31 Ocak 2017 Salı

EGE'DE OLMAK!


Yoldayız, oley! Ne zamandır yapmadığım, hatta özlediğimi fark etmediğim bir güzellik; elimde fincanla  yollara düşmek!



Arabada üç kişiyiz. Ben, Ege ve Mürsel! Onları beklerken o kadar üşümüşüm ki ne arabanın ısıtıcısı, ne de kahve, burnumun ucunu ve ellerimi ısıtmaya yetmiyor. Tam ısınacak gibi oluyorum, bu defa da kahvaltı molası için duruyoruz. 



Güvercinlik'de yol kenarında bir kahvehane. İçeride amcalar var. Az sonra gelecek ablayı saymazsak dişi olarak bir ben. Yeşil çuhanın üzerine kuruyorum sofrayı. Köy peyniri, Milas zeytini, ısırganlı ekmek, otlu börek! Bu benim kutsal kahvaltım. Bir tür zeytin üzüm incir ritüeli gibi. Pan ve Dionysos sofrası. 
Sıcacık çaylar geliyor. Mürsel de musallat oluyor bizim ısırganlı ekmeğe. Az mı getirdim diye hayıflanıyorum. Ama çok getirsem önümüze çıkacak lezzetleri atlarız di mi?



Yoldayız. Bafa Gölü rüya gibi. Bugün bu göle bir şey olmus; bakmaya doyamıyorum. Sanki dursak, ben orada oylece kalabilirim ve asırlar asırlar geçebilirmiş gibi... Suat arıyor: "Neredesiniz?" "Göldeyız canım" diyorum.



Yola devam... Didim'e uğrasak mı? Miletos! Oh ne şahane! O halde bakalım nasıl bir güzellik bekliyor bizi? Elbette uzun uzun zaman ayırmalı buralara ama günün hedefi ne Miletos, ne de Priene. Bugün yolculuğumuz Doğanbey köyüne.  O halde Priene'nin davetkar kent görüntüsüne göz ucu ile bakıp, Doğanbey istikametinde devam ediyoruz. 



Kulağımda müzik, arada Mürsel kafasını omzuma koyup çaktırmadan yanağıma dayıyor yanağını. Ege bir seyler anlatıyor. Keyfimiz yerinde. Isınmaya başladım. Ellerim daha iyi durumda ama burnumun ucu hala buz parçası!



Ve Doğanbey.... Gerçekten de güzelmiş... Dilek Yarımadası Milli Parkı'na dahil olan bu cennet görünümlü köye inanamıyorum. Evler, sokaklar, deniz manzarası... İnanılmaz.. Köyde gezerken civarı anlatan tabelayı okuyoruz. Nasıl da ilginç bitkiler ve kaybolmaya yüz tutmuş canlı türleri varmış... Bir yürüyüş rotası çizilmiş. Daha oradayken, yine gelsek keşke diyorum.. Gözümü manzaradan alamıyorum. Evlerin önünde İstanbul plakalı arabalar var. Belli ki burası çoktan keşfedilmiş... Ege, "ev al buradan" diye tavsiyede bulunuyor. Ama ben birkaç milyon dolarımın beş yüz bin lirasını senede bir iki hafta kullanacağım bir eve gömmek istemiyorum:))



Lagüne doğru iniyoruz. Karina yazıyor tabelada. "Karina ne demek biliyor musun?" diyorum. Bilinmiyor... Olsun, hemen söylüyorum "Teknenin karnı"



Ve Karina'dayız. Burası kısa bir süre once Ege'nin çektiği fotoğraflarda  görüp bayıldıgım yer. Ege, seni götürürüm oraya demişti ve sözünü tuttu. İşte buradayız. Üstelik tam da o çok beğendiğim manzaranın içindeyiz! Mürsel sevinçten çılgınlar gibi oraya buraya koşuyor. Az ileride bir pelikan yüzüyor. Evet evet Pelikan. Ve bu pelikanın adı Tepeli Pelikan'mış. Hadi bari latince de söyleyelim; Pelecanus crispus. Bataklık kuşları, sazlıklar ve bazısı suda, kimi karaya çekilmiş kayıklar... Güneş tepemizde şıkır şıkır. İçini ısıtıyor insanın. Ah bir de Mürsel çamura batmasaydı keşke! Neyse ki hortum ve su bulundu da bacaklarını yıkadı Ege.



Güzel bir yere oturuyoruz az ileride. İki bira, bir patates söylüyoruz.  İşte şimdi burnum ısındı. Hatta bu sesler, görüntüler sadece burnumun ucunu değil, içimi de ısıttı. Sandalları sürükleyen adamlara bakıyorum. Bacak boyu suyun içindeler, demek ki kasık çizmesi giymişler diyorum içimden. O sırada bir yalıçapkını görüyorum. Ne manyakça bir tesadüf; iki gün öncede fotoğrafını gördüm senin diyorum içimden. Mis gibi güneşin altında üçümüzün de hayatı güzel. Ege'nin ardındaki okaliptüslere bakıyorum, acaba o da ağacın sesini duyabiliyor mu diye düşünüyorum ama sormuyorum. Kulağım lagünün sığlığında köpüren deniz sesinde. Hem konuşalım, sadece şu an olsun istiyorum, hem de susalım ve etraftaki tüm sesleri, görüntüleri bir gün hayat zorlaştığında çıkartıp bakmak için ceplerimize doldurabilelim istiyorum. Ben neden hep en imkansızı, en mantık dışı olanı istiyorum?

Biraz daha yürüyoruz. Burası kelimenin tam anlamıyla güzel... Işık, mevsim, renkler, bira, kokular. Mursel ın sevinci.. her biri seyirlik!

