30 Eylül 2016 Cuma

UMUTLU UYANMAK

 
 
 
 
Zihnin boşluklarında birbirine kavuşmayı hayal ederek  sürüklenen parçalar gibi hayaller. Uzun süreli olanlar, an içinde hızlıca oluşup, aynı süratle yitenler... "Kendimi bildim bileli istedim" dedirtenler.
 
Benim için bunlardan biri geçen yıl gerçekleşti; Kuzey Işıkları'nı gördüm. Üstelik neden o yıl, o tarihte orada olduğumun farkına varmam, hayalimi daha da anlamlı kıldı.
 
Şimdilerde öyle bir şey gerçekleşiyor ki, bütün olmazlar oluyor. Sabahı güzelleştiren mesajlara uyanmak*, umudun varlığına inanmak, akış hakkında düşünmek yerine akışa katılınca mümkün olabiliyor.
 
Bedenin deneyimleri çok önemli.
 
Ustamla ilk baş başa dersimi hatırlıyorum, ne kadar büyüleyiciydi. Yıllarca tekrarladığım bir duruşun bambaşka bir yönü ile karşılaşmıştım, duruşun kendisi olmuştum! Ayak tabanımdan, bakışlarıma, saçımın her bir teline kadar savaşçıydım.
Kılıcım yüreğimdi.
 
Şimdilerde bir başka usta ile çalışırken yine ve yeniden kendimi tanıyorum. Arzuladığımı sandığım pek çok şeyin aslında benimle ilgisi olmadığına uyanıyorum. Küçük çekmeceler açılıyor içimde ve oradan etrafa saçılan ayrıntıların üzerimdeki etkisini izliyorum. "Ben" sandığım ayrıntılar anlamsızlaşırken, kıyıya köşeye sinmiş "ben" kendine açılan kapılardan usul usul geçiyor.
 
Hayallerimi, varlığımı, şimdiyi bir kez daha devşirirken nasıl da korunaklı ve iyi bir hayat yaşamış olduğumu hayretle görüyorum.
 
Akışta ejderhalar var, çocuklar, dostlar, iç ve dış seyahatler, ortancalarla dolu gölge bir bahçe, sımsıkı sarılabileceğim bir ağaç... Mis gibi çorbalar, dudakların kımıldamadığı sohbetler...
 
Umutlu uyanmak böyle bir şey; ayak tabanını hissetmek, yüreğindeki savaşçıyı hissetmek gibi bir şey...
 
* M & S 'den gelen mesaj :)
 
 

29 Eylül 2016 Perşembe

GÜLÜMSE






 
 
Yaşlandıkça bilginin ve bilmenin farklı boyutlarıyla karşılaşan insan, nasıl da çocuk gibi heyecanlanır, çekinir. Akıl zannedip güvendiğimiz şey kulaklarımızdan akıp giderken, kalpte yepyeni duyu organları çiçek açar. Onlar sadece ve sadece tılsımlı, kadim müziği duyar. Müzikte aşk vardır, zamansızdır, mekansızdır. Yüzü, elleri, dudakları yoktur. İhtiyacı da yoktur... Tanıdıktır.
 
Kalbin kulaklarına ulaşan müzik, fizik dünyada tek başına olsanız bile, sevildiğinizi, başka hayatlarda defalarca sevildiğinizi ve bu hayatta da aynı ruh tarafından sevilmekte olduğunuzu hissettirir. Vizyonlar gelip gider, bunları tanımlamaya çalışmak nasıl da nafile bir çabadır. Hepsi o tılsımlı müziğin duyulduğu zamanlarda gelir. Kalp hatırlar..
 
Akıl hala sorar ; rüya mı, gerçek mi?
 
Önemi var mı?
 
KADIN: Burası çok güzel, neden daha önce gelmedik?
ADAM: Geldik canım, sen hatırlamıyorsun...
 
 
Uçmak, hafiflik, bedensizlik, cinsiyetsizlik, şefkat, birlik hissi..... Onun bedeni nerede başlar, senin ki nerede biter...
 
