31 Ocak 2008 Perşembe

Avrupa'da Bir Nehir.

Mevsimlerin yarattığı, tuhaf ruh halleri var insanların ya da sadece benim üzerimde etkili bütün mevsimler. Aslında klavyedeki parmaklar benim olduğuna göre söz konusu "ruh hali/halleri-" bana ait olmalı.

Sabahtan beri ağaçlara bakıyorum, aslında günlerdir onları seyrediyorum; önce sararıp kızıllaşan, sonra yavaş yavaş dökülen yapraklarını. Her sabah kış güneşiyle ışıldamalarını ve her günbatımında ruhumu üşüten yalnızlıklarını izliyorum. İnsan bu hallerine bakarken, kalın kabuklarla bezeli gövdenin altında bir sonraki bahara canlanacak yaşam akışını algılayamıyor. Sanki ölü bütün ağaçlar ya da ayakta uyuyorlar!!

Tanıdığım birine benziyorlar bu mevsimde. Gövdeleri ve dallarıyla, can çekişen yaprakları ve ayakta durmak konusundaki inatlarıyla tıpkı ona. Adını unutmak zorunda kaldığıma.

Bundan pek çok zaman önce, ismini Avrupa'nın önemli bir nehrinden alan kadim dostumla - ne yazık ki şimdi hiç kimse olan - öylece adımlıyorduk alaca karanlığı.... Kendimizden sıkılmış, gelecekten umutsuz başı boş ruhlardık.

21 Aralık Fenerbahçe Parkı...

Her zaman olduğu gibi klasik güzergahımızda yürümek için buluşmuştuk. Sahile gidecek ve adaları sağımıza alarak hızlı adımlarla rüzgara karşı yarışacaktık. Ama nedense canımız parka dolaşmak istedi o akşam. Alışılmışın aksine sakin sakin etrafı seyretmeye başladık. Ağaçlarda bir tek yaprak kalmamıştı, çırılçıplaktı gövdeleri. Ama yürüdüğümüz süre boyunca gökyüzü dakika dakika güzelleşti; önce mavinin, ardından pembenin neredeyse her tonunu seyrettik. Ağaçların etrafında birkaç tur dönerek neye benzediklerini konuştuk. Alacakaranlık heyecanlandırmıştı bizi. Ve ikimizde hayal etmek konusunda epeyce ustalaşmıştık. Ben ne onun gibi şiir yazabiliyordum ne de onunki kadar güzel bir günbatımı resmi yapabilmiştim.. Ama yine de hayal etmek başa baş gittiğimiz dostca bir yarıştı aramızda. Bizim için ağaçlar, upuzun tırnaklı, simsiyah elbiseler giymiş, kadim sırlara hakim cadılar gibiydiler! Bu ortak fikrimizdi üstelik. Belki herkes çekilince canlanıp bambaşka bir boyut kazandırıyorlardı parka! Konuştukça inandık, inandıkça konuştuk ve nihayet hava kararınca iyice huzursuzlanıp kaçtık oradan! Her zamanki oyundu oynadığımız; söyle ve inan oyunu! İnsan nasıl korkardı kendi yarattığı hayalden? Biz korkardık!

O yıllarda daha kolaydı acılı, melankolik ve hatta rahatsız edici duygular üzerine konuşabilmek… Çünkü neredeyse hiç biri henüz bizim hayatlarımızdaki yerini bulmamıştı. Ama şimdi, yıllar sonra ağaçlarla ilgili algılarımın nasıl değiştiğini görünce daha iyi anlıyorum ki, o pek güzel rakı mezesi yaptığımız yalnızlık aslında sadece tekbaşına olmakmış. Meğer gerçek yalnızlık geleceğimizden gülümsüyormuş ve bizim haberimiz yokmuş!

Öyle değil mi ey gömmeye kıyamadığım karanlıklar zorbası?

Bazen içime bir kurt düşüyor ve özlüyorum seni. Sonra bazı ölüler toprağa gömülmez diye düşünüp olduğun cehenneme martılar uçuruyorum sana doğru. Seslerini duyuyor musun?
Ben senin gönderdiklerini hep duyuyorum; durmadan uyandırıyorlar beni uykumun en tatlı yerinde. Kulaklarımı tırmalıyor çığlıkları. Hatta bazı geceler etimden et kopartmaya çalışıyorlar kabuslarımda. Tıpkı senin kalbimin bir köşesini hoyratça kopartıp yediğin an gibi, delice bakıyorlar gözlerime. Vahşiler! En az senin kadar!!