İstikamet yılan! Bafa gölüne gidip yılan balığı yiyeceğiz. Çocukken yediğimi hayal meyal hatırlıyorum. Ama bir yetişkin olarak bu ilk yılanım. Yer misin diye sorulunca, tabii diyorum da acaba neye tabii dedim Allah bilir!



Ateşin yanındaki masaya kuruluyoruz. Göl inanılmaz güzel. Bir filmden mi anımsıyorum bu dağ rengini? Nasıl da tanıdık bugün? Tamam diyor Ege, yine geliriz. Oh diyorum içimden, ne güzel. "Bak diyor sözümü tuttum, Doğanbey dedim, gittik ya". Gülüyorum. Çok gülüyorum bugün, hatta bir ara arabada şarkılara eşlik ediyorum. Sık sık şarkı söylemem ki ben, demek ki memnunum halimden. Nereye gitsek diye soruyor Ege, her yer olur diyorum. Çünkü gerçekten olur. Nasıl olsa her taraf güzelliklerle dolu, ha sağ taraftakini görmüşüm, ha soldakini.

Şimdi buldum göl ve ardındaki dağ, Magritte Rene tablosu gibi! Evet ya, bu yüzden çarpıldım. Ah bu çağrışımlar.. Nasıl da anla ilgili algımızı değiştirme gücüne sahip!

Milas'ın Nişantaşı'nda gezerken ve günbatımında eve dönerken nedense en çok bu şarkı takıldı aklıma: https://www.youtube.com/watch?v=bG4xZJiO8OE

Uğur abinin anısına bir Bafa yazısı daha yazmak istiyorum... Bakalım ne zaman....


23 Ocak 2017 Pazartesi

C.tesi akşamı kafam, kalbim karmakarışık bir halde evime giderken bir yandan eteğimi çekiştiyor, diğer taraftan homurdanıyordum. İç sesim ikiye bölmüştü beni. Çok iyi tanıdığımı düşündüğüm birini hiç tanımamak mümkün olabilir miydi? Bizi tanıdık ve yabancı kılan şeyleri anlayamıyordum...
Yemek yapmak istemedim. Eşyalara bakındım, bavula ne koysaydım acaba? Sabah erken uyanırsam poğaça pişirse miydim? Şu kalem destesi... Silinmez kalemler.. Doğum günü ne zaman? İçimden ona vermek geliyor bunları  fakat ne diyeceğim?
Kalemleri yerine koyuyorum. Sabah kalkıp poğaçaları pişiriyorum.
Düşünüyorum; seni seviyorum ile seni çok seviyorum arasındaki farkı... bir insanı sevmek ve ona seni seviyorum diyebilmek için ne kadar zamana ihtiyacımız olduğunu... Benim bu kelimeleri kullanırken ne kadar cimrileştiğimi veya nasıl da savrukça telaffuz edildiğini... Bazı insanların  kolayca söyleyebildiğini...
Poğaçalar pişiyor, kutusuna yerleşiyor. Şimdi sırt çantamdalar. İçimde bir hafiflik, ayaklarımda buluta basma hissi..
Telefonumdaki mesajlar....
" yoksa bir yerden mi duydun?"
"Neyi?"
"Ne güzel bir tesadüf? Bugün doğum günüm ve sen de hazırlık yapmışsın"
Hazırlık? Bir yerden duymak? Bunlar olmadı. Ama bilmeyi içtenlikle istedim. Bir şey vermek de istedim.. Üstelik sadece vermek için değil, anlamlı, benden ve kıymetli bir şey olsun istedim.
Artık eminim, bu tesadüfün bir anlamı var. Bütün iplikler birbiri üzerinden atlarken, ortaya nasıl bir nakış çıkacağını merak ediyorum. Nedense aklım hep Momo ve Gigi'ye gidiyor; aynanın gökyüzünde süzülüşü... Ve o birbirini bilme ve bilememe hali...
Sen bil veya bilme. Bu defa ben biliyorum. Dün çiçeklerin arkasındaki gülüşünü gördüm. Bütün bu birbiri üzerinden atlayan iplikler sadece ve sadece o gülüşü yaratmak için olabilir. Ve eğer öyle ise bence sakıncası yok. Hayatımda gördüğüm en içten gülüşlerden biriydi.
Bir insanı birkaç saniye için mutlu edebilmek öylesine paha biçilmez ki.. Bence iyi ki doğmuşsun, iyi ki karşılaşmışız. Dilerim bu tesadüfün sunduğu  dersi anlarız ve hakkıyla yaşarız.
Mutlu yıllar o halde!

22 Ocak 2017 Pazar

SEN, BEN, GERÇEK HAYAT VE RÜYA




 
Sen
 
"Yazayım mı?"
"Ya yine mi, bi dur biriksin:)"
"Yok yazayım, yoksa unutuyorum!"
 
Ben
 
Etrafımda dönen hikayeleri yazdığım doğrudur. Özellikle kız arkadaşlarımın yazıma malzeme olduklarını inkar etmiyorum. Ancak bunda hiç kötü niyet yok. Ben kendi öfkemi, sevgimi, beklentilerimi, beklentisizliğimi ve akla gelen her şeyi de yazıyorum.
Yazmak benim düşünme biçimim. Yazdığımın içinden laf kalabalıklarını ayırıp, o an hissettiğim şeyi bulduğumda, hayatıma dair çok daha makul kararlar veriyorum. Ama bunu blogda yapma sebebim konusunda, yani on yıldır aynı yere yazıyor ve tanıdık tanımadık birileriyle paylaşıyor olmak konusunda, hala kendime dürüst cevaplar vermiş değilim... Belki de artık saklanmaktan yorulmuşluğumun isyanıdır. Ya da çok derin bir sebebi olması gerekmiyor ki, önü ardı seyirci seviyorumdur! Bu da bir tür ruhsal striptiz değil mi?
 
