30 Haziran 2012 Cumartesi

DUA

Acım bayat, yaram eski.
Neden meditasyona uzandığımda o ışık selinin içinde yıkanamıyorum? Neden burnum sızlamadan aklımdan geçiremiyorum kayıplarımı? Olanı olduğu gibi kabullenebilmek için yaradana sığınıyorum. Ölümü kabullenebilmek için yalvarıyorum. Lütfen, kalan ömrümü, göğsümde kalbimle, vicdanımla yaşamam için bana inanç ve cesaret versin. Bizi affetsin... Sevgiye sırtını dönenleri affetsin... Dünya malına kapılanları affetsin. Ardından ağlayamadıklarım kalbimde biriken şu koca göl için beni affetsinler... Tanrı beni affetsin, onun verdiği bu cana zulmettiğim için...

http://www.youtube.com/watch?v=4Yps944qARQ

29 Haziran 2012 Cuma

HAZİRAN

Yavaş yavaş unuttuk birbirimizi. Her gün hatırlarken, haftada bir bazen birkaç haftada bir hatırlamaya başladık. Zaman kazandı, biz kaybettik. Belki de ilk kez yenilgimizden memnun olduk. Olduk değil mi? İstediğimiz bu değil miydi?
Jasmin buradaydı. Kocaman bir kışın yorgunluğunu birlikte çıkarttık. Kah gezdik, güldük, kah birbirimizin kalbini cimdikledik, acıttık. İsteyerek olmadı ama,  bunu bilmenin huzurunu hiç kaybetmedik. Çünkü insan sevdiğinin canını bilerek yakmaz.

Senden hiç bahsetmedik. Güzel mekanlarda yemek yerken, kahvelerimizi içerken, Galata Köprüsü'nde, Galata Kulesi'nde ve hatta Topkapı Sarayı'nı seyrederken, Aya İrini 'de müzik dinlerken seni hiç düşünmedim. İnanır mısın, iş yerinin önünden hiç geçmediğim kadar çok geçtim bu ay ve orada bile aklıma gelmedin. Gerçekten unutuyor muyuz? Gerçekten bir sonraki hayata mı kaldık. Ne tuhaf. Galiba sonunda kabullendim.
Bir avuç dostum ve kalan zamanımla yaşamayı kabullendim.





28 Haziran 2012 Perşembe

TATİL BİTTİ...


Zas, saz derken, Harem, Sapanca, Çengelköy gezerken geldik tatilin sonuna... Süper Prenses yarın sabah uçuyor... Kimbilir bir daha ne zaman göörüşürüz... Dilerim ikimizin de önünde nice tatil, nice buluşma olsun... Ne demişler, bir kahvenin kırk yıl hatırı var...

önemli not. ikimizin de güzel çıktığı bir kare fotoğrafımız yok!!!!

14 Haziran 2012 Perşembe

Duymak, dinlemek ve anlamak bambaşka manalara geliyormuş meğer. İnsanın duyduğunu dinlemeye başlaması, uzun uzun dinlediğini anlamaya gayret etmesi bambaşka şeylermiş.
İnsanın şansını fark etmesi de böyle birşey; kendini hep mutsuzluk ve kaybediş senaryolarıyla besleyen insan, bir uyansa, bir uyansa ve etrafına baksa, görebilecek aslında şansın tam ortasında durduğunu. Ama bakmakla görmek ve gördüğüne bir de gönül gözüyle bakmak da farklı.
Hiçbir durum biz hazır olmadan gelmiyor hayatlarımıza. Her adımın bir zamanı var. Sevgili Güven Arsebük'ün dediği gibi "hiç bir yemek piştiği kadar sıcak yenmez", biraz soğur, sonra yenir... Bazen anlamak ve anladığının tam ortasında olmak için, önce yitirmek gerekiyor. Yitirilen olmaksızın, nasıl hissettiğine bakmak, kalan boşlukla tanışmak gerekiyor. O boşluk belirliyor pek çok şeyi.