Her şey geri döner. Yere uzanırsın, bedenini zemine bırakır, gevşersin. Başka bir bilmenin kapıları açılır. Gelen ne kuyumcudur, ne cüce...
Gelen, öyle allak bullak edicidir ki, uçsuz bucaksız bir kumsalda, yaşanıp yaşanmadığını bilmediğin o an, birlikte yarattığınız mucizeyi görürsün! Ya da hayal edersin. Ne önemi var? Varlığınıza yüklediğin anlam, içinden gözyaşları taşırır, bedenini bir deniz kabuğu gibi bırakıp uçabileceğini hatırlatır.
 
Kavuşmak ve kavuşamamak önemsizdir. Ruhun eve dönüş için bir adım atmıştır. Varlığı ev gibidir, okyanusa düşmüş yağmur damlasının nasıl bir huzura kavuştuğunu düşlemeni sağlar.
 
Birlikte yaşanmamış bir hayatın hiçbir önemi kalmamıştır. Birlikte yaşanmış onlarca hayatın bilgisi ılık ılık ruhuna sızarken, yüzünde koskocaman bir gülümseme belirir.
 
Bu dev gülümsemedir gerçek olan.
 
bedenini bırak
kırgınlıklarını bırak
yalnızlığını bırak
gülümsemenin kendisi ol.

27 Eylül 2016 Salı

YOGA





Yoga düşünmek, yoga yapmak, yoga dersi vermek, yoga yaşamak.
Her biri, diğerlerinden  farklı seçenekler...
Az veya çok değil, doğru yada yanlış hiç değil.
Sadece farklı.

26 Eylül 2016 Pazartesi

BAHAR HAYALLERİ VOL. I



Güzel havalar geldi. Burnumda bir Bodrum, bir Londra kokusu. Demek ki sevdiğim toprakları da baharda daha çok özlüyorum...
 
Bodrum boşalmıştır şimdi. Çoluk çocuk okula döndü malum. Kalanlar "oh köyümüz bizim oldu!" diyerek keyfe başlamışlardır. Hava mis gibidir. Güneş artık sadece ısıtır, yakmaz. Kahvelerdeki masalarda biraların yerini adaçayı almaya başlar. Pazara mevsim meyveleri gelir. Sonra zeytin hasadı heyecanı...
Birkaç aya etraf mis gibi mandalina ve nergis kokacak ya, beni şimdiden onun mutluluğu sarar!
 
Ve tabii Londra. Thames bu mevsimde ayrı bir güzel olur. İçinden oyunlar, müzikler, krallar, kraliçeler, yangınlar, öyküler akar... Kıyısında oturursan ilham perilerinin tacizine uğrarsın.
İlk kez Londra'ya gideceklere mutlaka baharları tavsiye ederim. Hem müze gezmek, hem de parkların, açık alanların tadını çıkartmak için muhteşemdir.
 
Benim ilk gidişim Mart ortasıydı. Biraz soğuktu ama kiraz çiçeklerinin güzelliğini hala unutamıyorum. Ne kadar isabetli bir karar verdiğime o an ikna olmuştum. Ertesi gün ömrü hayatımda bir kez fotoğrafını bile görmediğim Hyde Park' da dolanırken, evine dönmüş denizciler kadar mutluydum!
 
 
Şu an seçme şansım olsaydı ilk uçakla Londra'ya uçar ve kendimi nehrin kıyısına atardım. Muhtemelen de Southwark civarına giderdim. Oradan yürüyerek Borough Market'e geçer ve en son Külkedisi ile yaptığımız gibi şarap&peynir alırdım...
 
 
Ya da Bodrum'a giderdim. Ortakent'de yayılıp biraz kitap okur, biraz yüzerdim. Ama yanıma mutlaka çorap alırdım. Bu mevsim insanın ayaklarını feci üşütür. Sonra Filiz gelirdi, öğleden sonra rakısına otururduk. Yüzümde ılık ılık güneş, saçlarımda şefkatli bir el gibi güneş...
 
