29 Kasım 2013 Cuma

ÖĞRENEMEYEN ÖĞRETMEN



Blog yazmaya başladığım ilk zamanlardan bu yana en çok tıklanan yazımın içinde “kaz kafalı” lafı olduğunu ve bu yüzden tıklandığını söylesem ne dersiniz? Vallahi ne derseniz dersiniz, ama sonuçta yıllardır iyi kötü yazan ama bu saçma yazıya yönelen ilgi karşısında okuyup yazdığı dile hakimiyetine dair inancını kaybeden benim!

İşin aslına bakarsanız zaten pek inançlı biri değilimdir. Yani olsa olsa beş gram  gelecek inancımı da kaybetmeye fırsat kollar dururum desem yeridir. Bu yüzdendir ki hayatta asla bir tutkum olmamış, olamamıştır. Neyse, konu benim öğretmenliğim aslında. Malumunuz birkaç zamandır okullarda çocuklara yoga dersleri veriyorum. Hatta işi farklı boyutlara taşıdım son bir yıldır elli yaş üzerine de ders vermeye başladım. Genel olarak da hiç zorlanmıyorum çünkü hem çocuklar, hem de hayatının ikinci baharındaki hanımlar neredeyse aynı davranış biçimlerini sergiliyorlar. İnanın ortak bir paydaları var..
Belli başlı birkaç alt gruba ayrıldıkları rahatlıkla söyleyebilirim:
Beni ve dersi koşulsuz sevenler


Beni sevip, hatırım için derse katılanlar
Dersin sadece dinlenme/meditasyon kısmını sevenler
Yogayı ve beni sevip, gereken disipline uyum sağlamak istemeyenler… ve daha neler neler…

İnsan yoga dersleri vermeye başlayınca çevreden gelen tepkiler ve beklentiler değişiyor. Öncelikle herkes, her daim sakin, huzurlu ve sevecen olmanızı bekliyor! İyi de nasıl? Senin maruz kaldığın tüm olumsuzluklara ben de katlanıyorum! Trafik, gürültü, politik saçmalıklar, kötü besinler, huzursuz ev ve arkadaşlar… Daha neler neler… Sen bütün bunlarla yaşarken, ben sanki Tibet’deki manastırımda ense mi yapıyorum da her daim şahane görünüp, muhteşem davranacağım?

Ben yoganın nasıl işe yaradığını, nasıl hayata uygulanabileceğini anlatıyor ve gösteriyorsam bu demek değil ki ben harika bir uygulayıcıyım ve söylediklerimi yüzde yüz içselleştirdim. Nihayetinde sana göre daha fazla bilgi ve deneyim sahibi olan, olma hali devam eden bir öğrenciyim! Evet, ders verebilir, hangi hareketin nasıl bir sonuca götürdüğünü anlatabilirim. Ama o hareketi yapacak olan ve sonucu yaşayacak olan sensin, ben değilim!

Ortalıklarda sürekli kanatsız melek gibi gezip, tütsü kokmamı ve uzak doğu masalları anlatmamı bekleyenler var biliyorum ama maalesef bu beklentileri karşılayamayacağım. Üzülerek söylüyorum ki zaman zaman fazla yorgun ve gergin olabiliyorum ve her ne kadar hizaya geldiysem de hala parfüm, ayakkabı, kitap, kahve vs gibi birkaç kalemde nefsime yenilerek, ayrıca bundan zevk alarak para harcıyorum!

Okuldaki diğer öğretmenlerden bir farkım yok. Benim de sesim yükselebilir. Benim de canımın sıkkın olduğu gün olabilir. Ayrıca yoga öğretmeniyim diye her duruma eyvallah çekecek değilim. Zorlanmak, mecbur bırakılmak ve köşeye sıkıştırılıp salak yerine konmak benim de moralimi bozar. Bilmem ekranın diğer tarafından hissediliyor mu, ben yaşadığım şehrin hasara uğrattığı milyonlarca insandan biriyim. Sadece ayakta kalmaya çalışıyorum. Ve bu konuda yogaya güveniyorum.

