24 Mart 2014 Pazartesi

BEKLEMEK..

Unutmak gibidir, içine saklanır ve gelecekteki bir tarihi iple çekerim. Bir seyahat mesela. Oraya gittiğimde hayata sihirli bir değneğin dokunacağını ve değişmesini istediğim hemen hemen her şeyin değişeceğini hayal ederim. Sonuç hayal kırıklığı olur, taa ki bir sonraki seyahate kadar...


Son Almanya seyahatim yüreğimin yarısının ülkede kalması sebebiyle huysuz ve sevimsiz geçmişti. Hatta o kadar üzülmüş ve yılmıştım ki, yazmak bile istemedim. Oysa orada güzel bir hikayeye başlamıştım. Ulm şehrini görmüştüm. Tübingen'e bayılmış, Heidelberg'de ömrümün en lezzetli pastalarından birini yemiştim. Eczacılık müzesi hakkında yazacağıma söz verip, Otto Dix resimlerini yakından inceleme kararı almıştım.


Şimdi bütün bunlar bekliyor... Bir bahar daha geldi ve ben hala neyi beklediğimi bilmeden öylece duruyorum. Zaman zaman yaşayacak kadar değil, olsa olsa hayatta kalacak miktarda enerjim olduğunu hissediyorum. Bu beni üzüyor. Oysa yediklerime dikkat ediyorum, yogamı yapıyorum... Yine de eksikleri görmezden gelerek yol alamıyorum. Bir hal ayağıma çelme sanki...


Aklıma hep güzel şeyler getirmeye çalışıyorum. Çiçekleri düşünüyorum. Hayvanat bahçesindeki maymunla bakışmamızı hatırlayıp gülümsüyorum. Neden onu hala düşündüğümü anlamaya çalışıyorum. Kafeste olması bana göre haksızlıktı! Ama kafeste olmasaydı onu nasıl görebilirdim ki? Bu da bencillik!






Başkalarını anlamak sevdasını bırakalı çok oldu ya onun yerine koyduğum kendimi anlamak meselesinde de pek yol aldığım söylenemez. Bazen ücra bir yere gidip günlerce susmak ve saate bakmadan günü yaşamak istiyorum. İstediğimde yemek yemek, istediğimde uyumak, belki biraz okumak ve yazmak... Yürümek, kaybolmak.. Bütün bunlar depresif ruh halleri midir? Elbette! Ülke depresif, ben olmuşum çok mu? Yine de Mart gittiğinde daha iyi olacağım, her şey Mart'ın suçu!
Şimdi de onun gitmesini bekliyorum....

15 Mart 2014 Cumartesi

GİDELİM GÖKSU'YA...

İnsanı, insan hissettiren ve aynı zamanda insanlıktan çıkartan bir şehirde yaşamak zaten ruhsal dengesini korumakta zorlanan ben ve benim gibiler için pek zor! İstanbul akıllara zarar bir şehirdir, bilen bilir. Birkaç yıl önce fotoğrafçı arkadaşımla haftalarca, aylarca sokak sokak gezerken o kadar keyif almıştım ki, aklıma geldikçe özlüyorum. Başka ülkelere gitmek için her fırsatı değerlendiren bizler, ne yazık ki kendi vatanımızdaki zenginlik hakkında okumuyor, öğrenmiyoruz. Merak etmiyoruz. Oysa şehir içinde şehir, zaman içinde zamandır İstanbul. Ne kadar gezip tozsan da "tamam, bildim ben seni" diyemezsin. Öylesine görkemli, öylesine sınırsızdır ki bütün zamanlarıyla kavranmaz, kavranamaz. Bu yüzden de eşsizdir.


