31 Mayıs 2009 Pazar

364 Gün Sonra Sapanca.

Saat beş. Annemin çok sevdiği kayın ağacının tam karşısında oturuyorum. Ayfer Hanım'ın ortancaları da hemen sağımdalar. Henüz açmamışlar ama o kadar neşeli ve sağlıklılar ki, mutlaka onları görmek için geri döneceğim. On iki dönümlük bir ormanın ortasındayım. Rivayete göre en az dört kaplumbağa, bir sincap ile iki kedi de civarda yaşamaktalar. Zilli -kendisi evin köpeği olur- ev halkına dahil olduğundan onu hayvanlar alemi listesine almıyorum.
Önümde uzanan ağaçların hemen ardında göl var. Buradan bakınca başını ve sonunu göremediğim için onu koskocaman bir deniz gibi algılıyorum. Bu manzarayı ilk gördüğüm gün o kadar beğenmiştim ki, çok uzun zamandır bir mekanı sevmediğim kadar sevmiş, ona yeniden hayat vermek için derin bir istek duymuştum. Ve başardım! Ben değil, ama benim aracılığımla harika bir çift burayı cennete çevirdiler. Şimdi ben, onların sağladığı konforlu ortamda, göle bakan pencereli odamda harika bir gün ortası uykusu uyuduktan sonra balkondayım. Hayalimdeki sahneyi yaşıyorum: yazıyorum!

Sadece kuş sesleri ve bahçeden gelen çaba tıngırtısı dışında yalnızım. Annem ve Semra abla içeride film izliyorlar. Annem bir kere daha "sanat filmi" denemesi yapıyor:)) Hava puslu, kahvem sıcak. Hafif bir esintinin saçımı yüzüme değdirip, dudağımın kenarını gıdıklaması dışında hiç bir taciz yok dışarıdan. Ya içeriden?

Tam bir yıl önce Sapanca Maşukiye Köyü'ne geldiğimde deftere yazdığım notlara bakıyorum: .....

Aradan geçen 364 günde ne o günden, ne de saatlerden hiç iz kalmamış diyemem. Yaşanan her şey iz bırakır. Bu yüzden kalbimiz, yüzlerce çizik atılmış bir karatahta gibidir. Burada önemli olan çiziklerin hangilerinin tebeşirle, hangilerinin hain bir öğrencinin çakısıyla oluşturulduğudur. Tahtalar silinir, temizlenir ve izlerin yerinde sadece tebeşir tozu kalır. O da uçar gider bir süpürgenin ucunda. Kalbe atılan çizikler ise farklıdır, silinmez. Yine de zaman neredeyse her şeyi süpürür. Hafifletir. Affeder. En derin öfkelerin yerini sakin bir dudak büküş alırken, en büyük aşk hikayelerinin anısını kararlı bir eş unutturur. Ve hayat devam eder... Rahmetli Freddy'nin dediği gibi: show must go on!

Bu eve ilk geldiğimde eski bir aşıktan kurtulmaya çalışıyordum. Kalbimi kaptırdığım adam dünyanın öbür ucundaydı ve ben hiç beklenmedik bir başlangıç için yemyeşil bir yolun ağzındaydım. Ruhumu, içine yuvarlandığı örümcek ağından kurtarıp, sağlam bir başlangıç yapmak istiyordum. Üzerime bulaşmış tebeşir tozunu silkelerken, kalbimde kalan derin çentikleri macunla dolduruyordum. Bunu, bana dikkatlice bakan bir çift göz karşısında yapmak hiç kolay değildi... Bir yandan yol almaya uğraşırken, diğer yandan iyileşmeye çalışmak içimi allak bullak etmişti.
Hatırlıyorum da, erkenden kalkıp çatıya çıkmıştım. Pencerenin pervazına oturup, uzun uzun gölü seyretmiş ve sonra bu bahçeye yeniden hayat getirebileceğimi hayal etmiştim. Koskocaman bir atölye, bir dikiş odası ve güzel bir kitaplık! Zaten şömine vardı. Mutfak ise daha iyi olamazdı. Banyolarda da fazla bir iş yoktu aslında. Belki alt banyo hamam haline getirilebilirdi çok sonra. Bol bol çiçek ekmeliydi. Mutlaka hamak olmalıydı ve japon balıkları için minicik bir havuz. Düşüncesi bile havalara uçurmuştu beni. Koskocaman aile yemekleri, eş dost toplantıları canlanmıştı gözümde...

Ve dün akşam gün batarken, Sema'nın muhteşem sesine vızıltı yaparak "mazi kalbimde bir yaradır..." diye mırıldanıp, fenerleri tek tek ağaçlara asan Mehmet abiye yardım ederken bütün bunları düşündüm yeniden... Buradan geçen ruhumu gördüm çam ağacında. Oturmuş ayaklarını sallıyordu sakin sakin. Belli ki benden bir şey kalmıştı bu ormanda. Güzel hislerimi serptim üzerine. Buradaki varlığımıza vesile olan tüm ruhlara teşekkür ettim usulca.

Zaman affedicidir. Zaman kıymetlidir. Zamanı ciddiye almayan aldanır. Aldanmışlar yalnız kalır.



Sapanca, 31 Mayıs 2009

Maşukiye Köyü'nden Sabah Mesajı...

Tam bir yıl sonra Sapanca-Maşukiye Köyü'ndeyim. Sürsal Malikanesi'nin gelini olamadım ama Birsen Malikanesi'nin en el üstünde tutulan konuğuyum. Semra abla gayet iyi. Sağlığı hiç bozulmamış gibi keyifli ve enerjisi yerinde. İkinci şansını iyi kullanmaya kararlı :) Mehmet abi kendini ikebanaya vurmuş. Şehre dönüp bir çiçekçi dükkanı açarsa kimse şaşırmasın. Zilli ise hayatının tatilini yapıyor besbelli.
Annem gözünü yeşilden alamıyor. Bahçenin sonundaki kayın ağacına aşık oldu galiba. Bakıp bakıp " ne kadar güçlü, ne kadar güzel" diye mırıldanıyor... Ben mi? Çok mutlu oldum burada her zamanki gibi. Sabah 5.20'den beri yazıyorum. Eve dönünce uzun uzun anlatacağım.

29 Mayıs 2009 Cuma

Peki, Sen Daha Bilge Ol Bakalım Farecik.

Sabah dolmuşta oturmuş, sakin sakin dışarıyı seyrederken içimden de "ne acayip yer şu Bağdat Caddesi" diye düşünüyordum. Sanki teyzelere biri bunu fısıldamış gibi, hemen caddeli kadın* davranışlarından bir sahne koydular önüme. Dolmuş durur. Genç bir kız sakince, dolmuşa doğru büyük bir adım atar. Arkalardan yaşlı bir hanım da gayri ihtiyari öne doğru hamle yapar ama aradaki geçkince ve de yüzü nemrutça bir ablamsıteyze yüzünü, sanki dünyaya adalet saçmışcasına gergin bir ifadeye sokarak, iki kaşı birden havada ve gözeriyle "hepinizi ezerim" diyerek onun önünü keser. Sıra onundur ve muhtemelen alışveriş için bir mağazanın açılış saatine yetişmesi şarttır! İkisi de binmezler nihayetinde dolmuşa ve Elvan öylece bakaraktan uzaklaşır...
Elvan kahvesini alır (ki ay sonu gelmiştir ve aslında evde içtiği kahveyle yetinmesi gerekir ama beceremez! Basbayağı bağımlıdır), sakin sakin ofise doğru yürümeye başlar. İyice yavaş yürür ki sabah güneşi saçlarını kurutsun. Böyle ota, çiçeğe gülümseyerek yürürken, dağa küsen fareyi görür. Ona da gülümser ve hatta "günaydın" der. Fare, ürkekçe, küstahça ve de korkakça selamı alır, gözlerini kaçırır. Bu zoraki selam, beş dakika kadar aklına takılır Elvan'ın ama sadece beş dakika. Sonra yogadaki dağ duruşunu hatırlar. Ve düşünür: Eğer hocam haklıysa, ben dağ gibi durabiliyorsam, durabilirsem varsın bir farecik sıçsın üzerime ne olacak ki? Olsa olsa toprağıma gübre olur, tez zamanda da üzerinde bir yaz çiçeği biter.