Şansıma minnettarım. Herşeyin olması gerektiği gibi ve tam da olması gereken anda gerçekleştiğini, olanın bütünün hayrına olduğunu biliyor ve buna inanıyorum. Hayatı getirdiği herşeyle birlikte kucaklıyorum:)

13 Haziran 2012 Çarşamba

Zamanın ne kadar hızlı geçtiğini ve bizlerin bu konuda ne kadar çaresiz olduğumuzu yazmaktan sıkıldım. Biraz da zaman geçerken neler yaptığımızdan bahsetsek? Mesela ben ne yapıyorum?
Genellikle mızmızlanıyorum ve erteliyorum. Kayıplarım için ah vah ediyorum- ki sonra kaybettiğim her şeyin ne sebeple kaybolduğunu ve hayatıma nasıl bir katkıda buunduğunu da çok iyi görüyorum -, "yorgunum", "isteksizim" diyerek kendimi zorlamıyor ve gelecekte bir gün kullanmak üzere yeteneklerimin üzerinde toz biriktiriyorum!
Siz böyle yaşamıyor musunuz? Ne mutlu!
Aslında bende az buçuk düzelmeler var. Öncelikle ashramda zaman geçirdiğimde hayat tam da olması gerektiği gibi anlam kazanıyor. Bedenim tam da olması gerektiği gibi güçleniyor ve kalbim her nabızdan zevk alıyor.
İşin gerçeği, biz ne yaparsak yapalım, nasıl düşünürsek düşünelim hayat "tam da olması gerektiği gibi" sürüyor ve birgün tam da bitmesi gereken yerde bitecek.
Fakat zamansız kayıplar, hazırlıksız yakalandığımız hayal kırıklıkları bizi bambaşka düşüncelere taşıyor. Aldatılmış, ihanete uğramış, çoğu zaman yeterince mücadele etmemiş hissediyoruz. Geçmiş için yapabileceğimiz birşey yok, adı üzerinde geçmiş! Geçmiş zihnimizin bir parçası ve zihin tamamen ölü birşey! Dolayısıyla mutluluk ve sağlık için ruhun ihtiyacı olan zihinsizlik hali yaratılmalı.
Bu hal egzersizlerle yaratılabilir, yaşanabilir. Bir de bazen doğal olarak hiç ummazken, çabalamzken gelebilir.
Sakin sakin otururken, akşam ılıklığında bir manolya kokusu dolar salona ve insan o anda dünyada sadece kendisi ve manolya ağacı varmış gibi tarifi zor bir huzurla anda olur. Geçmiş yoktur, gelecek gelmeyebilir. Ama manolya kokusu tam da burada, burnumun ucundadır! Öyleyse an, manolya ve benim için vardır ve tek gerçek ikimiz arasındaki bağdır!
Çok mu uçuk kaçık geldi? O zaman "Yeryüzü ile Konuşma Sanatını" okumayın:)
Sevgilerimle...












9 Haziran 2012 Cumartesi

SİKKE, MANGIR VE ÇÜKKE VESAİRE

Akkavaklar altında çardağımıza oturmuş, Burhan Bey ile işçileri seyrediyoruz. Süpür süpür bitmiyor açmanın toprağı, sök sök azalmıyor kökler. Malum, ormanın ortasındayız! Ama ne orman... cangıl mübarek şehrin göbeğinde! İnsan ne dese az kalır ya, bunları zaman içinde yazarım inşallah. Bakınız diyalog şöyle:

"Elvan"

"Efendim Burhan"

"Bil bakalım sikkenin küçüğüne ne denir?"

"Ne denir?"

"Çükke!"

İnsan kazıda hep bilimsel sohbetler yapacak değil ya, bizim de hakkımız cıvıtmak! O sıcakta, tuvalet yok, su ısınmış, yemek desen eh! Ne yapacaktık ki!
şaka bir yana, arazimiz çok güzel. Gölün kıyısında, serin, akkavak ağaçlarının gölgesinde çalışıyoruz. Sinek ve türlü orman canlısı zaman zaman bezdirse de bence önemli değil, zira her an tetikte olmak insana bir tür farkındalık egzersizi!

