25 Ağustos 2010 Çarşamba

YAPRAKLAR DÖKÜLMEDEN EVVEL İÇ DÖKÜMÜ :)

Burhan'ı çok özledim... Neredeyse yirmi yıl oldu ve ben hala onun her yıl kazıya gitmesine alışamadım... Onun her gidişi bana şu dünyada ne kadar az dostum olduğunu hatırlatıyor. Şikayetçi değilim, bir tane bile olmayabilirdi. Ama şart mıydı gezegenin dört bir tarafına dağılmaları? Daha yakın olamaz mıydık? Bu kadar çok özlemek kalbimi ağrıtıyor.
( Sensiz U2 neye yarar Jasmin? Gel bari Bodrum'a gidelim :) Biliyor musun aklıma bu sabah motosiklet tepesinde mezarlığa gidişimiz geldi... Kocaman bir yıl geçmiş... hayat seninle o kadar gerçek, o kadar olduğu gibi ki, seni "dost" yapan kesinlikle bu! Allah Prusya Kralı'ndan razı olsun, kedi olalı bir fare tuttu!)
Geçen hafta sadece üç gün evde yalnız kaldım, canım acıdı. Yüzüm düştü! Yalnız yaşamak hiç bana göre değil. Hayatımın hiç bir döneminde sessiz, ıssız bir ev istemedim. Tekbaşına olmak değilse de yalnızlık insanı, hiç kimseyi değilse de beni, delirtebilir. Bunu bana ilk öğreten rahmetli kocam oldu. Onun, "insanı derin bir yalnızlığa itmek" yeteneği vardı. Doğuştan yalnızdı ve yalnız hissettirmenin kitabını yazmıştı! Umarım hayatına benden sonra giren kadınlar daha iyi şeyler bulmuştur onda. Zira benim bulduğumu sandığım şey, kendi yansımamdan başka neydi ki? Vay be, gün gelip bunu da söyledim ya, Himalayalar sıkı dur geliyorum!
C.tesi sabaha karşı Karadeniz'in sisli dağlarına uçuyorum. Anneannemin köyüne gideceğim, annemin geçmişine... Burhan gibi kazıya gidemiyorum belki ama içimde o kadar fazla eşeleniyorum ki, bazen göz gözü görmüyor toz topraktan! Ve artık eşelenmek istemiyorum, bulduklarımı çizmeye başlasam daha hayırlı bir iş olacak.
( eve dön Burhan!!!! )
Dönüşte Burgazada gezimize beklerim; 5 Eylül akşamı Kalamış Marina'dan çıkıyoruz. Geldiniz geldiniz, gelemediniz Eylül 19'da ancak görüşürüz. Zira U2 ile işim biter bitmez köyüme gidiyorum. Bu kadar düşünmek içimi bulandırdı, Aysel'le birlikte teyzemin dizinin dibine saklanmak, dedemle sohbet etmek ve yüzmek istiyorum! Biraz da keçi peyniri:) Ya şu hayat diye burnuma dayatılan şey ne ki zaten!
Yaşasın Buddha-Zorba!
( Özgür, bana bak Kuzey Kutbu için söylediğin fiyat yanlışsa yedim seni, sahi nerede kaldın sen? )
Önemli Not: "Yine mi Çiçek" çalıyor fonda.... Rakısız geçen bir yaza daha hoşçakal derken hepinizi öpüyorum...

22 Ağustos 2010 Pazar

BÜLBÜLÜM ALTIN KAFESTE

Bülbülüm altın kafeste bülbülüm altın kafeste
Öter aheste aheste öter aheste aheste
Ötme bülbül yarim haste ötme bülbül yarim haste
Ah neyleyim şu gönlüme hasret kaldım sevdiğime
Ben sana dayanamam yarim ben sana aldanamam
Ben sana dayanamam yarim ben sana katlanamam
Bülbülleri har ağlatır
Aşıkları yar ağlatır
Ben feleğe neylemişim
Beni her bahar ağlatır
Ben sana dayanamam yarim ben sana aldanamam
Ben sana dayanamam yarim ben sana katlanamam