20 Ocak 2008 Pazar

Ocak Ayında Marmara Denizi Pek Güzel Olur...

Bugün, Mavi Yelken Bozcaada Mürettabatı aylar sonra bir Pazar kahvaltısı için AliCan’da buluştu. Elbette tam kadro değildik ama aramızda ciddi şekilde akşamdan kalanlar – adları lazım diil - olmasına rağmen saat 10.15 olmadan Erol Hocamızın talimatı gereği masaya oturmuştuk. Adam başına en az iki simit, bilmem kaç adet kurabiye düşen sofranın kralı, Esra’nın annesinin yaptığı hamsili ekmekti. Gerçekten acayip lezzetli olan bu ekmekten, her zaman olduğu gibi tatlıya yenik düştüğümden, istediğim kadar yiyemedim ama bayıldım tadına.

Kahvaltının sonuna doğru bize Cenk ve Özgür – nam-ı diğer bebeğem - de katıldılar. Bu arkadaşlarla dün gece, Muse kardeşimizin askerden dönüşünü fena halde(!) kutladığımız için, bendeniz gibi hafif halsizlerdi amma kahvaltı bitip Second Life’a doğru yürümeye başlayınca biraz açıldılar sanki.

Ben gerçekten özlemişim Second Life’ı. Yani bugün canı yandı diye söylemiyorum, ilk uzun yelkenli seyrimi kendisiyle yaptığım için olmalı, gerçekten garip bir bağım oldu bu tekneyle. Sanırım diğer arkadaşlar da benimle aynı hisleri paylaşıyorlar. İnsanın, neyin nerede olduğunu bildiği bir mekanda kendini rahat hissetmesinin ötesinde bir anlamı var Second Life’ın hayatlarımızda.

Kalamış Marina’dan çıkışa hazırlarken, bir yandan da Bodrum’dan gelen mandalinlerden yemeye başladık. Tabi Dilek’in Anamur’da elleriyle yetiştirdiği muzlar da acayip lezzetliydi:).
Kıçtan kara bağlı olduğumuz yerden tekneyi avara ederken saat daha 11.30 olmamıştı muhtemelen. Hava fena sayılmazdı fakat bizi uçurmayacağını o dakika anladık. Yine de Kalamış’dan çıkışımızdan itibaren yelken basmaya yetecek kadar rüzgarımız vardı. Rotamızı biraz biz, biraz da rüzgar belirledi. Adaların güneyine doğru gitmeye karar verdik/m ve ağırlıklı olarak sancak kontra geniş apaz seyri yaptık, daha doğrusu yapmaya çalıştık. Zaman zaman “Allah yandı hava” diye paniklediysek de, neyse ki uzun süre durmak zorunda kalmadık.

Adalara doğru sakin, keyifli ve bol kahkahalı bir seyirle ilerledik. Hatta Sadettin Bey’in neşeli anından yararlanıp, mürettebat olarak isteklerimizi listelemek için izin bile koparttık kendisinden . Fakat ne yazık ki tente konusunda hala çok inatçı! Güneş kremi alırım ama tente olmaz dedi yine. Neyse ki tuvalet perdesi işi tatlıya bağlanacak gibi!

Cenk ve Özgür rüzgarın ninnisinden midir yoksa dün geceden kanlarında kalan alkolden mi bilemem, epeyce sessizdiler. Arada bir “bebeğem” demesem yarı trans halinden çıkamayacaklardı!
Bir süre sonra bu yarı uykulu durumun soğuktan olduğunu anladık ve kahve fikri gündeme geldi. Biz genellikle, Göcek ve Trio gibi antreman amaçlı yelkenlilerle çıktığımız için Second Life’ın mutfağı ve kahve içme ihtimali inanılmaz bir lükstü tabii. Allah Esra ve Dilek’den razı olsun, aşağıya inip bu güzel kahveleri yaptıkları için. Başlı başına rüya kadar güzel olan sıcacık kahvelerin içine azıcık da alkol eklenince bizim çocuklar ayıldı. Çivi çiviyi söker bu demekmiş!

Kahvesini yudumladıkça yüzü gülen Cenk kardeşimiz, Sadettin Bey’le davul ve müzik sohbetine kaptırmışken kendini, Dilek ile Esra azıcık kestirdiler aşağıda. Ve Özgür, Derya kaptanın ilk uzun seyrinin anılarını dinlerken mest oldu. İşin aslı olunmayacak gibi değildi. Birara ben de Derya’yı dinlerken kendimi tutamayıp derin derin iç çektim. O kadar güzel şeylerden bahsetti ki; kocaman bir ticari gemide yaşanan dostluklar, romantik ay manzaraları, Kuzey Afrika limanlarında gezmek, sizi seven ve sizin için endişelenen insanların varlığına sığınmak... Ama bir o kadar da özgür olmak! Değil ben herkes derin derin iç çeker bu kadar güzelliğe. Onun anlattıkları bana yine tanımadığım denizlerin kokusunu getirdi, okuduğum bir kitaptaki balina avcılarını düşündürdü.. Derin insanlar denizciler.... İmrenmemek elde değil.