Bilgelik öyle bir akşamdan bir sabaha olmuyor sevgili farecik. Ego, hop diye üzerimizden çıkartıp kirli sepetine atabileceğimiz bir şey değil. Farzet attık, öyle tek yıkanmada temizlenen bir t-shirt hiç değil. Çok satanlar rafından bütün hayatı özetleyen kapsül tadındaki kitaplardan alarak, acı beden hakkında ahkam keserek, seni yerden yere vuran adamın dizi dibinde oturup, kırılan gururunu başkaları üzerinden onarmaya çalışarak da olmaz... İçindeki güvensiz ve yalnız prensesi bilmesem bu vakur bakışlı cadıya iyice girişirdim ama... Sen bunu çok iyi seziyorsun. Benim biliyor olmama da fena halde bozuluyorsun. Ama bir durup bakabilsen, aslında fareciği ezmek gibi bir niyetim olmadığını, ne benim ne de dünyanın geri kalanının onunla bir derdi olmadığını görürdün. Aslında bütün kalbimle iyi olmasını dilediğimi anlardın. En uzağa kim işer yarışlarından çekileli çok oldu farecik, bak tahtaya benim ismim yok orada:)
Sanırım ben her canlının kalbi ve aklı arasındaki yolu kendiminki kadar kısa zannetmekten artık vazgeçmeliyim... Bilemedim farecik. Bildiğim tek şey henüz bir bilge değilim, daha fazla acımam ve büyümem lazım. İşte bu sebeple soğuk savaşlara, manasız bakışlara enerjim yok. Çabucak toparlan farecik, toparlan ve Elvan'ı geç, hayatın hakkını ver. Verelim.
* Bu bir türdür. Şöyle ki; yürüyüşü, saçı ve makyajı kimselere benzemez. Ama hepsi birbirine benzer!

28 Mayıs 2009 Perşembe

İT UĞURSUZ.

Argo kelimeler konusunda çok zayıf olduğumu kabul ediyorum ama kendimi geliştiriyorum! "it uğursuz", daha da tam haliyle "ortalık ite uğursuza kaldı" lafını çok severim. İşte o it uğusuzlardan biriyle muhatap olmak zorunda kaldım bu sabah. Hayretler içinde, kendini ifade edemeyişini seyrettim. Sözcüklerinin ucuzluğundan kulaklarımı kaçırır kaçırmaz, üzerindeki elbisenin ucuzluğuna, makyajının pavyon gülü havasına takıldı gözüm. İçimden "ah be hayat, bunu da alıp caddenin göbeğine taşımışsın ya acep ne anlatıyorsun?" dedim.
Önemli mi? Bilmem, aslında değil. İki, en fazla üç gün sonra bir daha hayatım boyunca karşılaşmayacağım biri it olsa ne yazar, uğursuz olsa ne yazar? Fakat insan ister istemez merak ediyor bu kesişme niye? Benim ne anlamam, ne öğrenmem gerekiyor ki bu sınavdan? Onu da henüz bilmiyorum. Ayrıca bu ( bakınız "bu" diyerek nasıl da rahatlıyorum) teyze geçip gitse, bir başkası çıkmayacak mı yoluma? Onlar neden bu kadar çoğaldılar şehrimde? Eskiden hiç olmazsa kurtarılmış alanlar vardı. Azıcık çekinirler ve ayak altında dolaşmazlardı. Git gide arsızlaştılar. Şimdi akla hayale gelmeyecek şekilde artı sayıları. Hamam böceklerinden bile hızlı ürüyorlar!

Bazen bende bir sorun var diye düşünüyorum. İnsanlar birbirlerinin saçını başını yolup ve hatta sille tokat dövüşüp sonra bal kaymak yaşamaya devam ediyorlar. Oysa benim, değil şahsıma söylenecek bir söze, ortaya söylenmiş ama ne hikmetse bana işittirilen bir tek kelimeye dahi tahammülüm yok. Hele ki bunu söyleyen limon rengi saç boyasının dibinden bir parmak siyah şerit geçen, pedikürsüz ayaklarına ucu açık ayakkabılar giyen, üç kelimesinden biri muhakkak argo olan kenarın hanfendisi ise!

Kim demişti geçen gün blogda yazmak terapi olarak literatüre girecek diye? Bence kesinlikle girecek. Bakınız nasıl rahatladım! Üstelik psikolojik kolesterolüm de düştü:)) Bu kadar ağır lafı ettin de ne oldu derseniz, bilmiyorum...
Test.
Bu gibi durumlarda ne yapılabilir?
a ) Işın kılıcıyla teyze ortadan ikiye bölünür.
b ) Uçan tekme ile galaksi dışına şutlanır.
c ) Pedikürsüz ayakları facebook semalarında kamuya açılır.
d ) Rabbisine havale edilir.O işini bilir.
e ) "Onu yoluma çıkartanın hikmetinden sual olunmaz" diyerek gülümsenir!

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Ya Sev Ya Terket.


Dostum yanlış yoldasın o kızı böyle tavlayamazsın. Çünkü seni sevme ihtimaline zerre kadar inanmıyorsun. Bu kafayla gidersen elbette sevmeyecek seni. Ben de olsam sevmezdim. Kendine değer vermeyen, kendini sevmeyen bir adamı neden sevecekmişim ki? Durmadan kusurlarını gözüne sokuyorsun kızın. Kelim, şişkoyum, ayaklarım şöyle, kaşlarım böyle diye mız mız mızıldanıyorsun... Sanki kız ahu!


Her telefon konuşmanız fiyasko. Anlamıyor ki abla neden aradığını? Sahi amacın neydi senin? Numarayı çevirmeden önce bir dakika düşünüyor musun bu insanı ne sebeple arıyorum diye? Bence düşünmelisin. Biz kadınlar zevzek erkekler kadar, kem küm eden modellerden de pek haz etmeyiz. Azıcık kararlı olsan, kendine güvenen bir ses tonuyla ne istediğini bilen bir cümle savursan.. Olmaz mı?


Altı üstü dostluğuna talipsin. Üstüne sevgili de olursanız şahane! Bu mesajı vermek bu kadar zor olmamalı. Hele hele senin gibi keskin zekalı bir adam için. Ne oldu ya, öldü mü beyin hücrelerin? Bana bile akıl almaz hediyeler seçen sen, nerede kahve içeceğinize karar vermekte neden zorlanıyorsun ki? Güzel manzaralı, az gürültülü bir yer seç gitsin. Sonra iş çıkışı birası ısmarlarsın. Bir başka gün şarap... Ayrıca sen nereye gitmeyi seviyorsan oraya davet et. Onun ne sevdiğini sonra düşünürsün. İlişki düz yolda yürümeye başlamadan dağ tepe tırmandırmak ne alaka?


Rica ederim akıllı ol. Ben ve bir avuç insan büyük bir heyecanla bu işin nihayetlenmesini bekliyoruz. Şu kızı ya kazan ya da kaybet artık. Kazan; yaşa ve mutlu ol. Kaybet; üzül ve iyileş. Ama oraya buraya çeke çekiştire, yaşamadan yıprattın kızı! Biz kadınlar bunun intikamını fena alırız. Haberin olsun:))


Not. Kahve mekanları konusunda yardım istersen sana bu şehirdeki en şahane on adresi seve seve veririm. Numaramı biliyorsun dostum.