17 Ağustos 2010 Salı

Niçin nilüfer? Çünkü nilüferin sembolik bir önemi vardır: O, çamurun içinde yetişir. O bir dönüşüm sembolüdür... Çamur pistir, belki kokuyordur; nilüfer hoş kokular yayar ve o kokuşmuş çamurun içinden çıkar. Tam olarak aynı şekilde hayat da kokuşmuş çamurdur ama bir nilüfer olma olasılığı orada gizlidir.*Kendi içindeki bilinmeyeni bilmeden, başka hiç kimseyi tanıyamazsın. O insanın esrarını çözmek için tek yol, kendi esrarını çözmektir. Gizli katların arkasında başka katlar gizlidir, insan sonsuzluktur. Kendi içinde ne kadar derine inersen, bütün bir varoluşta, ayrıca başkalarında da o kadar derine inersin, çünkü öz birdir. Çeperse milyonlarcadır, oysa öz tektir.*Cesaret korkusuzluk demek değildir. Eğer bir insan korkusuzsa, ona cesur diyemezsin. Bir makineye cesur diyemezsin, o korkusuzdur. Cesaret sadece korku okyanusu içinde var olabilir. Korku vardır ama bu korkuya rağmen insan o riski göze alır; işte cesaret budur. İnsan, kendine rağmen adım atar; cesur olmanın anlamı budur.*Yakınlık başka bir boyuttur. Diğerinin senin içine girmesine izin vermektir, seni senin gördüğün gibi görmesine izin vermek, bir insanı varlığının en derin noktasına davet etmektir. Modern dünyada yakınlık giderek kayboluyor. Sevgililer bile yakın değil. Dostluk sadece bir kelime artık, giderek kayboluyor. Neden? Çünkü paylaşacak bir şey yok. İçindeki yoksulluğu kim göstermek ister? İnsanlar rol yapma derdinde... "Ben varlıklıyım, ben oraya ulaştım, ne yaptığımı biliyorum, nereye gittiğimi biliyorum." Eğer sen yakın olmaya hazırsan, karşındakinin yakın olmasına da yol açabilirsin. Senin açıklığın, onun açık olmasını kolaylaştırır. Senin içtenliğin, onun içtenliğine, masumluğuna, güvenine, sevgisine, açıklığına izin verir. Sen olmasan, bu evrenin şiirinde, güzelliğinde bir şeyler eksik kalır. Bir şarkı, bir nota eksik kalır, bir boşluk olur...*Her zaman yaşam nehriyle birlikte git. Asla akıntıya karşı gitmeye, nehirden hızlı akmaya çalışma. Sadece mutlak bir rahatlık içinde, her an kendini yuvada, rahat ve varoluşun içinde huzurlu hissederek git.Unutmaman gereken şey yaşamın kısa değil sonsuz olduğu ve bu yüzden de aceleye hiç gerek olmadığıdır. Acele etmek yalnızca bir şeyleri kaçırmana neden olur. Varoluşun acele içinde olduğunu gördün mü hiç? Mevsimler zamanında gelir, çiçekler zamanı gelince açar, ağaçlar hayat kısa diye hızla büyümek için koşuşturmazlar. Tüm varoluş yaşamın sonsuzluğunun farkında gibi görünür.*Varoluşun gizemlerini soruşturmayı bıraktığın anda varoluş kapılarını sana açar, seni buyur eder. Ve varoluşun gizemlerine misafir olarak girmek onurlu bir şeydir.*Kalbin yolu güzeldir ama tehlikelidir. Zihnin yolu sıradandır ama güvenlidir. Erkek en güvenli ve en kestirme yaşam tarzını seçmiştir. Kadın duyguların, hislerin, ruh hallerinin en güzel ama en sarp, en tehlikeli yolunu seçmiştir.*Coşku manevidir. O, zevkten ya da mutluluktan farklıdır, tamamıyla farklıdır. Onun dışarıyla, diğeriyle hiçbir ilgisi yoktur; o içsel bir olgudur. Coşku çılgındır. Ve sadece çılgın insanlar bu bedeli ödeyebilir. Sıradan akıllı insan çok kurnazdır, çok hesapçıdır, çok hilekardır. O coşkunun bedelini ödeyemez çünkü onu kontrol edemez. Coşku dolu bir insan bir köle yapılamaz. Sadece mutsuz insanlar köle yapılabilirler. Coşku dolu insan özgürdür*Ne olacağın hakkında bir fikrin olmadan dünyada yaşa. Bir kazanan mı yoksa kaybeden mi olmanın hiçbir önemi yok. Ölüm her şeyi senden nasılsa alır.*Ben sana bir ahlak dersi vermiyorum. "Bu doğru, bu yanlış, bu ahlaklı, bu ahlaklı değil" demiyorum. Bunların hepsi çocukçadır. Ben sana çok basit bir kriter veriyorum: "FARKINDALIK"Eğer "farkındalık"la bir şey yaparsan doğru olmak zorundadır çünkü "farkındalık"la hiçbir şeyi yanlış yapamazsın. Ve "farkındalık" olmadan da herkes tarafından takdir edilen kimi şeyleri çok iyi yapabilirsin.Ama ben hala ona yanlış diyorum çünkü farkında değilsin. Ve yanlış sebeplerden dolayı yapmış olmalısın. "Farkındalık" olmadan onların sadece gösteriş, ikiyüzlülük olduğunu biliyorum. Onlar seni yapmacık hale getirir. Seni özgürleştirmezler, seni özgürleştiremezler. Tam tersine seni hapsederler.*Etrafımızda ve kendimizde olup bitenlere kesin bir dikkatsizlik gösterir halde yaşayıp gidiyoruz. Evet, bir şeyleri yapma konusunda oldukça yetkinleştik, yapmakta olduğumuz şeyleri yapmakta o kadar yetkinleştik ki, onu yapmak için hiçbir farkındalığa gerek kalmadı. Mekanik, otomatik hale geldik. Robotlar gibi işliyoruz.