Gerçek Hayat
 
Adam hayatına birini almaktan korkuyormuş.... Ama sevişmekten korkmuyor!
 
Kadın da soruyor, "korkunu anladım da, keşke bana da bir sorsaydın, acaba birinin hayatına girmek istiyor muyum?"
 
Adam soramıyor. Soru sormak bile dehşete kapılmasına bahane! Olası cevaplar eski yaralarına dokunursa diye aklı çıkıyor. Yine de başını kadının dizlerine bırakıyor...Kadının elleri saçlarının arasında...
 
Kadın daha cüretkar. Zamanla ilişkisi dürüst, barışık. "Vaktim az diyor. Seviştiğim adamla eğlenmem neden sorun olsun?"
 
Adam bağ kurmak istemiyor. Bağ kurmakla aşkı kafasında harmanlamış...
 
Kadın ona "bağ kurduğun insanla, aşk yaşadığın insanın aynı kişi olması gerekmediğini anlatıyor. Ama şefkatle söylüyor bütün bunları, ders verir gibi değil...
 
O gece ikisi de istediklerine kavuşuyorlar
Seks, Şefkat ve birlikte gülmenin insanı bulutlara yükselten hafifliği...
 
Nasıl güzel bir hikaye değil mi? Her şey iki çift laf edebildiğinde çözülüyor. Birbirimizin inine girerken bilmiyoruz ki diğeri ne zamandır orada, canı ne kadar acımış? Aç mıdır, tok mudur?
 
Rüya
 
Dün gece elimi bir arı kovanına soktum rüyamda. Arıların içeride olduğunu biliyordum. Beni sokabileceklerini de biliyordum. Aslında bal yemek istediğimden de pek emin değildim. Tatlı hayata inanmıyordum. Öylece, elim arı kovanında beklerken, arılardan biri dile geldi.
Uyandım. Dudaklarımda tatlı bir koku vardı sanki?!
 
 
 
 

21 Ocak 2017 Cumartesi



Biliyorum. Bana tutku verecek herhangi bir şeye ya da kimseye artık rastlamayacağımı biliyorum. Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.
                                                                                  
                                                                                             J.P.Sartre
 
* Fotoğraf Selimiye Camii 2008, Sir

20 Ocak 2017 Cuma

ŞİMDİ DEĞİLSE NE ZAMAN?

 
 
"Hayat ve ölüm kelimelerinin insanın alnında yazılı olması gerektiğini söyledi.
Parmak uçlarıyla kendi alnına dokundu.
Birine büyük miktarda borcun varmış da adam kapını yumrukluyor ve ŞİMDİ ödemeni istiyormuş gibi hissetmen gerektiğini söyledi."
                                                                                Gece Kayığı, A.S.
 
Güvende hissedeceğimiz, geniş zamanlar mı bekliyoruz? Peki. Bu hayatta değil diyorsun. Peki.
 
 
 

18 Ocak 2017 Çarşamba

BİRKAÇ PLAK, BİRAZ MANDALİNA & ANNE HİKAYELERİ...

 
Aylardır bir arpa boyu yol almayan ve ilk görüşmeden itibaren ne hikmetse hiç ama hiç içime sinmeyen bir işi, bu sabah nihayet reddettikten sonra epeyce hafiflemiş olarak anamın evine gittim. Her zaman şahane anlaşamasak da insanın kuyruğunu eline alıp gidecek bir anne evi olması güzel...
Gücümü toplamaya, başka bir zaman diliminde kalmaya ihtiyacım vardı. Canım hiç bir işle ilgilenmek istemedi. Sanki önüne geçemediğim bir tuhaflık vardı da, her şey benim dışımda yavaşladı... İstesem de çalışamıyorum, okuduğumu da anlamıyorum. Öyle bir durmak hali geldi...
Son buluşmamızda anneme, ona daha önce hiç anlatmadığım bir hikayeden bahsetmiştim... Bu defa o, şimdiye kadar konuşmadığımız, bilmediğim, kendi özelinden anlattı....
Anne kız olduğumuzu unutup, iki kadın olarak konuşmayı özlemişiz...Plaklara baktık, düzelttik. Dinledik. Kahve içtik... Daha iyi ne olabilir ki bu yağmurlu havada derken, annem Ada'nın ona nasıl öpücük verdiğini gösterdi! Ada'nın ne kadar da çirkin bir kedi olduğuna baktık, güldük. Boşuna demiyorlar Allah çirkin talihi versin diye:)
 
Sonra teyzemin yolladığı mandalina kolisi geldi. Oley! Nasıl güzel bir kokudur bu...
Sırtımda mandalinalarla evime doğru yürürken aklımda doğum hikayemi yazmak vardı. Mesela şöyle başlayabilirim.
 
Bir varmış bir yokmuş... Elindeki son kibritle ısınmaya çalışan Kibritçi Kız, tesadüfen kapısının önünden geçmekte olan Kurşun Askeri görünce, telaştan ayağı kaymış. Ve elindeki ateş zavallı adamın gözlerini kamaştırmış! Dokuz ay on gün sonra havuç rengi saçları olan bir kız bebek dünyaya getirmişler!
Mandalina bahçesinin ortasındaki yeşil perdeli odada büyüyen  bu bebek, evin önündeki havuzda bir o yana bir bu yana yüzen Japon balıklarını seyredip,  Rapunzel masalı plağını dinleyerek uzatmış saçlarını. Kendini Behrengi'nin masalındaki Kırmızı Balık sandığından, gerçeklik duygusu hiç gelişemeyen küçük kız, aslında benden başkası değilmiş!
 
Çok güzelsin yağmur, söylemiş miydim?

16 Ocak 2017 Pazartesi

BİRİMİZ HANYA'YA DİĞERİMİZ KONYA'YA BACIM... SELAMETLE!



