26 Nisan 2024 Cuma

SİLİVRİKAPI'DA BİR SOFRA


Öğleden öncenin ısıtmayan güneşiyle trendeyim. Şehrin bir ucundan diğerine yol alırken, içim kıpır kıpır. Nicedir yolumun düşmediği Silivrikapı'ya gidiyorum. 

Semt çok değişmiş. Mahalle tertemiz, mis gibi iyot kokuyor  sokaklar. Trenden sonra otobüsle devam ediyorum. Surlara yaklaşınca ineceğim. Sur dibine kurulan bostanların arasından geçerek yürümek aklımı başımdan alıyor, gayrı ihtiyarı dokunmak istiyorum taşlara. Buraları ne kadar özlediğime hayret ediyorum. Bir zamanlar çok istemiştim Haliç-Fatih hattında yaşamayı. Kuzguncuk gibi deniz kokusunun beni benden aldığı o vakitlerde Bizans, Roma, Osmanlı yani her kim gelmiş ve geçmişse hepsiyle aynı sofrada buluşabilirim hissine kapılmıştım. 

Davetli olduğum eve doğru yürürken güneş ışıkları içime akmaya, ve bana neyin iyi geldiğini hatırlatmaya başladılar. 

Yavaş yavaş ılınan bir tas suda çözülüyordu buzlanmış kalbim. 

Eski ama tertemiz arap sabunu kokan apartmana girdim. Yerler o çok sevdiğim küçük küçük kırılmış mozaik taşlarla döşenmişti. Trabzanlar ahşap, ferforjeler lale. Bir kat aşağı indim. Anneannemin kömürlüğe giden merdivenleri geldi aklıma. Trabzana dokunan elim, burnuma dolan sabun kokusu ve görmesem bile orada olduklarına inandığım iyi ruhlarda mı benimleydi? Artık yumuşacığım, surlarım iki yana açılmış, kusurlarım dahil en sahici halimle sadece "ben" olarak adım atıyorum eşikten.

Misafir olduğum ev, yarı bodrum, sıcacık, ışıl ışıl bir daire. İçeri girer girmez aile olmanın güvenli kokusu doluyor ciğerlerime. Kıskançlıkla değil, özlem ve eksiklik hissiyle sarsılan çocukluğum ağlamasın diye gözlerimi tavana çeviriyorum. Dudaklarımda kocaman bir tebessüm.

O kadar güzel ki sofra; evde pişmiş poğaçalar, çiçek gibi dizilmiş peynirlerle açlıktan son nefesini vermek üzere olan ruhlara abı hayat olabilecek ne çekerse canın masada var.

Bir kadın, oğlu ve iki kedileriyle burası Dünya'nın en büyük bir oda bir salonu olmalı. Kendini hiçbir yere yerleştiremeyen onca tanıdığıma inat, can ve canan ne güzel yerleşmişler yuvalarına ve ne içten paylaşmışlar iki kedicikle hayatlarını. Laf ı güzah değilmiş öyleyse paylaştıkça çoğalmak.

Şehir surlarının sakladığı eski bir mahallede Meryem'in kolları arasında birbirine sokulmuş bir aileye misafir oldum bugün. Sur duvarlarında örülüp gizlenmiş kapılara değil, bostanda yeşeren hayata bakmayı, karnımı değil, ruhumu doyurmayı seçtim. Çoktan sakınanlara inat, azı paylaşanların zenginliğine hayran dönüyorum evime. 





24 Nisan 2024 Çarşamba

24 NİSAN GERÇEKLE DOLUYOR İNSAN

Winterson romanlarından birinde kahramana ihtiyacının ne olduğu sorulur. Cevap bol köpüklüdür.. Sınırların belirsizliğine, sevginin, ilginin miktarının değişkenliğine köpük dolu küvet metaforuyla cevap verir Winterson'ın kahramanı ve bu konuda çok haklıdır.

İhtiyaçlarımız ve miktarları değişkendir. İnsanlar arasında ve insanın kendi içiyle dışı arasında eğer birer harita mühendisi görevlendirilebilseydi, sarraf ve gece bekçisi karışımı özellikler taşıması hoş olurdu. Zira sınırlarımız ve ihtiyaçlarımız an be an değişir ve değişimi yönetmek ustalık ister.

Ay ışığı altında parlamaya saatler sayarken, ben de kendime ihtiyaçlarım hakkında bazı sorular soruyorum. Durmadan değişen ve karşılanmadığını düşündüğümüm ihtiyaçlarımı belirlemeye çalışıyor fakat başaramıyorum. Böyle zamanlarda dönüp dolaşıp en sevmediğim yere, aynamın önüne geliyorum. Çünkü sorunun ve cevabın tek sahibi var, ben!

Ah O ben! Ben esnek ve cesur olup, ihtiyaçlarımı belirleyip, gideremedikten sonra diğerlerinden bunu yapmalarını beklemek nasıl  nafile. Kötü bir örnek vereyim mi? Mesela sabah yataktan kalkar kalmaz dünyanın en güzel şarabı sunulsa ister misiniz? Ben istemem. Şarap veya sunulma şeklinden ziyade zamanlaması yanlış olduğundan istemem. Demek ki  sabah ne tercih ettiğimi veya etmediğimi ben biliyorum, diğerleri değil. Ama beşki bir sabah isteyeceğim? O da ayrı bir muamma. Bazen bana hayat tarafından sunulan şeyleri yeterince değerlendiremediğim sanrısına kapılıyorum, canım sıkılıyor. Oysa bu suç değil, o zaman öyle hissetmişim demek sadece.

Şimdilerde ne özür, ne de dışarıdan gelecek çözüm beklentisindeyim. Tüm dikkatim ağzını yastıkla, yorganla tıkayıp, elini kolunu bağladığım iç sesimde. Artık O söyleyecek ihtiyaçlarımı, ben de bize hizmet edeceğim. Böylece dışarıdakileri suçlamaktan, bir türlü mesuliyet kabul etmediğim yaşamımdan uzaklaşıp, makul olan güzergaha geçecek, yeni şoför ağzıyla şerit değiştireceğim:)

ORMANA GİRMENİN ER YA DA GEÇ BENİ BURAYA GETİRECEĞİNİ, BİLİYORDUM. Derimi sıyırmam gerektiğini, altındaki cılk yarayı daha fazla görmezden gelemeyeceğimi nicedir biliyordum. O kadar kafayı takmıştım ki beni sevdiğini söyleyen ama anlamak, iyi kılmak adına kılını kımıldatmayanlara, sanki ben onlardan daha çok düşmanlık eder olmuştum kendime. İlla bir özür, illa bir anlaşılma sahiden gerekli midir? Aslında değildir. Zaten geçmişi onaramaz, bana geride kalan zamanı iade edemezler.

Benim yaralarımı görüp, doğru tedaviyi başlatmam şart.

Üstelik en yakınlarım beni uyuz köpek kovar gibi hayatlarından kovalarken, birileri tüylerimi tarayıp, kenelerimi ayıklamamış mıydı? Onların varlığına şükretmeliydim. Birileri arızalıları da sevebiliyordu. Nankörlüğün anlamı yoktu, hayatın dengesi tartışmasızdı ve artık gözlerimi açmalıydım. Zor günler umursanmadığım ve sevilmediğim anlamına gelmiyordu. Kaldı ki gelse bile ben beni çok sevecektim. İşte o kadar.

Orman güzel. Bu gece, ay ışığı altında parlayacak tüm gerçekler. Bence sen de gelmelisin. Ağaçlar insanlardan daha güvenilir.



22 Nisan 2024 Pazartesi

İBRAHİM OLABİLMEK

 

Günaydın,

Bu sabah baharın gelişine odama erkenden dolan sabah ışığıyla iyice ikna oldum. Kalkıp namaz mı kıldım? Yok. Yoga falan? I ıh. Bedeni erken vakitlerde kımıldayanlardan değilim. Ama yazmak öyle mi? İnsan her durumda yazıya tutunur. Uyurken bile... 

Rüyalarım değişti biliyor musunuz? Artık gündüzden natamam ne varsa gece de bana eşlik eder oldu! Kesinlikle yorucu ancak bir o kadar da ufuk açıcı.

Yaz sonu iyilik, şefkat, fedakarlık adına bildiğim ne varsa kafama geçirildikten hemen sonra Hazreti Yunus'un balinanın karnında tekrarladığı dua takılmıştı dudaklarıma. Şimdilerde de Hazreti İbrahim'i düşünür oldum. İbrahim'i ve putları kırdıktan sonra baltayı en büyük putun omzuna astığı anı.

Kim bilir ne kadar rahatlamıştır. Yalancıları yalanları, düzenbazları düzenleriyle bırakıp, öylece uzamak! Ah İbrahim, aslında sen hep favorimdin de, araya Yahya ve Yunus girdiler işte, kusura bakma.

İşin şakası bir yana kıssadan hisseleri, mitolojik öyküleri, yerel masalları her zaman sevmişimdir. Çünkü hepsi aynı ana fikirde buluşur: Kahramanın yolculuğu.

Peygamberler, tanrı ve tanrıçalar, çobanlar, prensler, hatta tilkiler, kargalar ve daha neler neler, hepsi yolculuğa dair sembollerdir. İnsan kahramanını ararken ve bu niyetle yola revan olmuşken öyle bir an gelir ki, aradığı kahramanın kendisinden başkası olmadığına uyanır. Bize yüzlerce yıl, binlerce öyküyle anlatılan bundan başka birşey değildir: kahramanın uyanışı, kahramanın kendine varışı. 

İnsanın kendini arayışı, kendine doğru attığı her adım kutsaldır. Örtülü kutsal. Çünkü vaktinde evvel bulunması makbul değildir. Erginlenmeler gerektirir. Kitaplar okunmalı, bahireler atlatılmalı, bişiler inşa edip sonra yerle bir etmeli ve daha nicesini yaşamalıdır ki, örtü kalsın, ayna görünsün.

Herkes aynı dertten mi çeker? Bilerek veya bilmeyerek ama kesinlikle evet! Tek fark her birimiz içine doğduğumuz çevre, kendimize yaptığımız yatırım doğrultusunda ya alenen arayışımızı dillendirir ve yollara dökülürüz ya da hayatın bizi yönlendirdiğini düşünür ve yolculuk boyunca aradığımız şeyin adını koyamadan, dilimizin ucunda oradan oraya savruluruz. Fakat yaşamın sonunda tatmin olanlar örtüyü kaldırıp, aynaya bakabilenler, İbrahimler, Yunuslar olacaktır. 

"Kendime yazık ettim affet"* den sonra gelen hamle çarktan sıyrılıp diğerlerini kendi aleminde bırakmak olabilir. Zira kahramanın hataya düşüp patinaj çekeceği en kritik eşik burasıdır. Ego yükselirse kahraman tüm yaşamını kendi dışında herkesi kurtarmakla heba edebilir, ki ben o eşikte az durmadım. 

Örtüyü daima açık tutmanın biricik yolu her birimizin ancak ve ancak kendi kendinin kahramanı olabileceğini idrak ettiğimiz andır. Putları kırmaktan sonra sırada ne var derseniz, yaşayarak görelim derim. Zira hala ormandayım.

Harika bir hafta olsun!

* Yunus Peygamber'in duası






21 Nisan 2024 Pazar

SUNDAY MOOD

 

İyi Pazarlar,

Takvimler iki bin sekiz, Konya'ya ilk gidişim, Tomurcuk ve Sevecen serisinin Türkçeleştirilmesine dair tohumların atıldığı, Ahmet'le ( eski yazılarımdan onu Sir olarak bilirsiniz ) tanışıp, adım adım İstanbul gezdiğimiz, kederden ölünmediğini anlayıp ve İstanbullu oluşumla helalleştiğim vakitler.

O yıl öyle çok şey oldu ki, aslında hiç  hatırlamasam daha iyi diye geçiyor gönlümden, zira gönlüm de yaş aldı ve yük kapasitesi doldu taştı.

Hayatın alma verme dengesinin ispatıdır iki bin sekiz. Öyle ki eski sevgilimden kalan hayal kırıklıkları hala ayak tabanımda cam kırığı efekti yaparken,  İstanbul kucağıma bırakılmış nur topu gibi bir bebekti. Bebeği beslemeli, onun taptaze enerjisinden kana kana içmeliydim. Öyle de yaptım.

