25 Temmuz 2016 Pazartesi

SEZGİLER; 5.1



Sezgilerime, yıllar boyunca kocakarı iksiri muamelesi yapmış biri olarak, kocakarılık yıllarım yaklaştıkça, asıl kulak kabartmam gerekenin o pek beğendiğim aklım ve biri yukarıda kaşım olmadığını burnumu sürte sürte anladım...
 
İstanbul'a olan tutkum malum.. Bu sonradan olma aşka rağmen yıllardır, param ve zamanım elverdikçe başka şehirler görmekten geri durmadım. Çoğunu da beğendim. Her seyahat sonrasında kendimi zenginleşmiş, serpilmiş, güzelleşmiş hissettim. Şansıma şükrettim. Oysa her uçak biletinin bilinçaltımın kaçış planı olduğunu, içimdeki yara bereden ve elime yapışmış bavuldan bu şekilde kurtulamayacağımı sonra sonra anladım...
 
Yıllardır hep bir "gitmek" var dilimde. Bu konuda bir şey yapmıyor da değilim. Toprak aldım, uluslararası anlaşmalara baktım. Sevdiğim insanlarla konuştum. Sonuç şu ki ne sevdiklerimle bir ritim tutturup, onları da alıp gidebildim, ne de kaldığım yerde, bu şehirde huzur bulabildim..
 
Hele şimdi... Aranızda huzurlu olan varsa elini kaldırsın.
 
Sonuç olarak pek çok insan gibi zurnanın zırt dediği yerdeyim... Üstelik tam sezgilerimi dinlemeye karar vermişken, içimi duyamıyorum! Dışarıdaki gürültü öyle yoğun ki, bir şey fısıldıyorsa da ne dediğini duyamıyorum...
 
Adada, teyzemin kütüphanesinden bulduğum kitabın en acımasız sahnelerinden birinde ülkemin çok değil yüz yıl önce yaşadıklarını anlatan satırlar vardı. Ne çok kan dökülmişti üzerine bastığım toprakta... ne çok gözyaşı... ne çok zalimlik... ne çok kardeşlik... ne çok Habil ve ne çok Kabil...
 
 
 
 
 
Ben bu satırları okurken ülkenin çivisinin yuvasından oynaması pek manidar oldu. Kim demişti "hayat biz planlar yaparken olmakta olan her şeydir" ya da buna benzer bir cümle, işte buydu olup biten. Adımı, niyetimi, hayallerimi, insan ayırmadığımı, farklılıkların birlikte yaşayabileceğine dair umut beslediğimi bilmeyen biri tarafından, üstelik sırf o kendi cennetine gitsin diye yok edilmem an meselesiydi! Üstelik belki bir kaç hafta önce serin bir camii avlusunda, tıklım tıklım dolu bir tramvayda ya da trafik ışıklarında gülümsemiştik birbirimize...
 
Korktum. Sustum. Zaten açık saçık giyinen biri olmadığım halde, şortumun paçalarını çekiştirdim can korkusuyla.. Öteki olmaktan endişelendim.. Uyuyamadım. Çokça yemek yedim, sanki beni güçlü yapabilirmiş gibi..
 
Sonra silkelendim. Yaklaşık üç yıl önce ve ondan da eski zamanlarda defalarca varlığını hissettiğim yüce güce sığındım. Fısıldadım; kimsesizlerin kimsesi, orada mısın? Ben geldim yine....
 
 
 
 
 
 
 

11 Temmuz 2016 Pazartesi

S..TİR ET GİTSİN YILI!

 
 
 
 
Bugün hesapladım da 2016'dan 1973 çıkınca geriye kırk üç kalıyor. İyi hoş da bana bir o kadar daha kalıyor mu acebaaa?
Sanmam. Çoğu gitmiş azı kalmışın anlamı da bu olsa gerek. Zaten yürek şişmiş, kafa dolmuş ve beden yorgunluk sinyalleri verirken yıl saymak da bi ayrı saçmalık. Geleni yaşa gitsin di mi?
 
Geriye ve ileriye dönük çok hesapçı kitapçı, fazla alıngan ve bir o kadar da korkak olan ben, acaba bu yıl, kalan ömrümü yaşamaya cüret edebilecek miyim?
Görünen o ki, yaparım. Ancak kaç kez daha geri düşer, kaç defa "olmuyor!" diye mızıklarım orası meçhul...
 
