16 Mart 2024 Cumartesi

WOLFSHEIM*

 


Bir haftadır öyle hoşuma gitti ki bu şarkı, sonunda bugün sözlerine baktım. Daha da sevdim. T.P. listesiyle gelmişti. T. iyi müzik dinler. Bu güzel güneşli on altı Mart'da paylaşmak istedim. Benden babama kırk bir yıllık özlemle....



*Kein Zurück

AFFETMEK BİR TÜR VAZGEÇMEYE DÖNÜŞMÜŞSE EĞER HEM AFFET, HEM VAZGEÇ NİDASIYLA İNLİYOR RUHUM.

 

Herkesten gizli, kimseleri buyur etmediğim bir odam var benim. Doğduğumda sol yanıma iliştirmişler, o andan sonra nereye gidersem gideyim hep yanıbaşımda olmuş. 

İçinde sevinçlerim, öfkelerim, anam, babamdan kalan hisler, anımsamalar, oldurduğum ve olduramadığım herkes, herşey var. Kimi aleni ortada, bazısı kutularda raflarda. 

Oda da bir tuhaf; bazen daracık, gün oluyor dev bir salon.

Ne dediğimi anlamıyorsun değil mi? Bende anlamıyorum inan. Neye girizgahtır oda metaforu dersen, hiç iyileşmeyen geçmişime derim. İşte ben o odanın kundakçısı olmaya and içtim. Şimdilerde tek tek elden geçirdiğim her yaşanmışlığı lime lime ederek serbest bırakıyorum. Biliyorum ki, eğer bu işi tamamlarsam sol yanım iyi olacak, sol yanım aksamayı bırakıp, sadece şimdinin canlılığında bana katılacak.

Affedeceğim, ama öyle lafla değil, içimden içimden, en derinlerimden affedecek ve her affettiğimden oracıkta vazgeçeceğim. Affettiklerim geçmişim, vazgeçişlerim geleceğe biletim.

Gönlümü kıran nicesinden vazgeçtiğimin andıdır affedişim. Bunda sevinecek birşey yok affettiğim, sevincin niye?




15 Mart 2024 Cuma

DÜNDEN KALAN


İstanbul'a döndüm döneli istiyordum Gülhane Parkı tarafına geçmeyi. Fırsat yaratamamış, zamandan bol olsam da gücümü toplayıp yola çıkamamıştım. Dün, Burhan okula giderken ben de ona takıldım, iyi ki de takıldım.  

Uzun aralardan sonra ister insan olsun, ister şehir mesafeleniyoruz. İnsanın içi uzaklaşıyor temasta kalmadığından. Hiç yaşamam sanırdım ama bana da oldu, yabancıydım kentlerin kraliçesi huzurunda. O yine eteklerine iti böceği yatırmış, mis gibi bahara salmıştı saçlarını ama ben üç saatlik dolanmada kendime bir tabure bulup oturamadım.

Önce Burhan'la Divan Yolu'nu yürüdük. Beyazıd Meydanı'nda otuz yıl sonra fotoğrafımız oldu. Fakat O okula gidince ben ipi boşa çıkmış it gibiydim. Kımıltısı düşük, takip edecek esrarlı bir koku bulamamış, sahipsiz. 

Meryem neredeydi?

Önce Çınaraltına yürüdüm. Avni Dede orada değildi. Ivır zıvır satan abilerden de eser yoktu. Oysa ne toprakaltı eser olurdu burada, of! İki çöpçü fosforlu üniformaları çekmiş sigara içiyorlardı. Öyle farkında değillerdi ki altında oturdukları çınarın, vah anam vah nidası yükseldi içimden.

Sahaflara girdim. Bir ümit, bir koku, bir sürpriz yüz arıyordum içten içe, ama yoktu. Bütün gün de olmadı. 

Çarşının içinden Nur-u Osmaniye'ye oradan da At Meydanı'na sürüklendim. Ne köfte çekti canım, ne de kahve. Oturamadım, sığamadım kente. Değil sevinmek, özlem gidermek, kederlenmiştim inceden inceden. Bu muydu hasretiyle burnumun direğini sızlatan şehir? 

Meryem neredeydi?