Ahmet eşsiz bir keşif arkadaşıydı ve biz ikimiz öğrendiği her şey karşısında çocukça heyecanlanan iki yetişkin olarak sanki yaşadığımız kenti değil, kendimizi keşfediyor, adeta zamandan zamana seksek oynayarak şehrin mistik rüzgarında savruluyorduk. Pazartesi'den Cuma'ya değildi artık günler, Cumartesi ve Pazar vardı yaşamımızda; buluşup, belirlediğimiz rotayı adım adım gezdiğimiz iki gün.

Şehirlerin ancak yürüyerek sevilebileceğini Londra'da öğrenmiştim. Tıpkı kağıt toplayan çocuklar ve kediler gibi olmalıydım. Zenginler kentin parlatılmış, modaya uygun tasarlanmış yerlerinde en özel manzarayı seyrettiklerini, en leziz yemekleri yediklerini düşünürken, Ahmet ve ben İstanbul sokaklarının sadece kalple görülebilen hazinelerine kavuşmuş, kente açıl susam açıl demiştik bir kere. Ve en zarif haliyle kapılarını açmıştı kentlerin kraliçesi.

Apollo Tapınağı'nı bilirsiniz ya da duymuşsunuzdur. Ana kapının girişinde altın harflerle Gnothi Seauton, "kendini bil" yazar. O yıl şehri bilmeye çalışırken, kendimi tanımadığımı farketmiştim. 

Kendini bilmeye cesaret edemeyenlerin kaçışı değil miydi seyahatler?

İstanbul bana kapılarını açtığında insanın sadece insana değil bir mevsime, kokuya, manzaraya, hatta kente de aşık olabileceğini anladım. Olan olmuştu, artık nereye gidersem gideyim hep İstanbullu, İstanbul aşığı olacaktım. 

İki bin sekiz bir sevgiliden paçayı kurtarıp, diğerine kolu kaptırdığım yıl oldu kişisel tarihimde.

Bugün Kandilli özleyerek uyanınca Göksu, Küçüksu, Kandilli rotasına ne kadar düşkün olduğumu anımsadım. Hele de erguvan zamanı... Hani bir kadının en güzel yaşları vardır ya, işte İstanbul'un da en çekici mevsimidir Nisan. Tazeciktir, boğazın mavisine eğilen erguvan çiçekleriyle yeni gelin gibidir. Bu şehirde doğmuş ne kadar sultan, kraliçe varsa hepsi en güzel elbiseleriyle inerler suyun kıyısına. Görmek isteyen herkese açılır hayal etmenin kapıları. Kimi çekerse canınız o oturur yanınıza. Eğer Hürrem'le bir Türk Kahvesi içmek isterseniz ne ala! Mümkündür. Theodora'nın yaşamını kurtardığı kadınları ziyaret etmek ve işledikleri muhteşem kumaşları mı görmek istiyorsunuz? Hay hay, olur tabii. Adile Sultan ve onun asaletiyle yetişen cıvıl cıvıl genç kızlar mı gelsin masanıza? Daha kimler kimler...

Göksu'da mesire yerine serilmiş örtüler ve eşsiz kumaşlardan dikilmiş elbiseleriyle salınan kadınlar... Onların güzelliğine gölge düşürmekten çekinen binbir çiçek! Kayıklar, ah hele ayışığı olursa ufacık koylara doluşan sazlar, bülbüller...

Diyorum ya insana abayı yakmakla, bir şehre vurulmak neredeyse aynı şey. Ben her bahar Kandilli düşünürüm. Nisan demek boğaz demektir. Buz gibi esintide içiniz titreyerek ceketinize sarılmak ve gözlerinizi kapatmak. Tek yapmanız gereken sıçramak istediğiniz yılları düşünmek. Gerisi gelecektir. Zamanda sek sek oynamaksa neşenizi yerine getirecek olan, kentlerin kraliçesi eteğini toplar ve size muhteşem bir oyun arkadaşı olur!

İstanbul için erguvan zamanı olduğunu hatırlatmak istedim. 




20 Nisan 2024 Cumartesi

YAŞADIM, ANLADIM, İMZA

Selma ve Eif'e...

Bu nefis Nisan yağmuruna eşlik eden lezzetli kahvemin sponsorlarına.


 

Banka, devlet dairesi, tapu ve noter gibi kurumlarda hepimiz defalarca imzalamışızdır bu kağıtlardan. İmzalamaya imzalamışızdır da sahiden herhangi birini okuduk, anladık mı?  Sanmıyorum. Sadece o an süregelen işlemler hızlıca bitsin diye yarım yamalak bakıp imzayı çakmışızdır. Yalan yok, ben hep böyle yaptım; okumadım, okuduysam bile anlamadım, hatta bazen yanımdakine dönüp "bi okur musun" bile dedim. Ama günün sonunda altına imzayı atan bendim.

Yaşam boyu ortaya koyduğumuz tavır da bu üzerinde durmaya değmezmiş gibi görünen onlarca kağıda verdiğimiz tepkiyle neredeyse birebir aynı. Okuyor, anlamıyor, yaşıyor, pay çıkartmıyor fakat yine de altına imzalarımızı atıyor, ben buradaydım, bütün bunlara rızam vardı diyoruz. Saçmalığın daniskası olsa da gerçek bu!

Gezegendeki pek çok ruh ellerinden gelseydi eminim birilerine döner ve "benim için yaşar mısın lütfen?" derlerdi. Çünkü kendi hayatımızın, bize bu beden ve bu bilinçte verilen tek şansımızın sorumluluğunu almaktan afedersiniz it gibi korkuyoruz. Neredeyse tüm yaşamı korkularımız ve o korkuları yüreğimize salanlar yönetiyor. Bize alttan alttan bazen de aleni olarak şu mesajlar veriliyor: aç kalırsın, yalnız kalırsın, kabul görmezsin, silinip gidersin, evsiz, aşksız, çocuksuz, dostsuz olursun..... 

Seç, beğen senin olsun. İster misin? Elbette istemezsin. Zaten şükürler olsun ki tek seçeneğimiz bu değil..

Ormanda öğrendiğim en güzel şey ne biliyor musun? Şu hayatta seçmen gereken tek şey kendinsin. Senin isteklerin, arzuların, hayallerin. İnsan ne istediğinden emin olduğunda onu kimse korkutamıyor. Korkunun bizi ele geçiremediği tek yer ne istediğimize karar verdiğimiz yer. Herkes beden ödüyor, tüm canlılık yaşamın getirdikleriyle yüzleşiyor ve insan bundan muaf değil. Unutma ki hayatın kışından bir sıcak soba uğruna kaçmak, beraberinde baharın coşkusunu da silip süpürüyor. Sonsuz güzellikteki bahara kavuşmanın, ılık esen, yakmayan ve üşütmeyen rüzgarın, onun taşıdığı binbir çiçek kokusunun hazzını alabilmenin bedeli üşümek. Üşümek, sobalı evden çıkmak demek. Al ceketini, konfor alanından çık! Sen çık ki seni hareketsiz bırakan sözde canavarlar da yatağın altından çıksın!

Hepiniz duymuşsunuzdur annem evlen dedi evlendim, babam doktor ol dedi oldum, kocam çalışma dedi, çocuklarımı büyüttüm.... Etrafımızdaki hemen hemen herkesin üzerine kuluçkaya yattığı en az bir tane hazin öyküsü vardır. Benim de var. sanırım ilk adım hazin veya değil, öğretilmiş öyküyü bırakmak. Ne olduysa oldu, korktun, zayıftın veya manipüle edilmiştin. Önemi yok. Şimdi ne oluyor? Bundan sonra neler olacak? Artık kendin yazacak ve okuyacak mısın hayatını, anlayacak, yaşadıklarına anlam yüklemeden seyredecek ve olduğun yerden memnuniyet duyacak mısın?

Hepimiz gideceğiz. Musalla taşlarına uzanmış bedenlerimiz de bu yaşamdan geçtiğimize dair imzalarımız olacak. Soru şu ki yaşamış, anlamış ve imzalamış mı olacağız yoksa korku dolu konforlu bir yaşamda konuk oyuncu olmuş ve şurayı imzalayın lütfen denilen yere kefeni serecek miyiz? Bu bir seçim. Yazılana eyvallah demek veya oturup yazmak bir seçim ve her seçim gibi getirdikleri, götürdükleri var. 

Elli yaş insanın etrafından değil, kendinden hesap sorma yaşı olmalı.Bende öyle oldu. Düz çizgiler çizdiğimiz defter çoktan tarihe karıştı. Artık ne emekliyoruz, ne de heceliyoruz. Burası istediğini giyme, ne diliyorsan onu yeme içme yeri. Korksak da korkmasak da olması gereken olacak. O kış gelecek, o parmaklar üşüyecek. Ama sonrası vallahi de bahar billahi de bahar. 

Ben bu kışa nasıl dayandım biliyor musunuz? Ben görsem de görmesem de o baharın geleceğinden emin olarak. İşte geldi. Şimdi kendime diyorum ki yaşa Elvan, kışı yaşadın, baharı da yaşa. Kendi öykünü yaz. İmzala.






16 Nisan 2024 Salı

NO SURPRISES*

 

16:19 Şimdi geldim, kahvemi koydum- ki bu saatte pek içmem ama sabah fırlamam gerekince evden şu ana kaldı-, ama bu Selma'nın yolladığı değil. Kargo geldiğinde evde değildim, sabah gidip alacağım:)

Hatta sabah gidip benim erguvana da bi bakacağım:) Özledim onu. Malum senede birkaç haftamız var.

Dün dayım bütün gün hastanedeydi. Ben mi? Evde manyak gibi temizlik yaptım. Öyle ki ev şok, ben şok!!

Temiz ev çok özlüyorum, zira anamın evi her daim pırıl pırıldı. Hep diyorum ya, pislik içinde yaşamıyorum elbette ama o aşırı temiz ev benim evim değil. Kime ne ya? Ev benim, hayat benim.

Biraz sonra yoga yapacağım. Matımı çok özledim.  Sürprizsiz hayatımı özledim.... Bugün zordu, daha da zorları kapının önünde onu anladım. Dayımın saat sabah sekizde "nerdesin?" diyen sesine, henüz kahvaltı etmesinin sevinci eklenmişti ki, öğle olmadan teyzemin acilden hastaneye girişiyle tüm kuzenler alarma geçtik. Gülüyorum ama bu öyle delirme gibi bişi değil, ilk kez kendimi alnımdan öpemeyişime üzülüyorum. Aynada denedim, olmadı. 

Neden?

Çünkü arabamı ustaya götürmeyi ve direksiyon dersimi ertelemedim. Ben Elvan, ilk kez öfkeyle değil, doğru düzgün öncelik listesi yaparak kendimi çiğnetmeden de servis verebileceğimi gördüm. 

Ne oluyor biliyor musunuz, değerini içeriden belirliyorum. Tamam fiziken yapamıyor olabilirim ama hayal ediyorum; kafamı ellerimin arasına alıp alnıma bir öpücük konduruyor ve "aslansın!" diyorum. İşte özlenen şefkatli dinginlik. Allahım nolur nolur kalsın! Allahım bu hal bende kalsın, benim olsun!

İçim çok sevinçli. Ölümün ayak seslerine rağmen. Çünkü dayımı ellerimle besledim, çünkü dayım iyi ve arkadaşıyla kağıt oynuyor. İşte şimdi önce mata koşup, ardından yemek yapabilirim:)

Sürprizsiz, sakin, misssss


*Radiohead


15 Nisan 2024 Pazartesi

GİDECEK YERİM YOK

 

Gidecek yerim olsaydı ve gittiğim yerde söyleyecek sözüm, yazmazdım. İhtiyaç duymazdım.  Yazmak çıkmaz sokak; kaçamadığım duyguların pusuda beklediği bir çıkmaz.

Biri, hele de sevdiğim biri ölüme adım adım yaklaşırken yaşamakta zorlanıyorum. Neşelensem, güneşten, kahveden keyif alsam ayıp olurmuş gibi tutukluk yapıyor elim kolum. 

Bugün çabucak çıktım pazardan. Zaten niye gittiğimi de hiç anlamadım. Evi toparlamak belki bir nebze sakinleştirir beni, yoksa gün uzun, bilinmezi beklemek tanımsız. Yavaş yavaş eşyalarımı yıkar, Sapanca için hazırlanırım. Semra ve Mehmet'i görür, sonra dönüp kalan işlerimi yaparım. Mayıs ortalanmadan da güneye inerim inşallah. Yüzmekten başka motivasyonum yok.