Gerçekten anlayamıyorum. Bütün istediğim neşeli, keyifli, içinde gülüp coştuğumuz, ürettiğimiz, sevdiğimiz ve sevildiğimiz bir hayat! Tamam, şu dönem için istek listem fazla göz alıcı olabilir, ama ne var ya, olmayacak, olduramayacağımız bir şey peşinde değilim ki?
 
Instagramdan bulmuşlar arkadaşımı. Evli bir çift. Makul birer mesleği, üstüne çocukları olan dışarıdan bakıldığında gayet sempatik bir aile. Gel gör ki, bizim hatunun hikayelerini takip edip, fazla coşup eğlendiği sonucuna varmışlar! Sonuca varıp usul usul oturmuşlar mı derseniz, hayır!
Ona kendileriyle birlikte eğlenmek ister mi diye sormuşlar?!!! Nasıl mı? Basbayağı işte. Tam da anladığınız gibi.
 
Vay arkadaş. Millet daha ne kadar abartabilir derken bir diğer arkadaşımızı müzik dinlemeye gittiği yerde ağır taciz ediyorlar, adama yanaşıp en olmadık şekilde ellemekten bahsediyorum. Ve aynı adam, o gece canını kurtarsa da ertesi gece başka birinin elinde, evinde kalıyor!!!
 
Bunlar sarkacın bir ucu...
 
Gelelim diğer ucuna. Orada da bambaşka bir salak var. Beğendiği adamın eski karısının fotoğrafına bakıp "bu insan çok temiz yüzlü ya, kesin adam aldatmıştır" diyen ve adamı unutup neredeyse kadının boynuna sarılacak bir gerizekalı! Üstelik adamın  dengesizliği cabası; bir adım ileri, beş adım geri. Hep bir ders vermeler, çok bilmeler...
Sonunda bağıracak biri, diyecek ki, "asıl koruman gereken ruhun. Beden bir kabuk ve sen ısrarla kabuğu kolluyorsun. Oysa içindeki derin yaralar öldürecek seni, yediğin içtiğin değil..."
 
O halde şimdi ne yapıyoruz? Hanya'ya gidenler şu tarafa, Konya'ya gidecekler de bu tarafa geçsin lütfen. Ben uyuyacağım inşallah!
 
Hadi kızlar selametle!
 

YAĞMURLU BİR SABAH, NURİ LEF LEF VE MAHALLE TURU



Nuri Lef Lef ile beni Suat tanıştırmıştı. İstanbul'a geldiği zamanlardan birinde şehirde keyfederken ve keşfederken, dericilerin olduğu mekanlarda bir şey arıyordu Suat. Lef Lef'i orada gördü. Bana da aldırdı bir tane. "Deriye başka şey sürülmez" dedi. "Bir de zeytinyağ, badem yağı, gliserin" falan diye ekledi.
O zaman bu zamandır bir Nuri Lef Lef kullanıcısıyımdır ama nasıl olduysa Bostancı'ya taşındığımda eve Migros'dan iki tane dandik ayakkabı parlatıcısı alarak canım botlarımı yavaş yavaş matlaştırdım.
 
 
Bu sabah yağmur o kadar abarttı ki, pazara gidemeyeceğimi anlayınca mahalledeki ufak tefek işleri halledeyim dedim. Atm, sapı kopan çanta, Zeplin'e uğrayıp Gökhan'a çizimleri bırakmak ve biraz sebze almak güzel olabilirdi mesela.
 
Bir kez daha sevdim mahallemi. Gerçi galiba ben mahalle kültürünün içinde esnafla kurulan bağı seviyorum. Çünkü nerede yaşarsam yaşayayım, ayaküstü sohbetlerin sıcaklığını ve kendine has mesafesini arıyorum. Enginarcının arkamdan "abla merhaba, nasılsın?" demesi, veya kar suyundan atlamaya çalışırken annemin sokağında balkabağı satan adamın elini uzatması büyük bir keyif veriyor. Pastaneye girdiğimde "hocam bir çay iç" diyen çocuklar o kadar içtenler ki, epeyce havaya giriyorum doğrusu:))
Stella'yla konuştuğumuzda en çok bunları özlediğini söylemişti.. Öyle iyi anlarım ki.. Nereye gidersek gidelim, ne kadar tatminkar hayatlarımız olursa olsun çocukluk alışkanlıkları özleniyor...
 
Bu sabah, Feneryolu sabit pazar   girişinde Vakıfbank'ın yanındaki küçük lostraya  ( yerini özellikle belirtiyorum çünkü hem işi iyi, hem fiyatları çok uygun ) uğradığımda kendimi çok iyi hissettim. Yağmur ve soğuk bu minicik dükkanın keyfini hiç kaçırmamıştı. İçerideki başı önünde, elindeki işe odaklanmış insan, ben merhaba dediğimde gülümseyerek başını kaldırdı. Selamlaştık, hal hatır sorduk birbirimize. Çantamın sapını gösterdim. "Hallederiz" dedi. "Ben de o arada bir iki işimi bitirip geleyim" dedim. Döndüğümde çantam hazırdı. Bir de botlarım vardı, bir türlü eskisi gibi parlamayan. "Ah!" dedi, "bak bu çizmeler nasıl kötü durumda. Mutlaka Lef Lef kullanmalısın. Yüz yıllık marka." Nereden alırım demesem, ben de var demeyecek. "Var mı peki sizde?" "Var." "E o zaman alabilir miyim?"
Çanta sapı dikmek üç lira, Lef lef beş lira.
 