Gülhane'ye indim. Bakmak istedim laleler açmış mı? Açmamış. Bir bankta oturdum. Kitap okurum diye heves edip yanıma almıştım nasılsa. Olmadı. Tam karşımdaki banka yüzyıl sevişmemiş gibi arsızca gözlerini bana diken bir mahlukat oturunca kalktım. Keyfim kaçmıştı. Ramazan paketine şişme kadın eklemek isterdim, isterdim ki şehrin arsızı, uğursuzu doya doya boşalsın ve kadınlar parklardaki bankların keyfini çıkartabilsin.

Mecburen Eminönü'ne indim. Doğubank özlemiştim, bi bakındım ne var, ne yok diye. Hatta yıllardır güneş gözlüğü almaya parama kıyamadığımı anımsayıp gözlük baktım kendime. Buldum. Aldım. 

Fakat bitmişti. Burhan'ı bekleyecek gücüm, hevesim kalmamıştı. Varlığım içinde dolandığı kalabalıkta anlamsızdı. Evime döndüm. 

Meryem neredeydi?





13 Mart 2024 Çarşamba

BEN HERŞEY VE HİÇBİR ŞEYİM


 

Yaralı bir hayvan gibi uluyarak gözyaşlarımı yalıyorum.

Ne çok  tuzlu su var içimde, şaşırıyorum. Ben hayatta en çok kendime hayret ediyorum. Çocukça neşelenen Elvan'dan kederden aklını kaçıracak olana geçişlerime hiç yetişemiyorum.

Sabahı beklediğimiz geceler başladı. Ben içime içime ulurken, dayım dışına dışına inliyor. Bütün bunları ayrıca yazıyorum başka bir yere, içimin duvarlarına. Ona eşlik edemeyeceğimiz yere hızla yol alırken, hem sakin, hem acı içindeyim. Gelmiş geçmiş tüm terk edilişlerimin bataklığından gülümsüyor, elimdeki çiçekleri gücüm yettiğince havada tutuyorum. Kafamı karıştıran bu tanıklık sonrasında ben yine bildiğim savrulan hayatıma dönecek miyim? Ya da şöyle sormalıyım insan ölümün tek mutlak olduğu yerde yaşamı niçin seçmez? Seçemez? Aslında onlar, tüm gidenler için de daha da tutkuyla yaşamamız gerekmez mi?

Her ölüm eksilterek çoğaltıyor. Gün ortasında tüm ışıklarını yakmış bir şehir kadar çaresizim gelmekte olan karanlığın eteklerinde.

8 Mart 2024 Cuma

SABAH

 

Günaydın,

Bir zamanlar her sabah ekmek almaya gidercesine yazardım. Ama mantıklı ama mantıksız, komik, gerekli, gereksiz vaya öfkeli. Yazardım. Şimdilerde bazı duygularımın içinde yeni matematikler keşfediyorum. Onlara hiç fark etmediğim hava akımları, bilmediğim yönlerden esen rüzgarlar diyelim. Evet, böylesi daha şiirli. İçimde daha önce hiç koklamadığım, tenime değmemiş  rüzgarlar esiyor. Nihayet kendini tekrar eden çarktan kurtuluyor gibiyim. Zaten bunun için yazmıyor muydum? 

Yaşamaya cesaret edemediğim tüm duyguları kelimelerle eskittim ben.

Dayım ölüyor, bahar da öyle güzel çiçekleniyor ki. İkisini yan yana görmek "işte Elvan'cım bak tatlım biz bütün bunlara, toplamına hayat diyoruz" diye şefkatle tınlıyor içimde. Evet, hayatta hepsi var ve aynı anda yaşanıyor. Birilerine hoşgeldin derken, bazılarının gitmesi gerekiyor. Peki benim içim neden bu kadar kalabalık? 

Artık taşıyamıyorum. Şaka değil, zaten son yıllarda zorlandığımı fazlasıyla hissediyordum, yakınımdakilere söylemiştim. Duymak istemediler. Kelimelerim, duygularım hep ağır geldi aileme. 

Şimdi bir seçim yapmak zorundayım. Ya ben, ya şimdiye kadar olan biten, içime kamp kuran herkes ve herşey.