Bazen o kadar yalnız ve çaresiz hissediyorum ki, ellerimi gırtlağımdan içeri sokup kalbimi çıkartıp atmak istiyorum. İşe yaramaz şey! Sonra aklıma öğrencilerim geliyor, onlarla oynarken yaşadığım keyif,  onlar dinlenirlerken hissettiğim huzur.. Dudaklarımı kapatıp, burnumdan derin bir nefes alıyorum ve “kaz kafalı Elvan ne zaman öğreneceksin elindekilerin kıymetini?” diye azarlıyorum kendimi. Senem’in dediği gibi aslında “her şey yolunda” Daha çok yoga yapmak, yogayı yaşamak, yaklaşan Şeb-i Aruz ile  Mevlana’nın az ye, az uyu, az konuş ve benzeri sözlerini hatırlayarak, bir ve bütün olduğumuz evrene sığınmaktan gayrı ne yapılabilir ki?

Olmakta olan bir canlıyım ben, daha az veya daha fazla değil....

26 Kasım 2013 Salı

BİROL KUTADGU



Ölüm böyle birşey; hayat boyu susup, orada olmadığına seni inandıran, sadece bir kez konuşan ve konuştuğunda karşısındakileri lal eden, nefes kesen bilinmezlik.

Hakkında sohbet edilebileceğimiz bir şey değil,  ardına düşülüp hesap sorulamayacak kadar da hızlı. Alacağını alıp, çabucak kaybolan bir hergele daha çok.

Bugün de almış birini. Üstelik çocukluğumdan birini. Son zamanlarda bunu hep yapıyor. Ben hazır mıyım, değil miyim bakmadan en sevdiğim amcaları, teyzeleri yanına kattığı gibi boşluğa karışıyor. Dur bi ziyaret edeyim, son defa göreyim demeye fırsat bulamadan  ardında kalıyorum.

Birol Amca benim için ilkokul demektir. Ayları ve mevsimleri onun yaptığı bir tabloyla öğrendik biz. Bir çocuk ve elinde oniki balon vardı. Düşünsenize, kaç çocuğa kısmet olur Birol Kutadgu resminden ayları öğrenmek? Çok şanslıydık. Sıra arkadaşım İmbat, ayları öğrenme işi tamamlanınca, öğretmenin panodan çıkarttığı resmi istememişti, "bizde çok var, senin olsun" dediğinde havalara uçmuştum.
 
Kimbilir hangi taşınmada kayboldu aylar... İmbat.. Çocukluk..Yıllar...

Aylar, yıllar, insanlar hangi ara bilinmeze karışıyor anlayamıyorum. Vedanın ve bırakılmanın hiçbir türlüsüyle barışamıyorum. İçimdeki çocuk hala cenaze sevmiyor. Beden büyüyor, insan koca kadın oluyor da, bir ölüm haberiyle ruh, doksan derecede yıkanmış yün kazak gibi mini minnacık oluyor. Ezilip büzülüp dokuz yaşında kala kalıyor çamaşır sepetinde.

Birol Kutadgu güzel bir insan, başarılı bir ressamdı. Gördüğüm, tanıdığım en yakışıklı amcalardandı. Umarım gittiği yerde huzur bulur ruhu. Zaten son yıllarda Geriş Köyü'nde insanlardan uzak yaşıyordu. Dilerim son nefesinde  kendine yakin olmuştur. Tüm hassas ruhlar gibi çok özeldi.

Değerli ailesine sabırlar dilerim...





 

24 Kasım 2013 Pazar

KUTLANACAK BİŞİ Mİ VARDI BACIM?

İçi boşaltılmış günlere bir tane daha eklemenin huzuruyla günü tamamlamak üzereyiz; Öğretmenler Günü! Üstelik günlerden Pazar! Daha da fenası ertesi gün Pazar ertesi! Oyy oy, hava mevsim normallerinin üzerinde sıcak, gelecek hafta yapacak işlerle dopdolu, annem Sırrı'ya karşı, televizyonda seyredecek bir nane yok, Ertuğrul Danık derlemesi kitabım bitti biter.. Çok zor benim işim çok..

Neyse, çocuklarla yapacağım nefes çalışmaları belki bana da iyi gelir umuduyla derin bir nefes alıp, uzun uzun vererek sakinleşeyim bari.
Sahi son zamanlarda okuyup sevdiğiniz bir kitap falan var mı? Varsa adını yazsanıza, ya da aman mutlaka izle diyeceğiniz bir film? Çok ot oldum ben son haftalarda. Eskiden hangi oyunlar sahneleniyor, kitap fuarlarında kimler hangi kitapları imzalıyor bilirdim. Şimdi sinemaya zor gider oldum. Açıkcası pek umurumda da değil, zira beni ben yapan şey bunların hiç ama hiç biri değil! Olsun siz yine de yazın; gittiğiniz güzel restaurantları, okuduğunuz romanları.. Hani hayatınızı bir an için şenlendiren, içinizde minicik bile olsa kıvılcım yaratan şeyleri.