Yıllar içinde nasıl da anneme benzedim. Esnafla sohbet huyum aile yadigarı:))
 
Işıklardan karşıya geçip markete uğradım. Pazara gidemiyorsak Şok var di mi? O halde bir iki günlük sebze alalım. Kasada çok ilginç bir genç kadın var. İlk zamanlarda benimle hiç göz kontağı kurmadığı gibi sohbet hamlelerimi de geri çeviriyordu. Şimdilerde gülümsüyor. Hatta o bana takılmaya başladı!
Bugün:
"Nakit var mı" diye sordu.
"Var."
"Peki fiş vermesem olur mu?"
"Olur."
"Güzel."
"Ya param yetmezse?"
"Yeter yeter, sizin paranız bereketlidir."
Allah Allah. Peki o zaman. İçimden çok güldüm, zira konuşmaya devam ediyordu. Sanki biraz daha kalsam çay içecek gibiydik. İlginç bir kız.  Hikayesini çok merak ediyorum.
 
Eczacım da şahanedir. Gerçi ondan iğne de yediğim için bir kaçınmam da yok değil ama gülerek iğne yapan bir eczacıyı kim sevmez ki!
 
Sonuç olarak mahallede bir saat turladım ve epeyce eğlendim. E artık çalışayım. İlk işimiz İspanyolca sayı saymayı ve saati söylemeyi öğrenmem lazım.
 
Arabın derdi kırmızı pabuç!

15 Ocak 2017 Pazar

TANRININ BANA VERMEYİ UNUTTUĞU KARDEŞ SANA DİYORUM!


Edirne'deki kuyuyu hatırlıyor musun? Sen benim kuyumsun. Kimseye söyleyemediklerimi söylediğimsin. Ulen sen ahiretliğim değil misin? İçimi döktüğüm, anamı şikayet ettiğim değil misin? Yahu sen yuvamı yıkan adamsın be, ötesi var mı? :)))

Bu akşam tatlılarımızı yerken, şiş gözlerine, neşesi kaçmış yüzüne bakarken beni kaç kez topladığını düşündüm... Kaç kez...

 
Boşandığımda... Depresif günlerde kendimi örgüye vurduğumda, sen değil miydim ördüğüm atkıları takan? Nasıl ödenir hakkın? Hani şu Cunda tatilimizde arayıp nameler yapan adam guy çıkıp, kafamı duvarlara vurduğumda:)) Sen kurtarmadın mı beni?
İşsiz kaldığımda parasını bölüşen kimdi? Elli sende kalsın, bana yirmi yeter....
 
 
En sefil günümüzde masamız hep neşeli olmadı mı? Beyaz Türk'ün sefilliğine birlikte kahkahalar atıp, satıcı değiliz demedik mi?


Hep dostluk kazandı. Hayat bana bir değil iki tane adam gibi adam verdi kardeşimden gayrı. Ha tamam, hala bi başıma olabilirim ama bu da doğru değil, Burhan Bey ne dedi biliyorsun: İki başımıza yaşlanacağız. Hatta üç!


Sen benim sırtımı dayadığım adamsın. Hayat ağzıma sıçtığında beni hastaneden hastaneye taşıyan adam... Boğazı seviyorum diye beni erguvanlara götüren dost. Hangi camiden kalkacak cenazem bir tek sen biliyorsun...


Sabah nasıl uyandırılmam gerektiğini, kahvemi nasıl sevdiğimi bilen kaç kişi vardır? Ya da sence kimin umurundadır? Senin inceliklerin olmasa, Burhan'ın sabrı olmasa kaç para ederim ben?


Hayatta üç kez asker yolu bekledim; kardeşim, sen ve Burhan. Düğünümde ikiniz vardınız ya gerisi hikayeydi.. Kocamdan çok sizinle dans ettim yahu!


Beni evcilleştirdiniz. Evcilleşmeyen taraflarımla sevdiniz. Vazgeçmediniz. Bunun adı aile değilse nedir?


Birlikte yürüyelim, "toplu sekse karşı olalım", gülelim, ağlayalım olur mu? Daha çok gezelim. Bize lazanya pişir. Benim bıkkınlık veren fırın makarnamı söylene söylene ye!


Seksen yaşımızı da birlikte kutlayalım. Mutlu ve genç günlerimizin anısına sıkı dur lütfen. Benim sizden başka kimsem kalmadı..... Bak Jasmin çok uzakta, Victor yok... Ben kiminle gıybet yapacağım?


Elimden ne gelir bilmiyorum... Pek becerikli de sayılmam malum. Ama buradayım. Vallahi, billahi buradayım. Evim, ekmeğim senindir. Ahiretliğim sıkı dur yaw... Benim senden başka kalem mi var?

 
Hastalanırsın bilirim. Hassas adamsın, fazla soğuk, stres, içki iyi gelmez sana. Olsun, ne iyi gelecekse onu yapalım. Hepsine eyvallah.

 
Bu salonun dili olsa neler anlatırdı... Ne çok kahkaha, ne çok dert tasa... Haklısın, gençlikte umut vardı, şimdi çok azaldı. Ama hala var...
 
 
Sen olmadan boğazın anlamı olmaz... Sosisli yemek ve büfeciye sarkmak sen varken güzel. Yoksa kim toplar beni sokaklardan? Kim kurtarır büfecinin elinden? Hem kim lale alır bana senden başka? Neden lale severim kim umursar ki?
 

Kocaman kocaman masalar kursam, herkes olsa siz olmasanız eksik kalırım... Bütün gece konuşmasak da, bilirim oradasın, oradasınız... Artık başka türlü yaşayamam ki... İstemem de.
 

Anam babam beni dünyaya getirdi eyvallah ama burayı yaşanır kılan, bileklerimi kesmemi önleyen hep sizdiniz. Bana bak sakın atlama bi yerlerden, ihaneti kaldıracak durumda değilim. Bu hayatta birlikteyiz anladın mı? İt oğlu it, seviyorum seni!


13 Ocak 2017 Cuma

AH KOMŞUM AH!