Bugün çok güzel limonlar aldım pazardan. Sanırım sarı renk beni mutlu ediyor. Bi de limonun dış kabuğunu ile meyvanın sulu kısmı arasında kalan beyaz bölümü çok seviyorum. Biraz sonra limonu güzelce doğrayıp, azıcık tuz serperek yemeyi planlıyorum. Sonra mı? Dedim ya eve sardıracağım, yoksa bu bekleyişle yenişmem imkansız. 

Gidecek yerim yok. Kalbim her acıdığında yersiz ve yurtsuzum.

14 Nisan 2024 Pazar

HUZUR İÇİNDE ÖLMEK

 

Babam ölürken annem otuz yaşındaydı. Babam ağrıyla inlerken, kusarken O ne hissediyordu, hissettiği şeyle nasıl başa çıkıyordu merak ediyorum. Bazen de başa çıkabilmişse eğer ancak ve ancak hisseden taraflarını kullanmayarak başarmıştır diye düşünüyorum. 

İnsan bazen beton mu dökmeli hislerine. Acaba?

Bizim aile tuhaftır. Bence aile denilen şey külliyen tuhaftır, zira insan tuhaftır. İtiraz? Yok değil mi? Çünkü ben de tuhafım, sende. İşin temelinde yatan nedir dersen, hayatı kendi üzerimizden değil de başkalarının yapıp ettiklerinden okumaya çok teşneyiz. Oysa ilk okunacak kitap insanın kendisi olmalı. Kendim dediğimiz şeyin kullanım kılavuzunu oluşturmadan, onu birkaç dile çevirip kuytu köşe anlamadan başkalarıyla yakınlaşmak ne mümkün?

Benim sorunum fazla düşünmek. Bazen o kadar ipin ucu kaçıyor ki, düşünmekten, kafamın içinde yazıp çizmekten yaşayamıyorum. Zihnim almış sazı eline kendi çalıp kendi oynarken, hayat yoldan geçen arabalar gibi akıyor yanımdan.

Bugün on dört Nisan Pazar. Dün hayatımın direksiyonundaydım, kısmetse bugün de niyetim aynı. Çünkü kendini yönetme becerisine kavuşmadan içsel neşesini bulamıyor insan. Oysa sahici bir ölüm anı istiyorsak gerçek bir yaşamdan geçmek gerekmez mi?

Acı, hastalık, keder yaşamın deneyimleridir. Pozitif düşünerek, evrene "iyiyim, harikayım" gibi salak saçma sözler göndererek içinde olduğumuz gerçeklikten kaçamayız. Bu düpedüz yalancılık olur. Yapılacak şey basittir. Basit ve dikkat gerektiren şey şu: anın içinde dur. İzin ver hissettiğin şeye. Sadece bak, his bedeninde nerede? Hangi hatıranla eşleşiyor? Orada ne hatırlıyorsun? Bütün bunlardan sonra da o hissi ve getirdiği her şeyi bırak!

Ne acıyı, ne de sevinci tutamayız. Duygulara tutunamayız. Yaşarız ve devam ederiz. Sidharta'da Hesse bize tam olarak bunu anlatır; nehrin kıyısındaki güzel kızı unut ve devam et!

Hayatın ortalık yerinde, elli yaşımda ve ormanın en derininde tek öğrendiğim bu oldu: yaşamakta olduğun deneyimden kaçamazsın! Dönüp dolaşıp geleceğin yer kendinsin. İşte bu yüzden hisler dondurulamaz, yaşamın akışı, ritmi bizim arzumuza göre değişemez. Biz spontan olmalı, biz değişen duygu durumlarına hızlıca uyum sağlamalıyız. Üzülüyor muyuz? Ağla. Sevinçli miyiz? Dans et, şarkı söyle. Kısacası neyse gelen his, içine çekildiğin olaylar silsilesi yaşa, yaşa fakat seni ele geçirmesine izin verme. Nasıl ilkokulda oynadığın piyesteki prenses değilsen, şimdi de yaşadığın olayın mağduru veya kahramanı değilsin. Birkaç saat, birkaç gün veya ay için giyindiğin duyguyu, yaşadığın olayları sen sanma. Yüzlerce insanlık kostümünden biriydi o. Çıkart, gitsin.

Ben şimdilerde babamın içimde upuzun yatan hastalığını, beni yerden yere vuran gidişini, kaldıramadığım cenazesini ve ondan bana kalan terk edilme korkularımı öpüp okşuyorum. İyi miyim? Aslında hem evet, hem de hayır. Nihayet içimde ağlaya inleye dolaşan yersiz yurtsuz kız çocuğuna eğer arzu ederse benimle yaşayabileceğini, ona göz kulak olabileceğimi söylüyorum. İnşallah inanır da yerini bulur garibim.

Huzur içinde ölmemim tek yolu huzur içinde yaşamam. Elli yaşımda araba sürmeyi öğreniyor, kendime analık babalık ediyorum. Canımdan çok sevdiğim kardeşimin üstüne çullanmadan, Onu uzaktan sevmeyi öğreniyorum. Ağaçlarla konuşuyor, damdaki kediyi besliyorum. ben deli miyim? Yok elbette değilim, fakat tuhafım. Benim bütün ailem tuhaf, seninkiler? Elbette onlar da:))

Anlayacağın kendini oku, her an seyret. ne yapıyor, nasıl tepkiler veriyorsun? Hangi duyguna tutunup, yaşamak yerine yaşayanları izliyorsun? Yapma tatlım, gel yaşayalım:)







12 Nisan 2024 Cuma

BAYRAMIN SON GÜNÜ GELMİŞ, HOŞGELMİŞ.

 


Günaydın,

Çok şükür kıymetli bayramın sonuna geldik. Eğer bugünü de hayırla uğurla atlatırsak, Haziran'a kadar rahatız. 

Bayram boyunca bizim buralarda hava güzeldi, ama insan ilişkileri zordu. Dolayısıyla ilişkilenmediğim bir noktada kalmayı tercih ettim. Yani az insanla görüşüp, o zamalarda da mümkün olduğunca  havadan sudan konuşmalar yaptım. Ancak rüyalarım feci. İnsan kendi rüyasından korkar mı? Ben korkuyorum. Dün gece dolaştığım evlerin kasvetini görseydiniz, ruh durumum için en az benim kadar endişe ederdiniz. Bi de dalgalarda köpeğini yüzdüren tuhaf kadın vardı ki, of! İnsanın ister istemez canı sıkılıyor. Fakat normal, zira dayımı ziyaret etmiştim ve onun ufak ufak azalan dengesi, keyfi elbette keyfimi kaçırıyor. Şimdi hayaller görme evresindeyiz. Baş dönmeleri ve halüsilasyonlar... 

Öte yandan Theo ve ben Bodrum için hazırlanıyoruz. Elbette gitmek istiyorum ama bakalım oldurabilecek miyiz? Orada da tıpkı İstanbul'da olduğu gibi sevenimiz de var, iyi olmamızdan pek haz etmeyenimiz de. Tek fark ortalık biraz daha basit ve sakin. Neden temelli yerleşmediğime gelince, klostrofobik! Belki araba bu algımı değiştirir. Göreceğiz:)

Hah, bayram diyordum. Çok şükür bitti sayılır. Yarın sevdiklerimizle çay kahve içip, bi de dostlarla akşam yemeği yiyerek kapatıyoruz kısmetse. Dilerim herkes bir şekilde az hasarla geçmiştir bayramdan.

sevgiler, selamlar



11 Nisan 2024 Perşembe

KENDİNİ SEÇMEK

 



Günaydın Sevgili Okur ve Günaydın Selma*,

Çok şükür bayramın birinci günü hayırla ve uğurla aramızdan ayrıldı. Geldik ikinci güne. Açıkcası düne göre daha mutlu, sakin ve kararlı hissediyorum. Neden? Dün zordu. Dün ailem kocaman bir sofrada bayramı kutlarken ben ömrümde ilk kez onlarla aynı şehirde olmama rağmen, o sofrada değildim. Ailemi, yokluğumla cezalandırmış gibi görünsem de aslında onlarsız bırakılmanın acısıyla kendimi terbiye ediyordum. Aylardır birbirimizin hayatında yoktuk, neden şimdi hiç incinmemiş, kırılmamış gibi gidip kahvaltı edecek ve bayramlaşacaktık ki? Kırılmıştım. Hem de ne kırılmak, tuzla buzdum. Beni paramparça edene dek onlara dur demedim diye kendime çok kırgındım. Velhasıl dün, bayramın ilk günüydü ve düşünüldüğü gibi kimseyi cezalandırmadım, sadece durdum, kendimi seçtim.

Yalnızlığını kabul etmiş bir adamla, annesiz büyümüş bir kadının çocuğu olarak doğmak inanın hiç kolay değil. İçimin tekbaşına bırakılmışlığıyla halleşmeye çalışırken, annesiz kalmış anneme annelik etmek beni müthiş hırpaladı. Tüm gayretimle uğraşsamda annemin eksik parçalarını tamamlayamadım, zira eksik ben değildim. Bunu gerçek anlamda idrak etmek bana yarım yüzyıla patladı. Kardeşimin de sabrını muhtemelen oralarda bir yerde taşırdım. İmkansızı kabul edemeyen bir abla... 

Egemen hep mesafe istedi benden. O kadar azdır ki kardeşim tarafından kucaklandığım, sevildiğimi hissettiğim anlar, sayabilirim. Şimdi onun arzu ettiği mesafeden deniyoruz kardeşliği. Canı sağolsun. Eyvallah.

Yazımı Küçük Emrah filmine çevirecek değilim. Çok şükür evim barkım, sağlığım yerinde. E direksiyon derslerine de başladım. Yakında o hep hayal ettiğim uzun yollara çıkıp, mutlu mesut özgürce dolaşabileceğim. Bangır bangır müzik dinleyecek ve uçacağım.

Ben Elvan Lütfiye Eti, kimseye hesap sormadan, neden niçin ile zerre kadar meşgul olmayarak kendimi seçiyorum. Rest olarak değil, küserek değil, sadece olması gereken bu olduğundan, mecburiyet ve idrakle kendimi seçiyorum.

Erguvanlarla sohbet etmeyi, bayram kahvemi onlarla içmeyi, dostlarıma layık oldukları değeri vermeyi, kendimi sevgiyle beslemeyi, iyi kılmayı ve olabildiğince yaşamla akmayı seçiyorum.

Orman çok güzel, gelsene.






* Selma'yı tanımayanlara not, kendisi gezegenin en tatlı, en halden anlayan, en teşvik edici okurudur. Yazmak için klavye başına oturmaktan kaçtığım zamanların cesaretlendirenidir. Bütün bu sebeplerden özeldir. 

9 Nisan 2024 Salı

MERHAMET

 

Günaydın,

Biraz geç bir günaydın oldu yazı alemine ama aslında ben çoktan uyandım,  aydım:) Hatta kahvemi içtim, yürüyüşe gittim falan filan.

Bu sabah konumuz merhamet. Biliyorsunuz dayım hasta. Üstelik o en sevimsiz hastalıktan. Mümkün olduğunca destek olmak ve yardım etmek için elimden gelen, aklımın yettiği ne varsa yaptım, yapıyorum. Yaşamak isteyen birinin ölüme an be an yaklaşıyor olması gerçekten çok trajik. Daha üzücü olan ise bu hikayeden kendi payımı ağır bir şekilde alıyor olmam. 

Dayım kötü biri değil. Herkes gibi kendine has huysuzlukları, doğruları ve yanlışları olan bir adam. Ortak noktamız ise yaşama sevincimizin azalmış olması ve merhametsizliğimiz.... Yanlış duymadınız merhametsiziz biz, ikimiz.

Dayım yardımsever biridir. Dışarıdan bakınca pek umursamaz gibi görünse de aslında kimseden elinden gelen yardımı esirgemez. Fakat benim onunla ilgili başka bir gözlemim daha var... İnadı ve kendine merhametsizliği. Müthiş bir müzik sevdalısıydı benim dayım. Santana, Pink Floyd gibi isimleri ondan öğrenmişimdir. Hatta blogda da yazdığım efsane bir Santana konserimiz bile var dayı yeğen. Bi de nefis yelkencidir. Konuya geç dahil olmuş ama iyi seyir yapmış bir yelkencidir. 