Hayat bana değiştiremeyeceğim şeylerin ardından koşmamam gerektiğine dair onlarca ders verdiyse de ben anlamak ve kendimde bir değişim, kabulleniş başlatmakta aciz kaldım...
Ekin Anıl'ın atasözleri için söylediği gibi "eğer işe yaramış ve gereken etkiyi göstermiş olsalardı zaten çoktan unutulup gitmiş olurlardı. Çünkü insanlar öğrenmeleri gerekenleri öğrenmiş, hayatı zorlaştıran davranışlar artık kullanmadıkları için yeni kuşaklara iletilmemiş olurdu! O vakit bu sözlerin de bize ulaşması gerekmezdi." Eee hala atasözlerini kullandığımıza göre atadan kalma öğrenememe hallerimizi de devam ettiriyoruz demektir!

Oh şükürler olsun yalnız değilim!!!
 
Bu konuda ne kadar yol alırım bilemem, deneriz  ve görürüz. Sadece daha çok  gülmek istiyorum. Az sorumluluk, bol neşe istiyorum. Cesur insanlar, aşktan, nefretten, öfkeden hatta gerekirse ölümden kaçmayacak bağlar kurabilen dostlar ve yol arkadaşları istiyorum.
Aslında mevcut olanların yanımda kalmaya devam etmelerini istiyorum. Zira eşşek gibi şanslı olduğumun bal gibi farkındayım:)
 
 
 
Bol şarap, bol deniz, çokça yeni projemiz olsun Agi Hanımcım:) Noellerimiz eksik olmasın Süper Prenses, hazırla vişne likörlerimizi az kaldı... Pingül, iyi ki varsın yahu, sayende domatesli pilav sevmeye başladım:)
Burhan... Ne kadar kıymetlisin, keşke bilsen.. Muse, sen de çok değerlisin... Keşke anlasanız beyler...
Suat, uzakta olsan da yaşıyor olduğunu bilmek, bir Caravaggio'ya senin heyecanınla bakmak eşsiz... Sevgi, bu kadar garip ve paha biçilmez bir tanışıklık için sana minnettarım, Konya seninle daha anlamlı. Ve Sevgican, azimli yoga öğrencim, iyi ki karşılaştık! ( burada bütün öğrencilerimi, üç yaştan altmışa  kadar hepsini kucaklıyorum, öyle çok şey öğreniyorum ki onlardan... her biri armağan!)
Herkes iyi ki var, tam da olmanız gereken yerdesiniz. Bana öğretiyor, beni zorluyor ama seviyorsunuz! Şansımı, buradaki varlığımın anlamını hatırlatıyorsunuz.
 
Yeni yaşımda çocuklara anlattığım gibi yaşayacağım hayatı; önemli ve önemsizi ayırıp kalbimi, aklımı öncelik sırasına göre dolduracağım. Beni donunda sallamayan  insanlar ve insanımsılar için zaman kaybetmeyeceğim. Mottom "s..tir et gitsin!" olacak.
 
Bir yıl daha toprağın üzerinde kalmama izin veren Tanrım, demek benle işin bitmedi.... Teşekkür ederim:)
 
 
 
 
 

10 Temmuz 2016 Pazar

YENİ EV

 
 
 
 
 
 
Anneme inadımdan mı, yoksa gerçekten tercihim mi bilemiyorum ancak bahçe katı ve teras daireleri oldum olası severim. Bana daha yaşanılası ve eğlenceli gelir. Sanki ara katlardan daha fazla yaşam alanım varmış gibi algılarım.
 
Bu evim de bir bahçe katı; balkonumun önünde güzel bir palmiye, gövdesi kucaklanamayacak kadar kocaman ağaçlar ve kediler var!
Muhtemelen çocukluğumda da bu ağaçların önünden geçip gidiyordum. Ve muhtemelen bu kedilerin büyük büyük annelerini seviyordum. Tek farkla, arkadaki evde oturacağımı hiç düşünmemiştim!
 
Burası benim mahallem. Öyle laf olsun diye değil, kelimenin tam anlamıyla benim mahallem. Ve özlemişim... Beş yıl sonra geri dönmek o kadar ilginç ki.. Birinin veya bir şeyin hem bu kadar tanıdık, hem de bu denli yeni olması...
 