Dün Göksu'daydım. Kanlıca'da yoğurt molası verdikten sonra şarkılara, şiirlere sızan Göksu Deresi kıyısında dolandım. Önce masmavi sular, ardından bu küçücük dere derken, haftanın sıkıntısı yavaş yavaş el ayak çekti omuzlarımdan. Çiçeklenen ağaçlar, oyuncu kediler, miss gibi kokan kahvelerle hayat yeniden anlam kazandı. Zaten hayat aslında hep anlamlı; toprağın altındakilerle ve üstündekilerle....

İstanbul Mart ayında hamileliğinin son ayındaki kadın gibidir. Dengesizdir. Bir güneş açar, bir de bakmışsınız sokakları sel götürmüş. Bir sabah poyraza uyanırsınız, ertesi sabah lodosa! Fakat buna değer, zira doğacak olan ay Nisan'dır! Bana göre mevsimlerin ecesi, kentlerin kraliçesinin tacıdır.

Erguvanlar İstanbul'un mührü gibidir. Boğazı asil mavi bir kan olsa, erguvanlar bu soylu kentin pelerinidir. Hayal gücünüze zamanda yolculuk izni verirseniz, gözlerinizi kapatıp şerbet ve gülsuyu kokusunu içinize çekip, damağınızda gül lokumunu hissedebilirsiniz. Mangalda pişen kahveler, kayıklardan yükselen sazlar ve geceyi bekleyen bülbüller sizi sarıp sarmalar... 
Hisarın önünden boğazın sularına bakarken Yıldırım Beyazıd acaba nasıl biriydi diye merak edersiniz. Bir an için onun gözleriyle karşı kıyıyı görmeye çalışır ve heyecanlanırsınız. Yan yana sıralanmış yalılar, o yalılarda derdini, neşesini sulara anlatan insanlar bir bir hayat bulur hayallerinizde.

Mesela ben gerçekten çok imrenirim sabah uyanınca balkona değil de, rıhtıma çıkan insanlara! Kedileri değil de balıkları besleyenlere! Gözlerimi kapatırım ve sabah serininde boğazda uyanmışım da, elimde kahvemle rıhtıma çıkmışım düşü görürüm:)

Göksu, bugün de güzel. Hasan Usta'nın Çömlek Atölyesi'nde hala üretim var. Mis gibi kahve pişiren cafeler de var. Belki mehtaba çıkmak için süslü püslü sandallar yok ama isterseniz tekne kiralamak mümkün.

Kısacası baharda Göksu'ya, Kanlıca'ya uzanmak şart. Ezasını çektiğimiz şehrin, sefası için bu mevsimi doyasıya yaşamak lazım zannımca:)

MESNEVİ'DEN...

Bir gün bir bilge kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar yol kenarında. Hayli merak eder bu iki farklı yaratığın nasıl olup da aileleriyle, ait olduğu yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir yabancıyı kendi kardeşlerine yeğledilerini. Biri karga, biri leylek... 
O kadar farklıdır ki kuşlar ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine, öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle.Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar.
O zaman anlar ki, birlikte koşar, birlikte uçar, birlikte yaşarlar beklenenlerin yanında tutunamayanlar. O zaman anlar ki sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan. Topal kuşlar birbirlerinin "arıza"larını bilir ve sömürmek ya da örtmek yerine kabullenirler öylesine.
En sahici dostluklar ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır. 
Aynı şekilde zengin, aynı şekilde mesut olanların ortak paydaları sabun köpüğü gibidir, uçar, söner. Ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür esas yakınlaştıran, yaklaştıran.

11 Mart 2014 Salı

MART GİT BURADAN!