 

25 Eylül 2016 Pazar

TADASANA

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 


 
 
 
TADASANA*
 
 
Ayakların arası kalça genişliğinde açık.
Başparmağın yanındaki ikinci parmaklar birbirine paralel.
Tüm ayak parmakları yerden kalksın ve tekrar kökünden ucuna kadar yerleşsin.
Her parmağın arası iyice açık, yeryüzüyle köklensin.
İç ve dış topuklarla yeri hisset.
Ayak kavisi yukarı doğru uzasın.
Dizler önce bükülsün, sonra bir kez daha yere köklenerek alt bacaklar aktifleşin.
Dizler yukarı çekilsin.
Uyluklara kadar üst bacak aktif, kaslar kemikleri sarsın.
Kalçalar yere doğru rahat.
Göbek kalbe doğru uzasın.
Nefesler kalpten alınsın.
Kürekler kalbi sarsın, desteklesin.
Omuzlar kulaklardan uzaklaşsın.
Kollar birbirine paralel, parmak uçlarına kadar aktif.
Avuçlar birbirine ve hafifçe karşıya bakıyor.
Çene yere paralel.
Yüz kasları yumuşak.
Başının tepe noktasından gökyüzüne uzağını hisset.
Bir kez daha yere köklen.
Bir dağ gibi güçlü, bir dağ gibi özgür.
Başın gökyüzünde, bulutlarda.
Bedenin dışarıda ve içeride dengede.
Sen izin vermedikçe hiç kimse seni yıkamaz.
Gücünü hisset.
Dağ olmayı deneyimle.
Deneyimi bırak.
Dağ ol.
 
* Ağaç Duruşu
 


23 Eylül 2016 Cuma







Hangisi şimdiki zamana ve tam karşınızdakine?
Hangisi geçmişe veya gelip gelmeyeceği belirsiz olan geleceğe?
Hangisi bedenden?
Bedenin tepkisi ruhtan bağımsız olabilir mi?
Zihin bu hikayenin neresinde?

Çok soru var sırada bekleyen. Cevapları her zaman zihinden gelmiyor. Çoğu zaman soruyu unuttuğunuzda geliyor. Bedenin ama kim bilir hangi bedenin, hangi katında ne oluyor da, o hiç cevaplanmaz zannettiğiniz sorular, cevaplarıyla birlikte yağmur gibi üzerinize yağıyor...
 
Poligonlar yapılmalı şehirlere, insanlar istedikleri kadar bağırsınlar.
Birbirlerine değil....
 
İçindeki acıyı atamayanlar,
duyulmadıkları hissiyle başa çıkamayanlar
terk edilmenin dev lokmalarını kursağında taşıyanlar
yara ve berelerinden soluksuz kalanlar
her gece boğulup, her sabah soluk alanlar...
hepsi gidip orada, avaz avaz bağırsınlar.
 
Çocuklar gibi çığlık atsınlar.
 
Birikmiş enerjinin bedenin her katından uzaklaşması ve yeniden yapıcı bir form kazanması için şarkı söylemek eşiğini aşmış olanlara poligonlar yapılmalı şehirlerde.
İnsanlar, insan kalmak için bağırsınlar diye.
 
Öyle bir bağırsınlar ki,
çığlıkları yeniden doğuşu mümkün kılsın.
Ruhları huzuru yaşamda bulsun.
 
Poligonlar yapsınlar şehirlere...

22 Eylül 2016 Perşembe

RÜYALAR

 
 
 
 




Başka alemlerin ayak sesleri gibi..
Sessizce akan sular, usul usul esen yel gibi...
Var ama yok gibi..
Düşündürücü,
gerçek gibi.
Gerçeği yeniden yazar gibi.
 
Yıldızlar,
Yengeçler,
Dönme dolaplar,
Kucaklaşmalar,
 
Zihnin çatı katını süpürdükçe,
ciğerlerime yapışan toz gibi... 

21 Eylül 2016 Çarşamba

AKIŞ....

 
Yazamıyorsam sebebi çok basit; yine başımı derde soktum! Hayatımda elimle, kalbimle seçtiğim tatlı bir iş, daha da dürüst davranmak gerekirse işler var. Zorlanıyor muyum? Evet!
 