Ancak eşinin tekne sevmiyor oluşu, dini vecibelere aşırı kaptırıp evde müzikten bile keyif alınamayan bir ortam yaratışı ile başlayan hikayelerinde dayım kendisinden hiç beklenmeyecek bir yolda yürümeye başladı. Ardından ekonominin cilveleriyle işinden erken emekli oldu ve sanırım aşıların da yardımıyla sona doğru iyiden iyiye ivme kazandı. 

Ağır kemoterapi ile ancak bir sene verilen dayım, sıfır kemo ile bir buçuk yıla kadar uzattı ömrünü. Bazen ister istemez merak ediyorum eğer şekerden uzak durup fitoterapistlerin tavsiyeleri doğrultusunda yaşasaydı daha da fazla uzatabilir miydi zamanını? Bilmiyoruz.

Tek bildiğim özellikle son yıllarda hem yakın çevresi hem de bizzat kendi kendine aşırı merhametsiz oluşudur. Bunu itiraf etmesi de ayrı bir can acıtıcı konu... Seçimleri tüm aile tarafından eleştirildi... Madde ve mana arasında sıkıştı... Hayatın tadı diye algıladığı şey gerçekten ona zevk veriyor muydu? Hiç emin değilim.

Bütün bu gözlemler nesnellikten uzak ve külliyen hatalı da olabilir. Ama bildiğim şu ki etrafın ne yaptığını veya yapmadığını kontrol etme şansımız hiç yok. Fakat bizim kendimize be ettiğimizi kontrol şansımız hep var. İşin güzel tarafı her an bu uyanma için müsait.

Ben neden takılıyordum bu kadar merhamet işine? Neden hep gözüme batıyor insanların zalimliği? Çünkü ben, bana en büyük zarar veren asıl zalimim. Ben kendime merhamet etmediğimden dış dünyanın merhametsizliğine bu kadar takılıyorum. Kontrol gücüm olan yeri bırakıp, benim dışımda gelişene odaklanarak kurban kostümü giymek işime geliyor. 

İnsan ne manyak bir sistem!

O halde kendimize başta olmak üzere tüm canlara merhamet ettiğimiz samimi, içtenlikli bayramlara diyelim:)


8 Nisan 2024 Pazartesi

Bugün nasılım?

Ejderhalar suya girmiş, korkudan okyanusun en kuytu köşesindeki  akvaryuma saklanmış şapşal bir balık gibiyim. Ya da annesinin dokunma dediği pastanın tüm kremasını yalamış ve görünmezlik pelerini ile dayaktan yirtabilecegini sanan bir afacan!

Yok yok sabah evi,  pazarı, yemeği halledip kitapların icinde günü bitirmeye çalışan biriyim. Gozlerimi kapatayım, hızlıca geçsin bayram diye duada biri.

Güneş o kadar güzel ki... Üç kahve içmiş olmasam, bu muhteşem akşamüzeri ışığı şerefine bir tane daha içerdim.  

Bugün güneş tutulması, yeryüzüne insan tutuşması olarak inecek dediler. O yüzden saklandım. Bulasmayayim kimseye istedim. Kircililar'in iki romanı bitti. Şimdi elimde Solstad var, yeni başladım. Bugün yarın biter, ufacık zaten. 

Akşam ne izlesem acaba? 

6 Nisan 2024 Cumartesi

NİSAN 2024

 

Günaydın,

Haftalardır tarihleri karıştırarak yaşıyordum ama nihayet Mart ayının bitişiyle birlikte içinde olduğum günün farkındayım. Çok şükür bugün günlerden altı Nisan!

Dün aylar sonra ilk kez çok güzel uyudum. Uzun zamandır gerçekten uyumakla bayılmak arasındaki farkı ayıramayacak kadar teslim olmuştum parça pinçik uykulara. Sanırım doğada olmanın, baharla gelen kokuların insan bedenindeki gevşemeye büyük katkısı var.

Evimde olmak, yemek pişirmek, sokaktaki kedilere bakmak, erguvanları izlemek, parkta kitap okumak ve evdeki arkadaşla zaman geçirmek iyi geldi. Aslında bir önceki gün de çok güzeldi. Dayım çağırmıştı. Sabah erkenden banyomu yapıp gittim. Onunla ilgilendim biraz, sonra berberi geldi, traş oldu ve uyudu. Uyuttum. Ne garip değil mi? Kim derdi ki ben dayımı uyutacağım? Hani şu "... ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken... "gibi. Hayat... Sonra Ela'ya gittim. İlgisi, sevgisi, samimiyeti gerçekten ruhumu sakinleştirdi.... Hafiflemiş, sakinleşmiş ve minnet dolu ayrıldım Ela'dan. Sürekli birilerini sarıp sarmalamaya çalışırken buna benim de en az onlar kadar ihtiyacım olduğunu unutuyorum. Bir daha buraya düşmek istemiyorum.

Yalnızlığımı kabullendim ben. Hatta içinde keyifli olduğumu da fark ettim. Sadece sevdiğim ve seçtiğim insanlarla sosyalleşmek bana fazlasıyla yetiyor. Büyük sofralar, bir günde üç kişiyle buluşmalar bitmiş. Burası, şimdi içinde durduğum yer, susmak, kuşu böceği, rüzgarı dinlemek noktası. En sevdiğim şeyi yemek, en istediğim anda uyumak ve doya doya okumak sosyalleşmekten daha iyi geliyor.

İnsan, an gelip yalnızlığını kabul ediyor. Ama öyle boyun bükerek falan değil, pek sevdiğin biri sürpriz yapmış da onu eşikten içeri alır gibi. Galiba derinlerde bir yerde hep biliyordum hayatımın böyle olacağını. Belki de kehanete inandığımdan tam olarak onu gerçekleştirdim. Kimbilir?

Nisan'a dönersek, koskocaman bir gün var avuçlarımda okumak, yazmak ve uyumak için. Hatta uzun güzel bir yürüyüşle erguvanları seyretmeye de yeter zaman. 

Dilerim herkesin hafta sonu çok keyifli geçsin. 


31 Mart 2024 Pazar

İYİ PAZARLAR

 

Ağzıma eden ağrılar ve uykusuz bir geceden çıkıp, istemeye istemeye oy kullanmaya gittim. Tüm oylarımı CHP ye bastım, muhtarı da adını en beğendiğimden seçtim. Kısmet artık.

Sonra beş gündür görmediğim dayımdan kalanları ziyarete gittim. Ağır hasta yakınınız olursa birgün,  ki dilerim hiç olmasın, her an ziyaret edin, beş gün ara demek yüreğinizi ortadan kesip, içine taş doldurmanın sessizcesi.

Dayım kendi tasarladığı bir kolyeyi hediye etti bugün bana. Şimdi boynumda. Bu kolye ne diyor biliyor musunuz? Sen kocaman bir kız oldun Elvan, artık ölümün yaşamın parçası olduğunu biliyorsun diyor. Çok konuşuyor, dilini keseceğim ama dili yok!

Bir bira içtim ama yetmedi, uyuyayım kalkayım da şarabımı açayım! 

29 Mart 2024 Cuma

RETRO GELİYOR DEYYOLAR

 

Günaydın,

Gelse neyime, gitse neyime? Benim hayatım retro:))) Eskinin kancasına takılmış ruhumu yırta yırta kurtarmaya çalışırken, gökyüzü azıcık destek olsa şaşardım. Neyse ki beklentim yok, herşey içimizde ya; güç içimizde, güzellik içimizde, yetenek vesaire neyimiz varsa ve de yoksa her biriciği içimizde!

Bu sabah erguvan koktu burnuma. Galiba haftanın güneşli geçmesi onları coşturacak, muhtemelen erken çiçeklenecekler. Gelsinler bakalım. Epeyce siyah beyaz geçen hayatımıza bahar dokunuşu güzel olur.

Sabahın erken saatlerindeki kuş sesleri ne güzel değil mi? Onlar ötüşürken içimde tatlı bir his oluyor. Deniz kokusuna az kaldı, sık dişini Elvan diyorlar sanki. Sıkıyorum. Hatta o kadar manasızca sıkıyorum ki, diş doktoruna gidip baktırmak zorunda kaldım.

Yazmaktan başka çaresi olmayan yazar okuyucuda nasıl bir duygu uyandırır bazen merak ediyorum. Acaba yazmasaydım rehabilite edilebilir miydim? Veya yazarak bir anlamda yerimde saydım ama karşılığında aklımı mı korudum? Korudum derken, kısmen:)

Bugün hareketli geçecek. Şimdiden iki kahve içip, çamaşırları yıkamayı başardım. Sırada duş ve sokaklara dökülüş var. O da olur inşallah. Kapıdan çıktıktan sonrası daha makul gelişiyor. O halde ben ufak ufak kaçıyorum. İstanbul'da bahar var, bence parka falan gidin bugün:)




28 Mart 2024 Perşembe

ÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU VEYA KÜÇÜK KARA BALIK

 

Zamanın nehir gibi bir yerlerden başlayıp, ötelere doğru aktığına zerre kadar inanmayan ben, geçmişin ve geleceğin bana yazılan masallarını okuyup, babamın çantasından çıkan takvim yaprağını düşünüyorum. Öyleyse babama bir iki kelam bırakmak isterim.

Sana asla ve kat'a kızgın değilim canımın içi. Mesajlarını bunca yıl saklamıştım ama şimdi aldım. Aldım ve seni anladım. Acını gördüm. İnan yanımda olsan öpüp bağrıma basardım seni. Dilerim sizin oralarda sevgiye buradakinden daha yakınsındır.  Notlarından taşınabilecek olanları kalbime güzelce iliştirdim, fazla gelenleri  gönderdim. İnan, haftalardır o kadar yalnız ve çaresizdim ki, tek arzum bir masal kitabına sızmak ve orada donup kalmaktı. Oysa senin gidişinle öğrendiğim ve çok iyi bildiğim bir şey var ki, yaşamda donmak yok. Sadece olmak ya da ölmek var.

İyi misin sen? Beni sorarsan yere paralelim. En verimlisinden acı çekiyor, en şefkatlisinden çocukluğuma analık babalık etmeye çalışıyorum. Bizi merak etme; dokuz yaşındaki Elvan, ellisindeki Elvan ve ölüme uzanmış kimbilir kaç yaşındaki Elvan koyun koyuna, el eleyiz nihayet. Hepimiz seni çok seviyor, çok özlüyoruz. 

Seni anlamaya başlamak, kendimi anlamak gibi baba. Bu kadar çok ortak yönümüz olduğunu bilmiyordum. Acıdan kaçışımız, kederden ölüşümüz, sanata saklanışımız nasıl da aynıymış. 

Güzel yüzün, güzel yüzüm,  sözlerin aynam.

Biliyor musun bu sabah çantanı çöpe attım. Lime lime olmuştu. Ama içinden pasaport cüzdanını aldım. Bi de son babalar gününde sana aldığım ve hiç kullanamadığın anahtarlığı. Gerisi an itibariyle Dersaadet çöplüğünde. Ah bir de Renin teyzenin sana yazdığı nota kıyamadım. Ne güzel dostların vardı, benim de var merak etme:)

Ben bütün bunları yaparken ikimiz ormanda dolanan Hansel ve Gretel gibiydik. Sonra yine Çirkin Ördek yavrusu oldum birden. Beni ördeklerin yanına bırakıp gidişini anımsadım. Tam hüzünlenmiştim, kafamı suya daldırdım ve çıktığımda okyanusu düşleyen küçük kırmızı balığın oldum yeniden. 

Sağol baba, bana bıraktığın cephaneliği gördüm. Aldım, kabul ettim ve  havaya uçurmaya karar verdim. İkimizin şu dünyadan geçişini, benim kendimi seçişimi dev bir havai fişek gösterisiyle kutlayacağım. Tehditkar değil temkinli, savaşçı değil, korumacı olacağım. Hazinen, hazinemdir. Bizden bir sebeple alınanın hesabını sormak yerine, kalanın kokusunu soluyacağım.

Azalarak çoğalacak ve inan ormandan döndüğümde tam senin kızın olacağım. "Boşuna ölmemişim" dedirteceğim sana, "iyi ki yaşıyorum" dedirteceğim Elvan'a. Ne sen gittiğine üzüleceksin bundan gayrı, ne de ben ardın sıra kala kalışıma.