 
Şimdi yaz olsa, Yunan'da olsak... Ada, deniz, uzo... Öylece dursak; bir suyu, bir geri dönüp ardımızdaki dağları seyre dalsak. Gün geceye, gece sabaha bağlansa... Saatler geçse, hangi gündeyiz bilmesek.. Güneş batsa, Ay çıksa. İçip içip sokak köpeklerine sarsak.

Arada bir yağmur yağsa, yüzümüzdeki tuzlu suya karışsa...


https://www.youtube.com/watch?v=jFCtJa7XACE

GÜZEL KADINLARI ANIMSAYARAK, NE GETİRECEĞİNİ BİLMEDİĞİM BİR SABAHA UYANMAK...




 
Sartre’la karşılaştığım zaman, her şeyi kazandığıma inanmıştım. onun yanında benim kendimi gerçekleştirmem başarısızlığa uğrayamazdı. şimdi kendi kendime şunu söylüyorum: kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur.
                                                                                                   
                                                                                                           Simone de Beauvoir
 
 
 
 
“Bir avuç toprağı yoğurmayı bile bilmeyenler. Duygusuz yavan insanlar. Bu benim ruhum en kutsal varlığım…Bunlar çalışma saatleri. Ruhumun yandığı saatler. Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım.. Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı..
Bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum…
 
 
                                                                                                                   Camille Claudel
 
 
 
 
"Ben daha önce burada bulunmuştum," dediğimizde belki de asıl dediğimiz "Ben şimdi buradayım"dır, ama başka bir yaşamda başka bir zamanda, başka birşey yaparak. Çeşitli yaşamlarımız bir garsonun elindeki tabaklar gibi üst üste duruyor olabilir. Görünen yalnızca en üstteki tabaktır ama, ötekiler de oradadır ve bir yanlışlık sonucu onları da fark ederiz.
 
 
 
                                                                                                                 Jeanette Winterson
 
 
 

10 Ocak 2017 Salı

YÜZELİM Mİ O HALDE!







Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz
                                   Herakleitos
 
 
Biliyorum, zaman herkesi, her şeyi değiştirir, dönüştürür. Değiştim, değiştin. Değiştik. Kabul...
 
Kırgınım. Çok kırıldım sana. Kıçını kurtarmak için beni sattığın günü hiç unutmadım. Acınızı kucağıma bırakıp kaçtın ben adam!Ama inanır mısın kin duymadım. Kızmadım. İçime güm diye oturdu satılmışlık. Öylece kaldım. Zamanla da alıştım sanırım bu duruma. Hayat be dedim, dostum mutlu ya, demek bunun için satıldım. Varsın olsun!
 
Şimdi mutsuzum diyorsun. Birkaç sokak ötemde acı çektiğini bilmek zor be. Evet belki eskisi gibi kahkahalarla gülemeyiz, belki o kaygısız sımsıcak kucaklaşmalar da olmaz. Yine de bakarsın ısınır kalbimiz? Bakarsın dostluk kazanır. Ölmedik ya, hayattayız.
 
Yüzelim mi?
 
Bu şarkı dostluğa gelsin, yasu! : https://www.youtube.com/watch?v=-rPOS4GQD50

KISA KISA ORTAYA KARIŞIK



YENMEZ, XİLMEZ!

-I-
Zihni ikizleri eğitiyor.
Bartu terliği ısırıyor. Zihni sakince :
"Terlik yenmezzzz"
Kitabı ısırıyor.
"Kitap yenmeeez."
Bu böyle sürüp gidiyor...

-II-
Sarışın beni eğitiyor.
Şımarınca birazcık küfür ediyorum.
"Hay bu elmanın anasını xiksinler!
Sarışın:
"Nimet xikilmezzzz"
Az sonra:
"Böyle biter mi film yaw! Yönetmeni xiksinler!
Sarışın:
"Hah bak o olur."
"Peki mevsiler?
"Olmaz, Rabbisi yaratmış!Mevsim xikilmez!"
"Hımmmm"

TAPINAKTA WHAT "HAPPEN!"

Yeni yılı geçirmek üzere, şimdilerde gayet iyi dostu olan eski sevgilisinin, kiraladığı porsche ile Avusturya sınırında bir Budist tapınağa giden dostumla telefon konuşmamız:
"Nasıl geçti yeni yıl akşamın?"
"Arkadaşlarla yemek yedik, onlarda kaldım. Güzeldi.
Sen tapınaktaydın, sormuyorum... Dua ettin mi bari?"
Kikirdemeli bir ses ve:
"Ettim ettim."
"Ne güldün?"
"Ya happen var ya"
"Eee?"
"İşte öylesine yazdım, yakınlarda yaşayan bir adam cevap verdi."
"Ve?"
"Atladı geldi, biraz yürüdük etrafta. İsviçre'de yaşayan bir Alman"
"Yok artık! Kızım sen inzivaya gitmedin mi yahu!"
"Yok, yeni yıla sakin ve dua ederek girmeye gitmiştim, e öyle de oldu.  ( Duaya acil cevap mübarek! )"
Burada yine bir gülmekler falan.
"Tövbe ya, tapınakta rahat durmamışsın bacım!"
"Ya bişi yok, iki hafta sonra görüşeceğiz"
"Hadi bakalım:)"

OLMAYINCA OLMUYOR

Balon balığı, Kirpiyi rakıya davet etmiş.
Kirpi gelirdim ama dikenlerim batar demiş.
O sırada leylek gelip tüm rakıyı içmiş, karga peyniri yemiş!
Masal başlamadan bitmiş.