Evimin sabahlarını ve akşamlarını çok seviyorum. Doğrudan ışık almadığı için dört mevsim Londra havası mevcut. Üstelik serin! Temmuz ayında uzun kollu tişört giymek zorunda kalıyor, ayaklarım üşüdü diye uyku sersemi çorap arıyorum!
Sokak güvenli. Yakınlarda ihtiyacım olabilecek pek çok şey mevcut. Dikkatimi dağıtacak ses yok. Ailemin diğer üyelerine yürüyüş mesafesinde ve en önemlisi sevdim ben burayı.
 
Dün gece balkonun kapasitesine baktım da sekiz kişi yemek yiyebiliyoruz. Elbette çok konforlu olmuyor ama oluyor işte!
Aslında evi ev yapan içindeki insan enerjisi. Diğer evimden nasıl buz gibi soğuduğumu düşünüyorum da bazen, tek sebebi içinden çekilen hayattı. Daha doğrusu ben öyle algılamıştım. Sanki lunaparkın ışıkları sönmüştü.. Taşındım. O duyguyu orada bile bırakmadım, benden sonra taşınacak olanlara zarar versin istemedim. Artık kullanmayacağım eşyaların çoğu gibi attım!
 
Yeni ev, yeni heyecan demek. Yeni çiçekler, davetler, kahveler, şaraplar demek.. Bu yüzden kutlanmaya değer.
Neden bilmem, bu sabah evime teşekkür etmek istedim, beni çabucak sarıp sarmaladığı için:)
 
 
 
 
 
 
 
 

8 Temmuz 2016 Cuma

UZUN ZAMANDIR...



https://gaiadergi.com/kutup-ayisi-arturo-30-mutsuz-yilin-ardindan-hayvan-hapishanesinde-delirerek-oldu/


Haber beni çok üzdü. Uzun zamandır bir habere bu denli üzüldüğümü hatırlamıyorum...
İnsan nasıl bir canlı?
Ne kendine, ne de etrafına zarar vermekten zerre kadar çekinmeyen, bencil, empatiden yoksun, sabit fikirli.. Bütünün hayrına düşünmeyi çoktan unutmuş!
 
Oysa geçen gün anlattım birine "kurda, kuşa, aşa hikayesini."
Nasıl hayretle dinledi... Geldiğimiz yer, her birimizi bu kadar mutsuz ederken, neden ısrarla çirkinleştiğimizi anlamak zor..
 
Lütfen çocuklarınızı hayvanat bahçelerine götürmeyin! Başka bir canlının mutsuzluğu pahasına eğleniyor olması çok aptalca! Ve lütfen sırf birkaç dakika eğlenecekler diye canlarının istediği gibi çiçek kopartmalarına ( onlar büyüyünce çalı çırpının yanından geçerken laf olsun diye kopartan insanlara dönüşüyorlar! ) veya hayvanları rahatsız etmelerine göz yummayın. Gezegendeki varlıklarını bu kadar önemsemesinler.
Bugün doğaya acımayan çocuk yarının insana acımayan, herkes ve her şey ona hizmet etmeliymiş yanılgısına düşen yetişkini olacaktır. Oldu da zaten. İki kış önce Bağdat Caddesi'nde yürürken insanların birbirine nasıl davrandığını unutamıyorum... O kadar geriye sarmaya da gerek yok aslında; otobüse binip, kapının ağzına kamp kuranlara artık dayanamıyorum. Birilerinin içeri girmeye çalışıyor olması nasıl da umurlarında değil...
 
Bu duyarsızlık taa o ilk anlardan başlıyor. Of, çok üzüldüm ben  bu habere!

7 Temmuz 2016 Perşembe


REZZATO? WHO ARE YOU?

YİNE YENİDEN:)

 
 
 
Nasıl oldu gerçekten bilmiyorum, ama oldu işte; yaratma gücüm geri geldi. Hatırladım; insan istediği hayatı kendisi yaratır!
 
 
Gülme yogası gibi. Önce sırf iş olsun diye başlayan kıkırdamalar, yavaş yavaş yerini içten, istesen de tutamadığın kocaman gülümsemelere, yüksek sesli kahkahalara bırakır.
Hatırlamak ve  her şeyin mümkün olduğunu görmek çok güzel geldi. Bayram gibi!
 