Şimdilerde yerlerdeyim, zemine paralel. Boylu boyunca uzandım ikimizin arasındaki zamana. Sen de Uyuyan Güzel, ben diyeyim Pamuk Prenses. Birkaç zamana uyanırım sakın meraklanma. 

Ha unutmadan dayım geliyor yakında, etrafı bi turlatır mısın hatırım için?


26 Mart 2024 Salı

ÇOK AĞRIM VAR

 

Günaydın,

Çok ağrım var. Üzülen, kırılan, olmuş ve olacak ne varsa her birini kişiselleştiren akılsız tarafım ağrıdan ölecek. 

Çok ağrım var, çünkü ağrıma giden çok şey var. Hayat, hayat çok ağrıma gidiyor mesela; dayanmakta, uzlaşmakta zorlanıyorum. Tam beceriyorum derken, en devasasından öyle bir hamle yapıyor ki, güceniyorum."Hadi top oynayalım" diye sokağa çağıran, sonra topu hiç bırakmayan zalim çocuk hayat. Ona kendimce yaklaşmaya çalışsam, hatta gardrop düzsem de, ne ara bilinmez gidip bambaşka şeyler giyiyor üzerine. 

Onu yine tanıyamıyorum.

Kusurumun farkındayım. Onunla her defasında ilk kez görmüşcesine tanışmalı ve bildiğim yerlerini işaretlemeyi bırakmalıyım.  Ama çok ağrım var, her yanım sızım sızım sızlarken bunu nasıl yapacağım?  






24 Mart 2024 Pazar

İYİ PAZARLAR

Astrologlar yarım kalan hesaplar kapanacak, son sözler tamamlanacak diyor. Gülüyorum. Yıllarca tek bir içten söz, mahçup bir özür bekleyen ben, artık geçmişin geçmişte kaldığını ve hiçbir sözle tamir edilemeyeceğini biliyorum. Çalışmayan bir saat gibi kolumda taşıdığım kendimi sevdiremediklerime diyecek sözüm kalmış değil, benim sözüm geleceğe. Elli senenin kırkında geçmişe konuşup bir nane elde edemeyince artık durmalı insan. 

Biliyorsunuz hala ormandayım. Henüz dönmedim. Döner miyim belli değil. Fakat burası çok karanlık. Soğuk. İnsanı şoke eden kabuslar, gelip sertçe çarpan rüzgar koridorları var. İnsanın yaşlanmaya başladığı an, yaşamdan umudunu kestiği an olmalı. Ormanda böyle olmuyor, burada işler farklı yürüyor. Umut var, ruh taze ama beden aşırı kullanılmış ve hoyratlıktan lime lime olmuş hırka gibi. İnsan o bahsettiğim rüzgarlardan korunurken tereddüt ediyor; acaba giymeli miyim bu eskimiş ve delik deşik hırkayı, yoksa çıkartıp rüzgarın önünde çırılçıplak durup beni önüne katmasına izin mi vermeliyim?

Ben şimdilerde o koridorda nihai kararını vermek üzere olan dayıma eşlikçiyim. Aynı rüzgarın önünde kendi ormanlarımızda titriyoruz. Onun yüzünü göğsüme saklıyor, sırtını sıvazlayarak ısınmasına yardım etmeye çalışıyorum. Tir tir titriyor. Yaşanmışlık öyle ağır, geçmiş o kadar pişmanlıklarla dolu ki kusuyor. İçinden çıkan geçmiş yaşam, üstünde duran o mendebur hırka... Bazen elime iğne iplik alıp onarmak istesem de, eşlikçiliğin kuralları var biliyorum. Biliyor ve usul usul rüzgarı yollayana yakarıyorum "hadi! Tamam artık lütfen!!"

İşte böyle bir Pazar bana. Biraz sonra Dünya'nın en tatlı ailesine kahvaltıya gideceğim. Ben ve orman.

20 Mart 2024 Çarşamba

DOLABIN KUYTUSUNDA


Dev boşluğumla hiçbir yere sığamamak. Hani balon yutmuşum da en güvendiklerim içime içime üfleyip sonuna kadar şişirmişler ve yetmemiş daracık bir dolaba kapatmışlar beni. 

Karnında bolca hava yine de nefes alamayan ben, uçsuz bucaksız gökyüzü düşlerine dalmışım unutulmuş dolabın kuytusunda.

Yıllardır giyilmemiş dans pabuçları duruyor az ötede.  Yüzüme değen kürkün hangi hayvana ait olduğunu bilmek bile istemiyorum. Teyzemin ipek sabahlığı değiyor yanaklarıma, kokusundan tanıyorum. Etek ucunu avucuma alıp yüzümü onun merhametine bıraktığımı hayal ediyorum.....

Demiş ve bırakmışım birkaç gün önce. Tekrar okuduğumda içinde olduğum duyguyu değilse de o duyguyu anlatış tarzımı sevdim. Bu bana nadiren olur, yani bir zaman yazıp bıraktığımı sonra okuduğumda beğenmek. Nadiren dedim, zira kendimi de nadiren sever, beğenirim. Öyle derinden inandırıldım ki ayrık otu olduğuma sahiden o bahsedilen ot muyum yoksa bir nergis mi bilemeden yaşadım gitti senelerimi.

Şimdilerde aynalara daha sık bakar oldum. gençliğimde bakmadığım kadar bakıyorum yansımama. Aynalaradaki suretime, insanlardaki suretime. Ve ne var biliyor musunuz? Kendimi hiç ayrık otu gibi hissetmiyorum. Bence yabani nergisim ben denize yakın balçığın kıyısında.

Dayım aradı az evvel, çamaşır makinasının durmasını bekliyorum, durunca gidip onu ziyaret edeceğim. Sesi çok iyi geliyor, hani neredeyse hiç hasta olmamış gibi. Fakat yaşadıkları, yaşadıklarımız bizi değiştirdi. Dayım hasta oldu, ben ona destek oldum ve biz artık bir yıl önceki dayı yeğen değiliz. Dost olduk. Hep sever, kayırırdık birbirimizi ama dost değildik. imdi eğer dayım sabah dokuzda beni arıyorsa bu biraz evde sıkıldığından, biraz da benim dostluğumu tercih ettiğindendir. İnsanın bir diğeri için görünür olması ve bunun kısa süreceğini bilmesi ne hazin. Yine de eyvallah.

Pis renkli ama yağmuru güzel kokan İstanbul sabahından sevgiler.

16 Mart 2024 Cumartesi

WOLFSHEIM*

 


Bir haftadır öyle hoşuma gitti ki bu şarkı, sonunda bugün sözlerine baktım. Daha da sevdim. T.P. listesiyle gelmişti. T. iyi müzik dinler. Bu güzel güneşli on altı Mart'da paylaşmak istedim. Benden babama kırk bir yıllık özlemle....



*Kein Zurück

AFFETMEK BİR TÜR VAZGEÇMEYE DÖNÜŞMÜŞSE EĞER HEM AFFET, HEM VAZGEÇ NİDASIYLA İNLİYOR RUHUM.

 

Herkesten gizli, kimseleri buyur etmediğim bir odam var benim. Doğduğumda sol yanıma iliştirmişler, o andan sonra nereye gidersem gideyim hep yanıbaşımda olmuş. 

İçinde sevinçlerim, öfkelerim, anam, babamdan kalan hisler, anımsamalar, oldurduğum ve olduramadığım herkes, herşey var. Kimi aleni ortada, bazısı kutularda raflarda. 

Oda da bir tuhaf; bazen daracık, gün oluyor dev bir salon.

Ne dediğimi anlamıyorsun değil mi? Bende anlamıyorum inan. Neye girizgahtır oda metaforu dersen, hiç iyileşmeyen geçmişime derim. İşte ben o odanın kundakçısı olmaya and içtim. Şimdilerde tek tek elden geçirdiğim her yaşanmışlığı lime lime ederek serbest bırakıyorum. Biliyorum ki, eğer bu işi tamamlarsam sol yanım iyi olacak, sol yanım aksamayı bırakıp, sadece şimdinin canlılığında bana katılacak.

Affedeceğim, ama öyle lafla değil, içimden içimden, en derinlerimden affedecek ve her affettiğimden oracıkta vazgeçeceğim. Affettiklerim geçmişim, vazgeçişlerim geleceğe biletim.

Gönlümü kıran nicesinden vazgeçtiğimin andıdır affedişim. Bunda sevinecek birşey yok affettiğim, sevincin niye?




15 Mart 2024 Cuma

DÜNDEN KALAN


İstanbul'a döndüm döneli istiyordum Gülhane Parkı tarafına geçmeyi. Fırsat yaratamamış, zamandan bol olsam da gücümü toplayıp yola çıkamamıştım. Dün, Burhan okula giderken ben de ona takıldım, iyi ki de takıldım.  

Uzun aralardan sonra ister insan olsun, ister şehir mesafeleniyoruz. İnsanın içi uzaklaşıyor temasta kalmadığından. Hiç yaşamam sanırdım ama bana da oldu, yabancıydım kentlerin kraliçesi huzurunda. O yine eteklerine iti böceği yatırmış, mis gibi bahara salmıştı saçlarını ama ben üç saatlik dolanmada kendime bir tabure bulup oturamadım.

Önce Burhan'la Divan Yolu'nu yürüdük. Beyazıd Meydanı'nda otuz yıl sonra fotoğrafımız oldu. Fakat O okula gidince ben ipi boşa çıkmış it gibiydim. Kımıltısı düşük, takip edecek esrarlı bir koku bulamamış, sahipsiz. 

Meryem neredeydi?

Önce Çınaraltına yürüdüm. Avni Dede orada değildi. Ivır zıvır satan abilerden de eser yoktu. Oysa ne toprakaltı eser olurdu burada, of! İki çöpçü fosforlu üniformaları çekmiş sigara içiyorlardı. Öyle farkında değillerdi ki altında oturdukları çınarın, vah anam vah nidası yükseldi içimden.

Sahaflara girdim. Bir ümit, bir koku, bir sürpriz yüz arıyordum içten içe, ama yoktu. Bütün gün de olmadı. 

Çarşının içinden Nur-u Osmaniye'ye oradan da At Meydanı'na sürüklendim. Ne köfte çekti canım, ne de kahve. Oturamadım, sığamadım kente. Değil sevinmek, özlem gidermek, kederlenmiştim inceden inceden. Bu muydu hasretiyle burnumun direğini sızlatan şehir? 

Meryem neredeydi?

Gülhane'ye indim. Bakmak istedim laleler açmış mı? Açmamış. Bir bankta oturdum. Kitap okurum diye heves edip yanıma almıştım nasılsa. Olmadı. Tam karşımdaki banka yüzyıl sevişmemiş gibi arsızca gözlerini bana diken bir mahlukat oturunca kalktım. Keyfim kaçmıştı. Ramazan paketine şişme kadın eklemek isterdim, isterdim ki şehrin arsızı, uğursuzu doya doya boşalsın ve kadınlar parklardaki bankların keyfini çıkartabilsin.

Mecburen Eminönü'ne indim. Doğubank özlemiştim, bi bakındım ne var, ne yok diye. Hatta yıllardır güneş gözlüğü almaya parama kıyamadığımı anımsayıp gözlük baktım kendime. Buldum. Aldım. 

Fakat bitmişti. Burhan'ı bekleyecek gücüm, hevesim kalmamıştı. Varlığım içinde dolandığı kalabalıkta anlamsızdı. Evime döndüm. 

Meryem neredeydi?





13 Mart 2024 Çarşamba

BEN HERŞEY VE HİÇBİR ŞEYİM


 

Yaralı bir hayvan gibi uluyarak gözyaşlarımı yalıyorum.

Ne çok  tuzlu su var içimde, şaşırıyorum. Ben hayatta en çok kendime hayret ediyorum. Çocukça neşelenen Elvan'dan kederden aklını kaçıracak olana geçişlerime hiç yetişemiyorum.

Sabahı beklediğimiz geceler başladı. Ben içime içime ulurken, dayım dışına dışına inliyor. Bütün bunları ayrıca yazıyorum başka bir yere, içimin duvarlarına. Ona eşlik edemeyeceğimiz yere hızla yol alırken, hem sakin, hem acı içindeyim. Gelmiş geçmiş tüm terk edilişlerimin bataklığından gülümsüyor, elimdeki çiçekleri gücüm yettiğince havada tutuyorum. Kafamı karıştıran bu tanıklık sonrasında ben yine bildiğim savrulan hayatıma dönecek miyim? Ya da şöyle sormalıyım insan ölümün tek mutlak olduğu yerde yaşamı niçin seçmez? Seçemez? Aslında onlar, tüm gidenler için de daha da tutkuyla yaşamamız gerekmez mi?

