsunuz, kalemi nasıl tutuyor diye, sonra bastırıyor mu acaba yazarken sorusu geliyor. Siz sorularla ve kaçamak tavırlarla yakalamaca oynayıp, içinizden "tenefüs zili çalınca, kalkıp gitsin de önceki sayfalara bakayım" istiyorsunuz. Sanki onu tanımanın yolu buymuş gibi. Oysa siz gizli gizli defterini karıştırırken, o iki küllah limonlu dondurmayla geliyor yanınıza! Gerçek bir utanma anı! Biri sizi tanımaya çalışırken, siz onu kurcalar ve yargılarken yakalandınız mı hiç? Feci bir duygu.

Anladım ki, sıra arkadaşına güvenmeli insan. Ya da öğretmen sizi yan yana oturtur oturtmaz itiraz etmeli. Çünkü ders sırasında sohbet edeceğiniz, silginiz bittiğinde silgisini kullanacağınız ve kalemtraş açmaz olunca bir yedek kalemi var mı diye soracağınız o'dur artık. Hatta kopya çekmek için sırdaşlık edeceğiniz de odur. Bütün sınıf dostunuzdur ama o sıra arkadaşınızdır. Artık önceki sıra arkadaşlarınızın, beraberce yazılmamış sayfaların önemi kalmamalıdır. Ona layık olmaya çalışırsınız.
Size cebindeki son harçlığıyla dondurma alan bu yeni dostunuzla mezun olmaktır tek hayaliniz. Kalemi tutuşunu, öncekli yıllarda yazdıklarını bir kenara bırakır ve mezuniyet düşlerine dalarsınız beraberce; elinizde Çamlıca gazozlar, karneler, misketler ve avuç avuç havaya atılan Tipitipler!

Tekrar tekrar silip yazan bahtsız insanlardan olmamak adına bütün kalbinizi inanç ve güvenle doldurursunuz. O size başka seçeneğiniz olmadığını anlatır. Bu anlama ve ayılma anından sonra, dondurmanızı yer ve hayata da bir selam çakıp teşekkür edersiniz yanınıza gönderdiği sıra arkadaşı için...

20 Haziran 2008 Cuma

Hayaletler...


I.

Sabah aynada çillerime bakarken ve bu yaz amma çabuk çıktılar diye hayıflanırken, biri pıt diye yere düştü. Eğildim ve aldım yere düşen çilimi. Fakat lavabonun altında saklanmış bir saç teli yapıştı parmağıma. Baktım bana ait değil; uzun, başka bir rengi var. Kalın ve güçlü bir saç teli.
Elimdeki saçla yatak odasına gittim. Tam bak ne buldum diyecektim ki, düşürdüm onu. Daha sonra aradıysam da bulamadım...

II.

Erken kalktım bu sabah. İyi uyumuş insanların neşesi vardı yüzümde. Kahve yapmak için mutfağa giderken duvarları "mor"a boyanmış odanın önünden geçtim. Sanki bir ses duymuştum, geri geri yürüdüm ve odadan içeri girdim. Ses, bir ajandadan geliyordu; Ece Ajandası, sene bilmem kaç? Dahil olmadığım zamanların şarkılarını mırıldanıyordu. Açtım. Sustu. Sustum.

III.

Ağlayan adama baktım, yaşlarından birini elime aldım. Avucumu ıslatan bir tek damlada, hesaplaşılamamış gözlerin hayaleti içimi ürpertti. Cd de çalan neydi?

"........ you only see what your eyes want to see
how can life be what you want it to be
you're frozen when your heart's not open
you're so consumed with how much you get
you waste your time with hate and regret
you're broken when your heart's not open
mmmmmm, if i could melt your heart
mmmmmm, we'd never be apart
mmmmmm, give yourself to me
mmmmmm, you hold the key
now there's no point in placing the blame
and you should know i suffer the same
if I lose you my heart will be broken
love is a bird, she needs to fly
let all the hurt inside of you die
you're frozen when your heart's not open
if i could melt your heart..."

Uyudum.