*Farkındalık, "an"da olan her şeyin tam bir bilinçlilikle gerçekleşiyor olması anlamına gelir, sen orada mevcutsun, bilincinle oradasın demektir. Örneğin, kızgınlık gerçekleşirken sen "farkındalık"ta olursan, bilincinde olursan, kızgınlık oluşamaz, sen farkındaysan pek çok şey mümkün değildir. Zihin her zaman ya geçmişte ya da gelecektedir. O şimdiki zamanda bulunamaz, zihin için şimdiki zamanda bulunmak kesinlikle imkansızdır. "Farkındalık" şimdiki "an"ın içinde öylesine tam olarak bulunmak demektir ki, ne geçmiş ne de gelecek orada yoktur, sadece şimdi vardır, "an" vardır.*Gerçek hasat yalnızca sen kendini uyandırmak için, farkında olmak için büyük bir gayret sarf ettiğinde gerçekleşir. Öğrenilmesi gereken izleyiciliktir. İzle! Farkındalığın ilk adımı bedeni izlemektir. Yavaş yavaş kişi her harekete, her mimiğe dikkat kesilir. Ve farkında olmadan bir mucize gerçekleşir; eskiden yapmakta olduğu pek çok şey kayboluverir. Bedenin daha gevşek hale gelir, bedenin daha uyumlu hale gelir ve bedenini derin bir huzur kaplar. Sonra düşüncelerinin farkına varmaya başlarsın; aynı şey düşüncelerinle de yapılmak zorundadır. Onlar bedeninden daha zor fark edilir. Seni ele geçiren tüm arzuları izle; yürümeyi, konuşmayı, yemeği, her şeyi izle. Daha çok farkında oldukça, tüm telaşın giderek yavaşlar. Daha zarif hale gelirsin. İzledikçe geveze zihin daha az gevezelik yapar, çünkü gevezelik haline gelen enerjin "farkındalık" haline dönüşür... Düşüncelerinin farkına vardığında içinde olup biten şeylere şaşırıp kalacaksın. Farkında olman, izliyor olman gerçeği, onu değiştirir. Yavaş yavaş düşünceler belli şekiller almaya başlar, artık kaotik değillerdir, huzur yayılır.*Yaşamın içine sürekli farkında olarak katıl. Tekrar ve tekrar unutacaksın, bu doğaldır. Farkındalığı hiç denemedin, bu nedenle sürekli olarak unutman doğaldır, çünkü alışkanlıklar çok zor bırakılır. Ama hatırladığın anda tekrar izle. Birkaç anlığına dahi farkında kalabilirsen şükran duy, bu çok az "an"lar dahi beklenenden daha fazlasıdır. O berraktır. Farkındalıkta yani, "ol"ma halinde, şimdi de düşünceler giderek incelmeye başlar, kilo kaybeder ve yavaş yavaş olur ve düşünceler ölmeye başladıkça berraklık ortaya çıkar, zihin bir ayna halini alır. Kafa karışıklığı sefaletin kökündeki nedendir; mutluluğun temelleri ise berraklıktadır.*Bedenin ve zihnin huzurlu olduğunda, onların birbirleriyle uyum içerisinde olduğunu göreceksin; bir köprü vardır. Artık farklı yönlerde konuşmuyorlar, başka atlara binmiyorlar. İlk kez arada anlaşma vardır. Düşüncelerinin farkına varırsan, bir adım sonrasında duygularının, hislerinin ve ruh hallerinin de farkına varırsın. Bunun için biraz daha yoğun farkındalığa ihtiyaç vardır. Ve bunu da başardığında hepsi bir orkestra haline gelirler ve sonuncu olan nihai farkındalığa ulaşırsın. Onu sen yapmazsın, o kendiliğinden olur, o hepsini yapanlara verilen bir ödül gibidir.*Şimdiki "an"a daha çok duyarlı ve tetikte ol, onun daha ve daha çok farkında ol. Ne zaman an-ı kaçırdığını hissedersen geri gel, hepsi bu.Bu çok uzun, zor bir yolculuk, tek bir an bile farkında olmak zordur çünkü zihin sürekli meşguldur. Ama imkansız değildir, herkes için mümkündür. Yalnızca gayret etmek gerekir, bütün kalple gayret etmek. Kalp gayret etti mi imkansız yoktur. Farkındalık kalbin gayreti ile mümkündür Ve yavaş yavaş farkındalık geliştikçe tüm kişiliğin değişmeye başlar. Bilinçsizlikten farkındalığa geçmek en büyük kuantum sıçramasıdır. O yüzden hatalar, yanlışlar, eksikler konusunda endişe etme.*Aşkın heyecanını ve onun esrimesini (coşarak kendinden geçmek) tanımış bir insan rekabetçi olmayacaktır. Şayet günlük ekmeğini elde edebilirse mutlu olacaktır. İsa'nın duasının anlamı budur: "Bize günlük ekmeğimizi ver." Bu yeter de artar bile. Artık İsa aptalmış gibi gelir. Şöyle istemiş olmalıydı: "Bize bankada daha çok para ver." O sadece günlük ekmek mi istiyor? Keyif dolu bir insan asla bundan fazlasını istemez: Keyif bu denli doyurucudur. Sadece doyuma ulaşmamış varlıklar rekabetçidir; çünkü onlar hayatın burada değil, orada olduğunu zannederler. "Delhi'ye gidip başkan olmalıyım" yahut Beyaz Saray'a ve şu ya da bu olmalıyım. "Oraya gitmeliyim, mutluluk orada." Çünkü onlar mutluluğun burada olmadığını bilirler. Bu yüzden onlar her zaman ilerler, ilerler, ilerlerler. Onlar her zaman ilerler ve asla varamazlar. Ve mutluluğun ne olduğunu bilen insan, buradadır. Niçin Delhi'ye gitsin ki? Ne için? O şimdi burada son derece mutludur. Onun ihtiyaçları çok küçüktür. Onun hiç arzuları yoktur. Onun elbette ihtiyaçları vardır, ama arzuları yoktur. İhtiyaçlar doyurulabilir, arzular ise asla.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