Özlediğim, nasılsın demeyi ihmal ettiğim dostlarım varmış; benden vazgeçmeyen. Az tanıdığım fakat telefonuyla adeta havalara uçtuğum, tuhaf heyecanlara kapıldığım, ayan meyan içimi şenlendiren, beni düşündüren birileri bile varmış! Yüzmeyi özleyen kollarım bacaklarım... Öpüp koklanmayı bekleyen bir Kıtmir!  Yepisyeni seyahat biletleri, nihayet üzerinde çalışılan kitabım. Falan filan.
 
Velhasıl, hayat gerçekten güzel, yeter ki biz kapıları açalım:)
 
 

4 Temmuz 2016 Pazartesi

BENİM BALONLARIM VARDI

 
 
Çocukken en sevdiğim şeylerden biri balonlardı. Ama uçan balonlar. Annem, sık sık olmasa da bana balon alırdı. Neredeyse her öğleden sonra Raşit'in Kahvesine gittiğimizde, o Allahsız baloncu da gelir ve tam bizim masanın karşısında dururdu.
Tanrım! Ne güzeldi o mavi mor uçan balonlar! Nasıl kusursuz görünüyorlardı! Gözümü alamazdım. Özellikle o parlak mor kısmına deliriyordum. Annem, isteklerimize karşı duyarsız ya da para harcamayı sevmeyen bir kadın değildi, sadece şımarmamızı istemiyordu. Dolayısıyla balon hasreti çekerek büyümedim ama her istediğimde bir balonum olmadı. Öncesinde gazoz ya da Tipitip tercihinde bulunduğum günlerde balona kavuşamazdım...

 
 
Annemin bana balon aldığı günlerin pek çoğunda, o  bizim eve gelemezdi. Yani balon. Çünkü baloncunun bileğime bağladığı balonu özgür bırakmak en sevdiğim oyunlardandı! Önce "sıkı sıkı bağlar mısınız? " diye adamı uyarır, sonra "bu beni çok sıktı, bak bileğim acıyor" diyerek anneme ipi gevşettirirdim. Amaç belli; balon uçsun, gitsin, ben onun, masmavi gökyüzünde süzülmesini seyredeyim, gidemediğim diyarlara yolculuğunu hayal edeyim isterdim. Ancak onu ben bırakmamışım gibi olsundu bütün bunlar, hani kendi uçmuş kaçmış gibi. Hatta ben de ah vah ederdim ardından!
 
Neyin kafasıydı acaba?

 
 
Balonla eve gelmeyi başardığımız günlerde, odama girince kolumdaki ipi çözdürür ve onun tavana yükselmesini seyrederdim. Bu kısacık an bile beni büyülerdi,  tavan delinecek ve sanki balon yoluna devam edecekmiş gibi umutlanırdım. Oysa o, hooop diye konardı avizenin yanına.
Gece ona bakarak uykuya daldığımı hayal meyal hatırlıyorum. Balonla aynı odada, hayaller kurarak uyurdum. Sonra gün aydınlanır, balonun artık tavanda olmadığını farkederdim. İçindeki bileşime her ne olmuşsa olmuş, balonum özellikle o hayran olduğum mor parlak kısmı pörsümüş olarak halının üzerine konmuş, öylece hayattan bezmiş bir su yosunu gibi salınırdı.
 
Galiba bu sahneyi sevmiyordum. Balon uçmalı, kaçmalı, bana maceralar esinlemeliydi. Kimselerin olmamalıydı. Benim bile!İçindeki gaz her ne ise bittiğinde de, bir ağacın dalına takılıp yapraklar arasına saklanmalı ya da yedi denizin dibinde kaybolup gitmeliydi. Balon seven çocukların hepsi için geçerli olmasa da benim ihtiyacım onu engin mavilikte bana ilham verirken, hayata dair heyecanlandırırken görmekti, tükendiği anı izlemek istemiyordum.

Bunlar hayal meyal anımsadıklarım. Kim bilir daha ne anlamlar yüklüyordum balonlara? Özellikle de mavi mor uçabilenlere...