8 Haziran 2012 Cuma

HAYAT

Kötü şeyler, iyi şeyleri ham yapar. Ama kötü şeylere rağmen, iyi şeyler olmaya devam eder. Ve bunun adı hayattır!

6 Haziran 2012 Çarşamba

6 HAZİRAN 2012

Tam altı yıl önce bugün yüksek lisans jürim vardı. Ve yine tam dört yıl önce bugün Leyla Nora doğdu!
Altı yıl aradan sonra bu sabah tekrar arazideyim. Bir sarnıcım var; imparator ...* zamanından. Bakalım neler olacak??

* İmparatorun adını yazamadım, zira kazı başkanına bu konuyu blogda yazıp yazamayacağımı henüz sormadım!

5 Haziran 2012 Salı

İŞTE YAZ

Beklenen ve gecikti diye hayıflanılan yaz geldi. Umarım herkes rahatlamıştır. Sanırım terlemeyi pek seven ve vücudundaki her saç telinden ve ter gözeneğinden rahatsız olmayan garip bir milletiz. Dün bütün gün sokaklarda canım çıktı. Sıcak bir yandan, devlet dairelerinin sevimsizliği öte taraftan! Eve geldiğimde uykum yoktu ama yatmak istedim. Uyku,  sevmediğim durumlardan kaçma şeklim olacak diye endişeliyim. Neyse ki kazı da akşam saati dışında uyumam imkansız.
Bugün önemli toplantılar günü. Hem yoga, hem de arkeoloji ile ilgili ardı ardına yapılacak toplantılara bakalım uydumuzun etkisi nasıl olacak. Bu kadar sevmeme rağmen dün Ay izlemeye bile gidecek gücü bulamadım...
Yaz kalan azıcık enerjimi de yutan bir mevsim. Fakat ben bu defa ona inat kararlar aldım. Bakalım neler olacak?:)

3 Haziran 2012 Pazar

DİLEKLER

Zamanın bir yerinde dile getirdiğimiz, belki de çoğu zaman sadece sessizce yüreğimizden geçirdiğimiz, sonra günler birbirini kovalarken, artık gerçekleşmeyeceğini düşünerek peşini bıraktığımız dilekler hiç beklenmedik bir anda, biz çoktan başka bir tarafa yürürken karşımız çıkarsa ne olur?

Bilmem, bu yaz yaşayarak öğreneceğim. Eski aşkıma döneceğim; İstanbul'un geçmişine doğru uzun ve gizemli bir yolculuğa çıkacağım. Tarihçilerin pek çoğuna göre İsa'ya, bence sadece güneşe ve doğaya tapan imparatorun peşine düşeceğim. Bu  sürek avında çalışan ekibin bir üyesi olup, kalbimde macera için istek kalmış mı bakacağım. Ne mi yapacağım? Bir liman kenti kazacağım!

On yılı aşkın bir süreden sonra araziye dönmek, hele ki böylesine zenginlikler sunan bir kazıya dönmek gerçekten hem heyecan verici, hem de sorumlulukları açısından korkutucu. İşin büyüsü kadar, stresini de hatırlıyorum.

Güzelliklere dönersek, arkeolojik sit alanlarında hayal ve gerçek birbirine karışır. Mimari buluntular ve geri kalan tüm diğer küçük buluntular sadece belgelenecek birer obje değil, yüzyıllar sonra güneşi yeniden görmüş ve dile gelmek için sabırsızlanan hikayecilerdir. Konuşamazlar, konuşsalar bile bir kaç monogram, mühür ve kitabe dışında hep siz duyun isterler. Bu yüzden kulaklarınız her daim açık olmalıdır. Etraftaki böceklerin, ağaçların atalarının bu toprakta sizden daha eski olduklarının saygısıyla yapılır bu iş. Başka yolu yoktur.
Bu yolculuğu hatırlıyorum. Uzak bir rüya gibi, özlediğimde içimden geçen bir rüzgar gibi hatırlıyorum. Bu yaz bir rüyaya gireceğim, hem de gözüm açık. Buralarda olup, okumak isterseniz anlatıyor olacağım:)