SEZGİ....

"Eğer beynin sol yarısı sana hükmetmeye devam ederse, başarılı bir hayatın olur. O kadar başarılı ki, kırk yaşına geldiğinde ülserin çıkar. Kırk beş yaşında, en az bir ya da iki kalp krizi geçirmiş olursun. Elli yaşına vardığın zaman, neredeyse ölmüş olursun. Ama başarılı bir ölüm. Büyük bir bilm adamı olabilirsin. Ama asla büyük bir varlık olamazsın. Yeterince servet biriktirebilirsin, ancak onun bütün değerini kaybedersin. Büyük İskender gibi dünyayı fethedebilirsin. Ancak kendi iç dünyanı fethedemezsin..."

"Artık mantığın tükendiği bir köşede kapana kısıldığın zaman sakın umudunu yitirme. O anlar hayatının en lütuf duyacağın anları olabilir. Tam o anlarda sol lop, sağ loba yol verir. Eğer onu izlersen karşına birçok kapı açılır. Ancak bunları kaçırma olasılığın var; "bunlar boş şeyler" diyebilirsin."


"Mantığın ötesinde hiçbir şeyi kabul etmeyen insanlar bile aşık olur. Aşık oldukları zaman bir sorun yaşarlar. kendilerini suçlu hissederler. Ama sevgi vardır. Ve kimse akılla tatmin olmamıştır. Ayrıca kalbin de doyurulması gerekiyor. İçindeki iki kutup budur: Kafa ve kalp!"