IV.
Uyandım. İçimdeki cd cevap verdi:

" ...You think that I cant live without your love
You'll see, You think I cant go on another day.
You think I have nothing Without you by my side,
You'll see Somehow, some way
You think that I can never laugh again
You'll see,You think that you destroyed my faith in love.
You think after all you ve done
I'll never find my way back home,
You'll seeSomehow, someday
All by myself I dont need anyone at all
I know I'll surviveI know Ill stay alive,
All on my own I dont need anyone this time
It will be mineNo one can take it from me
You'll see You think that you are strong, but you are weak
You'll see,It takes more strength to cry, admit defeat.
I have truth on my side,You only have deceit
You'll see, somehow, someday
All by myself I dont need anyone at all
I know I'll survive I know I'll stay alive,
I'll stand on my own I wont need anyone this time
It will be mine No one can take it from meYoull see
You'll see, you'll see You'll see, mmmm, mmmm...."

19 Haziran 2008 Perşembe

Ya Bir Bardak Şarap ya da Ani Bir Baskın?

İki ay kadar önce bir dostumu kaybettim. Üstelik aptal bir telefon konuşması sonucunda... Üstelik ben onu, onun beni sevdiğinden daha çok ama onun beni sevdiğinden daha farklı sevdiğim için... Üzerine iki sinirli mail de eklenince gerçek anlamda kaybolduk gittik. Hükümsüzdür!


Bu sevgili dost, şişeye konup denize bırakılan mesajlar gibidir; on yıl yüzer, sonra gelip bizim rıhtıma vurur yazdıkları. Seçtiği kelimeler kağıtlardan fırlar ve ok gibi saplanır etinize. Can yakmak istediğinde korkmalısınız çünkü bu konuda beni bile solda sıfır bırakır!


Ona kızgın mıyım? Hayır. Kırgın mıyım? Hayır? Ama on yıl vermiyorum kendisine. Eğer ilk fırsatta beni arayıp, bir bardak şarap ısmarlamazsa ona olan duygularımı yazıp bir şişeye koyacağım. Sonra da boğazın sularına bırakacağım. Bakalım bu şişe eline ne zaman geçer? Bakalım şişe eline geçtiğinde ben buralarda olur muyum?


Pıst sana diyorum, blog okuyacağına ara beni. Sorsana nasılım? Sorsana 27 Temmuz'da Kupka konserine gidecek miyim? Evet, sana diyorum T. Korkut. Bir kere yuvarlamıştım seni kayalıklardan ama bak ölmedin, öyle ise bir nedeni olmalı. Bu kadar mola sana yeter, uyarıyorum aniden basacağım bir gün:))

18 Haziran 2008 Çarşamba

Muse Doğru Söyle:)


Her şey ama her şey bir yana uyku diğer tarafa. Tamam yaşlandıkça daha az uykuyla yaşandığını duymuştum ama bu yaşlanma işi 35 yaşında mı başlar a be insan? Olmaz, olmamalı. Düşünme, çalışma ve yaşama gücüm kalmadı uykusuzluktan. Haftalarca üç beş saatlik yarım yamalak uykulara sığınıp, sonunda masa üzerinde uyuyacak hale gelmek reva mıdır ya?

Dün gece sabaha karşı yattım. Neredeyse 4.30 olmuştu saat. Ve elbette 7.00'de uyanmam gerekiyordu. Oysa üç saat daha uyumak için her bedele razı haldeydim. Bana uyku isteğimi ve huzurumu veren muhtereme buradan teşekkür ederim. Tertemiz çarşaflar serilmiş, serin bir yatak özlemi var içimde. Kendimi loş, taş duvarlı odalarda, teraslarda, deniz kıyısında ve hatta her yerde uyurken hayal ediyorum. Bu hayaldir beni ayakta tutan:))
Unutmadan, sabah Cevahir'de gezerken Zara Home denilen sefil magazaya girdim. Acayip güzel pijamalar vardı. Oh dedim içimden, giysem şu pijamaları - ki gri idiler-, sersem fıstık yeşili bir çarşaf - tam fotoğraftaki gibi- ve mağazanın ortasında mışıl mışıl uyusam. Uyanınca terliklerimi- keçi kılından ve turuncuydular- ayağıma geçirip aşağıya kahve içmeye insem. Yani Cevahir'in delisi olsam, olmaz mı?

Ah Muse, bu gece doğumgünün olmasa nasıl ekerdim seni ve nasıl uyurdum. Bir gece de sana feda olsun kardeşim, ben de yarın uyurum:))

Ama fotoğrafa bak, Allah için söyle uykunu getirmedi mi?