Belki anlatmışımdır daha önce, eğer öyleyse kusuruma bakmayın malum kafa gidip gelmekte. Bugün ülkemde yer yerinden oynarken birkez daha ırkçılık, ayrımcılık, sınıf farkı, kibir nedir bilmeyen bir ailede büyüdüğüm için, beni en sevdiğim kitabın sonundaki küçük Kırmızı Balık olduğuma inandıracak kadar hayal gücü zengin, yaratıcı bir eve düştüğüm için "oh!" dedim içimden, şükürler olsun ki ailemde cani yok, kendi gibi düşünmeyeni kesen, döven, eğitimini, cemaatini sevmediğini iten kakan bir anne, babayla büyümedim. İşin doğrusu bir babayla da büyümedim ama giderken avucuma hayatımın ana hatlarını bırakan bir babaydı benim ki.
Bugün en çaresiz günlerimde ellerimi açtığımda içinde minicik kırmızı bir balık çırpınıyorsa ve hala ocağıma düşmeyen ateşin sıcaklıyla yanabiliyorsam babamın duyarlı, yumuşak kalbindendir.

Akşam eve geldiğinde dört ayak üzerine çökerdi babam. Genellikle ya geç gelir ya da gelmezdi. Bu yüzden evdeyse eğer kardeşimle benim eşeğimiz olurdu. Kardeşim sırtına binerdi, ben de kravatından çekerek masanın etrafında dolaştırırdım. Sonra kitap okuma bölümüne geçilirdi. İlk kitabım Samed Behrengi'nin Küçük Karabalık hikayesidir. Annemin anlattığına göre o kadar çok okutmuşum ki bu kitabı sonunda satır satır ezberlemiş, sanki okuyormuşum gibi doğru yerde diğer sayfaya geçmeye başlamışım! Görenler hayret edermiş, üç olsa olsa dört yaşındaki velet nasıl da okuyor diye. Ben de bozuntuya vermez, devam edermişim! Klasik ben işte!

Karabalık benim kahramanımdır. Onu Doğu'nun aydınlık yüzü diye severim. Behrengi o kadar güzel anlatır ki sevgiyi, kahramanlığı ve yoksulluğu, insan "hayatımda sevgi olsun da, varsın kuru ekmek geçsin boğazımdan" demek ister. Kelimeler sıcacık, gerçek ve dosdoğru kalpten kalbe yazılmıştır. Bu yüzden mesaj doğruca, ok gibi girer insanın yüreğine. 
Neden bilmem, daha çocukken belki sırf bu yüzden tiksinmişimdir paraya eğilenlerden. İnsan illa eğilecekse, sevgiye eğilmelidir zannımca:)

Bugün çok düşündüm Behrengi'nin kitaplarını. Sevgi Masalı, Kargalar, Püsküllü Deve bir bir geçti kalbimden. Galiba sebebi bu sabah melekler kadar masum bir çocuğun öte tarafa gittiği haberine uyanışımdı. Behrengi'nin masallarındaki gibi ince bedenli, kara gözlü, daha yaşayacak çok şeyi olan bir çocuk!

İçime sindiremedim. Yiyemedim, içemedim, nefes bile alamadım ... Birşey olmamış gibi spora gidip, çeviri düzeltip, ortalıkta dolanamadım. Aklımla yüreğim arasında sıkışarak dolandım! Anası, babası için içim acıdı. Orada, o meydanda benim kardeşim de vardı, dostlarım vardı... Onları koruyan kader, şans, fotoğraflardan kocaman kocaman gözleriyle bana bakan çocuk için neredeydi? Keşke onu da koruyup kollayabilseydi...

Bu yüzden senden bir kez daha nefret ettim! Mis gibi kokunla başımı döndürsen, bana müjdelerle, doğumgünü pastalarından dilimlerle ve yüzlerce laleleyle de gelsen seni sevmiyorum Mart!
Benden söke söke aldıklarının yanında verdiklerini gözüm görmüyor artık. Hele şu son yaptığın; ülkeme dair inancımı yerle bir edişin var ya, artık aramızın düzelmesi çok zor. İnan bu yıl kötü bir söz söylemeyecektim sana ama inan çok şansını zorluyorsun.

Çabuk git Mart, yoksa fena olacak!