26 Mayıs 2009 Salı

Oynarsın Kazanırsın, Oynarsın Kaybedersin...*

İş görüşmelerine gideriz... Aşk görüşmelerine... Bazen kabul görürüz bazen red. Hayat! Nedir bu kadar önemli kılan karşımızdakinin sözlerini? Niye bu büyüklenme karşısında küçücük kalışımız? Ve bizi kabul etmeyene karşı bu derin öfke neden? Onun seçimleri mi belirliyor geleceğimizi? Bu kadar mı aciz ve çaresiziz? Öyle miyiz sahiden?

Adı lazım olmayan ama istisnasız hepimizin gayet iyi bildiği bir markaya görüşmeye giden ve firma sahibinin küstahlığı karşısında terbiyesini bozmadan adama ağzının payını veren dostumla gurur duyuyorum. ( seni her zaman sevdiğimin on katı daha fazla seviyorum. Sen kendini sevdikçe, ben seni daha çok seviyorum:)) Hala istediği gibi bir işi yok ama çaresizlikten, tatminsizlikten çıldırmış ve zapdedemediği öfkesiyle tükürükler saçan o adamın odasından azalmadan ve çoğalmadan çıkabilmiş... Belli ki o amca çok mutsuz. Genç yaşta edindiği servet kıyafetlerinden kalbine sızamamış... Keşke bunu özel hayatında da yapsa; zengin olsa... Keşke orada da gücünü fark etse. Etsen, etsem, etsek!

Hayat hızla akıyor. İsteyen oyuna katılıyor, istemeyen izleyici koltuğuna sımsıkı yapışıp bize bakıyor. İmreniyorlar, kıskanıyorlar, düştüğümüzde sevinçten çıldırıp, mutlu olduğumuzda tırnaklarını yiyorlar! Umurumda mı? Bazen bozuluyorum ama yine de oyunda olanlardan kısmına katılmayı tercih ediyorum. Kaybetmeyi göze almadan kazanamayacağını çok erken yaşlarda keşfedenlerle aynı sahnede kalmayı seviyorum. Sendelediğim zaman "cesaretin mi bitti al benden azıcık " diyen ev arkadaşımı, uzak diyarlardaki dostlarımı, mahalle tayfamı ve ailemi tek geçiyorum:))

İş ve aşk hayatında sayısız kez kabul ve red gören hikayelerde zaman zaman dinleyici ve zaman zaman kahraman olmayı başarmış biri olarak hiç bir duruma ve şahsa lüzumundan fazla değer yüklememek gerektiğini iyice anladım. Hayatının son çeyreğine girip hala bunu anlayamamış insanlara çok acıyorum. Sonra dedemin lafı geliyor aklıma: " Allahın acımadığına acıma!"




*TUTKU, J.W.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Depresyon İçin En Uygunsuz Mevsim:Yaz.

Bir depresyon denemem daha başarısız oldu... Kapadokya dönüşü bu kez kesin başarıyorum diye düşünmüştüm. Bir iki hafta kadar yogaya gidemedim. Kitap okuyamadım ve hatta tek satır yazmak istemedim... Ama olmadı. Yapamadım. Ne mevsim, ne de günlük hayatım buna müsait değildi. Diyet yapmayı, boşanmayı, yeni iş kurmayı, tatile çıkmayı vs vs erteleyen duymuşsunuzdur ama depresyona girmeyi erteleyeni hiç duydunuz mu? İşte o benim. Fakat etrafımda bunca umut dolu insan ve proje varken, değil depresyona yeltenmek, istesem de bir günden fazla mutsuz kalamıyorum. Şimdi delirmenin hiç sırası değil. Hem P. Özer'in sahilde içilen güzel bir bira eşliğinde yaptığı açıklamaya göre, "şimdi değil" diyebiliyorsam ve hala akışı kontrol edebiliyorsam o noktada değilmişim zaten.

Bazen yazarken mutsuz oluyorum. Hikaye o kadar canımı yakıyor ki devam edemiyorum. Ama bitirmezsem de, o duyguyu tüketemiyorum... Neyse ki, sorumluluklarım var. Benim enerjimle beslenen dostlarım, ailem, gitmek zorunda olduğum bir işim- ki yakında bayıla bayıla gideceğim bir işim olacak:))-, yazmam gereken yazılar* ve her ne kadar son zamanlarda görüşemesek de - çok geçerli bir sebebi var, zamanı gelince kendisi anlatır:))**- bir ev arkadaşım var.

Masalımı okuyacak bir yayınevi bulduk. Barones, bu ay içinde taslağını paylaşalım dedi. Bu durumda diğer projeye es verdik. P.Özer, bana muhteşem bir dostluk göstererek yazdığım ilk metni görmem gereken yerden önüme bıraktı. Şimdi, ne kadar sancılı bir işe kalkıştığımı daha iyi anlamış bir halde, hem mutluyum hem de o metinle belamı bulduğumun farkındayım. Bittiği zaman çok mutlu ve aynı zamanda çok tükenmiş hissedeceğimi anladım... Ama göze aldım! Gerekirse bir dönemi sadece kapanıp yazarak geçireceğim ve bu hikayeyi basmadan ölmeyeceğim.

Bütün bu karamsar iç dökümünü bir kenara bırakırsak, harika bir hafta sonu geçirdim. Yüksek Lisanslı Periler ( Muse ve Burhan'ı tanımayan var mı? C.tesi gecesi Iceman hakkında dönen geyiği ayrıca anlatacağıma şeref sözü veriyorum:)))- ve Leydi Agi ile içilen şarap, P. Özer'le marina ve ev sefası.. Ardından Pilatescadısı'nın organize ettiği muhteşem piknik! Gerçekten çok şey kaçırdınız.

Jale bir organizasyon dehası. Akıllara zarar bir doğa parçası bulmuş. Sabahın erken saatinde yollara dökülmemize, yolda Eda Liza'nın kusmasına ve Leyla'nın sık sık tumi tumi*** diye inlemelerine rağmen, ulaştığımız yer muhteşemdi! Yeşilin her tonuyla gözlerimiz kamaştı! Yediğimiz tereyağlı, kaymaklı ve ballı köy ekmeğine doyamadık!Daha doğrusu karnımız ilk dilimde doyduysa da gözümüz doymadı! Derenin ninni gibi sesi, gezdiğimiz seralardaki bitkiler, kazlar, civcivler...

Koral çılgınlar gibi eğlendi. Koridorda başlayan futbol hayatımı sonunda onun sayesinde yeşil sahalara da taşıdım! Yüzündeki neşeyi görmeye değerdi. Koral'ı günden güne daha mutlu ve huzurlu görmek, son aylardaki en güzel gelişmelerden biri.

Bundan sonra Pilatescadısı'nın her organizasyonunu blogda haber olarak geçeceğim. En az birine katılmalısınız. Pişman olursanız paranızı geri vereceğim söz:))

Herkese çok güzel bir hafta diliyorum.




*Temmuz ayından itibaren İstanbul Yelken Kulübü'nün dergisinde yazmaya başlıyorum. Söylemiş miydim?

**Bu gece balık pişirdim ama yemeğe gelemedi:(

***TUMİ: Emzik!

22 Mayıs 2009 Cuma

"DÜKKAN"


İki yıl önce mahalleden arkadaşlarla Sabancı Müzesi'ndeki bir sergiyi görmeye gitmiştik. Abidin Dino sergisiydi galiba. Malum Fenerbahçe'de oturan ve bizim gibi fanusunda yaşayan gariban insanlar için oralar şehrin diğer ucu sayılır. Neyse, bütün gün müzeyi gezip, manzaranın her metrekaresini göz hapsine aldıktan sonra tam eve dönüyorduk ki, bizim sinemacı arkadaş " Armutlu'da harika bir yer açılmış, hadi gidip yemek yiyelim" dedi. Armutlu'da! Benim bildiğim orası Baltalimanı'nın sırtlarında ve de gayet tekinsiz bir gecekondu mahallesiydi ama şehirde mekan avına çıkan sinemacı bir kardeş elbette daha iyi bilirdi.Bazen susmak lazım.