 
 
 

3 Temmuz 2016 Pazar

DOĞRU BİLİNEN YANLIŞLARA KURBAN GİDEN HAYATLARIMIZ VOL.I

 
 
Kadın hikayelerini sevmem, insan hikayelerini severim. Sadece aynı cinsten olduğum için birini korumayacağım gibi, sadece farklı cinstendir diye bir adama, ne anlatıyor dinlemeden yüklenmem. Amma hayat ayan beyan gösteriyor ki durmadan tekrarlanan oyunlar var iki cinsin arasında ve hiç adil değil...
 
Güçlü kadınları seçen cılız ruhlu erkek modeli mesela. Önce gider kendine hayran olunası, becerikli, bangır bangır yaşayan bir kadın bulur. Dur tatlım eteklerini düzelteyim bahanesiyle, pililerin arasına  saklanır. Etinden, sütünden, enerjisinden, hatta çoğu zaman kadının maddi manevi imkanlarından bile hiç rahatsızlık duymadan faydalanır. Sonra da bu kadının sağladığı konforun aynı zamanda bireysel haklarına saldırı olduğuna karar verip, ya suçlayıcı ya da "sen şahanesin eşşek benim" nidalarıyla sahneden çekilir! Bu noktada ademoğlunun hangi senaryoyu seçeceği cibilliyetine, ailesinden bildiği rol modele ve daha pek çok şeye göre değişir. Ancak oyun hep aynı kalır. Dekoru, kostümü, oyuncuyu salla hırpala neredeyse bire birdir!Kelimenin anlamıyla aynıdır her şey. İnanmayan Unutma Dersleri' ni okusun da macerasını biricik, acısını anlaşılmaz zannetmeyi bıraksın:)
 
Birinci tekil şahısla gidersek, ben sonuncuya "duygusal şiddet" uygulamıştım! Konforu bozuldu ibnenin evladının. İstediği gibi içip, sıçıp, yayılamadığı için işler sarpa sarmadan tabanları yağladı. Hadi burada gerçeklik dışı umutlar vardı ve kıçımızda patladı diyelim, peki etraftaki senaryolar? Kıçı sıkışınca, problem çözmek yerine sıvışan erkek desem herkes on tane sayar bir nefeste!
 
Kendisine ve size durmadan yalan söyleyen, kişilik bozukluğu besbelli adamları hayatından silkeleyemeyenler, ya siz? Bir kez daha inanmak ve devam etmekle zaman kaybederek bir umut diyerek yaşayanlar? Hu hu!!!
İnsan bir kere ayrılır tatlım. Üstelik bu seni öldürmez. Ama yıllar geçmiş ve onlarca güzel gün harcanmışsan inan bu telafisi imkansız kayıp ayrılık acısını katlar! Kafanı taşlara vurursun güzel yüzlüm.
 
Aldatıldığı halde, aile birliğini korumak için ya sabır çekip, eşini sevmeye, evini korumaya çalışanlar?
Bunlar saygı duyulası, nesli tükenmiş kız kardeşlerimizdir. Havva ananın soyundan gelirler ve ölene kadar severler! İyi de kar ve zarar hesabında neden çuvallarlar? Akıllı ve bir o kadar da duygusal kadınların görüp görmemesi, duyup duymaması zeka sorunu değil, aile birliğine zafiyettir sadece. Hayatı iyilikten yana itelemektir. Birlikte devam etmenin olasılığına sarılmaktır, inanmaktır...
 
Evi, hayatı sırtlayıp, biricik kocalarını tepesine sıçırtanlar?
Kocam olsun sinek kadar olsun, yenisini nasıl bulacağım diyerek, adamı parayla, seyahatle, seksle ve her ne ise zaafı onunla yemleyen ablalarımız. Tatlım ne ki bu adam? Evcil hayvan mı? Sal bulduğun sokağa gitsin. Merak etme, acıyıp besleyecek çooook abla var dışarıda. Korkma bişicikler olmaz ona, sen kendini toparla.
 
İstediğin yere git, istediğini yap tatlım dediği halde, adamın ayağına köstekmiş gibi fırlatılıp atılmaktan kurtulamayanlar?
Eşim diye bağrına bastığın pezevengin zinciri kendi basiretsizliği bacım. Hele bi terk et bak, nasıl köpek gibi sürünecek! Her başarısızlığına seni işaret ederken, aynada kendisiyle yüz yüze kalınca  nasıl pişman olacak. Yüzsüzse kuyruğunu kısıp gelir, azıcık haysiyeti kalmışsa sana uzaktan uzaktan mesajlar yollayarak kapının aralanmasını kollar. Ha başka bir yer bulursa ondan hiç ses çıkmaz. Merak etme, her durumda hayatta kalır.