9 Ocak 2017 Pazartesi

KAR

Gunlerce suren yagmurlar hatirliyorum cocuklugumdan. Hic bitmeyecekmis, gok delinmis de biri elinde igne iplik oylece kala kalmis gibi durmadan gece gunduz yagan yagmurlar.
Sokaga cikamazdik! Fatma teyze ayagina lastiklerini gecirip gelirdi bize. Karsi sokakla aramizda bir dere olusurdu. Jeepler eger lastiklerine tas sikistirilmamissa dere boyunca suruklenir ve denize dokulurdu. Saka degil, vallahi!
Annem beni de o dereden tuttuklarini anlatmisti. Kucuk kirmizi bir balikmisim, babamla gelip tutmuslar beni. Eve gelince de kucuk bir kiza donusmusum! Iste benim dogum hikayem!
Neyse, bu yagmurlar deli gibi gokgurultusuyle gelirdi. Odumuz patlardi. Sobanin yanina iyice sokulur ve yag kandili isiginda hikayeler dinlerdik. Gokdede hikayeleri. Bu korkutucu sesler onun ofkesiydi. O halde uslu dursak sakinlesir miydi?
Ne zaman yagmur yagsa mutlaka mahallede bir elektrik diregi devrilir ve karanlikta kalirdik. Bunu sevdigimizi hatirliyorum. Ozellikle de meyva yiyerek hikaye dinledigimiz saatleri.
Cocukken ogrendim kendimi oyalamayi, gunlerce evde kalsam gam olmaz. Okurum, yazarim, resimdir, muziktir derken saatler akar gider. Sanirim o uzun kis gunlerinde edinilmis bir terbiye. Kimse bizi eglemezdi, bunu yardimsiz basarabiliyorduk.

Yagmur gunlerce devam edince sokaklardan akan su tertemiz olurdu. Mutlaka anlatmisimdir, halilarini kilimlerini yikardi kadinlar. Bambaska bir hava eserdi ortalikta. Kek kokusunu animsiyorum, zeytinyag ve susamli... Ve Zarife anneannemin mis gibi ekmeklerini...

Kar gordugumde epeyce buyumustum. Ilkokuldaydim. Kar bana zor anilarimi animsatir... Oysa yagmur ve gokgurultusu huzur verir... Algi iste... Neyse, azicik orgu oreyim....

7 Ocak 2017 Cumartesi

AĞIR GELDİN KAR...

 
Hassas bir sabah. Beyaz bir manzara. Gelin olmuş palmiyem. Kahve, Sezen. Kimse ölmemiş, kriz kapıdan içeri girmemiş, yıllar nanik yaparak geçmemiş gibi.
 
Evin değişik köşelerini keşfederken, hiç pencere önünde yazmadığımı fark ettim. O halde bugün buradayım. Hatta atkımı da burada öreyim.
 
Büyüdüğüm mahallede kar.. Kar hiç ummadığım bir şey tetikledi. Babamı özleyerek uyandım. Bazen bunca yıldan sonra tam da o gün gibi ağlayabilmek, hala bu kadar çok gözyaşı dökebilmek inanılmaz geliyor. Ölülerim neden ölmüyor benim? Vedalaşmayı hiç öğrenemeyecek miyim?
 
Babam, anneannem ve Victor... İçimi yangın yerine çeviriyorsunuz..
 
Babamın son nefesini verdiği mahallede nefes almaya çalışıyorum. Ciğerlerime dolan derin acıyı tarif edemiyorum. Diken soluyorum sanki. Buraya boşuna taşınmadım. Biliyorum. Tesadüflere inanmıyorum. Sadece yapmam gerekeni yapamıyorum...
 
Bu sabah yüzümü gözyaşlarıyla yıkadım. Tuzlu, ılık. Zamanın kar altına gizlediği bin dokuz yüz seksen üç kışına uyandım. Yıldız Savaşları'nı seyrettiğim kış, babamın öldüğü, baharın geciktiği, karla kaplı caddelerde yürüyemediğim kış. Dizlerime kadar kedere battığım, mevsimlerin altında ezildiğim, kalbimin buz tuttuğu kış. Zamansız terk edilme korkusunu bir atkı gibi boynuma doladığım kış... Dokuz yaşımda donduğum kış..
 
Annem ve kardeşim için yemek hazırlayacağım bugün. Onlara sormayacağım, şu palmiye gibi sizin de ruhunuza ağır geliyor mu kar demeyeceğim... Yıllarca konuşamadığım babamı artık hiç olmazsa yazabiliyorum demeyeceğim. Öyle çok ağlıyorum ki boğulmaktan korkuyorum demeyeceğim..
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

5 Ocak 2017 Perşembe

BİR TEK BUGÜN VARMIŞ, GERİSİ YOKMUŞ, İLERİSİ BOŞMUŞ...


 
Depresyonda falan değilim, aksine hiç olmadığım kadar an içinde, anın her bir zerresindeyim. Ha, meditasyona oturmaya cüretin var mı dersen, yok, yemiyor... Bir kaçma, sobelenirsem diye dudak ısırma hali hep var. Doğam böyle. Hayırlara vesile olsun!
 
Dersler başladı. Yetişkinler salonun kendilerine ait noktalarına yerleştiler. Elbette yine her biri kendi biricik ve özel durumuyla geldi. Öğretmene, öğrenmesi gerekeni öğretmek için hazırlar. Ben de öğrenmem gerekeni anlamak için açtım kulaklarımı bekliyorum.




Zaman buldukça boş, kafamı tam takır kuru bakır yapacak işlerle uğraşıyorum. Uzun uzun yürüyorum. Annemle müzik dinlemek, kahve içmek iyi geliyor. Örgü örmeye başladım. Keyfim için okuyorum. İspanyolca ve Sosyoloji notlarının yüzüne baktığım yok. Ne olacak İspanyolca öğrenirsem? İspanya kralı tahtını mı verecek? Sosyoloji okusam? Anlayabilecek miyim sanki bozuk düzenin gerekçesini?
 