Gelecek haftanın gönlünüzce geçmesi dileğiyle sayın İstanbullu:)

23 Kasım 2013 Cumartesi

İSTANBUL'U KOKLUYORUM GÖZLERİM KAPALI...


Cuma sabahı erkenden yola revan olduk. Burhan Bey'le Kadıköy 'den çatal, açma, simit Allah ne verdiyse aldık. Hatta simitçi amcanın simitleri mıncıklamaya teşebbüs eden ablaya "dokunduğunuzu alın lütfen" diye çemkirmesine de bayıldık. Düşünsenize, Kadıköy meydanında simit alan üstü başı prenses gibi bir hatuna posta koyacak kadar  cesur bir simitçi!
Sonra Del Tur'un  tadı güzel ama bardakları ucuz çaylarından da aldık ve vapurun üst katına yerleştik. Şunu açıkça söylemeliyim, değil "Marrrmarayyy" havada taklalar attırarak karşıya bir dakikada geçmemi sağlayacak ufo dahi önerilse bu sefadan vazgeçmem imkansız.

İnsanın elinde çay, ağzında mis gibi taze simit varken burnuna deniz havası dolması gibisi var mı? Eğer bu şehrin cefasını çekiyorsam, sefası da en çok benim, bizim hakkımızdır.
Vapur keyfimi elletmem kardeşim! Varsın Anadolu'nun bağrından kopup gelmiş kardeşlerimiz, zamanla yarışan İstanbullularımız denizin dibinden seyahat etsinler. Nihayetinde "özgür" bir ülkede yaşıyoruz di mi ya?
 
Neyse, burnuma dolan güzel kokular eşliğinde Eminönü İskelesi'ne ulaştık. Burhan Bey okula gitti. Ben de yeni yapılan yaya geçidinden canımı zor kurtararak Yeni Camii önüne ulaşmayı başardım!  ( Trafiği düzenleyen kardeşlerimiz keşke şehir kültürünü özümsemiş insanlar olsalar, keşke bir kaç ecnebi memleket görmüş olsalar... Ah ahhh  )
 
Önce hayvan, tohum, çiçek gibi şeyler satılan  çarşıya girdim. Dolandım biraz. Birbirine karışan kokuların arasında kış çiçeklerine baktım. Sülük satan amcaya baktım. Genişletilen alanları gördüm. Sonra belediyenin Yeni Camii manzaralı mekanlarına baktım. Açıkçası derli toplu ve güzel olmuş etraf. Fakat sanırım ben eskisi kadar samimi bulmadım düzenlemeyi... Kötü olmuş demiyorum, sadece farklı olmuş.. Belki gözümün alışması için zamana ihtiyacım vardır. Gerçi gözümden evvel burnum alışmalı, zira kokular benim için görüntüler kadar önemli.. Şu an  Eminönü'nde inanın kokular bile hizaya girmiş. Çimen kokusu var ama hayvan kokusu azalmış. Döner kokusu yok alt geçitte, belli ki martı popülasyonu güvende!
 
Neyse, hayvan ve bitki satılan alandan Mısır Çarşısı'na yönelince içim birazcık rahatladı; iyi kötü baharatlar hala burada. Şükür! Hatta son zamanlarda alıcısı artan sabunlar ve tütsüler de cümbüşe katılmış. Taze kuruyemiş ve tertemiz sabun kokusundan örülmüş duvarın ardında da  elbette Kahveci Mehmet Efendi var! Bu koku dilerim hiç ama hiç değişmesin. Zira kahve, benim için sadece bir içecek değil, çok daha fazlası...
 
Kahve kokusunu içime çekince aklıma geldi İstanbul'u koklamak. Vapurdan indiğim andan başlayarak gözlerimi kapatsaydım. Ayaklarım beni camiinin önünden geçirir, hafif bir güvercin pisliği kokusu ( tabii rüzgarın yönü de önemli ) içinden yol göstererek hayvan pazarına ulaştırır, oradan da baharat cennetine götürürdü. Son olarak da kahve kokusunu takip ederek Tahtakale'nin yolunu bulurdum!
 