Her ölüm eksilterek çoğaltıyor. Gün ortasında tüm ışıklarını yakmış bir şehir kadar çaresizim gelmekte olan karanlığın eteklerinde.

8 Mart 2024 Cuma

SABAH

 

Günaydın,

Bir zamanlar her sabah ekmek almaya gidercesine yazardım. Ama mantıklı ama mantıksız, komik, gerekli, gereksiz vaya öfkeli. Yazardım. Şimdilerde bazı duygularımın içinde yeni matematikler keşfediyorum. Onlara hiç fark etmediğim hava akımları, bilmediğim yönlerden esen rüzgarlar diyelim. Evet, böylesi daha şiirli. İçimde daha önce hiç koklamadığım, tenime değmemiş  rüzgarlar esiyor. Nihayet kendini tekrar eden çarktan kurtuluyor gibiyim. Zaten bunun için yazmıyor muydum? 

Yaşamaya cesaret edemediğim tüm duyguları kelimelerle eskittim ben.

Dayım ölüyor, bahar da öyle güzel çiçekleniyor ki. İkisini yan yana görmek "işte Elvan'cım bak tatlım biz bütün bunlara, toplamına hayat diyoruz" diye şefkatle tınlıyor içimde. Evet, hayatta hepsi var ve aynı anda yaşanıyor. Birilerine hoşgeldin derken, bazılarının gitmesi gerekiyor. Peki benim içim neden bu kadar kalabalık? 

Artık taşıyamıyorum. Şaka değil, zaten son yıllarda zorlandığımı fazlasıyla hissediyordum, yakınımdakilere söylemiştim. Duymak istemediler. Kelimelerim, duygularım hep ağır geldi aileme. 

Şimdi bir seçim yapmak zorundayım. Ya ben, ya şimdiye kadar olan biten, içime kamp kuran herkes ve herşey.

Hala ormandayım. Fakat vaktim daraldı. Benim inancıma göre yeni bir karma yaratmadan seçmeliyim kendimi. Biliyorum başka şansım yok, ancak yetişkin olmayı becerememiş parçam öyle ürkek, o kadar döngüden çıkmaya hazırlıksız ki. Sonunda onu hop diye suya atmak ve yüzmesini dilemek zorunda kalacağım. Ben bir hain miyim? Kimbilir, belki? Ne önemi var? Öyle bile bile olsam, dayım bunu hissetmiyor. Ona göre onu çok seven ve üzerine titreyen yeğeniyim. Demek ki bir tane ben yok. Birden fazlaysa bu benler, sahici olan hangisi?

Pek çok davranışım ve seçimim aslı gibi ama asıl olan değil. Beklenen, alışılagelmiş, bana yapıştırılmış haliyle yaşıyorum hayatı, sürüklenircesine. 

Çok önce gitmeliydim diğerlerinden.

Beni uyandıran bu blogdaki yazılarım oldu. Kendime ekmek kırıntıları bırakmışım, birgün dönüp bakayım diye.... Yıllarca aynı şeyi yazmışım: yorgunum, haksızlığa uğruyorum, yazmak istiyorum ve komikliklerimle yakıcı öfkem arasında yaşam çemberinde bir suya, bir aleve sıçrıyorum.

Benim yogayla değil, sanatla uğraşmam gerekiyordu. Resim yapmalıydım. Yazık ettim ellerime. Belki babamı dinleyip piyano çalmalıydım. 

Bahar girdi takvimlere. Dün çiçekleri öpe koklaya yürüdüm evimin önündeki uçsuz bucaksız parkta. Sevinç doldu mu içim? Yok. Yine de gördüm çiçekleri, gökyüzünü, denizi, yeşili. Benim kalbim kör değil, benim kalbim çok kederli. Üstelik bilmediğim hayatlardan da bi dolu kederli.

İnsan olma deneyimi çok ağır geliyor bana. Zorlanıyorum. Uçuşan, hafif, bağımsız gerçek varlığımı özlüyorum. Sanki bir balığım ama demir  çıpa ile okyanusun yedi kat dibine mıhlanmışım. Halatı kesmesi gereken benim, farkındayım. Fakat bir balık tonlarca suyun altında, güneşin inemediği derinlerde tek başıma nasıl bir çözüm bulabilir? 

Küçük Kırmızı Bir Balık.

Bazen soruyorum kendime, "Elvan, sihirli değneğin olsa ve tam istediğin hayatın içine gidebilecek olsan, hadi git, nereye gidiyorsun? " diyorum. "Hadi gittin, orada olmayı düşle, mutlu musun?"

Değilim.... Beni en fazla üzen de bu, mutluluğum veya mutsuzluğum koşullarımla ilgili değil. İçimde birşey, derinimde. Muhtemelen bir tür ruh hastalığı kırılganlığım. İnsan kurumuş dala bakıp ağlar mı? Sonra da gidip hasta dayısına Bagavatgita'dan ilham veren, ona yolun güzelliğini anlatan güneşli birine dönüşebilir mi? 

Hangisi Elvan? Elvan kim?

Bir meczup, potansiyelini ortaya koyamamış bir kadın mı? Yoksa neşesi ve zekasıyla umut satan bir tacir mi?

Bazen kendimi çözümlemek için geç kaldığımı hissediyorum. Varlık sorununa fazla takıldığımı, aslında yaşıtım kadınlar gibi yirmi senelik evli, iki çocuklu olmam gerektiğini düşünüyorum. 

Yanlış yerdeyim hissi atmosferimi kaplıyor. Nefes alamıyorum. Dayım da alamıyor... Ciğerleri su topladı. Birlikte derin, sakin nefes egzersizleri yapıyoruz... Bunları yaşarken ona mı kendime mi nefesi hatırlattığımı gerçekten hiç bilmiyorum. Ciğerlerime dolan ölümün kokusuna gülümseyerek bahar çiçekleri çiziyorum resim defterime.

Ölüm varsa Elvan dokuz yaşında.

Gençken rahibe olmak isterdim. Sanki erkeklerle yaşanacak ilişkilerden başlamadan vazgeçmek istemişti kalbim. Hep uçsuz bucaksız yeşilliğe bakan yüksek bir kule hayal ettim. Tanrıya hizmet ederek, tefekkürle başlayıp bitecek bir ömür. Kimbilir belki öyle huzurlu bir hayattan atıldım Dünya'ya. Ya da çok böbürlendim ruhumun kudretiyle ve buralara gelip, mümkün olmayanı mümkün kılma kibrine kapıldım?

İkinci kahvemi aldım az evvel. Karanlık, yağmurlu bir İstanbul sabahından....


6 Mart 2024 Çarşamba

SO IT'S GOES*


 

Kendimle ilgili en merak ettiğim şey neden hayatla bu kadar uyumsuz ve tatminsizim? Her hissi doğum travmasına veya devamında yaşananların bıraktığı izlere bağlayabilir miyiz? Evet, tabii. Ama benim hissettiğim, en aşağıda sezdiğim daha korkunç, daha acıtan ve hırçınlaştıran birşey. 

En mutlu anımda, mesela bu sabah ağaçları öpe koklaya yürürken, öyle bir keder çöktü ki yüreğime anlatılmaz. Şimşek çakması gibi. Anlık bir zokayı yutuş ve uyanış!

Bazı geceler uçtuğumdan hiç bahsetmemiştim di mi? :))) Ailem okur da bu yazıları beni bi yere tıkar diye pek anlatmadım. Ama uçuyorum. Beden ağırlığımı bıraktığımı hissediyorum. Bir defasında açık havadaydım. Zar zor bir ağacın dalına tutunarak durdum! Çünkü hem deneyimin içindeyim ve hoşuma gidiyor, hem de bilinmezden aşırı korkuyorum. Bu hafta da oldu. Uçtum.

Benim ölümüm böyle olacak. Nerede ve nasıl elbette bilemem ama ruhum bir çiçek fırtınası ile alıp başını gidecek. Belki baharda. Doğa yenilenirken, ben de elbisemi yenileyeceğim. Hepsi bu.


*Tamino


3 Mart 2024 Pazar

TAŞTAN BALIKLAR




 

Mutlu muyum yoksa tedirgin mi belli değil. Garip bir his karnımda. Kesinlikle yorgunum, onlarca duyum arasından sadece bunu ayırabiliyorum.

Harun gelmiş. Yüzüne bakmasam da yanımdakinin O olduğunu biliyorum. Sorularım dizilmiş dilimin ucuna, sormuyorum. Bunca yıldan sonra cevapların anlamı olmadığını fark ediyorum. Bu gece İstanbul'da kalacak. Ama nerede? Teyzemi görüyoruz, saçları uzamış, halsiz "bende kalsın" diyor. Yas elbisesi mi üzerindeki?

Harun deniz kenarında üç katlı, sarmaşıklardan görünmez hale gelmiş binayı gösteriyor. Gece orada kalalım istiyor. İçimden terk edilmiş gibi diyorum, romantik ama kimseye iyi hissettirmeyecek bir seçim. Başımı göğsüne yaslıyorum. Hatırladığım duygu artık orada yok. Birden gökyüzüne kayıyor bakışlarım. Denizin üzerinde irili ufaklı balıklar uçuyor! Evet, uçuyorlar! Ve bu balıklar taştan!

Taştan balıklar.

Yakınımızdan geçen bir orfozla göz göze geliyor ve uyanıyorum.

Peki ben bu rüyayı nasıl yorumluyorum?

Teyzem, ölmek üzere olan kardeşinin yasını şimdiden tutuyor, saçları uzuyor... Kederi akıllara zarar. Dar bir yoldan geliyor yanımıza, ruhu dar, uykusu dar, nefesi dar bir yerden.

Harun peki? Dün gece günlüklerimi yırttığımı ve sıranın onun mektuplarına geldiğini seziyor olabilir mi? Belki? Ama büyük ihtimalle aklının ucundan geçmediğim gibi, bilseydi umurunda olmama olasılığı da çok yüksek. Kimse benim kadar takılmıyor geçmişin ağına. Ölmeyen ve aynı zamanda o hasretiyle yanıp tutuştuğu okyanusa açılamayan küçük kırmızı balığım ben.

Bugün yapabilir miyim bilmiyorum ama Harun'un mektuplarının da benden ayrılma vakti geldi. ( kendime soru: Harun'u bir günde terk etmiş ve asla affetmemiştim, peki mektupları niçin otuz senedir saklıyorum? ) Onlardan bir hikaye çıkar mı diye saklamıştım. Fakat gerek var mı sahiden? Kimi kandırıyorum ben? Hikayelerin hepsi bende, hücrelerimde değil mi?

Velhasıl rüya şunu söyledi bana: balıklar yüzmeli Elvan, onların taş kestiği gibi anları, hatıralarını dondurursan hayatın aç kalır, günah işlersin. Akışta kalmalı herşey, ardında kalmalı. Bırak artık!

Şimdiki zamanı yaşamamak günahtır!






2 Mart 2024 Cumartesi

ONÜÇÜNCÜ KABİLE

 

Merhaba,

Güzel bir hafta sonu olsun hepimize. Ben evdeyim, dayımla ilgili herşey yolunda giderse hafta sonunu evimde geçirmeyi planlıyorum. Yeteri kadar kahvem ve peynirim var. Takdir edersiniz ki, yalnız kalmanın da bir erzak çantasına ihtiyacı oluyor biz ölümlüler dünyasında.

Hadi güne entellektüel değeri de olan bir tatlı magazin haberiyle başlayalım. Sevdiğim yazarlardan biri sevgili yapmış. Gerçi ne zamandır biliyordum ama artık bi bağırmadıkları kalmış "seviyoruz uleyyyn!" diye. Çok hoşuma gitti. Darısı başımıza. Neyse sevdiceğine bi yakından bakayım instagramda dedim, iyi ki bakmışım. Meğer bu sabah bişi öğrenmem gerekiyormuş. Bir kelime: 

Mimophant!

