24 Ağustos 2018 Cuma

ANA "KARA" İNSANLARI







Kimse kapıyı çalmadan girmezdi odama. Hayatımın ilk çeyreğini  orada geçirdiğimi söyleyebilirim. Yalnızdım. Kitaplarım, defterlerim, yatağım ve çalışma masam bana yetiyor, artıyordu bile. Sonra sonra kendimi yetersizlik hissine bıraktım.  Üstelik bu ilk yalanım da değildi. Birkaç yıl geçip uzaklara gittiğimde, başka bir odada, içimi tuhaf bir özgürlük kapladı. Yatağımın üzerindeki çatı penceresini döven yağmurla ciğerlerimin bilinmedik zerrelerine, akla hayale sığmaz miktarda temiz hava doldu!
O, evimden uzak içime yakın ülkede, kimseden kaçmadığım, kendime yakalanmadığım, labirentleri aklıma bile getirmediğim, üstelik en yüksek dağlara tırmanıp çoban yıldızı kovaladığım sayısız gün yaşadım.  Zihnim berraklaştı, kalbim özgürleşti. Hiç olmadığım kadar şeffaftım.
 
İnsan iyiyi korumakta çok basiretsizmiş, kısa sürede saydamlığımı kaybettim!
 
Kaybım büyük, yenilgim hazmedilemeyecek kadar yıpratıcı oldu. Hemen hemen o yıllarda takmaya başladım "her şey yolunda" maskesini. O kadar yakışmıştı ki, kendi yüzümü unuttum.
 
Bir gece büyük, çok ama çok şiddetli bir fırtına koptu. Yorganı kafama kadar çektiğim o tekinsiz gecede içimdeki yeryüzü sularla kaplanmış, gökteki yıldızlar denizin dibini boylamıştı. Dalgalar sakinleştiğinde hasarı anlamak istedim, kıyıya yürüdüm. Tanıdık ne varsa alıp götürmüştü deniz. Kumsalda dolaşırken gözüme ilişen son şey, bir ahtapotun canı pahasına kucakladığı kirpinin bakışlarıydı. Ahtapottan sızan kanın üstünden atladım. Sal yapabileceğim malzeme toplamam gerekiyordu,  adanın içlerine doğru yürümeye başladım.
 
Yol boyunca ahtapotu düşündüm. Uğruna ölecek kadar sevdiği, hayatın kıyısında gelmişti. İçimin illüzyonunda bunu unutmamaya söz verdim. Kağıt kalem yoktu yanımda, sol bacağıma not ettim.
 
Ellerim yüreğimden daha beceriklidir, salı çabuk tamamladım. Fakat ayaklarım korkaktır, günlerce yola çıkmayı erteledim. Bazen karnım ağrıyordu, bazen de başım. Sonunda yola döküldüm, ana karaya varmaktan kaçamazdım. Orada benim gibi kazazedeler olduğunu umuyordum, onları bulmalıydım. İçimde güneş yoktu, kaç gece ve kaç gündüz adanın etrafında daireler çizdiğimi sayamadım. Neden sonra çemberi bozduğumda güçlü bir akıntı beni ana karaya sürükledi.
 
Kumsal uzun ve temizdi. Güneşin altında altın gibi parlayan küçük çocuklar vardı. Yaklaşınca fark ettim, ellerindeki kovalara deniz yıldızı dolduruyorlardı! Onlara seslendim:
"Yapmayın, lütfen yapmayın!" Ve sonra fısıldayarak ekledim "onlar bir gün gökyüzüne dönecekler, lütfen denizden çıkartmayın..." Son kelimem dudaklarımdan henüz dökülmüştü ki şemsiyelerinin altında oturan ebeveynler dehşetle bana doğru koşmaya başladılar. Ortalık mahşer yerine dönmüştü. Kısa sürede hiç bilmediğim bir dilde haykırışlar yükseldi. Beni tartaklamaya başladılar. Oradan uzaklaştırmaya çalıştıklarını anladım. Direnmedim.
 
Ana karadaki yetişkin insanla birbirimize benzemiyorduk; sekiz kolum olması onları korkutmuştu! Oysa ben iki yüzlü oluşlarına hiç aldırmamıştım... Ana karada yaşamak istiyorsam diğer altı kolumu feda etmeliydim. Bana yardım edecek güvenilir bir kazazede aradım, bu işi tek başıma yapamazdım.
 
Tüm kıyıları yürüdüm, gözyaşlarım ANA "KARA" İNSANLARI tarafından fark edilmedi.
 
Deniz tuzluydu.