17 Haziran 2008 Salı

Bir Misafirimiz Var...

Aşağıdaki yazı sevgili dostum Kurbağacık'a ait olup, kendisi zaman zaman blogda yazacaktır. Ben bu durumdan gayet memnunum, umarım siz de hoşlanırsınız...


Neden seviyorum sonbaharı? Dökülen, sararmış yaprakları? en çok da yağan yağmuru?
Siz hiç yağmur altında ağladınız mı? Gözyaşlarınız yağmurun damlalarına karıştı mı? Yağan yağmurun altında yalın ayak toprağa bastınız mı?
Siz üzüldünüz mü?
Sizi hiç üzdüler mi?
Peki ya siz hiç üzdünüz mü birilerini?
Özendiniz mi hiç ardından gözyaşı döktüğünüz ölmüş bir yakınınıza? Yıllarca korktuğum, saygı duyduğum, an geldi kin duyduğum babama…
Bir sabah veda dahi etmeden gitti hayatımızdan, son bir söz etmeden, edemeden. Cansız bedeni üzerinde bir bıçakla, öldüğü odada uzakta ki kızını bekledi. Çaresizce uyandırmaya çalıştikça, o korudu suskunluğunu. Bir kerecik daha olsun açmadı gözlerini .Vicdanım ve gözü yaşlı annemle bırakıp gitti beni.
Hazırlıksızdık, hiçte hazır olunmazdı zaten. Yatağında verdi son nefesini, altı koca yıl önce.
Yirmidört yıl ardımda olduğunu bildiğim o nefes, kollarımda kesildi. Hiçbir şey yapamadan baktım, doktorlar söylemeden anladım öldüğünü.
Çok ağladım neden diye, neden hayattayken aklıma gelmeyen özürler dizildi şimdi ardı ardına, neden veremedik yılların hesabını gider ayak birbirimize?
Ve neden demeye devam ediyorum, her başım sıkıştığında keşke olsa yanımda, söylese fikrini, kızsa ya da ben kızsam dediklerine. Babam bunların hiç birine girmeden bir saat içinde çıktı hayatımızdan, kaskatı oldu o sıcak, güven veren bedeni. Küçükken yatakta beklerdim üstümü örtsün diye, ertesi gün ben örttüm son kez onun üzerini nemli toprakla. Bir daha hiç görmeyeceğimi bilerek.
Hayatta kalanlarla anıyoruz onu, güzelliklerle. Hiç kötü, hiç hatalı değilmiş meğer hatta nede mükemmelmiş. Huzur içinde yat baba…
Dümeni devraldım,artık kaptan da benim miço da. Gemiyi yüzdürmem kolay olmasa da, deniyorum. Senin gibi değilse de artık benim gibi bazı şeyler. Belki geç belki erken ama oldu , olacak, olmalı …

13 Haziran 2008 Cuma

Konuşan Kedim.

"Kediler insan olsaydılar bizimle konuşurlardı, değil mi anneciğim?" demiş dört yaşındaki bir kız çocuğu. Bunu duyan Simla Hanım kulaklarına inanamamış ve bana yazdı sabah sabah. Tam da gününde!

Benim sadece bir kedim oldu hayatta; Serseri. Pek çok kediyle flört ettim, hatta birini - Zeytin -"ya bu benim değil annemin kedisi" diyerek sevmemek için aylarca direnip, sonra kendisine acayip bağlandım. Ama beni gözlerine hapseden ve onyedi yıl yaşayan ilk kedimi hiç unutamadım. Uzun kış akşamlarında ona kitap okurdum, kahve içirirdim, kollarımı yara bere içinde bırakmasına izin verirdim. İlginç bir hayvandı; klasik müzik severdi, masada bizimle insan gibi oturur ve akşamları aslında benim olan ve fakat nedense ucuna iliştiğim yatağımızda(!) yatmama izin verirdi. Öyle asil, öyle havalıydı ki, ben kendisine bir temiz patak atamadım yıllarca. Oysa inanın fazlasıyla hakediyordu sopayı. Yine de, nedense hep ben hırpalandım bu ilişkide. O, gider ayak hiç mecali kalmamışken bile bana bir pati savurmuştu ki, unutamam... Gözyaşıma karışmıştı kırgınlığım.
Gözleri gözlerimde öldü. Donuklaşan ve içinden hayat çekilen bakışlarını hala şu an gibi hatırlıyorum. Ama akrebin kurbağaya dediği gibi huyu böyleydi...