Mevsim kış. Hava kararmış. Mahalle bildik mahallelerden değil. Garip garip amcalar dışında sokakta kedi bile yok! Yarabbim sonunda boğaz derdine canımızdan olacağız diye sızlanıyorum. Ama yüksek sesle değil, aksi durumda adım "tescilli huysuz"a çıkacak! En az on kişiye sorduktan sonra ve elbette her defasında üç buçuk atarak sonunda "dükkan"ı buluyoruz.

Gerçekten güzel bir mekan. Her şey İkea; basit, temiz ve sade. Fazlaca İkea ama açıkcası beni rahatsız etmiyor. Versace olmasından iyidir! (Bodrum'da adı lazım olmayan bir hastanenin ana girişinde Versace koltuk takımları vardı da, hiç unutamam kayınvalidemle gülme krizi geçirmiştik. İçimden koltukların üzerine kusmak gelmişti! Bu da benim paranın manasız teşhirine tepkim olsa gerek.)

Garsonlar gayet sempatik, müşteriler hafif sosyetik. Fakat bana uygundur. Abartılmadığı sürece; yani garson orası aş evi, bende evsizmişim gibi küstahça davranıp tepemin tasını attırmadığı sürece sorun olmaz. Tadımı kaçıracak bir durum göremiyorum. Göremiyorum? Yo yo bu erken söylenmiş bir şey! Burada sadece et var! Tanrım, oyuna getirildim:)

Akşam yemeğini otlayarak geçiriyorum. Neyse ki fazla aç değilim ve salata sunumunu sevdim. Özel bir şey değil aslında,; güzel bir tahta çanağa yığılmış ot nihayetinde! Dandik şaraplara gereksiz paralar ödüyor olmamız dışında ciddi bir sorun yok. Ekmek iyi, soslar da fena değil. Ama siz bana bakmayın, et seven birisi için adeta cennetteyiz. Asteriks'in, şenlik ateşi eşliğinde yediği kocaman kocaman bifteklerden ve bilumum baharatlı sosislerden var burada. Üstelik et dolabının önüne gidip, "şunu istiyorum" diyebiliyorsunuz. Etraftaki herkes, neredeyse dişlerinin arasından kan sıdırarak az pişmiş bifteklerinin tadını çıkartıyorlar. Manzaraya bakayım diyeceğim ama boğaz kuşbakışı bile değil! Ayrıca mahalleli her an bir bidon benzinle gelip, bizi yakabilir. Sanırım sosyete bu adrenalini seviyor!

Bütün bu çaba neden diye sorarsanız, "dükkan" caddeye şube açmış! Tutar mı? Bence tutar. Ben gider miyim? Cık! Hani et severlere haber edeyim istedim:))

A unutmadan, ben hafta sonu pikniğe gidiyorum. Etçil olmamakla* beraber mangal partilerine bayılırım. Gelmek isteyen varsa adres veriyorum: http://www.jaledural.net/ . Özellikle çoluklu çocuklu aileler için harika partiler düzenleyen Pilatescadısı'nın sayfasıdır.Yer kalmışsa buyrun:))



* Et denilince aklıma iki şey gelir: Bir, rahmetli kayınpederimin köpeği Wisky ile rosebeef maceramız. Aramızı düzeltmek için ona rosebeef vermiştim ve çok işe yaramıştı:)))) İki. E:T filmi. O da tamamen yazılımından dolayı. Yani etle alakam budur. Ama sucuk çok severim. Ne var ki, onu da "psikolojik kolesterolüm" yüzünden yiyemiyorum:((


20 Mayıs 2009 Çarşamba

Hadigari Gelidduru!


"Hadigari Cumhur" bu hafta vizyona giriyor. Harun'un* sayesinde neredeyse filmin tamamını görmeme rağmen, büyük bir heyecanla, baştan sona izleyeceğim saati bekliyorum. Bodrum'daki galaya gidemediğime hala çok üzgünüm... Ama malum, o kadar önemli bir işim var ki, Allah muhafaza eğer iki gün izin alırsam ne olur bu şirketin hali? (Yarabbim araya sıkıştırmış gibi olmasın ama artık bana evden çalışabileceğim, haftada bir iki ofise gideceğim güzel bir iş yollasan olmaz mı? Gözünü seveyim insafa gel! Bir de hala olayım; Neslihan'ın yeğeni çok tatlı!)

Neyse, sapıtmadan konuya dönelim. Öncelikle şükürler olsun ki bahar çarpmasından kurtuldum. Gerçi hala kurtulamayan ve telefonumu tırmalayanlar var ama Allah onları da kurtarsın. Ben pek yardımcı olamayacağım. Malum yaz sezonunu açtım ve ardından gönlüm suya kaydı, aklımda fikrimde hep Bodrum... Sokaklarda hanımeli, gül, yasemin koklayarak işe geldiğim şu mübarek sabahta, Hadigari Cumhur'un neden benim için değerli olduğundan ve Bodrum'dan bahsetmek istiyorum. Malum Mübeccel'in gelişi beni yıllar öncesine götürdü...

Benim babam 196o'lı yıllarda gitmiş Bodrum'a. Giderken ne düşünmüş, ne hissetmiş, yoksa her şey sadece bir tesadüf müymüş bilmiyorum. Malum bu konuyu konuşacak zamanımız olmadı... Ama iyi ki gitmiş, bu karar hepimiz için büyük bir şans oldu... Bundan daha önce bahsetmiş miydim? Neyse, hikayeyi bilenler bugün başka bir blogda oyalansınlar:))

Bir kaç yıl sonra da, ilk görüşte aşık olduğu annemle 1972 yılında evlenmiş ve onu Bodrum'a götürmüş. Ben beş yaşına gelene kadar kışın bir iki ay İstanbul'da yaşamak dışında hep oradaydık. Bu nedenle evim orasıdır. Her ne kadar kanımızda Orta Anadolu, Kafkaslar ve benzeri bilumum şey olsa da beni hala sadece ve sadece Ege türküleri ağlatır. Tabii Yunanca şarkıları da atlamamak lazım... Yunanistan'dan gelen sakızlı-bademli kurabiyelere, sakız likörüne ve Metaxa'ya hiç dayanamam.

Benden beklenmeyecek kadar iyi harmandalı oynardım bir zamanlar. Efelere ve efe kültürüne zaafım vardır. Ege'de pişen bütün yemekleri istisnasız severim. Zeytin, üzüm, incir, balık ve keçi peyniri gibi yiyeceklerin kutsal olduğuna inanırım. Altı yaşında İstanbul'a geldiğimde ( o zamanlar Bodrum'da sadece iki tane köy okulu vardı ve babam Türkçe konusunda takıntılı olduğu için İstanbul'da okumamı uygun görmüştü besbelli ) haftalar geçip hala evimize dönmeyince nasıl üzüldüğümü çok iyi hatırlıyorum. Şubat tatili için takvimi karalarken her gece ağlardım. Beni evimden ayırmışlardı, üstelik Fenerbahçe'de bir sürü şımarık çocukla aynı okula gitmekle cezalandırılmıştım! Bunun iyiliğim için yapıldığı anlamam bir kaç yılımı aldı... Bütün bu huzursuz ve sevimsiz yıllar boyunca Bodrum aşkım hiç eksilmedi... Her mevsim başka türlü üzgündüm; Kasım'da nergis tarlalarına gidemediğim için, Ocak'da dil balığı yiyemediğim için, Şubat'ta badem ağacı çiçeklerini dökerken altında oturamadığım için, Mart'ta anemon toplamaya gidemediğim için...