Bir çok kez denediğim ve sonra "benim mayamda yok" diyerek havlu attığım en büyük ve tek gerçek olanı tekrar deniyorum; akışa teslim olmaya gayret ediyorum. Tutunmamaya, kinlenmemeye, arzulamamaya, gerçeğin kokusuna doğru yürümeye niyet ediyorum....
Kolay mı dersen, ı ıh... Alışmamış ruhta, ruhun zannettiğin "şey" de, yeni yollar oluşturmak kolay değil. Ezber bozmak, hani şu çabasız çaba pek çok zorluğun göbek adı!
 
İyi insan olmak, temiz kalmak vallahi çok zor. Olsun, niyet ettim, niyet eyledim Allah rızası için temiz kalmaya!
 
Rüyalarım öyle değişti ki...
Mesela dün gece samanyolunun altındaydım... On beş yaşımdayken pek çok sevdiğim bir adamla sımsıkı sarılarak öylece durduk. Kavuşmuyorduk, kavuştuğumuz zamanlarla vedalaşıyorduk.
 
Alpay... Kim bilir neredesin?
 
Sonra Amerika'daydım, belki bir astral seyahat yaptım! Gerçi ilk astral seyahatim Patanjali'nin yanı olsun istemiştim ama  ne yapalım, kısmet başka bir yer imiş...
Rüyamda ya da astral seyahatimde otel mi yoksa manastır mı olduğunu anlamadığım bir yerde hediyelik eşyalar satılıyordu. Turuncu bir yengeç vardı, bacakları oynayan. Sanki boncuklardan yapılmış gibiydi ve tüm gövdesi papatyalarla kaplıydı...
bana umut var mesajı verdi sanki yengeçcik.
 
Ve en harika haber yeni evimde yoga yapmaya başladım. Aylar sonra, kaskatı olmuş bedenimi açmaya çalışıyorum. Hani sen hocaydın, ne bu kasılma falan derseniz, boynumu büker "haklısın " derim. Ancak zihin katılaşınca bedenin yumuşak kalması ne mümkün... Suçlama dili, kin ve öfke varken nasıl huzur bulsun kaslar?
 
 
Velhasıl salonumun tadını çıkartıyorum. Hem de nasıl! Üstelik ben salona dönünce yazlık mekanıma bir arkadaş dadandı. En son balkonu yıkadığımda serdiğim havlu, sanki zatının malıymış gibi bir kaç gündür benimle takılıyor.
 
Eh geldi ise vereceğiz rızkını:) Tanrım beni neyle sınar bilinmez???
 
 
Yani senin anlayacağın her şey tastamam aynı ve bir o kadar da farklı. Olanı olduğu gibi kabul etmeye çalışıyor, Londra ve Çanakkale hayalleri kurarak sınavlara girip, ödevleri yaparak tutuk tutuk akıyorum:))
 
Keçi Kız'ın dediği gibi "iyilik hali anlardan ibaret"
 
Yaşasın hayat!
 

7 Eylül 2016 Çarşamba

7X7

 
 
 
 
Yeni, yepyeni şeyler öğreniyorum. Dünya birbirini kedi köpek gibi yerken, ben önümdeki kitaba bakıp, "vay sayın seyirciler, hımmm, evet evet, şahane!... " gibi şeyler mırıldanıyorum.
Memnunum.
Horoz ötmeden az evvel bütün bunları inkar eder miyim? Bilinmez....
 
Harita okumayı oldum olası severim. Ha bilir misin dersen, pek sayılmaz. Ama harita okuma fikrini severim. Görünene bakıp, görünmeyenin hikayesini hayal etmeye bayılırım!
Gökyüzü, yeryüzü, yedi denizin dibi veya ellerinin ayası... Fark etmez, severim işte.
 
Kürelere, üzerinde harita olan kağıtlara, kumaşlara dayanamam. Bana hep hem içeri, hem dışarı yapılacak seyahatler için güç verir haritalar.
 