Serseri ve ben hiç esnemeden, değişmeden ve epeyce höt zöt bir ilişki yaşadık. Deli gibi sevdik birbirimizi. O, sadece bana sarılır ve bebek gibi dolardı kollarını boynuma. Herkes, "dikkat et yiyeceksin yüzüne patiyi" derdi ama ben her an o tehlikeyle burun buruna olsam da sımsıkı kucaklardım onu. Elbette az pati yemedim... Şiddet ve kan ilişkimizde hiç azalmadı. Derin izleri vardır kollarımda ve kalbimde. Yaşlandığı zamanlarda ve hatta öldükten sonra bile daima benim sahibim olmayı sürdürdü. Ve ben yıllarca bir kedinin gözlerinde hapis hayatı yaşadım. Zaman zaman hala bakışlarını üzerimde hisseder ve bazen yatak örtüsünün kıvrımlarında aniden onu görür gibi olurum. Delilik işte!

Azadım, özgürce kedi sevebilme halim Zeytin'le gerçekleşti. Zeytin bana kedi tabiatı hakkında yeni deneyimler yaşattı. Aslında vahşi değil, sadece avcı olduklarını öğrendim. Her zaman sahip havasında olmayıp, tıpkı bir köpek gibi teslimiyetçi ve şefkatli de olabileceklerini gördüm. Özgür ve diğerinin hayatına paralel bir ilişkinin mümkün olduğunu anlattı Zeytin. Bence bizim eve geliş nedeni buydu; bana sevginin ve teslimiyetin tılsımını anlatmak. Hani o mini minnacık kız demiş ya "insan olsalar konuşurlardı değil mi?" diye, benim sevgili Zeytin'im kedi haliyle bile bana öyle derin derin konulardan göz süzerdi ki, bakışlarının kelimeleri silip atan gücünden çekinir ve bazen göz göze gelmemeye hatta ona yakalanmamaya çalışır, sonra kendi halime gülerdim.

Sakattı Zeytin, gözlerinin biri kataraktlı, bacağının biri topal ve tüyleri de simsiyahtı. Ama hayatım boyunca gördüğüm en anlamlı yüze sahipti. Bana baktığında ruhumu okuduğunu hissederdim. Sevgisi ve uysallığıyla beni hep utandırdı. Başa dönebilsem ve bir tek kedim olacağını bilsem beni içine hapseden ve yıllarca koynumda uyuttuğumu değil, kesinlikle onu seçerim. Duyuyor musun Zeytin, en sevdiğim ve de ilk kedim olmasan da seçimim sensin.

Genele dönersek, elbette kediler bildik anlamda konuşmazlar yine de çoğu zaman insanların birbirlerine anlattığından fazlasını ortaya koyarlar. Konuşmak gereklidir belki ilk tanışma anı için, yine de ilişki bunun üzerine kurulmaz. İlişki, anlamak istemek ve anlatmak istemek üzerine kurulur. Bu da cesaret ister. Çocuklarda olan ve büyüdükçe bünyelerinden silinen şey de tam olarak budur. Zaten bizi onlara hayran kılan özelliklerinin başında da cesaret gelir.

Ve küçük kıza demek isterdim ki; canım benim, kediler konuşurlar yeter ki sen aç kulaklarını ve kalbini mühürleme. Ve sakın inanma siyah kedilerin uğursuzluğuna...

10 Haziran 2008 Salı

Bingül & Cenco Hakkında.


Herkesin evliliğe inancı yıkılmış, çoğu ikinci tura dönerken ve birbirine felaket hikayeleri anlatırken, - ben de bunların başını çekerken , bugün iyi bir örnekten bahsetmek geldi içimden: Bingül & Cenco!