"Asıl zeka kalbin zekasıdır... Hayat kalptedir. Hayat kalp üzerinden gelişir... Kafada yaşamak aptallıktır. Kapte yaşamak ve gerektiği zaman kafayı kullanmak zekadır. Seçim sana kalmıştır. Unutma kafa köle olarak çok güzel bir köledir. Çok işine yarar. Ama bir sahip olarak tehlikelidir ve bütün hayatını zehirler..."


"Hayatında bir aşk var mı? Eğer yoksa sen ölmüşsün ve çoktan mezara girmişsin. Hemen çık oradan. Hayatın sana bir aşk bir macera vermesini sağla... Sen hayat tapınağına girmeden, etrafında dolaşıp duruyorsun. Kapı ise kalptir. Unutma bu sıçramayı yapmak zorundasın. Düşünceden duyguya geçmelisin..."

11 Ağustos 2010 Çarşamba

SEZGİ...



"TAMAMEN MANTIKLI İNSAN, AKLI HER ZAMAN BAŞINDA OLAN, HAYATINDA HİÇBİR MANTIKSIZLIĞA İZİN VERMEYEN BİR İNSAN, DELİNİN TEKİDİR. AKIL SAĞLIĞININ DELİLİKLE DENGELENMESİ GEREKİR. MANTIĞIN MANTIKSIZLIKLA DENGELENMESİ GEREKİR. KARŞITLAR BULUŞUP DENGE KURAR. SADECE RASYONEL OLAN BİR İNSAN MANTIKSIZDIR. ÇOK ŞEY KAÇIRIR. HATTA BÜTÜN O GÜZELLİKLERİ VE GERÇEK DUYGULARI KAÇIRACAKTIR. LÜZUMSUZ BİLGİLER TOPLAYACAK. HAYATI TEKDÜZE OLACAK. O, BİR DÜNYA İNSANI OLACAK."

SEZGİ....



"BİLGE İNSAN KAFA, KALP VE BEDEN ARASINDA BİR UYUM YARATIR. BU UYUMDA, HAYATIN KAYNAĞI VE ASIL MERKEZİ OLAN RUH DEVREYE GİRER. VE BU, MÜMKÜN OLAN EN BÜYÜK BAŞARIDIR. SADECE İNSANOĞLU İÇİN DEĞİL, BÜTÜN EVREN İÇİN BUNDAN ÖTESİ YOKTUR."
"BİLMEK DEMEK, SESSİZ OLMAK DEMEKTİR. TAMAMEN SESSİZ. BÖYLECE İÇİNDEKİ O KÜÇÜK DİNGİN SESİ DUYARSIN. BİLMEK DEMEK, DÜŞÜNCEYİ BIRAKMAK DEMEKTİR. TAMAMEN HAREKETSİZ KALDIĞIN ZAMAN, HİÇBİR ŞEY SANA ULAŞMADIĞI ZAMAN KAPILAR AÇILIR. SEN BU GİZEMLİ VAROLUŞUN BİR PARÇASISIN. ONUN BİR PARÇASI OLARAK BİLİRSİN. BİR KATILIMCI OLARAK BİLİRSİN. BİLMEK, BUDUR."

10 Ağustos 2010 Salı

METEOR YAĞMURU SEYREDERKEN NE YAPILABİLİR?

GÖKYÜZÜNÜN ALTINA YATSAK, YANIMIZDA HİÇ KİMSE YA DA BÜTÜN İNSANLIK UZANMIŞ... HİÇ HABERİMİZ OLMASA. ÖYLECE BAKSAK KOPUP GELDİĞİMİZ KARANLIĞA. KARANLIK ILIK ILIK SARSA, ISIRMADAN YUTSA BİZİ. YAVAŞ YAVAŞ MİDESİNE İNSEK EVRENİN, USUL USUL ARALANSA KALBİMİZİN KAPILARI. SONRA TEK TEK YILDIZLAR DÜŞSE ÜZERİMİZE, TEK TEK HİSSETSEK HER DOKUNUŞU. İÇİMİZ İYİCE YILDIZ DOLUP, TIKA BASA DOYUNCA IŞIĞA RUHLARIMIZ, GÖZLERİMİZİ, KULAKLARIMIZI VE AĞZIMIZI MÜHÜRLESEK... OLABİLİR Mİ? O ZAMAN ÇEPERDEN MERKEZE GİDEN YOLDA DEV BİR ADIM ATILABİLİR Mİ? O ZAMAN AŞKA AKIL KARIŞTIRMADAN SEVİLEBİLİR Mİ? O ZAMAN İÇİMİZDEKİ VE DIŞIMIZDAKİ KARANLIK ANLAMINI YİTİREBİLİR Mİ?
12 AĞUSTOS GECESİ ŞEHRİN IŞIKLARINDAN KAÇIP GÖKYÜZÜNÜ SEYRETMEK İÇİN FIRSAT YARATIN:)

8 Ağustos 2010 Pazar

EVET BAĞIMLIYIM!