Şimdi kendi haritamı okumak için bir şans var. Ellerim titrer, gözlerim kamaşır okuyamam diye endişelenmiyorum. kaçıyor muyum? Hayır. Artık gidecek başka bir deniz yok, ardına saklanılacak tüm dağlar kül oldu...
Ve bu kez yalnız değilim; yanımda pusula kullanmayı bilen biri var!
 
 
 

6 Eylül 2016 Salı

PATANJALİ, BİRİNCİ KİTAP: AYDINLANMA...

 
 
Hocam der ki, Patanjali, Sanskrit dilinde "düşmüş melek" anlamına geliyormuş...
 
Aydınlanmanın anlatıldığı birinci kitaptan en sevdiğim sutrayı paylaşıyorum:
 
27. MUTLU KİŞİLERLE DOST OLMAK, MUTSUZ KİŞİLERE MERHAMET DUYMAK, ERDEM SAHİBİ İYİ KİŞİLERDEN ZEVK ALMAK VE KÖTÜ KİŞİLERE İLGİSİZ KALMAK YOLUYLA; ZİHİN HİÇBİR ZAMAN BOZULMAYAN BİR SUKUNETE ULAŞIR.
 
Buna bütün kalbimle inanıyorum. Mevlana'nın "başkalarının kusurlarını örtmekte gece gibi ol" öğüdünü anımsatıyor.
Nazmi Hocam ve Celalettin Dede ile sohbetlerin ruhumu nasıl sakinleştirdiğini anımsıyorum. Neden hep Bodrum'a çocukluğumun geçtiği bahçeye dönmek istediğimi anlıyorum. Niçin Victor benim için hep özeldi, anlıyorum....
Çünkü derinlerdeki şefkati, merhameti ve huzuru hissettirdiler bana..
 
Kimsenin isteyerek ve bilerek kötü olduğuna inanmıyorum ve hatta aslında "kötü" olmalarının onların sorumluluğunda olmadığına inanmak istiyorum. Merhametsizlere bile merhamet edebilmeyi, zihnin sükûnetine ermeyi çok istiyorum.
Kötülük karşısında, sert bir fırtınaya yakalanmışçasına, hasar almadan, kişiselleştirmeden, sadece ceketimin yakalarını kaldırarak, öylece durmak istiyorum.
 
Yaptığım işi anımsatıyor bu sutra. İşimin gereği çocuklarla çalışmanın neden bana iyi geldiğini daha net görebiliyorum.
Mutlu insanlarla dost olmak, çocuk enerjisinin sakınımsız, pırıl pırıl haline daha da sokulmak istiyorum. Merhametlerinden, samimiyetlerinden, kirlenmemiş zihinlerinden esinlenmek, zihnimi çocuk zihni gibi her gece boşaltmak ve sabaha ışıl ışıl uyanmak istiyorum.
 
Bu sutra bana ilham veriyor. Umut veriyor.. Güç veriyor. Olmak için, olmak yolunda önüme halı seriyor sanki.
 
Namaste

4 Eylül 2016 Pazar

4 EYLÜL... KAPILARI AÇMAK İÇİN GÜZEL BİR SONBAHAR SABAHI!






 
"... eğer bir oraya bir buraya sapıp yolunu kaybetmişsen, sevginin yoluna geri dön; o yol doğrudan bana gelen yoldur ve beni orada, kendi içinin derinliklerinde seni bekler bulursun..."
 
Eileen Caddy

3 Eylül 2016 Cumartesi

ŞEHİRDE MÜZİK VAR!

 
 
Nişantaşı maceramın sonuna yaklaşırken, dün şöyle bir baktım da o kadar da fena değil sanki! Arada bir gelmek lazım buralara.
Zor birgün oldu. Sabahtan başlayan her yere yetişme telaşım, neredeyse gün sonuna kadar sürecekti ki, aralarda durup, keyfetmeyi başardım!
"Büyütme Elvan" dediğinizi duyar gibiyim ama benim kadar sonuç odaklı ve görev bilinciyle hayatı kendine ve etrafına zorlaştıran bir insan için dev adımlardan bahsediyorum....
 