Onlar birbirlerini nerede, nasıl bulmuşlar ve bulur bulmaz nasıl da akıllı davranıp bir daha bırakmamaya karar vermişler bilen bilir. Burayı uzatmadan geçmek isterim. Sadece içimden anımsadıkça takdir ederim zamanla olan barışıklıklarını.
Başlangıcını yadırgadığım ve sürmesini hem isteyip, hem de acaba diye baktığım bu güzel ilişkinin resmiyetinin ikinci yılı doldu bugün. İşin aslı, benim acabalarım bu evlilik başladığı an bitti. Çünkü aynı dili konuşmanın, farklılıklara uyum sağlamanın, krizin en sıcak anında parlamadan konuşabilmenin mucizesidir bu çift. Söylesenize kaç kişi tanıyorsunuz ki haklarında çift diyebilelim? Evli deriz, adam kadına aşık deriz, ya da kadın adama köle... vs vs ama çift olmak?

Bingül, şu dünyada tanıdığım en olgun ama aynı zamanda en çocuk ruhlu kadın. Hem güçlü, hem naif. Destek olabilen ama rol çalmayan, güvenilir ve sıcak. Bütün bu özelliklerinden dolayı asıl ben talibim ona amma O, Cenk'i seçmiş bir kere! Oysa sebze ve meyva yetiştirebilen, muhteşem taze fasulye yapan, sarı saçlı, beyaz tenli bir sevgili kim istemez? Üstelik çizgi film de seviyor! Arada bir yollarda kayboluyor ama kendi içindeki haritayı çok iyi biliyor bu kadın.
E tabii Cenk de harcanmamalı... Davul çalan, excellll kullanabilen, gelecekte ünlü olup bizi porto şarabına boğacak olan, mutfakta harikalar yaratan, süper araba kullanan ve nadiren sinirlenen bir adam da kolay bulunur bişi sayılmaz:)))

Elbette onları benim gözümde özel yapan bütün bunlar değil; beraberce oldukları ve olurken içinde kaybolmadıkları "teklik" hali. Yani onlar, varlıklarını eritmeden, sarılarak ama karışmayarak yaşayabilen insanlar. Yaydıkları pozitif enerji, iki kuruşlarını dibine kadar dostlarına harcayan ve bu nedenle asla iki yakalarını denkleştiremeyen halleriyle harikalar. Paranın değerini sıfırladığı, araç olmaktan bir adım öne geçemediği, maneviyatın tavan yaptığı bir ev özlerseniz onlara gidin. Daima kahveleri vardır ve ne yapar eder dünyanın en güzel yemeğini koyarlar önünüze.
Çok mutlu olsunlar, hep mutlu kalsınlar istiyorum. Ve hep etrafımızda olsunlar ki, inancımız tazelensin kuruma... Dilerim onlara yakın bir yerde yaşlanırım. Nice yıllara!!!

9 Haziran 2008 Pazartesi

Myndos Limanı'nda...


Mehmetus kadim dilin yüzlerce yıldır ustaca konuşulduğu adalara gitti geçen hafta, ben de tam o adaların karşısına... Aynı denizde yüzdük ama farklı duygularla. Pıst Mehmetus, gel de maceralarını anlat bakalım.
Mehmetus kendini uzonun sihrine kaptırmış ve de şangur şungur tabak kırıyor olmalısın Mikanos'ta! Helal olsun sana kardeşim. Ben tabak mabak kırmadım hatta adam gibi iki kadeh bile içmedim ya, Myndos'un limanında yüzerken hafiften sıyırıyordum galiba!

Uzun zamandır bu kadar sessiz ve huzurlu kalmamıştım. Tabii Sapanca'da da dinlendim geçen hafta ama orada yalnız değildim... Oysa Gümüşlük'de daha doğrusu adada gerçekten yalnızdım. Hatta ben bile yoktum. Kendimi içindeki böcek -akıl!- tarafından kısa bir dinlenmeye bırakılmış, deniz minaresi-ruh!- gibi hissettim. Tuz, su, güneş ve liman, gerisi de koca yalan!
Aylardan sonra ilk kez dışarıdaki sesizlikle içimdeki sessizlik eşitlendi. Su altında nasıl kulak açmak için doğru derinlik gerekiyorsa, demek ruh açmak için de böyle özel bir zamana ihtiyaç varmış. Açıldı mı? Eh, epeyce!