Tahtakale kırtasiye seven herkesin cennetidir. Hatta sadece kırtasiye değil akla hayale gelmeyecek nice ıvır zıvırı burada bulabilirsiniz.  Arayıp bulamadığınız bir şey varsa girip bir dükkana sorun, mutlaka tarif ederler nerede satıldığını.
 
Bütün keşmekeşine rağmen kokularını ölümüne sevdiğim şehrimde aylar sonra kendime iki saat hediye etmek öyle iyi geldi ki.. Burnumdan girip ciğerlerime dolan hava adeta şifa oldu. En kısa zamanda tekrar İstanbul'u koklamak üzere kendime söz vererek İstiklal Caddesi'ne doğru yola çıktım..
 
 
 
 
 
 
 
 
 

17 Kasım 2013 Pazar

SEVME BOZUKLUĞU VOL I


Pazar gününün yazısı bedensel, zihinsel ve ruhsal bozukluklarımız üzerine olsun istedim. Özellikle de son yıllarda bol bol karşılaştığım bir bozukluk olan "sevme bozukluğu" üzerine içimi dökmek istedim...

Öncelikle itiraf etmeliyim, kendi içinde pek çok alt guruba ayrılan sevme bozukluğu bende de var. Az ya da çok toplumun %99'u aynı dertten çekiyor. Amma benim dahil olduğum alt gurup sanırım karşı tarafta en az hasar bırakanlardan biri ya da ben buradan bakınca kendimi böyle avutuyorum. Arızam iyileştirmeye gayret ettiğim genetik mirasım!

Aslında örnekler üzerinden gitmekte fayda var... Yılı, şahsı değil sadece olayı anlatacağım bakalım buralarda kendinizi ya da sevdiklerinizi görebilecek misiniz?

İnternet üzerinden tanıştığım biri. Bloguma yorumlar bırakan, ama her yorumu buram buram "ben biliyorum!" kokan biri. Kendine dosttan ziyade onu sevecek müridler arayan bir sevgi arzısı... Hayat yalnızı belki.. Tanıştık. 

Bolca vermeye başladı. Önce hediyeler, sonra sevgi dolu vaatler. Hatta işinin bir bölümünü bile teklif edecek kadar cömert davrandı. Karşılığında ne mi istedi? Hiiiççç. Belki sadece minnettar olmamı ve onu sevmemi istemiş olabilir. Övmemi istemiş olabilir?

Aslında sevdim, minnet de hissettim cömertliği, açık kalpliliği karşısında ama fark ettim ki, o ne isterse yalnızca onu veriyor. Ben bir şey istediğimde yok! Hem de türlü bahanelerle.. 
Sonra gün geldi, çok değerli bir dostum ameliyattayken- ki bu kanser ameliyatı idi- bizim gibi sevme bozukluğu olan bir diğer arkadaş benim açık yüreklilikle söylediğim bir sözü bu pek cömert insana iletiverdi! O gün onu reddetmiştim! Eyvah! Görmek istememiştim. Yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Üç kişi değil, belki en fazla iki kişi susmak istemiştim. Ve susabileni tercih ettim. Kendimi onun sevecenliğinden, teselli edici bilmiş sözlerinden uzak tutmak istedim. Ne hakla! Ne mi yaptı? Önce sözde çok sevdiği bana iğneleyici sözlerle dolu bir mail yazdı. O sırada ne hissettiğim, ne düşündüğüm önemli değildi. Sonra da benden vazgeçti. Zira onu tercih ettiği şekilde sevmemiş, moralim bozukken desteğini almamıştım. Egosu incindi! 

Üzgünüm, özgür irademi kullanmıştım. 

Başka bir örnek. İstediği her güzelliğe uzun ve zor bir dönemin sonunda kavuşmuş, sevdiği insanla evlenip, güzel çocuklara sahip olmuş. Fedakar, paylaşmayı bilen biri. Sevgisini ve sahip olduklarını sunan, sevdiklerini kollayan biri. Peki nereye kadar? Sizin yaşadığınız hayat ve başarılarınız- neyse artık o başarı, bence bişey değil- gözüne batana kadar. Tam yakın bir dostunuz olacakken, kendi yarattığı bir karmaşadan özür dileyerek çıkamayıp birden kilometrelerce uzağınıza düşen biri. Aklı sıra sizi sevdiklerinizden mahrum ederek cezalandıran biri... Ceza işe yaradı mı? Evet, inatçılık, ceza ve sevginin aynı yürekte barınamayacağını da bu insandan öğrendim. Hala görüşüyorum, onda sevdiğim şeyler ve sevdiklerim var. Ama kalbimin her odası artık açık değil...