Yarabbim, hayatı boyunca "bağlılık" ve "bağımlılık" arasındaki fark üzerine nutuk çeken ben, sonunda bağımlı oldum! Kan dolaşımım iyice düştü, nabız yaşayacak kadar var şükür ama kaybettiğim su oranı akıllara zarar. Ter, saçlarımın arasından topuklarıma kadar ince ince ve gıdıklayarak iniyor! Bütün İstanbullularla beraber eriyorum! Tenim, kırk gün kırk gece hamamda kalsam bu kadar aklanıp paklanabilirdi. Ördek-kurbağa arası garip bir canlıya dönüşmediysem bunu dibinde yaşadığım klimaya borçluyum.

Herkese bol bol su ve soda içmelerini, az ve sık yiyerek tansiyon-şeker dengesini korumaya çalışmalarını öneriyorum. Tabii hırka giyip klima altında kahve içtiğim için de aynı koşullara sahip olmayanlardan özür diliyorum. Fakat inanın boğaz bile esmiyor! Cuma akşamı Cenk'in veda partisinde sıcak o kadar canımızdan bezdirdi ki, içki içemedik! Gerçi bende son zamanlarda alkole karşı bir soğuma da var ama vallahi de billahi de içecektim; eğer hava azıcık esse idi.


Haftaya bir boğaz, bir de Haliç gezim var inşallah. Hatta meteor yağmuru için adaya gitme ihtimalimiz de var. Dilerim hava azıcık eser de, benim klima bağımlılığım kalıcı bir hasara sebep olmadan biter.


İşin aslı çocukluğumdan beri sıcak sevmem, gerçi yaz ayında doğanlar yazı, kışın doğanlar kışı sever denirse de, benim favorim daima baharlar ve kış olmuştur. Denizden uzak kaldıktan sonra yazın ne kıymeti var? Keşke İstanbul'da da Budapeşte'deki gibi lapa lapa yağan kar altında sıcak su havuzlarında yüzebilseydik... Macarlar Osmanlı'ya onca yenilik getirmiş de bu havuz işi neden olmamış acaba? Muhtemelen haremlik selamlık hikayesi işi bozmuştur.


Elbette rabbisi bilir herşeyi ve onun hikmetinden sual olunmaz fakat bizim şu zavallı bedenlerimiz değişen iklimlere gerçekten uyumlanabilecek mi? Yoksa kalan ömrümün yazlarını klima altında mı geçireceğim? Aranızda bir iklim bilimci var ise beni aydınlatsın lütfen!!!


Bu arada sıcak havada nasıl yoga yaptığımızı soran meraklı arkadaşlara cevap veriyorum: Allah sabrını veriyor kardeşim:) Tıpkı oruç tutana, namaz kılana verdiği gibi!

7 Ağustos 2010 Cumartesi

METEOR YAĞMURU; 12 AĞUSTOS GECESİ...