Kahvenin ve sohbetin etkisiyle hepimiz geçici bir süre için de olsa ısındık. Bu arada adaların güneyine kadar gittik gerçekten ve sonra tramola atıp Ataköy’e çevirdik rotamızı. Zaman zaman seyrimizin hızı saatte 5.2 deniz miline kadar düşse bile, 8.5 deniz miline kadar yükseldiği dakikalar da oldu. Yani ağlanacak kadar kötü bir duruma düşmedik uzunca bir süre. Fakat Sadettin Bey’in karşı yakadaki randevusuna yetişebilmesi için motor seyrine geçmeye karar verdik.
Dümende dönüşümlü olarak Dilek ve ben vardık gün boyunca. Cenk de denedi arada ama sanırım o rüzgarı dinlemeyi ve denizi seyretmeyi daha fazla sevdi bugün.

Karaya iyice yaklaştığımızda ben her zaman olduğu gibi gözümü Fenerbahçe Feneri’ne diktim tabii. Tam Cenk’e fener hakkında hayallerimi anlatırken neye uğradığımızı anlayamadan sarsılmaya başladık. Ama ne sarsılmak. Sanırım bu hepimizin bir deniz kazasına en yakın olduğu andı. Ya da sadece benim. Aklım çıktı yerinden. Bu umulmadık sarsıntı sadece bir kaç saniye sürmüş olmalı fakat sığlıktan sekip toparlandığımızda kıyıya ne kadar yakın geçtiğimizi anladık. Neyse ki ucuz atlatmıştık. Salmayı zorlayıp hasar verdik diye inanılmaz üzüldüm. Sadettin Bey birşey olmamıştır dediğinde içim rahatladı. Second Life’ın canı yanmış gibi geldi, fazla içselleştirmek de tahaf ama öyle geldiişte. İşin komik tarafı daima kayalık ile kıyıyı ortalayarak geçen ve bu rotayı onlarca kez kullanmış bir ekip olarak nasıl olmuştu da sohbete dalıp atlamıştık bu kocaman sığlığı? Demek ki deniz ihmale gelmiyor. Söylediğim gibi gayet ucuz atlattık ve çok şanslıydık. Denize düşmek ya da vesaire sorun değil aslında, ya güzelim Second Life’a birşey olsa? O zaman ben nasıl Mart ayı gezisi planlar ve o geziyi yazarım? Aman Tanrım! Şakası bile kötü.
Neyse, sanırım Ocak ayının üçüncü haftasonu bundan daha iyi geçirilemezdi. Hala ısınamamış olmama rağmen, o kadar tatlı bir uyku hali var ki üzerimde sanırım artık yazamayacağım...

Sonuç:
1. Otomatik/ya da elektronik pilot zeki bişi değildir, asla tekneyi ona emanet edip rahatlamayın.
2. Konyak kış aylarının en muhteşem tekne ekipmanıdır, asla konyak almadan yelkene çıkmayın.
3. Orhan Ağabeyimiz ve sevgili Erol Hocamız "o sığlığa bindirmeden yelkenci olunmaz" dediler. Ama siz bizzat denemek için ısrarcı olmayın!
4. Cenk, bize bir işaret geldi yukarıdan anladık di mi :)?

18 Ocak 2008 Cuma

Bir Kadın Bir Kadını Bir Geceden Fazla Sevebilir Mi?

“Bir kadın bir kadını bir geceden fazla sevebilir mi?” diye sorar J. W.
Evet. Eğer o kadın merdivensiz bir kuyunun başına gelmiş ve bana gülümsemiş ise, evet sevebilirim.

Külkedisi böyle bir kadın.

Onu ilk gördüğümde ne çok önemsedim ne de azımsadım. Oradaydı; kül rengi saçları, elinde sigarası ve bembeyaz ceketiyle şalına iyice sarılmış oturuyordu. Birlikte çalıştığımız ofisin terasında öğle yemeklerinden sonraki sohbetlere bir iki çekingen cümleyle katılarak, bazen gülümseyerek, bazen “bu ne enerji” der gibi sinirli sinirli bakarak süzdü beni haftalarca... Aylarca..