Ve tabii öğrencisini sevemeyen, egosunu dizginleyemeyen öğretmenim. Ah, en çok ona yakışmıyor bu sevgi bozukluğu. Ne verdiği derslere, ne sohbetlerine hiç ama hiç yakışmıyor. Aslında gerçekten seviyor kendince ama bu sevgi siz öğrenci olduğunuz sürece var. Hiç hata yapmayacaksınız, hep saygı ve sevgi dolu olacaksınız. Sizin kafanız hiç karışmayacak.. 
Her daim onun gölgesinde durun, zira gerçek anlamda "olmaya" karar verdiğinizi hissederse o çok sevdiği sizi acımadan ezecektir. İnsan sevdiğini ezer mi? İter mi? Bence ezmez..İtmez.

Peki insan sevdiğini döver mi? Bilmem! Eşini dövüp tartaklayan  tanıyorum. Daha doğrusu bir zamanlar tanıdığım biriydi artık tanımadığım birine dönüştüğünü görünce, şimdilerde görüşmüyorum.

Hikayesi şu: Her zaman ona gösterilen hedefte kim varsa onu sevmiş. Hayatındaki kadınların kuklası olmuş. Belki onlarca çalışanı yönetmiş ama kalbini yönetememiş biri. Ailesi tarafından yeterince sevilmemiş. Zaten hiç ailesi olmamış... Çocukluğu korku, şiddet ve yalnızlıkla geçmiş. Büyüdüğünde de sevdiğine, sevdiğini zannettiğine ne yazık ki bundan fazlasını sunamamış... Korkularını kasalara kilitlemiş, kalbini cemiyet hayatının süslü sözleriyle sağır etmiş biri. Sevmeden ve sevilmeden yaşamaya mahkum bir başka sevme bozukluğu örneği...

Bugün canım üç örnekten öteye gitmek ve yüreğimi karartmak istemiyor. Sadece çocuklarla çalışan biri olarak bu hastalığımızla nasıl mücadele edebiliriz ve gelecekte daha az hasta insan olmasını nasıl sağlarız diye yüksek sesle düşünüyorum...

Çocuğuna her şeyi veren ama onun yine de mutsuz olduğundan, yeterince(?) başarılı olmadığından yakınan anne ve babalar. Ne verdiniz?  Bol kucaklama, iyi bir okul, bale ve piano kursu mu? Hala mı şımarık çocuğunuz? Hala mı yaşının altında davranışlar göstermekte ısrar ediyor? Olmadık yerlerde inatçılık yapıyor, beklemediğiniz anda yatağına mı işiyor? O zaman lütfen önce kendi çocukluğunuza dönüp, kendi sevme ve sevilme bozukluklarınız üzerine bir yolculuk yapın. "Önce kendinizi şifalandırın" Hayatta varlık gösterenin sadece bedeniniz olmadığına ayın. Onu beslemek ve sıkı tutmak ne kadar önemliyse, ruhunuzu ve zihninizi de bu sağlıklı noktaya çekmeniz o kadar önemli. 

Çocuğunuz durmadan ne yemesi gerektiğini, ne yapması gerektiğini söylemekten vazgeçin. Bırakın başarısızlığı da tatsın. Her gün başarılı olmak zorunda değil. Siz öyle miydiniz? Yani her gün başarılı? Hiç sanmam! Başarısız olduğu günlerde de onu sevin. Sizin sevginiz hep var olmalı, o kazanılması gereken bir şey değil. Sevgi ödül değil!

Onu kendi yolunu bulabileceği aktivitelere yönlendirin, sizin uygun bulduklarınıza değil. Sizin içinizde kalanlara değil.. Öğretmenlerin sağduyusuna biraz kulak verin. Sizin bir, onların yüzlerce çocuğu olduğunu unutmayın. Öğretmen inatlaşacağınız biri değil, iş birliği yapacağınız biridir.

Hastalıktan, parasızlıktan, işsizlikten kırılan bu toplumun mutsuzluğunu, bereketsizliğini anlamak istiyorsanız sevgi eksikliğine dikkat edin. Ve tabii sevgiyi nasıl alıp verdiğinize de dikkat edin. Sizi sevdiğini söylerken, sevgisiyle boğandan, seviyorum derken mesafeli durandan eşit oranda işkillenmenizi tavsiye ederim:)

İyi Pazarlar:)





14 Kasım 2013 Perşembe

İSTİYORUM...