Yıllar geçtikçe kokular, lezzetler ve anılar çığ gibi büyüdü içimde. Mutluluk o kasabanın tekelindeydi. Geri dönmem gerekiyordu. Öyle yaz aylarında kısacık kalmalar yetmezdi. Yeniden Bodrumlu olmalıydım. Elimde plastik bidonla süt almaya gitmeli, balkonun altındaki sepetten yumurta toplamalı ve mutlaka balığa çıkmalıydım. Ağlarını kurutan, onaran balıkçıların arasında dolaşmalıydım. Hatta kocam balıkçı olmalıydı**. Babam gibi bizim de müdavim olduğumuz lokantalar, tanıdığımız kasabalı dostlar, Zarife anneannemin bahçesindeki gibi güzel bir evimiz ve mandalinlerimiz de olmalıydı... (Saçlarımı anneminkiler gibi dümdüz uzatmam, altın takıdan nefret etmem ve bol paça blucin sevmem sanırım hep o zamanlara olan hasretimden ...)

Bu hayal o kadar hücrelerime kazınmıştı ki, tabloyu azıcık çekiştirecek her seçeneği gözümü kırpmadan eledim. Lise ve üniversite yıllarımda bütün çabama rağmen, yaşıtlarıma kendi Bodrumumu anlatamadım. İçki, dans ve gecelik yatak hikayeleri değildi Bodrum... Daha fazlası vardı. Artemis'in toprağıydı, Cevat Şakir'in eviydi. Mehmet Sönmez, Selim İleri, Fethi Naci, Renin, Mina Urgan, Cemil Eren, Erdal Alantar, Savaş Dinçer, Bedri Rahmi, Azra Akın, Birol Kutadgu, Ayla Yüksel, A. Savaş Akad, Emine Uşalıgil, Semih Yazıcıoğlu, No 7 Orhan, Kirli Mehmet, Ahtapotçu Eşref, Deli Coşkun, Şöhret Neco, Maçakızı Ayla, Kral, Renin, Kara Ayşe, Alp, Fikret Hakan, Katamaran Oktay... Han Restaurant, Bardakçı, Ali Doksan, Pirinç Otel, Hey Yavrum Hey, Bigben, Küçük Ev, Fistan Butik, Örümcek, Arşipel, Veli Bar, Mavi,Efe Bar, Yuvam Kamping, Heredot Hotel, Kale Cafe, Raşid'in kahvesi, Aleko'nun ( Ali Cengiz ) Kahvesi... Ve daha pek çok şeydi. Anlatamadım...

Ama Harun anlatmış. Çok da güzel anlatmış. Bu film ve dilerim ardından gelecek olan film Bodrum'a bir ağıttır. Bizim anne ve babalarımızla yaşadığımız, tadı damağımızda kalan tüm değerlere, lezzetlere, kültüre, kısacası ortak geçmişimize bir ağıt. Bunu sadece Bodrumlu çocuklar anlar... Sadece onlar dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar Mavi Yolculuğu özlerler.. Ellerine bulaşan mandalin kokusunu hayal edebilirler.. Sadece onlar sabırlık nasıl bir bitkidir, sabırlığın masalı nedir çok iyi bilirler... Keçiboynuzu ve mandalin ağaçtan nasıl toplanır, incirler kurutulurken nasıl kurtlanır bilirler... Ahtapot köpürtmek, yengeç avlamak hala içlerinde garip bir sızıdır... Anımsarlar..

Dükkan önlerinde tezgah açıp, turislere boyadıkları taşları satmayı, deniz kabuklarınından çıkan müziği*** dinlemeyi bilirler... Ortak bir mirastır bu; alınmaz, satılmaz... Ama az da olsa anlatılır. 1970'li yıllarda kurtarılmış bir kasabada üzerine basma elbise giyen ve ayağında Ali Güven'in sandaletleriyle çiçek çocukları yaşatan ebeveynlerimizin hikayesi, ancak birbirimize anlatılır. Bizden olmayan; No. 7 Orhan'da piyanosunun tuşlarını kurcalamayan, Hades'in merdivenlerinde zıplamayan, limanda bir kez olsun denize düşmeyen çocukların bizi anlaması biliyorum ki zor..

Ama bu filmde duygu var, samimiyet var. Ailelerimize saygı var. Bodrumlu olmayan gözlere, gönüllere azıcık zor görünecek detaylar var. Sınırlı bütçeyle ve bir deve yükü borçla ortaya çıkmak var. Yürek var. İki tane şehirli annamedduru deye fil çekmesedin yazık oluvememiydi Harun Abi?

Haydi bre Harun, Kim tutar seni!




*Harun Özakıncı benden bir nesil büyük Bodrumlular kuşağından olup, gayet sevimli ve henüz baba olmuş dünya tatlısı bir abimizdir.
**Bu dileğim kısmen gerçekleştiyse de pek kalıcı kılamadık!
*** Denizin sesidir bu müzik.
Not. Bazıları inanmidduru ama ben çok iyi bilidurum Bodurumluca konuşmayı:))

19 Mayıs 2009 Salı

Mübeccel.

Geçen hafta "kızım geliyor!" diye haber geçmiştim yan sütunda. Ama daha fazlasını yazacak gücüm yoktu. Hala da yok. Onun hakkında yazmak için iyice silkelenmem ve kafamı toparlamam lazım... Mübeccel benim masallarla, oyunlarla büyüttüğüm, kalemi paylaştığım ilk çocuk. Hala çok özel bir bağımız var. Mektuplarımız, sırlarımız ve anılarımız... Varlığı ve harika karakteri beni gururlandırıyor.

Onu görün istedim. Fotoğraftaki prenses sevgili dostlarım Şükran ve Behçet'in kızları Mübeccel. Benim ilk prensesim:)

Bundan daha güzel bir gülüş gören var mı?

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Özlemek..

Yazının yamacında fotoğrafını gördüğünüz kadın benim çeyrek yüzyıllık arkadaşım Danielle. ( Fotoğraf Arjantin'de çekilmiş ). Birlikte mandalin bahçelerinde kaybolduğum, pontonlardan suya yuvarlandığım, deliler gibi dans ettiğim dostum... Hala çok güzel.

Tanışmamıza vesile olan şey nasıl bir aşk hikayesi ise yollarımızı ayıran da bir diğeri olmuştur... Kayboldu. Kaybolduk, kaybettik kendimizi - ve de birbirimizi - zaman içinde...
Danielle ve Mark, annelerinin Alp Amca'ya aşık olması sebebiyle Bodrum'a yerleşen iki Amerikalı çocuktur. Benim onlarla tanışmama aracı olan ise Zeynep. Zeynep, Alp Amca'nın kızıdır. Zeynep'le her ne kadar aynı şehirde yaşasak ve her ne kadar birbirimizi sevsek de, en son iki yıl önce Bambi'deki karşılaşmamız dışında görüşememiş olmamız ayrıca trajiktir.

Danielle, dayısını, abisini ve annesini tanıdığım bir kadındır. Veya şöyle de denilebilir; annesinden çekindiğim, dayısına hayran olduğum - tek bacağıyla motosiklet kullanırdı - ve abisine aşık olduğum - gerçek bir manyaktı:)) - bir çocukluk arkadaşımdır. Tanıdığım en neşeli, en iyi kalpli ve en maceraperest insanlar listesinde, görüşsek de görüşmesek de daima ilk ondadır. Bana patenle kaymayı öğreten, sörf konusundaki tüm yeteneksizliğime rağmen sabrını benden esirgemeyen, jaws korkusuyla* yüzemezken yanımda kulaç atıp beni kollayan dostumdur. Yıllar sonra Levent'de sosyetik bir barda karşılaştığımızda ölümüne mutsuz olan yüzünü hatırlıyorum... Sonra da kaçışını. Aşktan kaçtı Danielle... Ülkeden kaçtı.