Bugün facebook'ta Ardınç'la sohbet ederken 12 Ağustos'u 13 Ağustos'a bağlayan gece meteor yağmuru olacağını öğrendim. Halk arasında bilinen haliyle yüzlerce yıldız kayacak! Bu da şu demektir; yüzlerce dileğin gerçekleşmesi için gökyüzünün kapıları açık olacak.
Ashram ahalisine bir tekne turu ve meditasyon gecesi önerdim. Henüz netleşmedi ama eğer olursa Burgaz'ın arkasına demirlemek ve önce yüzüp, sonra gökyüzünü seyretmek şahane olacak. En kötü ihtimalle Erol Hocam'la yelken yapıyor olurum ki, gece seyrini ne kadar özlediğim düşünülürse kötü ihtimal başımın tacı olabilir:)
Neyse, meteor yağmurunu bir daha ne zaman görürüz, görecek kadar yaşar mıyız bilinmez. Şimdiden herkes not etsin ajandalarına derim.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkânı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış. Çok soğuk bir kış gecesi dükkanı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş. Artık ne bir işi varmış ne de parası. Günler boyu iş aramış ama bulamamış... Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış. Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini... Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş. Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında. Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan inen yaşlı adam, "Yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer" diye söylenmiş. Zengin bir işadamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş. Terzi, adamın üzerindeki paltoya bakıyormuş dikkatle. Birden siniri geçiveren ihtiyar, "Zavallı adamcağız kim bilir nasıl üşüyordur, ona nasıl yardım etsem acaba?" diye düşünmeye başlamış. Oysa terzinin düşlediği paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç de yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş. Yaşlı işadam, terzinin yanına yaklaşıp, "Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun. İstersen paltomu sana verebilirim" deyince, "Hayır, teşekkür ederim. Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaşı fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş" diye yanıt vermiş terzi. Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş. "Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun?" diye soran yaşlı adam, "Ben terziyim" yanıtını alınca "Benimle gel, hayat hikayeni yolda anlatırsın" diyerek arabaya bindirmiş bizim terziyi. Bu karşılaşma, terzinin hayatındaki dönüm noktası olmuş. Böyle yetenekli bir insanın işsiz ve evsiz kalmasına çok üzülen iyiliksever yaşlı adam, terziye bir dükkan açmasına yetecek kadar para vermiş. Bunun karşılığında tek istediği kendi giysilerini bu genç adamın dikmesiymiş. Terzi yeniden bir işe hem de kendi işine başlamanın heyecanıyla deliler gibi çalışmaya başlamış. Bu arada yaşlı işadamı da desteğini esirgemiyor, onu kendi çevresinden zengin kişilerle tanıştırarak yeni siparişler almasını sağlıyormuş. Küçük dükkân önce kocaman bir modaevine dönüşmüş, sonra da pek çok ünlü marka için üretim yapmaya başlamış. Terzi artık "ünlü işadamı" diye anılır olmuş. Bir gün ihtiyar adam onu ziyarete gitmiş. Terzi çok büyük bir iş bağlantısı yapmak üzere yurt dışına gidecekmiş ve uçağa yetişmesine az bir zaman varmış. Biraz sohbet ettikten sonra yaşlı adam birden fenalaşmış, kalp krizi geçiriyormuş. Hemen bir ambulans çağırılarak hastaneye kaldırılmasını sağlamış. Yeni işadamımız ise büyük işi kaçırmak istemediği için uçağa yetişmiş. Yaşlı adam krizi atlatmış ve uzun süre hastanede yatmış, bir yandan da sadece bir kez telefon ederek durumunu soran terziyi bekliyormuş. Fakat terzi daha çok para kazanmak için oradan oraya koştururken bir türlü yaşlı adamı ziyarete gidememiş. Aradan o kadar uzun bir süre geçmiş ki bu sefer de utancından yaşlı adamın kapısını çalamaz olmuş. Bir süre sonra terzinin işleri yolunda gitmemeye başlamış. Fabrikalarını kapatmak zorunda kalmış ve elinde kala kala yine küçücük bir dükkan kalmış. Utana sıkıla yaşlı adama koşmuş hemen nerede hata yaptığını sormak için. Son derece kırgın olan ihtiyar yine de onu kabul etmiş ama anlatacağı öyküyü dinledikten sonra hemen çıkıp gitmesini istemiş. Ve başlamış anlatmaya:"Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanırmış. Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu yangın bütün ormanı kül etmiş. O çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince, çıkınını alan oduncu, eşeğine binip yola koyulmuş.Ağaçların arasında yürürken birinin kendisine seslendiğini duymuş. Başını kaldırınca konuşanın bir bülbül olduğunu görmüş. Bülbül ona "Senin haline çok üzüldüm, şimdi öyle bir büyü yapacağım ki eşeğin çok güzel şarkı söylemeye başlayacak, sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın" demiş. Gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başlamış. Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaşıp eşeğine şarkı söyletiyor ve herkes onları izlemek için birbiriyle yarışıyormuş. Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği bütün ülkede ünlenmişler. Bir gün yine bir gösteriye yetişmek için koştururlarken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş oduncu. Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmemeyi, onca parayı kaçırmayı gözü yememiş, arkasına bakmadan kaçmış oradan. Gösteri başladığında ise eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemek yerine sadece bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkarmış. Oduncu kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış. İşte o zaman bülbül ölünce büyünün bozulduğunu anlamış. Ben de senin bülbülündüm ve sen beni öldürdün, büyü de o yüzden bozuldu. Keşke güzel giysiler dikerken dostluk ipliğini koparmasaydın..." Öyküyü dinleyince hemen çıkıp gitmiş terzi, çünkü söyleyecek bir sözü yokmuş..Dostluk iplerinizi koparmamanız dileğiyle.......