Hala ormandayım. Fakat vaktim daraldı. Benim inancıma göre yeni bir karma yaratmadan seçmeliyim kendimi. Biliyorum başka şansım yok, ancak yetişkin olmayı becerememiş parçam öyle ürkek, o kadar döngüden çıkmaya hazırlıksız ki. Sonunda onu hop diye suya atmak ve yüzmesini dilemek zorunda kalacağım. Ben bir hain miyim? Kimbilir, belki? Ne önemi var? Öyle bile bile olsam, dayım bunu hissetmiyor. Ona göre onu çok seven ve üzerine titreyen yeğeniyim. Demek ki bir tane ben yok. Birden fazlaysa bu benler, sahici olan hangisi?

Pek çok davranışım ve seçimim aslı gibi ama asıl olan değil. Beklenen, alışılagelmiş, bana yapıştırılmış haliyle yaşıyorum hayatı, sürüklenircesine. 

Çok önce gitmeliydim diğerlerinden.

Beni uyandıran bu blogdaki yazılarım oldu. Kendime ekmek kırıntıları bırakmışım, birgün dönüp bakayım diye.... Yıllarca aynı şeyi yazmışım: yorgunum, haksızlığa uğruyorum, yazmak istiyorum ve komikliklerimle yakıcı öfkem arasında yaşam çemberinde bir suya, bir aleve sıçrıyorum.

Benim yogayla değil, sanatla uğraşmam gerekiyordu. Resim yapmalıydım. Yazık ettim ellerime. Belki babamı dinleyip piyano çalmalıydım. 

Bahar girdi takvimlere. Dün çiçekleri öpe koklaya yürüdüm evimin önündeki uçsuz bucaksız parkta. Sevinç doldu mu içim? Yok. Yine de gördüm çiçekleri, gökyüzünü, denizi, yeşili. Benim kalbim kör değil, benim kalbim çok kederli. Üstelik bilmediğim hayatlardan da bi dolu kederli.

İnsan olma deneyimi çok ağır geliyor bana. Zorlanıyorum. Uçuşan, hafif, bağımsız gerçek varlığımı özlüyorum. Sanki bir balığım ama demir  çıpa ile okyanusun yedi kat dibine mıhlanmışım. Halatı kesmesi gereken benim, farkındayım. Fakat bir balık tonlarca suyun altında, güneşin inemediği derinlerde tek başıma nasıl bir çözüm bulabilir? 

Küçük Kırmızı Bir Balık.

Bazen soruyorum kendime, "Elvan, sihirli değneğin olsa ve tam istediğin hayatın içine gidebilecek olsan, hadi git, nereye gidiyorsun? " diyorum. "Hadi gittin, orada olmayı düşle, mutlu musun?"

Değilim.... Beni en fazla üzen de bu, mutluluğum veya mutsuzluğum koşullarımla ilgili değil. İçimde birşey, derinimde. Muhtemelen bir tür ruh hastalığı kırılganlığım. İnsan kurumuş dala bakıp ağlar mı? Sonra da gidip hasta dayısına Bagavatgita'dan ilham veren, ona yolun güzelliğini anlatan güneşli birine dönüşebilir mi? 

Hangisi Elvan? Elvan kim?

Bir meczup, potansiyelini ortaya koyamamış bir kadın mı? Yoksa neşesi ve zekasıyla umut satan bir tacir mi?

Bazen kendimi çözümlemek için geç kaldığımı hissediyorum. Varlık sorununa fazla takıldığımı, aslında yaşıtım kadınlar gibi yirmi senelik evli, iki çocuklu olmam gerektiğini düşünüyorum. 

Yanlış yerdeyim hissi atmosferimi kaplıyor. Nefes alamıyorum. Dayım da alamıyor... Ciğerleri su topladı. Birlikte derin, sakin nefes egzersizleri yapıyoruz... Bunları yaşarken ona mı kendime mi nefesi hatırlattığımı gerçekten hiç bilmiyorum. Ciğerlerime dolan ölümün kokusuna gülümseyerek bahar çiçekleri çiziyorum resim defterime.

Ölüm varsa Elvan dokuz yaşında.