2 Mart 2014 Pazar

TOMURCUK VE SEVECEN




Tomurcuk ve Sevecen hakkında hiç yazmadım. Nedense onları herkes kendi keşfetsin diye bekledim. Aslında hem iyi, hem de kötü bir durum yarattım. Kötü olan yani aslında kötü değil de gecikmeye sebep olan kimdir bu kahramanlar, nedir bu hikayelerin anlatmak istediği hiç bahsetmemiş olmamdı. İyi olan ise öyle ilginç anlarda, o kadar beklemediğim yerlerden beğeniler geldi ki, ne güzel bir iş yaptık diye içim sevinç doldu.
Tomurcuk ve Sevecen’in Türkiye’deki isim anneleri Agi ile benim. Erika’nın dünyasını Türkçeleştirmek için elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştık. Ve hala da devam ediyoruz. Çünkü Erika’nın malzemesi bol, yaratıcılığı da en verimli çağlarında! Fakat bu kitapların Türkçe olarak yayınlanmasının arkasındaki asıl kahramanlar Eda, Leyla ve YapıKredi Yayınevi.
 Eğer Agi’nin kızları Eda ve Leyla bu hikayeleri defalarca okuyup, hatta yataklarına bile sürüklüyor olmasalardı, muhtemelen benim dikkatimi çekmeyecekti. Ve tabii YKY bize inanıp basmasaydı, kimbilir belki de Erika Bartos ile hiç tanışamayacak, onun naif ve sevgi dolu dünyasını  öğrenemeyecektik.
Erika gerçekten masal kitaplarından fırlamış bir prenses gibi. Eğer tanısaydınız eminim siz de benim gibi düşünürdünüz. Çünkü kendine has kıyafetleri ve sakinliğiyle bilinmeyen bir yüzyılın insanı gibi davranıyor. Üstelik bunu yaparken tamamen kendisi, yani bir imaj peşinde değil. Sadece olduğu gibi, hissettiği gibi davranıyor.
 Kitaplarındaki sadelik ve iyi kalpli anlatım Erika’nın kendisinden başkası değil aslında. Üç çocuk annesi olan Erika, tüm hikayelerinde çocuklarından ve onların etrafındaki diğer çocuklardan ilham alarak yazıyor. Karakterlerin her biri gerek kıyafetleri, gerek davranışlarıyla çok özeller. Verdikleri tepkiler ve kendi aralarındaki iletişim dilleri insan olmak, sosyal bir canlı olarak yaşamak üzerine etkileyici cümlelerle dolu. İşin en güzel tarafı bu cümleler asla ders vermek amacı güdmüyor. Sadece ortak dil yaratmanın büyüsü üzerinde duruyor.
Sevecen nazik, çözüm odaklı ve koruyucu bir uğurböceği kızken, Tomurcuk atak, birazcık abuk öfkelenen ama çok iyi kalpli bir salyangoz çocuk!
Hikayelerin hepsinde hem anne ve baba için, hem de onu okuyan çocuk için düşünülmüş, düşünülmüş derken aslında kendiliğinden, biz hiç farkına varmadan akıp gelen öğütler var. Ama dediğim gibi bu öğütler hikayeye öyle iyi yedirilmiş ki, okurken rahatsızlık duymanız imkansız. 
 Genel olarak toparlarsak Erika, özlediğimiz ve hayatımızda istediğimiz şeylerden bahsediyor… Hastaları ziyaret etmek, yardımlaşmak, doğayı sevmek ve onun bir parçası olduğumuzu hatırlamak, farklılıklarımızla yaşamayı öğrenmek, kırmamak, incitmemek, koşulsuz ve olduğu gibi sevmek, affetmek, özür dilemeyi bilmek, keşfetmekten vazgeçmemek…
Macaristan topraklarında doğup büyümüş bir kadın olan sevgili Erika’nın, tıpkı bizim topraklarımızın otacıları, sufileri gibi barışcıl ve gönül gözüyle bakan, varlığıyla barışık tavrından etkilenmemek imkansız. Daha da güzel olan bunu olabilecek en sade dille, tam da çocuklarımızın diliyle, onların gözlerine, kalplerine uygun şekilde yapabilmesi.. 
 İnsanın inandığı bir işte payının olması çok güzelmiş. Hepinize gönül rahatlığıyla ve inanarak “Tomurcuk ve Sevecen” okumanızı tavsiye ediyorum. Artık neredeyse her hikayemiz birden fazla baskı yaptığına göre daha fazla tevazuya gerek kalmadı galibaJ
Keyifli okumalar olsun!