Şimdi yıllar sonra, tembellikten yarı sürünür bir halde, kendimi çeke çekiştire işe getirirken ve onlarca kokunun arasından geçerken**, aklıma düşen görüntülerin ardından, onun facebook'a bıraktığı mesaj içime işledi. Özledim... Onu ve birlikte yaşlanamadığım bütün dostlarımı özledim. Haritada savrulan hayatlarımıza baktım. Aramıza giren okyanuslara...

Keşke hepimiz Bodrum'da olsak yine. Limanda, Bitez'deki sörf okulunda, Küçük Ev'de.. Keşke.

Onun fotoğraftaki mutlu yüzünü ( bu gülüşü biliyorum...) ve birbirimizden bunca uzaktayken yollarımızın yine paralel olduğunu görünce, canım Arjantin'e yerleşmek istedi aniden. Prusya Kralı tamam derse gidebileceğimi hissettim. Ölmeden evvel bir penguenim olsun, şelalelerde rafting yapayım, tango cennetinde sokaklarda dans edeyim... Taksi çevirip, "hadi dostum Yeşilköy'e" demeliydim... Bir kaç ay sonra da aileme ve yakın dostlarıma yanıma yerleşmeleri için baskı yapmalıydım... Kaçmıyor gibi yapıp kaçmalıydım bu şehirden.

Görünmez iplerime küfürler savurarak geldim işe. Aklımı ve kalbimi bedenimde tutamayan yaradılışıma lanet okudum. İtaatkarlığımı alıp götürmeyen rüzgardan, beni savurup savurup aynı kıyıya bırakan fırtınalardan nefret ettim.

Gitmek düştü içime, ertelemek nereye kadar... Kafam hala çok dağınık! Nabız var, solunum normal...


*Seksenler korku filmleri, videolar ve atari ile tanıştığımız yıllardı.
**Fındık gülleri ve hanımelleri beni nerelere götürdü bilemezsiniz... Bodrum'daki mahallemizi hatırladım. Turgut Reis Caddesi'ndeki komşularımızı...

11 Mayıs 2009 Pazartesi

BELİRSİZ BİR SÜRE İÇİN HİZMET DIŞIDIR.


Sadık Yemni'nin Hayal Tozu Gölgecisi'ni okumanızı öneriyorum...

Evde kıyıda köşede kalmış eski masal kitaplarınızı karıştırmanızı....

Erguvanlar yavaş yavaş şehrin üzerinden çekilirken, son kez bakmanızı...

Benden bir süre için hayır gelmeyeceği gerçeğini iyice anlamanızı...

8 Mayıs 2009 Cuma

İnsanlar Kaça Ayrılır?

Bana göre insanlar ikiye ayrılır: insanlar ve insanımsılar. Bu ayrımda fiziksel bir ölçüm ya da bilimsel bir bakış bekliyorsanız yanlış yerdesiniz. İşin o kısmı için bakınız: C. Darwin, "Türlerin Kökeni!" Benim yaptığım ayrım tamamen sezgisel, tamamen Elvansı!

Her yazının sonunda bir fikir ya da sonuç beklemediğinizi umarak - nihayetinde fikir adamı falan değilim- , bu defa da, pek çok kez olduğu gibi konuşup konuşup ya da yazıp yazıp gitmek istiyorum. Çok sıkıldım ben bu şehirden. Bu bahar ne hikmetse erguvanlar ve güzelleşen hava bile teselli edemedi beni. Tamam, sabahları kahvemi yaparken ve yatağımı toplarken lanet okuyarak başlamıyorum güne, evimi seviyorum. Külkedisi ile yaşamayı hatta arıza çıkaran banyomuzu bile seviyorum. ( Üzülme Külkedisi o banyo kolayca tamir olacak:) ama her şey sokağa çıkıncaya kadar... Bu nedenle, arada bir içinde turlayabileceğim kocaman bir ormanda mı yaşasam diye salak sapık fikirlere kapıldım yine. Sadece yazsam, okusam, ormanda yaşayan iyi kalpli birileri arada bir yemek bıraksalar kapıma...
Of! Yüzde bilmem kaçının müslüman olduğu iddia edilen bir ülkede neden yurdum vatandaşları yere tükürür? Neden neredeyse yüz yılı devirecek olan bir cumhuriyet ve demokrasi alışmamış g.. teki don gibidir? Neden hala patates taşıdığını sanan düşük zekalı dolmuş şoförüne, bizi sağa sola savururken sesimizi çıkartamayız? O pek marka giyinen alımlı anneler ne sebeple ve hangi eğitim anlayışıyla parmak kadar çocuklarını marketlerde tartaklarlar? Ne çabuk unuturlar ona kavuşmak için çektikleri acıları? Katlandıkları kocaları?

Aaaaa diye bağırmak istiyorum bugün ama halim yok. Dediğim gibi hem domuzum, hem de grip! Sabahtan beri elektirik kesintisi yüzünden, şu ana kadar temel ihtiyaçlarını giderememiş biri olarak delirdim. Ne kahve içebildim ne de yazı yazabildim.... "Defter kalem de mi yok kardeşim?" mi dedi biri? Evet yok! Klavyeye alıştım. Kağıt kalem ve temize geçmek işi ayarımı bozuyor. Oldu mu?

Evden ayrılıp Külkedisi'nin malikanesine yerleşmemin bedelini yavaş yavaş ödüyorum. Bir yanım huzurlu, mutlu ve sakin sabahlara uyanırken, diğer yanım hayat hala yoluna girmedi diye sızlanıyor... Çalışmakta olduğum şahane müessese ve gün görememiş ( aslında buna başka bişi denirdi ama yaratılanı yaradandan ötürü seviyoruz ya....) iş verenlerim sanırım bu duygumun en nadide tetikçileri! Dört yıl evvel boşanmış bir çiftin hala ortaklıklarını sürdürdükleri garip bir ofiste çalışıyorum. ( Neredeyse deniz kenarında ve evime sadece yarım saat uzaklıktayım yani bu halimden yakındığım için çarpılacağım!) Günün en az bir kaç saatinde kah hakaretleşip, kah tenis oynamaya giden bu şahsına münhasır vatandaşları dehşet içinde izliyorum. Gelecekte yazacağım öyküler için, günışığı görmemiş cümleler not ediyorum. Muhtemelen onlar da beni aynı dehşetle izliyorlar. Acaba bu hatun ne yapmakta diye. Oysa görev tanımın gayet basit: oturuyorum. Oturuyorum ve kitap okuyorum! Üstelik bunun için maaş alıyorum. İnanabiliyor musunuz? Bu benim geçen yıl evrenden istediğim şeydi; canıma okuyacak bir aşk ve okuyup yazmama fırsat tanıyacak bir iş istemiştim. Aşk, gümbür gümbür geldiyse de yağamadan bitti; kuru gürültüymüş! İş mi? O da tam bir fiyasko!

Huysuzluğum bu yüzden. Hem iş hem de aşk olmayınca dellendim. Etrafa takılır oldu gözlerim. Huysuzluk katsayım, iyimserlik dozumu ezdi geçti. Bütün bunların üzerine Londra'da çekilmiş bir film de izleyince.... "Geliyorum Mehmetus, bastı beni bu ülke" diye yazasım geldi.Thames kenarında dolaşmak, South Bank'da kitaplara bakmak istiyorum... Anadilimde konuşmamak ve düşünmemek istiyorum... Edip Akbayram duyup, homesick ( hiç olmamıştım ama ...) olmak ve ağlamak. Buraları yeniden özlemek istiyorum...

Sonuç? Yok bi sonuç. Yazdım, rahatlar gibi oldum ve şimdi gidiyorum! Sanırım grip beni hırçınlaştırdı!