İngilizce iki kelimeden oluşuyor, mimosa ( mimoza ) ve elephant ( fil )

Kendi duygularına narin bir mimozaymışcasına yaklaşan ama başkalarının hislerine duyarlılık söz konusu olduğunda derileri fil gibi kalınlaşan insanlar için yazar Arthur Koestler tarafından uydurulmuş bir kelime.

Ne güzel bir tesadüftür ki Arthur Koestler en sevdiğim kitaplardan birinin yazarıdır. Yani bir yazarın bu kadar güzel bir kelime uydurabilmesi ve kızı yaşındaki bir başka kadının da bunu ölümünden kırk yıl sonra anımsayıp bir postta derdini anlatırken paylaşması çok hoşuma gitti. Çünkü şimdilerde tam da böyle bir kelimeye ihtiyaç hissediyordum.

Empati, duyarlılık, kabalık, bencillik gibi kelimelerle demek istediğimi diyemiyor ve uzun uzun cümlelerle zihnimin içini kelime çöplüğüne çeviriyordum. Veee birden bire ortaya çıkan mimophant kelimesi tüm hislerime tercüman oldu. 

Onüçüncü Kabile en sevdiğim kitaplardan biridir, bana babamın kitaplığından transfer olmuştu. Malum o yıllarda Castenada, Erik von Daniken, Agatha Cristie gibi yazarlar babamın yaş grubundaki insanlar tarafından çok okunuyordu. Bunu da yıllar içinde arkadaşlarıma ebeveynlerinden kalan kitapları gördükçe anladım. O dönem yani 1968 gençliğinin yaşadığı yıllarda aslında bir uyanış yaşanmış. Fakat gizli eller hemen perdeleri çekmiş! Uzun bir geceye daha girmiş insanlık. Belki de bu sebeple neşesi bile keder barındırıyor o kuşağın.

Neyse artık elimde demek istediğimi demek için bir kelimem var. Dün Arthur Koestler'ın ölüm yıldönümüymüş. Babamla aynı ay, aynı yıl ölmüşler. Yani ölmemişler. Eğer biz inanmayı ve geniş zamanda bakmayı seçersek ne insanlar, ne de ortaya koydukları duygu ve düşünceler ölmüyor. Eğer ölmüş olsalardı   mimophant bana ulaşamazdı değil mi?

Mutlu olun, henüz buradayız, gitmedik.





29 Şubat 2024 Perşembe

ARE YOU BROKEN?

Kargaların, bahçede dolaşan hamile kedinin, regl periyodunun ve şimdi aklıma gelmeyen herşeyin bir ritmi var. Biz anlasak da anlayamasak da. Bozuldu sandığımız "şeyler" de bu ritme dahil. 

T.P. geçen gün ses mesajı bırakmış, "Türkçe söylediğimizde o kadar karşılık bulmuyor sanki ama kendimle ilgili çoğu zaman I am broken demek geliyor içimden" demiş.

Kim değil ki? Hepimizde var bi imalat hatası ama kadim bilgiye göre öyle değil aslında.... Ev ödevini çok almış bazılarımız. Hani o okul çıkışı içinde kırış buruş bir defterden gayrı bişi olmayan çantasını sürükleyen, yakası kopuk ter içindeki veletler var ya, işte onlar yapabilecekleri kadar ödev almışlar ama biz illa öğretmene kendimizi sevdireceğiz diye verilen ödevin üzerine iki araştırma, bir de kompoziyon istemişiz.

Sonra o çanta var ya, hani şu sırtımızdaki olmuş mu sana gülle! 

Velhasıl ağlamanın inlemenin bir faydası yok. O çantaya sokuşturduğumuz tüm defter kitabı ortaya döküp çalışmaktan gayrı yapacak birşey görünmüyor. Olduğu kadar artık.

Fakat kolumun üzeri o kadar ağrıyor ki, dirseğime ve bazen elime kadar vuran ağrı uykumun içine ediyor. Ağrıyla sağdan sola dönmek nedir yahu!

Neyse, bugün yeni bir sabah. Kahvemi bitirip, uzun bir yürüyüşle dayıma gideceğim. Ona birkaç saat eşlik ettikten sonra da Agi'ye hoşçakal demeye mahalleye inerim. Oradan eve nasıl dönerim kısmını düşünmedim ama tren var, sanırım halledebilirim.

Herkese çok güzel birgün olsun:)

28 Şubat 2024 Çarşamba

KANSER DÖRDÜNCÜ EVREYLE YÜZLEŞMEK


Annem ve babam evlendiklerinde hatta nişanlı oldukları dönemden itibaren babam, anneme her fırsatta "lütfen ailemle mesafeni koru" dermiş. Annem bu uyarıyı dikkate almış mı derseniz, almamış tabii ve böylece kardeşimle birlikte ortasında kaldığımız yıldız savaşları başlamış. Tam olarak bu sebepten babaannemin ölümüyle birlikte benim için babamın ailesine açılan karadelik sonsuza dek kapandı. Kesinlikle kin ve öfkeyle değilse de hiç anlayamayarak ve biraz buruk hissederek  bıraktım onları.  Özlüyor muyum? Hayır. Babaannemin söylediği gibi benim sevgim babamaydı. O kadar. 

Halam kanser olmuş mesela, arayıp geçmiş olsun demedim. Oh olsun da demedim tabii  fakat arasaydım kendime büyük haksızlık olacaktı. Dokuz yaşında babasız kalmış çocuk Elvan'ı bir kez daha ağlatamazdım. 

Son birkaç senedir de annemin ailesi gözüme batıyor. Aralarındaki ilişki biçiminden hiç hoşlanmıyorum. Kelimenin tam anlamıyla, ama bilinçli ama bilinçsiz "olmasın ama ölmesin" tadında yaşıyorlar. Bu nasıl bir sevmek derseniz, inanın hiç anlayamıyorum. İnsan sevdiğinin başı arşa değsin, kanatlansın, yücelsin, yükselsin, sevinçle, sağlıkla dolsun istemez mi?

Babam gittikten sonra sevginin sadaka gibi gıdım gıdım verildiği, akşam olunca buzdolabına kaldırılan bir çocuk olarak büyütüldüm. Buzdolabı kısmı bana o kadar pahalıya patladı ki, bir süre sonra her sabah bedenim çözülse de kalbim ısınamamaya başladı. Bunun adı duygu donmasıymış, yıllar sonra kendime dair hasar raporu çıkartırken  öğrendim. Çok yalnız bir çocuktum. Bu yüzden beni sımsıkı yakalayan erken vazgeçilmişliğimden uzak durabilmek uğruna durmadan ama sahiden hiç mi hiç mola vermeden okuyor okuyordum. Konu o kadar manasız yerlere gitmişti ki on altı yaşıma geldiğimde meydanda klasiklerden okunmadık bişi kalmamıştı. Ha, ne idi anladığım derseniz, vaktine uyanı kadar derim. Sonraki yıllarda delice sosyalleştim. Ama öyle öyle değil, yatağa baygın gidecek kadar!

Bütün olan bitenden kimseyi sorumlu tutuyor değilim. Bir noktada profesyonel yardım almayı seçebilirdim fakat Jung çoktan ölmüştü ve ona duyduğum saygının yüzde birini yakaladığım bir profesyonel çıkmadı karşıma. Eğer  terapimi kendim yöneteceksem  ne b.k yemeye zaman ve para harcayacaktım? 

Velhasıl dışarıdan bakınca pek açık etmesem de - öyle sanıyorum ama gerçeği bilemem tabii- ruhum topal kaldı benim. Topal Sadi'nin Topal kızı Elvan. Bu benim buzdolabında donan parçamdı; aksayan bir bacak ardında aksayan bir kalp bırakmıştı.

Konuyu çok dağıtmadan kanser anlatmak istiyorum. Babam kanserden öldü. Dedem ve amcam da. Diğer amcam sirozdan gitti. Halam da kanserden kalacak mı gidecek mi belli değil. Şimdilik yaşıyormuş.

Annemin olması ölmesin felsefesi güden ailesine gelince, onların da kaderi ötekilerden pek farklı olmadı. Hani coğrafya kaderdir, içine doğduğun ev kaderindir falan filan lafları var ya, o kadar a yersiz değil sanki. Nasıl bir duygu durumu kronikleşirse bedenimizde zihin, ruh ve beden ona göre bir harmoni tutturuyorlar.

Bizim aile ağacımızda kanser baş tacı olmakla birlikte kalp damar hastalıklarıyla ve sirozla süslediğimiz efsane bir tablomuz vardır. Elbette kader değil, isteyen istediği noktada çıkar diyorsunuz değil mi? Ama unutuyorsunuz, insan çok korkar, insanın ödü patlar bilinmeyenden. İnsana hele de bizim ki gibi geleneksel toplumlarda kendini seçmek öğretilmemiştir. İçini duymak değildir ki düsturumuz, dışarıdan aldığımız alkış belirler değerimizi.... Zordur yani kendini, mutluluğunu, neşeni, sağlığını seçmek. Mümkün ve zor.

Şimdi en küçük dayım kanser ve iyileşmeyecek. Bana bu yazıyı yazdıran da tam olarak bu, çünkü dayımın ölmesini istemezdim. Şöyle düşündüm, başka birilerinin de dayısı veya sevdiği, kıymet verdiği birileri ölüme yaklaşmış olabilir. Etrafında da tıpkı benim ailemde olduğu gibi merhametli ama akılsız insanlar kümesi olabilir. İstedim ki o hiç tanışmadığım kederli ve çaresiz hisseden insan yalnız olmadığını, yaşamın bu noktasında benim de aynı eşikte başımı ellerimin arasına almış öylece oturduğumu bilsin.

O halde ben kendi durumumu anlatmaya en baştan başlamak istiyorum. 

Teşhis konduğundan beri ne dayım, ne de birinci çemberdeki bizler kesinlikle doğru düzgün bilgilendirilmiyoruz. Daha da fenası defalarca tanıklık etmiş olmamıza rağmen rağmen kanserle tanışan birinin ister iyileşsin, ister ölecek olsun bir daha ona iyi gelmeyen ezbere dönmemesi gerektiğini, yeni rutinler yaratmasının zorunluluğunu idrak etmekte güçlük çekiyoruz. Artık grip değil bedende olan, birkaç seviye üstü, hatta en üstü bile denebilir.... Bedenin diyor* ki, ufak mesajları görmedin, peki, al, bak sana bilboard yaptırdım!

Hastalığı misafir edenin ve onu sevenlerin ilk anlaması gereken şey: bu güne kadar yaptığın, ettiğin, pişirdiğin, yedirdiğin, söylediğin hiçbir şey sana iyi gelmedi. Hepsini devşir, yeniden yapılandır!

Aslında dayım bunu başaracak gibiydi. Bir yıl olarak biçilen ömrü ona inatla bu kelimelerle söylenmemiş olsa da kemoterapinin sadece zaman kazandıracağı ve acılı olacağı iletilmiş, O da bunu istemediğini söylemişti. Çünkü kısa süre önce kemoterapi alan ve perperişan ölen bir yakını olmuştu. O süreci kendi yaşamında tercih etmiyordu. Hem kesin kurtuluş vaadi de yoktu. Sıfır teminat ve bol acı. Aklı başında kim ister ki?

Ne güzel taze meyve sularıyla başlamıştık. Pazara bile çıktık birlikte. Ona kemiklere iyi gelen tozlar, organik zımbırtılar aldım. Hoşuna gitti. Hayaller kuruyor, neşeleniyorduk. Ta ki kuzenim, oğlu  bankadaki parası hakkında konuşana kadar... İlk kalp kırıklığını, ölümün soğuk ve cesaret kırıcı soluğunu o parayı öncelikleyen cümlelerle hissetti dayım. Kuzenim salaktır ama bu densiz hali suçu değil. Paraya tapmayı dayımdan öğrendi. Çünkü sosyal olarak kendinden düşük, ekonomik olarak güçlü bir aileye damat giden dayım her zaman parayı güç olarak görmek zorunda bırakılınca, buna boyun eğmiş ve öyle yaşamıştı. Kuzen de evinde bunu öğrendi. Mantık ve merhameti aynı süzgeçten geçiremiyor oluşu ise  tamamen yaradanın takdiri. 