Sonra bir kitapla çözüldü kalplerimiz; kutsal bir kitapla; derin kuyularda merdivensiz kalmış kadınların kitabıyla. Hala derin bir kuyuda oturan, şövalye kediler çizebilen, simsiyah saçlı bir kadının yıllar önce küçücük bir evde/kuyuda, ben bir aşkın cam kırıkları üzerinde mışıl mışıl uyurken elime tutuşturduğu o kitapla.
Ve Külkedisi’nin bana teşekkür etmek için seçtiği kitap, merdivenli kuyulardaki çocukluğuma dairdi. Elime bu kitabı bırakıp gitti. Ben daha adına bakmadan anladım, tanıdım kitabımı, kitabımızı.

Külkedisi okyanusun diğer ucunda yeni bir hayata başlarken, ben onu çabucak kaybetmiş olmayı unutmaya çalıştım. Ama hep hatırladım. Sonra mucize gerçekleşti, geri döndü! Yorgundu, merdivenini göğe dayamıştı ve biz yavaş yavaş yukarı çıkmaya başladık.
Altı ay bir yoga sınıfında sadece sustuk ve gülümsedik. Ben hayatımda ilk kez susarak birini tanımanın, ona alışmanın hazzına vardım.

Külkedisi suskunluğunda şiirler olan bir kadındır.

Şimdi aynı gökyüzünün altındayız. Müjdeliyorum: Yakında sizinle aynı şehirde yaşayan ama maalesef tanışmadığınız bu özel kadınla ilgili masalı bitireceğim. O zaman, bir otobüste ya da vapurda onu gördüğünüzde “ Ah evet bu o masaldaki kız” diyebileceksiniz.

10 Ocak 2008 Perşembe

Ruh Pisleticiler.

Kocaman ama kocaman bir kalenin burcunda oturduğumu hayal ediyorum. Aşağıdaki kayalara çarpan dalgalara bakıyorum. Kudurmuş bir deniz var önümde fakat ben çok sakinim. Ayaklarımı sallıyorum boşlukta, saçlarım ters bir rüzgarda yüzümü dövüyor. Ne yediğim dayaktan ne de içimdeki tanımsızlıktan kaçacak kadar korkak değilim. Yarattıklarımın sorumluluğunu taşıyabilirim ben.
Lapa lapa yağan kardan mı yoksa denizden gelen serpintiden mi heyecanlandım bilemiyorum; tam gırtlağımda atılmak için bekleyen kocaman bir çığlık var. Sanki bir kerede tüm denizi sallayacak kadar şiddetli bağırabilirsem, bütün isimsizler aşağıdaki kayalıklarda tuzla buz olacaklar. Adımı veremediğim, adını koyamadığım, kendime anlatırken kulaklarımı sımsıkı kapattığım ruh pisleticilerden bahsediyorum. Anladınız mı?

Ben ruhumu, açık denizlere kıyısı olan yosunlu kayalıklara benzetiyorum bazen; güzel kabuklu, narin deniz canlıları sımsıkı yapışmışlar yüzeyime ve hep beraber tuzlu suyun gücüyle tertemiz bir hayat yaşıyoruz. Zamansız bir lodos denizi bulandırdığında uzak sahillerden yosunlar, türlü ot ve hatta çöpler geliyor yakınımıza. Üzerimizde kalıyor bazıları. Taa ki kocaman ve tertemiz bir dalga onları alıp götürene kadar. Korunuyor benim ruhum. İyi ve saf olanın daha kocaman bir güç tarafından sarmalanması gibi, sonsuz bulutların ve yumuşak dalgaların kucağındayım ben.

Düşünüyorum; eğer sevgi istiyorsanız, ağzınızı açıp "istiyorum" demelisiniz. Her istediğinizi elde edemezsiniz elbette ama eğer istediğinizi söylemezseniz hiç - bir - şey elde edemezsiniz. Bütün kapıları kapatır ve biri gelsin diye sadece ama sadece hayal ederseniz, kimse gelmeyebilir. Çünkü bilemezler ki beklediğinizi. Oysa aralanmış bir kapı, gidecek yer arayan bir ruh için cesaretlendirici olabilir. Siz kapıyı aralamaya cesaret ederseniz, belki o da içeri girmeye cesaret eder? Böylece ya beklenen an/kişi gelmiştir ya da misafiriniz gidince benim gibi adını sormadığınıza şükreder ve yüzünüzü döven saçlarınızı toplamadan temizlik yapmaya başlarsınız.