6 Mayıs 2009 Çarşamba

6 Mayıs 1972


Benim annem anarşisttir. Basbayağı; gazetelerde, kitaplarda okuduğunuz cinsten. Dedemin gazabına uğrayıp eğitimini yarım bırakmasaymış, bugün Türkan Saylan'ı değil, muhtemelen annemi alıp götürürlermiş attaya!


Sabahtan beri düşünüyorum 6 Mayıs kimin doğumgünüydü diye... Malum grip beni iyice manyaklaştırdı. Algım da bozuldu. Gazete hak getire! Ama az önce aniden hatırladım 6 Mayıs'ı.... Benim henüz doğmadığım bir yılda olup bitenler için evimizin yas günüdür 6 Mayıs... Yıl 1972... Annem hala ağlar..


Babam tüccardı benim. Kanında ticaret vardı. Ama aynı damarlarda sanat ve merhamet de yer bulmuştu kendine. Hakkında fazla bir şey hatırlamıyorum. Bana ve kardeşime bıraktığı kitaplar, resimler, fotoğraflar arasında hala iz sürüyorum. Hala kanımda ondan ne var diye bakınıp duruyorum.


Annem başkadır. Onun ve benim kanımızda aynı asilik, boyun eğmezlik ve gurur vardır. En çok birbirimize alınır ama en çok birbirimizi özleriz. Annem acayiptir. Ondan hiç beklenmeyecek derecede meraklı ve aydın fikirlidir. Anlatılan her şeyi büyük bir açlıkla ve ön yargısız dinler. Hayatı boyunca okumaya ve okumakla ilgili her detaya değer vermiştir. Ve fakat 6 Mayıs bir başkadır annem için....


İsim isim hatırlar hiç uğruna ölenleri. Gün gün bilir Beyazıd Meydanı'ndaki çatışmaları... Üniversite yıllarımda bütün anneler çocuklarına "bugün eylem varmış okulda gitme sen"derken, benim ki sadece "dikkat et" derdi!

Paramız vardı, harcımızı ödeyebiliyorduk. Aç açık da değildik ama eylemlere katılmak onur meselesiydi. Burhan'la meydana çıkar, sakin sakin kalabalığa karışırdık... Eczacılık Fakültesi Katliamı, 6 Mayıs İdamları... harçlar...


Sonra eve gelir annemle haberleri izlerdim. Gözlerinde hem korku hem de hayranlık olurdu bana bakarken. Sanırım ben en çok o bakışlar için eyleme giderdim.. Çok sonraları içim gerçekten yanmaya başladı, çok sonraları ipi boynumda hissettim... Özellikle, annemle aramızda geçen inanılmaz bir tartışma sonrası Hakkari'ye gidip, döndükten sonra iyice anladım nerede yaşadığımı....*


Oysa, bütün komşularımızın komünist dediği Jale Teyze'nin kütüphanesinden kitap aşırıp okumaya başlamam on iki yaşıma denk gelir.. Okumak başka; o sadece fikir sahibi yapıyor insanı. Asıl olan bilmek... Parasızlıktan okuyamayanları görmek... Harcını ödeyemediği için tartaklanan, nüfus cüzdanındaki doğum yeri yüzünden otobüse tıkılanları görmek...


Bana bu bakışı kazandıran, anarşist ruhlu annemdir. Hayatımızın ilk siyasi eylemine ailece gitmemizi sağlayan ve Uğur Mumcu için bizi saatlerce yürüten kadındır annem. Beni Hrant Dink'in cenazesine yollayan, Süryani dostlarımızın yas evinde gözyaşları döken ve gördüğü her kilisede dua eden acayip bir kadındır. Dil, din, ırk ona vız gelir.


Gururum ve asiliğim onun genlerinden. Yoksa, içimdeki sanat sepet aşkıyla zengin bir koca bulup, müzayede evleri arasında mekik dokumam işten bile değildi.


Sağol annecim, 6 Mayıs'ı hatırlayanlardan olmamı sağladığın için sağol.



*Orada, Zap Suyu'nun kıyısından geçerken bir tahta köprüde fotoğraf çektirmiştim.. Ekipten bir arkadaşım köprüyü Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yaptığını söylemişti... Çok duygulanmıştım. O fotoğrafı anneme nasıl hayecanla gösterdiğimi hatırlıyorum..

5 Mayıs 2009 Salı

Hızır, Ben Dileğimi Diledim!


Bu gece hıdırellez. Purusya Kralı yataktan kalkamadığı ve bendeniz iyice halsiz hissettiğim için Ahırkapı Şenlikleri yerine ön bahçede mütevazi bir kutlama yaptık sevgili Külkedi ile. Bence bu defa tamamdır. Yarın sabah suskunluğumu bozmadan suya attığım zaman dileklerimizi, ritüelin her aşamasını hakkıyla yerine getirmiş olacağız.


Geçen yıl aynı zamanlarda beni dileyen iki adam vardı. Hatta üç. Üçüne de yar olmadım, olamadım. Ama, bu yıl dünyanın bir ucunda hiç üşenmeyip, beni ve kendini el ele çizen adama, abuk subuk şakalar yapmak yerine -ki aklıma gelenler var idi :))- inanmayı seçiyorum. Gülümsüyorum ve diyorum ki: "ben de bizi çizdim kadim dileğimin yanına. Bakalım ne olacak?:))"


Sabah 07.00 de çalan telefonla uyandım. Zaten az uyuduğum bir gece böylece sona ermiş oldu. Telefonun diğer ucundaki adam "sabaha kadar oturduk Levent'le.... düşündüm... ve karar verdim;....." dedi. İnanmadım. Yıl 2008.


İşe gitmek için giyiniyorum. Vapurda buluşuyoruz. Saat 09.00. Aramızda mum çiçekleri var. Referansı çok parlak. Gözlerinin içi gülüyor. Onunla el ele oturuyorum vapurda. "Seni seviyorum" diyor. İnanmıyorum. Yıl 2008.


Akşam eve dönüyorum. Mail kutusundaki mektubu okuyorum. "Seni hep sevdim" diyor. En çok ona inanmalıyım ama... İnanmıyorum. Yıl hala 2008.


Bütün bir yıl beni yiyip bitiren ve artık ardımda kalan inançsızlığımı, üzerinden atladığım mumların alevinde yakıp, beni dileyen adamı diliyorum. Yıl 2009.


Herkesin dileklerinin kabul olduğu çok güzel bir bahar istiyorum.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Tutunmak.

Dallara tutunmak, merdivenlerin trabzanlarına tutunmak, zamana tutunmak, hayallere tutunmak, geçmişe tutunmak... Yazmaya tutunmak, oburluğa tutunmak, yolculuklara tutunmak...

Hepsini geçtim bir kalemde. Geçen hafta duyduğum tutunma hikayesi beni adam akıllı silkeledi. Neden kadın filimleri yapıldığını, kadın romanları yazıldığını asla anlayamayan ben, oldum olası karşısında durduğum cinsiyet ayrımcılığının şimdi tam yamacındayım. Bütün bu duygusallaşmada da İştar'ın parmağı olduğunun bir kez daha altını çizmek isterim.

İki hafta boyunca, randevu saati ayarlayamamaktan maniküre gidemeyince, kazma haline gelmiş tırmaklarımla neredeyse tarıma başlayacakken, pek sevgili Nuray'cığımdan saat koparmayı başardım. Ama aldığım tek şey manikür randevusu değildi. Yanında iki de ders vardı ki, o kadar az paraya pırıl pırıl eller ve üzerine iki ders, bence bedavaydı!