Adadaki tatilde çok yükseldi dayım. Güneş ona iyi geldi. Ama şekerle mesafesini koruyamadı. Sigarada da zorlandı. Ve etrafındaki akılsız ordusu onu mutlu ederken mutfağı bildik usul sürdürmekte ısrar edip, konfor alanlarını değiştirmediler. Dayım da bunu tek başına yapabileceği bir kültürde büyümemişti. Bir yandan ısırgan kaynatıp, maydanoz suyu sıkarken, ötede bal böreklerle olamazdı... Olamadı. Bilmiyorlardı ve öğrenmek de istemiyorlardı.

Üstüne kuzenden ikinci darbe gecikmedi. Ne gerek vardı Maçka'daki toprağı almaya? İyileşsindi dayım sonra! Sonra? İşte burası zurnanın zırt dediği yer oldu. Artık kontrol dayımdan çıkmıştı. Manipülatif gerzek ( çok özür dilerim kuzenim minnetsiz ve aşırı cahil tutumu karşısında hırsımı alamıyorum ) bu noktada kocaman bir gedik açtı dayımın yaşama tutunma inancında. Demek o ev asla yapılamayacak ve dayım toprağa yaklaştığı huzurlu yaşama gecemeyecekti... Oysa nasıl hevesliydi. Odaları döşüyor, semaverler alıyorduk hayallerde. OLurdu veya olmazdı, mesele bu değildi ki, önemli olan umut vermekti.

Artık inişe start verilmişti. Lezyonlar hızla arttı. Kas kabiliyeti mızmızlık etmeye başladı. Ve olmasın, ölmesin ordusu inatla uyanmak istemedi! Biri konduramadı, öbürü hassastı dayanamadı. Bir diğeri aylarca aklına gelmeyen paça çorbaları kaynatmaya başladı... Niyet kötü müydü? Elbette hayır. Ama gerçeklikten uzaktı. Burası helalleşme, dayıma huzur verme yeriydi... Dayıma kemik suyu değil, zemzem vakti gelmişti. 

Zemzem, kenevir ve morfin....

Ama ne yaptılar? Sertifikasız bir para düşkününden rezil bir diyetle ( onkolog olmayan salak bir karıdan )  kalan kasları yok edip, üstüne kımıldatamadığı koluna iyi geleceğini ve yan etkisi olmadığını söyleyerek ışın tedavisine eyvallah dedirttiler. 

Çöktü dayım. Bir haftada eridi, kaçırdı ucunu yaşam ipinin....

Yok yahu bu kadar olmaz mı diyorsunuz? Ben yaşıyorum bunları. Bir insanın ruhuna asit döküp, bedenini acıya boğan cehaletin, profesyonelce süreç yönetememenin, ölüme layığıyla hazırlık yapamayanların tanığı benim! Birşey yapamıyorum..... Sadece yanında durup bir bebeği severcesine usul usul, acıyla ve merhametle değil, sevgiyle sıvazlıyorum sırtını ve karnını dayımın. Ötelerdeki evine giderken korkmasın istiyorum.

Yaratıcının merhametli olması, geçişini kolaylaştırması için en içten yakarışımı sunuyorum. Burası, yani yemek, nefes almak ve sıçmakta teklenen yer, uyku kalitesinin düştüğü, küçük öksürüklerin başladığı, sesin kısıldığı, kafanın hafiften dumanlandığı nokta cenazeyi planlama yeri. Hangi camii? Öncesinde bir havalı yatak kiralanmalı mı? Pilav tavuk?

Ben istemez miyim bir mucize! Ama nasıl bir bebek için hazırlanıyoruz, nasıl ev temizlenip, anneye ve bebeğe bavullar, odalar kuruyoruz, işte şimdi dayıma yapılmalı bunlar. En güzel çarşaflar serilmeli yatağa, en iyi tabaklara konulmalı yiyecekler. Bolca dokunulmalı incitmeden. Çünkü yaşam onun bedeninden çekiliyor ve bizden ona ulaşacak şefkate, sevgiye çok ihtiyacı var. O seviliyor olma hali geçişini kolaylaştırmak için tek umudumuz. İçtenlikli sevgi...

Babamın ölmeden birkaç hafta önce bir Pazar günü, artık o masaya yanımıza gelemediğinde, evdeki en büyük gümüş tepsiye Pazar kahvaltısı hazırlayıp annem ve kardeşimle yatağına gitmiştik. Bu bizim ailece son pazar kahvaltımız oldu. Babam tek lokma yiyememişti. Sonrasında zaten yaşamdan hızla uzaklaşmaya başlamıştı. Ama annem denemişti. O denemeden bize tatlı ve hüzünlü bir kare kaldı. Ama kaldı. 

Sonsuzluktan geçen ailemize ait bir kahvaltı tepsisi.

Dördüncü evre kanser son aşamada bağırsak ve mide işlevinde zorlanmaya başlar. O hapur küpür yemeler, rahatça s.çmalar bitmiştir. En sevdiği şeyleri bile hazımda zorlanır beden. Artık yine bebeklik başlamıştır, lezzetli hafif şeylerden azıcık yiyebilme ve içinde tuttuğunda "oh şükür" deme vakti.

Bugün evdeyim. İki günden sonra dayımın yanına gitmeden evde kalmaya karar verdim. "Elvan ne zaman dönecek" diyor ama ona faydam olması için önce kendime dönmeliyim. Bugüne ihtiyacım var.

Evdeyim ama aslında balinanın karnında, dayımın yanında oturuyorum. Tıpkı iki gündür odasında yaptığım gibi.... Dilimde yasin, dilimde af, kalbimde sevgiyle balinanın bizi kusacağı anı bekliyorum.

Kanser dördüncü evre hastayı er veya geç öte aleme, onu sevenleri de en yakın sahile kusar. O yüzden herkes bilsin istediğim, herkes olanı olduğu gibi görsün!

Dayımın cenazesi muhtemelen benimle anne ailemin galaksisi arasında dev bir ışık yılı yaratacak. Sonrasını bilmiyorum, tek bildiğim bu yaşadıklarımın ormanda olduğum yıla denk gelmesi tesadüf olamaz. 

Dayım ne diyor biliyor musunuz?

"Yazık ettim kendime" diyor. "Boşver ötekileri" diyor... 

Bugün dayım ve ben Yunus Peygamber'in yanındayız öyle mi? Bak sen! Demek üçümüz de balinanın karnındayız.... Yunus, dayım ve ben adeta bir koroyuz: "Tanrım sen teksin, sınırsız kudrettesin. Ve ben şüphesiz kendine yazık edenlerdenim. Affet!"



* ayrıntılı beden sohbetleri için Bedende Kayıt Tutar ve Vücudunuz Hayır Diyorsa okunabilir.











26 Şubat 2024 Pazartesi

CEVAPSIZ SORULAR*

 

Günaydın,

Yorgun hissediyorum kendimi. Yaşamak hayatın ortasında ve ideal kilosunun üzerinde olan benim için çok yorucu. Neresinden bakarsan bak çay gibiyim; demlenmesin diye beklersin, demi yerine gelince keyifle içersin ve sonra acılanmaya başlayacağı ana doğru lezzeti kaçmaya başlar. Bulunduğum yer deminin son iki fincanı sanki. O hiç arzulanmayan acılanma az ötemde, sadece iki fincan sonra önüne gelecek.

Uzun yıllardır görüştüğüm kız arkadaşlarımın hepsi artık elli yaş üzeri oldular, olduk. Hiçbirimiz kötü görünmüyoruz, çok şükür sağlığımız da iyi ama bundan böyle genç değiliz. İki yaşında bir canlının nasıl etrafını tanımak için bitip tükenmeyen soruları varsa ve emin olmak adına durmaksızın aynı soruları tekrarlayarak anasını babasını tüketiyorsa şimdi bizler de tıpkı o çocuklar gibi çokça soru sormaya başladık. Neden mi? Anlamlı bir bitiş arzu ediyoruz da ondan. Nitelikli, hakkı verilmiş, az buçuk bişiler anlaşılmış bir son. 

Mal gibi geldiler, mal gibi gittiler demesinler ardımızdan.

Cevapsız sorular kıymetlidir. Haftanın taşı bu olsun mu? Ben kuyuya atayım bakalım çıkarabilen olur mu?





*KOAN

24 Şubat 2024 Cumartesi

BERAT EDEBİLİR MİSİN KENDİNDEN?

 

A)Kendimi alsam dağlara götürsem ve orada bırakıp dönsem? 

B)Kendimi alsam dağlara götürsem, temiz hava aldırıp geri getirsem?

C)Kendimi alsam dağlara götürsem, geri kalan herşeyden uzakta yeniden başlasam?

D)Kendimi olduğu yerde bıraksam, "ben" dağlara gitsem ve neler olacak diye akışa bıraksam?

Biliyorsunuz henüz ormandan çıkmadım. Hala kendi iç sularımda kulaç atmakta ve bolca su yutmaktayım. O acı içinde kıvranarak hayal ettiğim balinanın beni yuttuğu sahne ne hikmetse gerçekleşmedi. Fakat benden sonra aynı denizde çok sayıda parçalanmış ceset bulunmuş. 

Seksenlerin sonunda Narayama Türküsü adında bir film izlemiştim. Yaşamın sonuna ilginç bir bakıştı. O filmdeki kabulleniş aklıma ve kalbime zor gelmişti. Yaşamın başlangıcı ve sonu vardı. Hepsi bu. Arada neler olduğuna pek takılan yoktu sanki o kısım sonsuzdu. Velhasıl insan daima sonuç odaklı. Nedenini, niçinini bilmiyorum ama sürecin keyfine varmak belli ki doğamızda yok. 

Yalan yok, ömrüm boyunca ben de böyle yaşadım. Fakat bir noktada uyandım. Ağzımdaki lokmayı uzun uzun çiğnemeyi, banyoda kendimi çitilemeden nazikçe yıkanmayı kısacası anda kalmanın hazzını nihayet anladım. Bu işlerin virtüözüyüm zannedilmesin, ufak ufak da olsa icracısıyım denilebilir.

Ormana gelince, burası zamanın akmadığı değil, kendi zamanıma hükmettiğim yer. Benden çalınan esas ritmi anımsamak niyetiyle, ne kendimden, ne de diğerlerinden kaçmadığım ama onlara uyum sağlamak adına yavaşlamadığım veya hızlanmadığım bir yer. Kesintisiz huzurdan veya gündelik işlere boşvermişlikten bahsetmiyorum. Aksine, en basit olana hakkını verme gayretini anlatıyorum. 

Anlamı yitirdiğim noktaya döndüğüm yerin adı orman. Yatakta gözünü açtığın an, kahveden ilk yudumu yuvarladığın, sabah serinine müteşekkir kaldığın an var ya, işte orası orman. Acıkınca canının istediğini yediğin yer. Uykun gelince yatağa yuvarlandığın ve kedini severken gerçek anlamda ona kıymet verdiğin yer de ormanç

Orman sahici ve değerli olan, asıl doğan,  sana sorulmadan ufak ufak  yaşamından tırtıklanıp, yerine ezberler sokulan hayattan firar edip, perdeyi yaktığın yer.

Çok sıkıldım insanların bana dair ezberlerinden. Göklere çıkartmalarından ve paspas etmelerinden. Bütün bunlardan etkilenmediğim yere orman. Kendime değer biçmediğim, bana değer biçilmesine alan açmadığım yer. 

En başa, hücrenin, zihnin, ruhun en temiz haline dönüp yeniden başlamak isteğim var. Eğer o en saf olanı bulabilirsem, bu defa kurda, kuşa, hele insana yenilmeden yolumda yürürüm gibi geliyor. Sahi yapabilir miyim? Yaparım, ormana girmeyi başardıysam, neden olmasın?

Sadece bazen kafam karışıyor, ormandaki bu "ben" sahici "ben " mi? İşte oralarda bi dağılıyorum. Esas olandan uzaklaşmak çok acı verici. Hayatı boyunca hiç yeni sağılmış süt içmemiş çocuğa mis gibi sütü uzattığınızda istemez. Pastörize edilmişten o kadar farklı ve yoğundur ki taze süt, bunun en şahanesi olduğuna çocuğu ikna etmek zordur. Sanırım tam olarak böyle hissediyorum, kendimi gerçek olana, kendime odaklanmaya ikna etmeye, kendimle devinmeye çağırmaya çabalıyorum. Çabam yorucu, çabam kıymetli, ruhum kah yolda kah saklanmalarda. Ama ormandayım. Bütün bu satırlar ormanın derinliklerinden, benden, bizden, bana.