4 Ağustos 2010 Çarşamba

:) GÜZELİM!

Blogumu takip etme nezaketi gösteren, üstelik kendisi de gayet güzel yazan bir arkadaşım facebook'ta mesaj bırakmış bana ".. senin cümlelerini özledim...". Mutlu olmadım desem yalan olur. Özlenmek kimin hoşuna gitmez ki? Hele ki iyi yazan bir kadın size "özledim" diyorsa.

Aslında yazmaya devam ediyorum. Adada kaldığım beş gün boyunca, zaman zaman Barones'in bana aldığı güzel defterime, zaman zaman hafızama, bazen gözlerimle kumlara yazdım. Yazmak durdurulabilecek bir şey değil benim için. Ama kesinlikle durdurulması gereken bir şey, nefes gibi. Nefesin kıymetini anlamak için kesinlikle önce soluksuz kalmalı...
Şu içinden geçmekte olduğum çemberde, ya da bulunduğumu hissettiğim basamakta yazının beni sadece geri düşürdüğünü hissediyorum. Beni "an" dan, beni içinde bulunduğum duygudan geri düşürüyor. Oysa yıllardır doldur boşalt yaptığım kapların, havuz problemlerinden beter olan uykularımın geri dönmesini istemiyorum.

Yazıyı, şu ana kadar "öfkemi", "yenişemediğim kaybedişlerimi", nadiren de "hayallerimi" anlatmak için kullandım. Yazı üzerinden paylaşmak beni hiç tanımadıklarıma yaklaştırırken, kendimden uzaklaştırdı... Kelimelerin, kelimelerle dans etmenin büyüsüne kapıldım. İçimde dans etmek isteyen biri var mı diye bakmadım bile... Zamanla seyircinin varlığına, tirübünlere yazmaya başladım. Zihnim yazmadan huzur bulamaz hale geldi. Fakat gördüm ki, yazmak zihnimi rahatlatmak yerine daha da gerdi, güçlendirdi; ben içimdeki canavarı besledim kelimelerle! Egom, bu bloga ilham olan ejderhayı neredeyse yok etmek üzereydi...

Şimdi, aklımın değil kalbimin rehberliğinde içimdeki sözlükler yeniden yazılırken, kendimi aynı samimiyetsizliğin ortasında yakalamaktan çekiniyorum. Bu da geçecek biliyorum. Hiç yazamayan bir kadından, yazmadan duramayan bir kadına dönüştüysem, zihniyle yazan, öfkesine yenik bir kadından, sevgiyle, kalbiyle yazabilen gerçek bir kadına da dönüşebilirim, biliyorum.Ama bu dönemde yazarsam, dönüşümü baltalarım diye korkuyorum. Sadece olmakta olanın, geçitlerde hassaslaşanın kırılganlığına göz değmesin diye usul usul paylaşıyorum gönlüme takılan yazıları... Ben hala oradayım, burada; paylaştıklarımın içindeyim:)
Hayatımda olan, hatta bir zamanlar olan ve şimdi olamayan herkese o kadar minnet dolu ki içim... Elbette tamamen geçmedi yaralarım ama epeyce niyet ettiler kabuk bağlamaya:) Gittikleri, kalbimi kırdıkları, aynam oldukları için herkese eyvallahh:)
Öfkem, kırgınlıklarım adım adım geri çekilirken, kocaman bir okyanusun ayak parmaklarımı gıdıkladığını, içimi doldurduğunu hissediyorum. Kokusu geliyor. Hissettiklerim o kadar yeni, o kadar gerçek, o kadar farklı ki sonuç olarak istesem de YAZAMIYORUM! Tek bildiğim hiç olmadığım kadar güzelim ve "MUHTEMELEN" bu daha hiçbir şey!

1 Ağustos 2010 Pazar



Frida'dan Diego'ya...



‎Kötü günümde yanımda olmadığın zaman vazgeçtim.

Canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını,

kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile

düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim.

Bana yalan söylediğini anladığım zaman vazgeçtim.

Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını

ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim.

Her sabah benimle uyanmak istemediğini,

geleceğimizin hiçbir yere gitmediğini anladığım zaman vazgeçtim.

Düşüncelerime ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim.

Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.

Sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek

beni hiçe saydığın için vazgeçtim.

Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim

ve tek neden "sen" olduğun için vazgeçtim.

Bencil olduğun için vazgeçtim.

Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgecmem için yeterli değildi,

çünkü sevgim yüceydi.

Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım.

Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.


Frida Kahlo