Nuray, geçen hafta C.tesi işe gelememişti. Benim tarım ve bahçecilik hayalleri kurmam da böyle başlamıştı zaten! İçimden yedi ceddine söylenmiştim ama yüzüne gelince nedense tek laf edememiştim. İlahi bir şekilde sus gelmişti bana. Sonuç olarak C.tesi değil ama ondan sonraki hafta iş çıkışında atladım dolmuşa ve Nuray'a gittim. Biraz hal hatırdan sonra anladım ki, iş hiç bildiğim gibi değildi. O ilahi sus, tam zamanında gelmişti. Yoksa Nuray'ın kalbini kıran ve hayatını zorlaştıran hödükler listesine ben de girecektim!

Birinci ders: iyice anlamadan köpürmeyeceksin. Eksik bilgi yanlış sonuca götürür.

Nuray hastaydı. Daha doğrusu üç aylık hamileydi! Bunu neredeyse kimse bilmiyordu çünkü doktor, bebeğin ne kadar sağlıklı olduğundan emin değildi. Ne kadar az insan bilirse, olumsuz bir durumda o kadar kolay atlatacaktı Nuray acısını... Kesintisiz dinlenme verilmişti. Ama o, kocasının maaşıyla yaşamaları imkansız olduğu için işe gelmek zorundaydı, çalışmak zorundaydı.
Bebeği duyduğu an küplere binen patronunun yaptığı eziyette de bonusu olmuştu garibimin. Bütün bu olumsuızluklara rağmen, henüz yirmibeş yaşındaki bu dal gibi kız çocuğu haftalardır içinde minicik bir canlı taşıyordu!

Uzun uzun sohbet ettik. Hazırlıksız yakalandığı bu bebeğe başlangıçta haksızlık etmişti. Belki de bütün o kanamalar bu duygu karmaşasından kaynaklanmıştı... Ama artık, her geçen gün ona daha da bağlandığını ve yaşamasını istediğini anlamıştı... Beni en çok etkileyen her sabah bebeğine söyledikleriydi: "Ellerimi karnımın üzerine koyuyorum ve ona diyorum ki; eğer yaşamak istiyorsan bana sıkı tutun. Ben, senin için çalışıyorum. Sakın vazgeçme!"

Nuray bunu söylediğinde bütün tüylerimin diken diken olduğunu gördüm. Daha güçlü bir duygu yoktu! Anne ve bebek arasında kurulan bağın ötesi yoktu. Tutunmak kelimesi ilk kez bana bu kadar anlamlı geldi. Bütün kalbimle her gece dua ediyorum; küçük bebek Nuray'a sımsıkı tutunsun!

İkinci Ders: İnsan hayatta/yeryüzünde sadece annesine tutunabilir. Yaratıcımız O'dur!
Anneler günü haftası sebebiyle ayarım bozulmuş olabilir ama yukarıda yazdığım her satırda samimiyim:))


3 Mayıs 2009 Pazar

Baadet-i Bacar Bücür.

Bu akşam içim bacar bücür.... Havadan mıdır, sudan mıdır bilemedim ama dolu dolu geçen üç günün sonunda eve dönmek ( evet evet, eve dönmek dedim:)) çok iyi geldi. Evde olmak da çok iyi gelmişti aslında. Sanırım daha doğrusu şöyle olacaktı; ben bendeyken, her yer iyi geldi!

Annem elli dokuz yaşına girdi Cuma günü. Hala o kadar güzel ki... Sıralı gelecek bir ölümde, ardı sıra kalacak olmak şimdiden aklımı sınıra getiriyor.

Cuma öğleden sonra sırtımda çantam, elimde leylaklarla eve doğru yürüken, içim bütün bu düşüncelerle doluydu... Güneş gözlüğümün altından ılık ılık sızıyordu yaşlar. Asansörden güç bela indim ve kendimi annemin kolların attım. Elimde anne çiçekleri*, yüzüm gözüm yaş içinde antrede kala kaldık annemle. Onu kaybetme korkusuna içim katıldı. Ağlaşma faslımız bitince yemek yedik, kahvemizi içtik. Ona Kapadokya maceralarımı anlattım. Blogda yazdığım yazıların çıktısını verdim. Sonra odama gidip uyudum biraz.

Kalanı çok güzel geçti günün. Kızlarla parkta inanılmaz eğlendik. Leyla'nın motoruyla hız yapması, Eda'nın papatyaların arasında sihirli çiçek avına çıkması gerçekten seyirlikti. Sihirli çiçekleri üflemek ne kadar eski bir anıydı...
Park erguvanlar, menekşeler ve lalelerle tam bir cümbüş yeri gibiydi.. Bu güzel çiçeklerin arasından geçmek bana çok iyi geldi. Hatta elimizde iki küçük çocuk olmasına rağmen, göz göre göre yağmurda ıslandık! Ve bütün bu eğlenceden sonra evimize dönüp mis gibi bahar yağmurunu dinleyerek şaraplarımızı içtik. Semra Ablanın kanseri yenişini kutladık! Hayat bacar bücürdü işte!

Ertesi sabah erkenden yollara döküldük. Kuzguncuk için haftalardır sabırsızlanan ben, nihayet erguvanlarıma ve Çınaraltı'nın lezzetli kahvaltısına kavuştum. Yanımda dostlarımın ve iki küçük prensesin olması da yukarıdakinin kıyağıydı şüphesiz. Kendisine teşkkür ettim:))

Agi ve Barones çok güzel görünüyorlardı. Kızlar mutluydu. Her yere saçılan oyuncaklarımıza hiç kızmadı garson abiler. Çay ocağının kıyısında mutlu mutlu kahvaltı ettik. Geçen yıl bu zamanlar E.S ile yaptığımız kahvaltıyı, Külkedisi ile burada içtiğimiz ilk çayı düşündüm. Her zaman seveceğim ilk on arasındaydı Kuzguncuk... Özellikle erguvan mevsiminde.

Altuğ hepmize gerçek bir baba gibi davrandı o sabah. Bir kez daha büyüdüğümüzü fark ettim... Ne bacar bücür bir şey idi büyümek!

Eve dönmek için kalktığımızda gözüm kıyıya takıldı. Buraya en son gelişimi hatırladım... İki kayık vardı denizde, yan yana duran. Ama bu defa bank boştu. Fotoğrafını çektim yokluğumuzun... Boşluğumuzun... Sonra Leyla'yı kucaklayarak çarşının renklerine karıştım. Elvan renkli demek!

Arabada dönerken, olmadık konulara daldık hayat ve ölüm hakkında. Geleneklerden, unutulan adetlerin içimizi nasıl boşalttığından bahsettik... Biz bütün bu cümleler arasında kaybolmuşken, Leyla araba koltuğunda sızmışken, Eda: "bacar bücür" dedi aniden. Anlayamadık tabii. Hemen sorduk: " macar bücür mü?" diye. Ama yok, değil. Şöyle dedi Eda gayet emin bir şekilde: "baadet- i bacar bücür!"
Yüzünde bir ifade yoktu. Üsküdar'a bakmış ve hiç tereddüt etmeden pat diye söyleyivermişti bu cümleyi. Sahi bu bir cümle miydi? Yoksa bilmediğimiz bir dilde zincirleme tamlama mı? Ne önemi vardı, bir şey baadet- i bacar bücürdü işte!
Bu benim tam aradığım şey olmalıydı. Çok mutluyum, içim içime sığmıyor, ne diyeceğim? İşte sana cümle! Çok mutsuzum? Çok karışığım? Trafik berbat! Evet evet hepsi için baadet-i bacar bücür denilebilir!
Dolu dolu geçen çok güzel üç günün ardından içim baadet-i bacar bücür... Hayatım baadet-i bacar bücür, hayallerim .... Ben... Her şey ve herkes bacar bücür işte! Uzun etmeyelim!

* Annem çok küçükken annesinin mezarındaki çiçeklerin adını sormuş anneannesine... O da "anne çiçeği" demiş. Leylaklar annem için anne çiçeğidir...