"Yalnızsın" der Nur Hanım, "hormonlarla aşkı karıştırmamaya dikkat çeker" Süper Prenses... "ne adamlar var sen bilmiyorsun, benim kocam pırlanta der" sırtındaki yükten yüzü gözü çökmüş kız arkadaşım...

İlişki adı altında insanın insana yaptığı zulüm, acımasızlık anlatılır gibi değil... Ne tek doğru var, ne de bir yanlış aslında. Her çift kendine özel, her hal kendi çıkmazında...
Dün içini yakan şey aşk değil de egoysa öyle komik ki bunu görmek! Devrilen taşların hiç biri aşk acısı değil be bacılar, olsa olsa çocukluk yaralarının kabuğu kalktı...

Şimdi eski mahallemde oturmuş, yağmurun altında ilişkiler hakkında saçmalarken, yapraklarla oynayan kedileri, Pazar demeden sokağımızı süpüren çöpçüyü izliyorum göz ucuyla. Hayat kıl payı yanı başımdan geçerken, şişşt diyerek paçasına tutunuyorum. Ne zamandır acaba kaç günüm kalmıştır gezegende diye sayarak uyuyorum geceleri... Victor'dan fazla yaşadığım yılların sayısı ne oldu bu yaz? Babamdan da uzun yaşadım!

Vay vay vay, ne güzel bir palmiyem var benim böyle...
 
 
 
 

PAZAR SABAHI

 
 
Bu sabah 09.00 gibi yataktan çıktım. Kahvemi yaptım, tam balkonu açıp, sabah keyfi yapacağım, iki küçük kedi yavrusuyla göz gözeyiz. Bana bakıyorlar! Biri tekir, diğeri sarman. Elbette kahve işini durdurup onlara ılık süt hazırladım. Önce balkondan uzanıp vereyim dedim, sonra baktım belim sabah sabah bu kadar esnemeyecek, üşenmeyip bahçeye çıktım. Önce yaklaşmaktan çekindiler. Gözlerini kırpmadan bakmaya devam ettiler. Sonra bahçe kapısının diğer yanında kalan yeşilliklere saklanmış bizi izleyen büyük gri bir kedi fark ettim. Kediciklerin mamasında gözü olduğunu düşündüm. İnsanım tabii, başka ne gelecek ki aklıma? Fesatlık, fesatlık...
 
Kedicikler sütü içmeye başlayınca,  büyük kedi musallat olmasın diye beslenme saati nöbeti tutmaya karar verdim.  Büyük kedi, ona her şışşt dediğimde bana bir vaşak gibi tısladı! Hani tırstın mı derseniz, gel de tırsma! Bu garip kedi az sonra palmiye ağacının altına geçip, yavruların süt içişini izlemeye başladı. Baktım sadece izliyor, uzatmayayım dedim. Zaten balkondayım, bir sıkıntı yaratırsa yavruları korurum diyerek içeri girdim. Malum kahvem bekliyor.
 
Sıkıntı olmadı. Çünkü görünen o ki, zaten bu sabırlı ve korkutucu kedi, bizim ufaklıkların annesiymiş! Dolayısıyla değil sıkıntı yaratmak, az evvel onları siyah beyaz bir kediden öyle bir korudu ki, şu kadarını söyleyeyim bizim bahçede güvenlik zafiyeti yok!
 
Diğer yazıya ne oldu derseniz, hayvanlar alemini seyrederken, daha doğrusu çiseleyen yağmur, bahçemde karnı doymuş kedicikler, tepemizde dolaşan martı sesleri varken her şey o kadar anlamsızlaşıyor, şu bebek kedilerin yapraklarla, taşlarla oynadıkları oyunlar o bildik  ve sıkışmış yaşanmışlığı öylesine süpürüp götürüyor ki, diğer yazı ve o yazıyla birlikte söylemek istediklerim bu gerçek anlamın gücü karşısında eriyip gitti!

Şarkıdaki gibi "her şey geçer, hayat kalır... dinle yağmuru dinle, teselli bul türküsünde...."