Konuya dönersek,  önce Harbiye'den  vizemi aldım, ardından Etiler'e gidip Hakan ve Özgül'le pasta çay partisi yaptım. A tabii arada belime bakıldı fakat sanki o pek önemli değilmiş de, asıl hedef Venüs'den krokanlı pasta ve mis gibi demlenmiş çaymış gibi düşünmek istedim!  Buraya kadar fazla iyi gitti aslında. Araya bir sıkıntı eklemeli mi acaba derken, geldi. İkinci üniversite kayıt işlemleriyle uğraşan bölüm gerekli evraklarımın ellerine ulaşmadığını ve saat 16.00'ya kadar iletmem gerektiğini söylediler. Ve bunu saat 15.15 'de diyorlar!  Üstelik bir mesajla!
 
Allah Allah, benim kargom 31 Ağustos'da teslim edilmişti. Bu ne şimdi? Elbette evrakı kaybetmişler... Kaybedince de tutuşup abidik gubidik mesajlar atmışlar besbelli. Neyse, beni de on beş yirmi dakika kadar germeyi başardılar. Stres yönetiminde çok şahane olmadığımdan neredeyse çuvallayacaktım da sanırım pastanın ve Özgül'ün arkadaşının mırıldandığı şarkının etkisiyle nasıl olduysa başardım ve "belki de hakkımda hayırlısı budur" dedim. Vallahi de billahi de dedim.
Belki de ülkenin fazla bilmiş kadınlara ihtiyacı yoktur!
 
Metroya bindim ve Nişantaşı'na dönüyorum. O kadar güzel bir müzikle karşılaştım ki, yürüyen merdivenlerde sallanmaya başladım. Fark edince de özellikle durmadım. Bedenime nadiren teslim ettiğim, anda, anın tam ortasında, herkese ve her şeye rağmen memnun olma, haz alma şansımı tepiklemedim!
A a büyüyor muyum ne? Yok canım, geçicidir! Yoksa çocuklara öğretmeye çalıştığım "çılgın dansı" birgün bende öğrenebilecek miyim? Ne o oradaki? Umut ışığı mı??
 
Bundan sonrası tam bir jinekolojik kontrol sayılmaz. Zira doktorum anne tarafından kuzenim ve gayet hoşsohbet bir büyüğüm. Hal böyle olunca mesele sanki sağlık değilmiş de, ben bi ziyarete uğramışım havasına dönüyor buluşmamız. Gelsin kahveler, gitsin yaban mersinli lokumlar!
İşin güzel yanı her şey yolunda! Oley! Hayat bana kal dedi! O halde Nişantaşı'ndan Beşiktaş'a sakin sakin yürüyerek inebilirim!
Çarşıda keyif yapsam ve bir saat sonraki vapura binsem ne olur? Nasıl olsa ritim tutturmak zorunda olduğum biri yok. Böyle zamanlarda bayılıyorum tek başınalığıma!
 
Vapur.. Gökyüzünün bana bir sürprizi var; almış pembe bulutları sarayımın üzerinde bir sağa bir sola uzatmış. O ne hoş gün batımı... Vay vay vay, demek bugün sanat var şehrimde. İşte yine müzik, genç bir kadın şarkı söylüyor... İstanbul.... güzelsin güzel.
 
Vapurdan indim, Kadıköy Çarşı'nın hatırı kalmasın diye bir bakınayım diyorum.  O sırada ışıklardan geçerken bir kez daha müzik! Orta yaşlı amcalar çalıyor, yayalar yürüyüşlerini yavaşlatarak müziğin tadını çıkartıyorlar.
 
Arkadaş şehrin gerginliğini alıyor müzik! İnsana temel ihtiyacını, bütünle ritim tutturma arzusunu hatırlatıyor...

Şanslıyım, çok ama çok şanslıyım! Çünkü şehirde müzik var! Bir kez daha görüyorum ki aslında her şey geçen ay olduğunun tıpa tıp aynısı. Değişen tek şey benim bakış açım... Ben olumlu düşündükçe, hissettikçe, ne kadar olumlu ve güzel şey varsa görmeye başlıyorum. Şans burada zaten!