Tastamam şahane işler peşindeyim. Keçedir, örgüdür, portakallı kektir. Şu an kafa o kafa. Kar gelecekmiş ya, işte o sebeple kendime atkı örmeye başladım. Evimde oturmuş, gezegenin biricik mühim işi atkı örmek, ördüklerini giymek ve giydirmektir felsefesiyle örüyorum. Arada film izliyorum, müzik dinliyorum. Yoga kitabıma bakıyorum. Bazen de kendimi mırıldanırken yakalıyorum "sakin Elvan, sakin...."


Atkı da bu. Nasıl rengi süper değil mi? Almanya'da yaşasam sık sık senin kızlarla buluşup örgü örerdim ciğerim. Neyse, Çanakkale'de yaparız. Oh, üstüne bi de bazlama pişirir, çay içeriz!
 
Bu arada nergisli kupamı kullanmaya başladım. Mis gibi nergis koklayarak içiyorum sabah kahvemi. Kendimi sayılı günü kalmış, her dakikayı emen bir vampir gibi hissediyorum!

Bu akşamın ödülü bir Ferzan Özpetek filmi olacak. Bir kadeh şarap ve Bahattin'in dediği gibi "benim yaşamam gereken hayatı kim yaşıyorsa... " diyerek gülümseyeceğim... Elif ve Agi keşke buralarda olsaydınız....

Öperim kocaman!


4 Ocak 2017 Çarşamba

ADIM ADIM..

 
 
 
 
 
 
 
 
 
"Hayal kırıklıkların bavullardan taşmış, dünyaya inancın tükenmişse, işte tam orası kırılma noktasına gün saydığın yerdir. Zemine dikkat et!"
 
Uçup giden gençliği annemin saçlarında, aile dostlarımızın kataraktlı gözlerinde ve hepimizin ellerinin üzerindeki damarlarda görüyorum. Nicedir o damarlardan zar zor akan hayat, bana bakıp dudak büküyor.
 
Ölüm hiç olmadığı kadar dışımda artık... Uzun yıllar içimde pusu kuran korkular şimdi her köşe başında; evimde, sokağımda, işimde, uykumda... Sevdiklerimizi kaybetme endişesiyle nefes alıyoruz. Ve evime saklanmış, avaz avaz susarken, kitap dün gece şöyle dedi:
 
"Eğer beni cehennem bekliyorsa beklesin. Bu kısa ömrü onun korkusuyla, yaşamadan ziyan etmemeliyim."*
 
Etmemeliyiz. Etmeyeceğim. Uzun bir maratonun ikinci yarısını koşarken, tek ihtiyacımız sevgiyken bu denli aptalca harcanmış onlarca hayatın varlığına yenilmeyeceğim! Bunca yanlış seçimden nasıl olup da toplumsal bir doğru, güzellik bekliyoruz? Dünya ne zaman barış ve huzur dolu olmuş ki? Var mı öyle bir çağ? Yıl?
 
Yok!
 
Hayat!
 
 
 
* Gece Kayığı, Alan Spence
 
 
 
 
 
 
 
 

2 Ocak 2017 Pazartesi

somewhere nice.... & kızıl ağaç








 
 
Bu şarkı ve içinden geçtiğimiz zamanlar Kızıl Ağaç'ı düşündürdü. Okuduğum en güzel hikayelerden biriydi... Londra'da Mehmetus'u beklerken kitapçıda oyalanıyordum. Malumunuz oralarda aristokratlar, evsizler ve turistler aynı kitapçının rafları arasında dolaşabiliyorlar. İstedikleri kitabı alıp sınırsız bir zaman boyunca bakabilir, hatta zarar vermedikleri sürece her gün uğrayıp, oracıkta okuyabilirler. Hey hat!
 
Neyse Kızıl Ağaç'ı tesadüfen buldum. Tıpkı Cömert Ağaç gibi. İki kitap da Türkçe olarak mevcut.
 
Öyle insanın içine içine yazılmış ve hatta çizilmiştir ki Kızıl Ağaç, gerçek hayatın tam ortasından şut çeker kalbe! Kelimelerinde keder, ama öyle böyle değil, derin, ağır bir keder ve tam her şey bitti denilen an, tüm şehri gülümsetecek kadar yoğun umut barındırır. Yazar, çocuklara değil, çocukluğa yazmıştır. Çizgiler de yazıdan aşağı değildir üstelik. Hele o başında mark 5 ile şişede oturma hali... Odadaki minicik fide... Karanlık ve gri kentin bir çocuğun omuzlarına, pek çok insanın omuzlarına çöken kasveti...

SEVGİLİ HAYAT

 
 
 
 

 
 
 
 
Yıllardır yaşadığımızı sandığımız hayat, aslında bize yaşam hakkı vermeyenlerin elinde birer piyon olmaktan ibaret. Ülkemi değiştirmiyorum, zira nereye gidersem gideyim, piyon olma halinin bulunduğum coğrafyaya göre farklı bir surette önüme çıkacağını biliyorum. Tarih bana kaçamayacağımı söylerken, kulaklarımı tıkamıyorum. Duymam gereken her şey için kalbimi kullanıyorum. Ve o bana diyor ki, bu kırılmaz sandığın çember kırılır.. Bir tek insanı sevmekle, bir tek kalbe kalpten bağlanmakla değişir dünya. O değişmese bile senin onunla kurduğun bağ mutlak surette farklılaşır.
 
Başka yol yok. Anlaşmaya değil, bolca sevgiye, yaratılmışı kendimizden ayırmayarak sevmeye ihtiyacımız var. Bu karanlık günlerden çıkacaksak eğer ancak ve ancak aşkla çıkacağız. Çocuklarımıza, dostlarımıza, denize, kuşa olan aşkımızla.
 
"Zor derslerle doluyum ben!" diyen bir yılın kapısının önünde dururken ve henüz ilk adımlarımızı atmışken, kırılmayalım esneyelim derim. Olduğu kadar...