Gençken rahibe olmak isterdim. Sanki erkeklerle yaşanacak ilişkilerden başlamadan vazgeçmek istemişti kalbim. Hep uçsuz bucaksız yeşilliğe bakan yüksek bir kule hayal ettim. Tanrıya hizmet ederek, tefekkürle başlayıp bitecek bir ömür. Kimbilir belki öyle huzurlu bir hayattan atıldım Dünya'ya. Ya da çok böbürlendim ruhumun kudretiyle ve buralara gelip, mümkün olmayanı mümkün kılma kibrine kapıldım?

İkinci kahvemi aldım az evvel. Karanlık, yağmurlu bir İstanbul sabahından....


6 Mart 2024 Çarşamba

SO IT'S GOES*


 

Kendimle ilgili en merak ettiğim şey neden hayatla bu kadar uyumsuz ve tatminsizim? Her hissi doğum travmasına veya devamında yaşananların bıraktığı izlere bağlayabilir miyiz? Evet, tabii. Ama benim hissettiğim, en aşağıda sezdiğim daha korkunç, daha acıtan ve hırçınlaştıran birşey. 

En mutlu anımda, mesela bu sabah ağaçları öpe koklaya yürürken, öyle bir keder çöktü ki yüreğime anlatılmaz. Şimşek çakması gibi. Anlık bir zokayı yutuş ve uyanış!

Bazı geceler uçtuğumdan hiç bahsetmemiştim di mi? :))) Ailem okur da bu yazıları beni bi yere tıkar diye pek anlatmadım. Ama uçuyorum. Beden ağırlığımı bıraktığımı hissediyorum. Bir defasında açık havadaydım. Zar zor bir ağacın dalına tutunarak durdum! Çünkü hem deneyimin içindeyim ve hoşuma gidiyor, hem de bilinmezden aşırı korkuyorum. Bu hafta da oldu. Uçtum.

Benim ölümüm böyle olacak. Nerede ve nasıl elbette bilemem ama ruhum bir çiçek fırtınası ile alıp başını gidecek. Belki baharda. Doğa yenilenirken, ben de elbisemi yenileyeceğim. Hepsi bu.


*Tamino


3 Mart 2024 Pazar

TAŞTAN BALIKLAR




 

Mutlu muyum yoksa tedirgin mi belli değil. Garip bir his karnımda. Kesinlikle yorgunum, onlarca duyum arasından sadece bunu ayırabiliyorum.

Harun gelmiş. Yüzüne bakmasam da yanımdakinin O olduğunu biliyorum. Sorularım dizilmiş dilimin ucuna, sormuyorum. Bunca yıldan sonra cevapların anlamı olmadığını fark ediyorum. Bu gece İstanbul'da kalacak. Ama nerede? Teyzemi görüyoruz, saçları uzamış, halsiz "bende kalsın" diyor. Yas elbisesi mi üzerindeki?

Harun deniz kenarında üç katlı, sarmaşıklardan görünmez hale gelmiş binayı gösteriyor. Gece orada kalalım istiyor. İçimden terk edilmiş gibi diyorum, romantik ama kimseye iyi hissettirmeyecek bir seçim. Başımı göğsüne yaslıyorum. Hatırladığım duygu artık orada yok. Birden gökyüzüne kayıyor bakışlarım. Denizin üzerinde irili ufaklı balıklar uçuyor! Evet, uçuyorlar! Ve bu balıklar taştan!

Taştan balıklar.

Yakınımızdan geçen bir orfozla göz göze geliyor ve uyanıyorum.

Peki ben bu rüyayı nasıl yorumluyorum?

Teyzem, ölmek üzere olan kardeşinin yasını şimdiden tutuyor, saçları uzuyor... Kederi akıllara zarar. Dar bir yoldan geliyor yanımıza, ruhu dar, uykusu dar, nefesi dar bir yerden.

Harun peki? Dün gece günlüklerimi yırttığımı ve sıranın onun mektuplarına geldiğini seziyor olabilir mi? Belki? Ama büyük ihtimalle aklının ucundan geçmediğim gibi, bilseydi umurunda olmama olasılığı da çok yüksek. Kimse benim kadar takılmıyor geçmişin ağına. Ölmeyen ve aynı zamanda o hasretiyle yanıp tutuştuğu okyanusa açılamayan küçük kırmızı balığım ben.