GERGİNLİK BOYUMUZU AŞTI...

Sokağa çıkmadan önce düşünür oldum, gerçekten çıkmak zorunda değilsem evimde saklanmayı tercih ediyorum. İlla çıkmam gerekiyorsa da olabildiğince sakin bir saatte gideceğim yere gidip, hızlıca geri dönmeye çalışıyorum. Sokakta olduğum süre zarfında zaman zaman dişlerimi sıkıp sıkmadığımı, omuzlarımı kasıp kasmadığımı kontrol ediyorum. Olabildiğince yolun sağından ( çantamı da sağ koluma alarak) ve önümdekine yaklaşmadan, arkamdakini yavaşlatmadan yürümeye dikkat ediyorum.
Sonra ne mi oluyor? Biri gelip "güm!" diye çarpıyor. Diğerini kasiyer kıza parayı fırlatırken görüyorum. Sonra daracık bir sokakta ezilmiş kedilerle karşılaşıyorum! Bütün bunlar bir yana eve gelip bilgisayarımı açtığımda dost görünüp, düşmanca davrananların hışmıyla karşılaşıyorum.
Sanırım sosyal medyadan sıkıldım. Sosyal bir canlı olmaktan da sıkıldım. Kendileri gibi düşünmeyenleri linç etmeye kalkanlardan yoruldum. Sorulardan korkan, soru soranlardan korkan bir toplulukta yarı nevrotik, çokça paranoyak yaşamaktan da daraldım!

"Kalk git be kadın, amma vıdı vıdı ettin!" diyenlere de cevabım hazır: "koşullarımı olgunlaştırıyorum, yakında gideceğim. Yoksa bu tımarhane gibi şehre bayılmıyorum!" Mekanlar insanlarla güzelleşir, artık İstanbul güzel bir şehir değil... Sadece anlar var; bir erik ağacının altında durduğum an, teknelerin arasında denizi gördüğüm an, vapurda martıların simitleri kapıştıkları an... gibi gibi.

Soru sormak ve eleştirmek her daim kıskançlıktan olmaz. Amaç çamur atmak değil, bazen bir dostu uyarmak da olabilir. Kaldı ki kendi adıma söyleyeyim, ben kimseye çamur atmam, eğer niyeti bozduysam ve sabrımın sonundaysam bizzat boydan boya sıvarım! laf sokuşturmak da adetim değildir, suratının ortasına güm diye söyleyiveririm. Kısacası eğer ben bir soru soruyorsam amacım cevap verecek insanı azıcık düşünmeye, ne dediğini fark etmeye davet etmektir.

Son zamanlarda hepimiz görüyoruz ki artık ekmek aslanın bağırsaklarında! Bu yetmezmiş gibi edep, dürüstlük ve haddini bilmek gibi kelimeler sözlüklerimizden silindi. Zaten yıkılan binalarla geçmişin izleri de yok ediliyor, her gün doğduğumuz sokaklara biraz daha yabancılaşırken, artan zinalarla da aile kavramını iyice kirlettik. Ne tutunacak sevgili, ne de eş  kalmadı. Dostluk derseniz karaborsa. İnsanlar ya saklandı ya da marjinal gruplarda ruhsal mastürbasyon peşindeler.. 

Hep birlikte derin ama dinlendirmeyen bir uykunun kollarında, çarşafa dolandık!

Herkes kendince bir çıkış aramakta