Kahveden Tavşan Adası'na kadar çıplak ayak yürüdüm. En son İstanbul'dan çıkarken avaz avaz çemkirdiğim, alındığım ve hatta bağırdığım herkesi ayakkabılarımın içinde bıraktım! Ayağımın suya değdiği an, geldiğim yeri de unuttum zaten. Adaya kadar attığım her adımdaki can acısının tadını çıkarttım. Tabanımdaki her taşı hissettim. Dokuz kat şiltenin altındaki bezelye tanesini hisseden prensesin masalını anımsadım. Sıradanlığıma üzüldüm tabii...

Deniz, Haziran ayı için inanılmaz ılıktı. Adada yüzecek iyi bir nokta bulmak adına dikenler ve cam kırıkları arasından dikkatlice geçip, istemeyerek de olsa bir çifti azıcık rahatsız ettim. Ama aslında onlarla hiç ilgilenmedim, zararsız olduğumu anlayınca onlar da beni görmezden geldiler. Kaç dakika suya baktım, ne zaman yüzmeye başladım gerçekten bilmiyorum. Gümüşlük'de bu kadar güzel bir su yıllardır olmamıştı. Ilık, rüzgarsız ve tek kelimeyle mükemmel!
Kuzen, kahvede beklediği için istemeyerek bile olsa sonunda çıktım denizden, biraz taşın üzerinde oturdum; inanılmaz güzellikte bir yeşil blog. Antik limandan kalan taşlardan. Benden önce binlerce yıl boyunca orada olmuş ve benden sonra da olacak olan taşlardan. Sanırım sadece taşı, denizi, limanı ve anı hissettim.

Beynim yok gibiydi, bütün hafızamı suya bırakmak isterdim ama yapamadım. Fakat hayal ettim; ne var ne yok torbaya doldurmuşum, ucuna da taş bağlamışım ve öylece gidiyor dibe! Amma hoş olurdu... Bütün bu zırvalarla eğlenirken güneşin bana dokunduğunu unutmak istedim, sırtımı ısıtsın diye iyice bıraktım kendimi.

Sonra, yeniden her taşın ayağıma batışını tek tek hissederek döndüm kahveye. Orada beni eski bir tanıdık ve miniminnacık bir bebek bekliyordu. Sürprizlerin en güzeli oldu bu. Bir zamanlar yani henüz epeyce gençken hiç acımadan yargıladığım, canını yakmaktan hiç çekinmediğim bir kadın ve iki ay evvel doğmuş dünya güzeli kızı vardı tam karşımda. Doğumun ve ölümün yüzü çok affedici. Anı kaçırmak hiç içimden gelmedi. Arkadaşıma sarıldım, onu ve güzel bebeği tebrik ettim. Tam bebekler hakkında düşünmeye başlamışken bu kadını karşımda görmek bana çok iyi geldi. Bu bebek de ona çok iyi gelmişti. Ben ilk kez onun aslında güzel olduğunu fark ettim. Bir bebeğin bir kadını temize çekebildiği gerçeğine yenildim. Yenilgime gülümsedim:))

Batı'da kahvemi içerken ve ardımda ışıldayan suya bakarken hızla geçen zamanı ve bizde bıraktıklarını düşündüm. Kendime biraz daha insaflı davranıp bu kavgada mola istemeye, Eylül sonuna kadar "zaman sonsuz", "ben ölümsüz" ve "her şey Gümüşlük'de olduğu kadar dingin" diyerek yaşamaya karar verdim. Bu da böyle biline.

7 Haziran 2008 Cumartesi

Sadece Buradan Yazmak İçin...

Bodrum'dan yazmak istedim. Buradan yazmak demek kendimden yazmak demek sanki... Hani içimdeki tüm organları masaya yatırıp tek tek sergilemek kadar imkansız. Kelimelere kokular yükleyemem ki... O zaman nasıl anlatılır tarla marulunun güzelliği? Harımiçi'nin papatyaları...

Aslında daha sık Bodrum'da olmalıyım, daha sık Göktepe'ye ve Denizciler Kahvesi'ne gitmeliyim. Daha çok keçi peyniri yemeli ve sadece buranın sabunlarıyla yıkanmalıyım. Adaçayı toplamalı, lale mevsimlerini kollamalıyım... Nergis tarlalarında öğle uykularına yatmalıyım... Ama nedense buna hiç ihtiyacım yokmuş gibi yaşıyorum. Yalancıyım ben. Oysa Kirli Mehmet ve Ahtapotçu Eşref'in, Raşid Amca'nın hayaletleriyle konuşmak için neler vermezdim...