Günlerdir, haftalardır yazmak istiyorum. Üstelik birden fazla konu hakkında yazmak istiyorum. İMÇ'deki kumaşlar, Ankara'daki çocuk yogası eğitmen eğitimi deneyimim, Küçük Karabalık öğrencilerim, içinden geçmekte olduğumuz bahar ve bütün bunları yazmamı engelleyen daha nice meşguliyetim hakkında bile yazmak istiyorum. Hatta önce durmak, sonra susmak, daha sonra P. Ö.'in adadaki evine saklanıp, azıcık dünyalar güzeli İdil'i sevip, ardından martı ve fare tıkırtıları arasında sadece ve sadece yazmak istiyorum. 

Almanya'da başladığım tohum hikayesini ilerletmek, kendime avare avare dolanacağım bir tarihi yarımada günü ısmarlamak, aslında  en önce vapura atlayıp püfür püfür esen güvertede Allah yarattı demeden, bildiğim tüm kelimeleri yan yana dizerek kendi hikayemi yazmak, yaratmak istiyorum.

Ben yazmak için hep geniş zamanlar, mükemmel mekanlar bulmayı umuyor ve zaman denilen haylazın peşinde her daim nefes nefese kalıyorum! Hikayelerim eskiyor, ellerim kırışıyor ve hatta bu kaçak dövüşen halim karşısında daha bir bilseniz neler neler oluyor...
Yazmak istiyorum... Ama yazamazsam ya dürüst olamazsam diye türlü bahane ardına saklanıyorum. 

İstiyorum. Saklanıyorum. İstiyorum...

3 Kasım 2013 Pazar

İPLİK

Benim kalbimden, senin kalbine incecik bir bağ var. Öyle garip bir iplik ki bu bazen ipekten, bazen incecik bir pamuktan.. Ancak öyle günler var ki, belki benim hayal gücüm, belki tek gerçeğim; bu iplik kesinlikle çelikten!
Zaman daralıyor, mesafeler artıyor, günler ard arda takvimleri deviriyor yine de iplik hep ikimizin arasında; bizi yaklaştırmayan ve uzaklaştırmayan bir bağ. Zaman zaman beni geçmişe çeken, bazen de günlerce boşlukta sallandıran bir güç senin ellerinde.
Hiç hissetmediğin, bir kez bile ucu nereye gider diye bakmadığın o ipliğin ucunda yaşıyorum ben. 
Tam buradayım; dört bir yanında!

ZORBAHAR GELDİ!



Çok yorgunum. Boğazın kıyısında, olmadı bizim Çanakkale'deki köyde bir ev yapıp oturasım var. ÖYLESİNE MAL GİBİ DURASIM GELDİ YİNE! 
Kırk yaş bana pek iyi gelmedi.. Ne arkeoloji, ne yaz boyu yaptığım seyahatler ruhumu doyurmadı. Açım, AÇ. Çok açım.
Diyetisyen bu şekilde şişmanlamaya devam edersem damar yapımı zor durumda bırakacağımı ve hatta şeker hastası olabileceğimi söylüyor. Haklı, acilen hayatıma tat ve tuz katmazsam ve açlıktan sürünen kalbimi doyurmazsam olacağı bu. 
İyi bile dayandığımı düşünüyorum. Etrafımdaki bir iki güzel dost ve çocuklar olmasaydı, ki onlar adeta serum gibiler, çoktan nalları dikmiştim.
Neyse, mızıldanma yazısı değil bu, hal ve gidiş üzerine ölmedim, ayaktayım narası:)
Vallahi de billahi de hala nefes alıyorum ve inanmazsınız inatla büyük ikramiyeyi bekliyorum. Çok beklersin mi dediniz? Olur, beklerim, aza razı gelmektense hayal kurmayı tercih ederim!

(Olmayan kuyruğumu dik tutmaktan o kadar sıkıldım ki, onu kesip atacağım!)

Hayat, benim öngördüğümden çok daha hızlı akıp giderken, Külkedisi'nin dediğini yaptım ve yaşayacağım kaç yaz, kaç bahar kalmıştır* acaba diye kaba bir hesap çıkarttım. Sonuç şahane sayılmaz ama fena da değil. Aklımı başıma toplarsam gitmeden evvel daha mutlu olabilirim.

Neyse ya, sonbahar zor geldi azıcık:) 

*20-25 tane olsa gerek