Ruh temizlemek çok zor ve yorucudur. Her defasında daha çok yorulursunuz, daha çok incinirsiniz ama sonrasındaki ışıltı herşeye değer. O en değerli, en saf halinizi yeniden yakaladığınızda, bir dakika evvelinin anlamı kalmamıştır zaten. Unutursunuz. Hatırladığınız ender zamanlarda ise, gülümseyebilecek kadar geçmiştir yorgunluğunuz. Dinlenmiş ve arınmış bir ruhun dinginliği, içinize yaydığı hafiflik kelimelerin çok üzerindedir. Derin derin uyur ve derin derin nefes alırsınız. Sanki daha önce hiç nefes almamış gibi hissedersiniz ya da korkunç bir karabasandan uyanan birinin aldığı ilk derin soluk gibidir uyanışınız.

Ruh pisleticilerden kaçamazsınız. Onlar evinizin aralık kapısından içeriye süzülen ve arka bahçenizi tarumar etmeye gelmiş kayıp/kostümlü çocuklardır. Ve bir çocuğa kızamayacağınıza göre... Elbette izin verirsiniz; çimenlere bassın, koşsun, oburca meyvalardan yesin, uyusun, uyansın... Onun, masallarınızın gölgesinde dinlenmesini seyredersiniz. Yüzündeki anlık huzuru görürsünüz. Akordu bozuk hayallerine gülümseyerek bakarsınız. Ama bir an gelir, hayal dünyasının sınırlarını görür ve üzülürsünüz. Üzülme anı ayılma anıdır aslında sizin için, çünkü ancak bir yetişkinin hayal gücü sınırlı olabilir. Masum bir kayıp çocuk değildir karşınızdaki, kocaman ama kocaman bir bedendeki küçücük, minicik kalbiyle apaçık bir ruh pisleticidir!

Şimdi temizlik zamanıdır. Kendinize yönelik öfkenizi saçlarınızı toplamayarak ve yüzünüze kamçı gibi çarpmasına izin vererek azaltmaya çalışırken, yavaş yavaş bahçe kapısına doğru geçirirsiniz isimsiz misafirinizi. Çıkışa yakın bir ağaçtan biraz vişne kopartıp koyarsınız cebine yolda acıkırsa diye ( çünkü merhamet hala baskın duygudur içinizde ) ve bir pusula verirsiniz; bir daha asla yolunu şaşırıp sizin kapınızdan içeri süzülmesin diye!

2 Ocak 2008 Çarşamba

Masal Gezginlerine Davet.

Yazı söz bitince başlıyor. Yetmeyince değil! Susmak sinirlerinizi yıpratmaya and içtiği zaman, siz kendi gizli yemininizi yazıyorsunuz elinize geçen ilk kağıda! Direnmenin ve varlığını sürdürmenin yolunu arıyor ruhunuz. Ve buluyor!

Aynada üç aksiniz var: Rüyalarınız, masallarınız ve gerçekleriniz. Ben en kolayından başlayarak masallarımı yazdım. Ardından gerçeklerle karışmış rüyalarımı. Hedefim, gözümü açtığımda hatırladığım ilk haliyle rüyalarımı yazabilmek. Yani yüzümü bile yıkamadan, pijamalarımla dünyanın önünde durabilmek, gülümsemek öylece.
Hatta aranızdan en cesurları seçerek kendi labirentimde gezdirmek.. Ruhumun deneyimlediklerini, bedenime iz bırakan anıları göstermek. En ama en cesur olanınızı ilk beyaz saç tellerimle tanıştırmak ve onların hikayelerini dinletmek isterim. Usul usul dibe çektiğim konuklardan birini sevgili ejderhamla tanıştırırım belki?

Labirentten çıkınca denize gideriz. Tek gerçeğin su olduğunu, konuşmaya ve yürümeye başlamadan evvel öğrenen ben, kelimelere dökemeyeceğim şeyler gösteriririm size. Minicik bir bebeğin rüya kadar güzel annesiyle daracık, beyaz badanalı bir sokaktan rıhtıma inişini seyrettiririm. O rıhtımla başlayan su aşkının zamana nasıl yenilmediğini anlatırım. Yani su maceramın çıkış noktasına götürürüm birilerini; Antik limanı gördüğüm ilk dakikaya!

Oyunlarımda binlerce deniz savaşını, hayatımda onlarca kavgayı yönettiğim, zaman zaman acıdan ve kandan, zaman zaman bir günbatımından rengi kıpkızıl olan limanda çay ısmarlarım size! Antik anılarımla dolu antik kentte kaybolmaktan korkmazsanız eğer!!!