1 Eylül 2016 Perşembe

BAĞDAT CADDESİ'NDE BİR AİLE..

 
 
Sağlıklı, tok, umutlu ve neşeli olmaktan utandığınız oldu mu hiç?
Ya bu utancınızın cismen önünüze dikildiği?
 
Bu akşam, uzun ama bir o kadar da güzel ve geleceğe dair kendimce önemli adımlar attığım bir günün sonunda, Sarışın'dan çıktım evime doğru yürümeye başladım. Aslında yorgundum ve her an bir arabaya binme şansımı korumak için sahile inmedim, Bağdat Caddesi'nde yürüdüm.
 
Yaklaşık on beş dakika içinde üç dilenci gördüm. Biri "açım" diye bağırıyordu, diğeri çocuğunu restaurantın penceresine yapıştırmıştı... Üçüncü aile ise Şaşkınbakkal ışıklara gelmeden evvel, hemen yer altı geçidi öncesindeki banka oturmuş, öylece duruyorlardı.
 
Adamın kucağında küçücük bir kız çocuğu vardı. Belki beş yaşında ya da altı... Kadın ince, soluk tenli ve eşarplıydı. Önce yanlarından geçtim. Sonra cüzdanıma baktım. Sadece elli liram vardı. Geri dönüp karınlarını mı doyursam bir yerde diye düşündüm. Sonuçta kartla ödeyebilirdim. Sonra kıyafetlerinden rahatsız olabileceklerini düşünerek, onları bir yere götürme fikrimden vazgeçtim. Kuruyemişçide para bozdurup su aldım. Geri döndüm....
Paranın bir kısmını onlara verdim. Verirken de utandım "kusura bakmayın fazla param yok benim" dedim. Adam tertemiz bir Türkçe konuşarak cevap verdi: "Teşekkür ederiz"
"Suriyeli misiniz?"
"Yok buralıyız"
"Nasıl geldiniz, nerede kalıyorsunuz?
"Köyümüz yandı, buraya akrabalara geldik ama onlar da müsait değildi...."
"Peki kalacak yer?"
"Ataşehir'de barınak yaptım"
"Önümüz kış, kıyafet, battaniye gibi şeyler lazım olacak mı? Bakayım mı sağa sola?"
"Olur" dedi, utana sıkıla... Ama gözlerini gözlerimden hiç ayırmayarak.
"Her akşam burada mısınız?"
"Evet"
"Tamam, bir iki güne bir şeyler toparlarım.."
"İyi akşamlar"
"İyi akşamlar"
 
İsimlerini soramadım, köyünüz neresi diyemedim... Buz gibi oldu ellerim...
 
Her derde deva olamayacağımı biliyorum... Zaten dilencilere para veren biri değilim. Zaten  o kadar çok kazanmıyorum. Ancak kendimi geçindirebiliyorum. Ama bazen içimden bir  ses dur diyor. Bu akşam öyle bir akşamdı ve durdum.
Yemin ederim bu adam pek çok arkadaşımdan çok daha düzgün bir Türkçe konuşuyordu. Bizim kendi toprağımızda, vatandaşımızın dileniyor olması içimi sızlattı. Çünkü bu aile dilenci değildi.. Dilenemiyorlardı! Dilenemeyecek kadar şoktaydılar bence.
 
Diyeceğim o ki, yolunuz akşam saatlerinde Bağdat Caddesi'ne düşerse ve Mc Donald''s karşısındaki banka gözünüz ilişirse ne demek istediğimi anlayacaksınız... Kullanmadığınız battaniye, havlu, nevresim gibi şeylere talibim. Çocuk oyuncakları, özellikle bebek ve puzzle gibi şeylere de  talibim. Boya kalemi falan da olur. 36-38 beden kazak ve palto, adam için de XL ceket iyi olabilir...
Ayakkabı numaralarını sormadım. P.tesi akşamı ne toparlarsam götürüp vermeyi düşünüyorum. Hatta keşke araba ayarlayabilsem de eşyaları taşımak zorunda kalmasalar... Olmadı taksiye bindirip yollarım, ne yapayım.. Elimden gelen bu...