Biri bana en çok istediğim şeyi sordu bir kaç gün evvel. Ona diyorum ki: Beni 1978 yılına ışınla ve oradan başlamama izin ver. Yapamazsın değil mi? Benim isteklerim ve ihtiyaclarım ne zaman karşılanabilir cinsten oldu ki? İyisi mi boşver sen, sorma bana böyle sorular. Baksana abuk subuk oluyor cevaplarım...

Dün kuzenimin kına gecesi vardı. Anlatmak isterdim ama beceremeyeceğim. Çünkü bu gece de düğünü olacak ve hepsini uzun uzun yazmak isterim.. Binlerce endişemiz var elbette evlilik hakkında ama... Bu ritüel çok anlamlı. Elimdeki kına mis gibi kokuyor. Bunun beni götürdüğü yerden dönemiyorum. Tek eksiğim şakır şakır bir yağmur. O da olsa ... Yo yo olmasa:))

Bir sonraki düğüne gemiyle gelmek istiyorum. En son 1982 yılında İzmir'e kadar gelmiştik.. Hatırlar mısın kardeşim? Hayatımızın en eğlenceli deniz yolculuğuydu... Bizi deniz tutmazdı o zamanlar. Ne senin gelecek endişen vardı, ne de benim. İç deniz tutmasını da , bildik bulantıları da öğrenmediğimiz yaşlardaydık. Yeniden filikaların içinde saklambaç oynayabilsek...

Kaledeki kargaların selamı var malum şahıslara. Yavrularını vermeyeceklermiş, ama olsun... Başka zaman tanışırsınız :))

3 Haziran 2008 Salı

Kahkahaların Canımı Yakıyor Karlar Kraliçesi.

Onu ilk gördüğümde bizim evin salonundaki bordo koltukta bacak bacak üzerine atmış oturuyordu. Üzerinde siyah bir tayt ve soluk siyah kötü bir penye vardı. Ne hali tavrı, ne de yüzü pek dikkatimi çekmemişti. Arkadaşımın sevgilisiydi nihayetinde. Öylesine bir kız evimizde. İşin aslı, arkadaşımın eski karısı olana kadar da fazla yol almadı içimdeki otobanda. Benim için komik türküler söyleyen, pamuk gibi bir teni olan, titizlikten kafayı yemiş, öylesine yan yana durduğum biriydi. Arada bir sohbet ediyorduk, gündelik şeyler hakkında konuşuyorduk. Zaman zaman tuhaf sezgilerim vardı onun için, bir de ortak dostlardan duyduklarım... Üstelik laf olsun diye değil, gerçekten önemli ayrıntılardı sözü edilenler. İlginç kolleksiyonlar yapıyordu mesela; çocukluk anıları/acıları biriktiriyordu, kırgınlıklarını renk renk boyayıp okyanuslara bırakıyordu, kalbine atılan çimdikler için yaramaz çocuklara hiç kızmıyordu...

Asla kenara atmadım onu, ama ne yazık ki tam olması gerektiği gibi sarmalayamadım da... Bu konudaki suçluluk duygum içimde büyüdü de büyüdü. Çünkü kahkahalarla ağlayabilen çok az kadın tanıyorum ben...

Ben, onun kadar rahat anlatamıyorum canımı yakan şeyleri, onun kadar saçmalayamıyorum duruşumla. Ve onun kadar acı çekemiyorum belki... Aramızda dolaşan enerjisi, yaşayandan çok hayalete benzeyen bedeniyle kafa karıştırmak için biçilmiş kaftan. Yazabildiği halde yazmayan, şarkı söyleyebildiği halde susan, masallar yaratabilecekken kabuslara yatan inadını anlayamıyorum. Sigarasından çektiği her nefesin kalbine gittiğini ve onu bir gün öldüreceğini düşünüyorum.
Bu kırılganlıkla, geçen yüzyılın hastalıklarından birine yakalanırmış gibi geliyor bana. Bütün hareketliliğine rağmen beni ikna edemiyor, onu bir yatakta uzanmış, öksürürken ve kahkahalarla ağlarken görüyorum rüyamdaki aynada. Aynanın sırrını kazıyorum ve bakıyorum; hala gülüyor... İnandırıcı değil, hiç değil. Yapma lütfen, içimi acıtıyorsun.