Bugün yapabilir miyim bilmiyorum ama Harun'un mektuplarının da benden ayrılma vakti geldi. ( kendime soru: Harun'u bir günde terk etmiş ve asla affetmemiştim, peki mektupları niçin otuz senedir saklıyorum? ) Onlardan bir hikaye çıkar mı diye saklamıştım. Fakat gerek var mı sahiden? Kimi kandırıyorum ben? Hikayelerin hepsi bende, hücrelerimde değil mi?

Velhasıl rüya şunu söyledi bana: balıklar yüzmeli Elvan, onların taş kestiği gibi anları, hatıralarını dondurursan hayatın aç kalır, günah işlersin. Akışta kalmalı herşey, ardında kalmalı. Bırak artık!

Şimdiki zamanı yaşamamak günahtır!






2 Mart 2024 Cumartesi

ONÜÇÜNCÜ KABİLE

 

Merhaba,

Güzel bir hafta sonu olsun hepimize. Ben evdeyim, dayımla ilgili herşey yolunda giderse hafta sonunu evimde geçirmeyi planlıyorum. Yeteri kadar kahvem ve peynirim var. Takdir edersiniz ki, yalnız kalmanın da bir erzak çantasına ihtiyacı oluyor biz ölümlüler dünyasında.

Hadi güne entellektüel değeri de olan bir tatlı magazin haberiyle başlayalım. Sevdiğim yazarlardan biri sevgili yapmış. Gerçi ne zamandır biliyordum ama artık bi bağırmadıkları kalmış "seviyoruz uleyyyn!" diye. Çok hoşuma gitti. Darısı başımıza. Neyse sevdiceğine bi yakından bakayım instagramda dedim, iyi ki bakmışım. Meğer bu sabah bişi öğrenmem gerekiyormuş. Bir kelime: 

Mimophant!

İngilizce iki kelimeden oluşuyor, mimosa ( mimoza ) ve elephant ( fil )

Kendi duygularına narin bir mimozaymışcasına yaklaşan ama başkalarının hislerine duyarlılık söz konusu olduğunda derileri fil gibi kalınlaşan insanlar için yazar Arthur Koestler tarafından uydurulmuş bir kelime.

Ne güzel bir tesadüftür ki Arthur Koestler en sevdiğim kitaplardan birinin yazarıdır. Yani bir yazarın bu kadar güzel bir kelime uydurabilmesi ve kızı yaşındaki bir başka kadının da bunu ölümünden kırk yıl sonra anımsayıp bir postta derdini anlatırken paylaşması çok hoşuma gitti. Çünkü şimdilerde tam da böyle bir kelimeye ihtiyaç hissediyordum.

Empati, duyarlılık, kabalık, bencillik gibi kelimelerle demek istediğimi diyemiyor ve uzun uzun cümlelerle zihnimin içini kelime çöplüğüne çeviriyordum. Veee birden bire ortaya çıkan mimophant kelimesi tüm hislerime tercüman oldu. 

Onüçüncü Kabile en sevdiğim kitaplardan biridir, bana babamın kitaplığından transfer olmuştu. Malum o yıllarda Castenada, Erik von Daniken, Agatha Cristie gibi yazarlar babamın yaş grubundaki insanlar tarafından çok okunuyordu. Bunu da yıllar içinde arkadaşlarıma ebeveynlerinden kalan kitapları gördükçe anladım. O dönem yani 1968 gençliğinin yaşadığı yıllarda aslında bir uyanış yaşanmış. Fakat gizli eller hemen perdeleri çekmiş! Uzun bir geceye daha girmiş insanlık. Belki de bu sebeple neşesi bile keder barındırıyor o kuşağın.

Neyse artık elimde demek istediğimi demek için bir kelimem var. Dün Arthur Koestler'ın ölüm yıldönümüymüş. Babamla aynı ay, aynı yıl ölmüşler. Yani ölmemişler. Eğer biz inanmayı ve geniş zamanda bakmayı seçersek ne insanlar, ne de ortaya koydukları duygu ve düşünceler ölmüyor. Eğer ölmüş olsalardı   mimophant bana ulaşamazdı değil mi?

Mutlu olun, henüz buradayız, gitmedik.