12 Mayıs 2024 Pazar

SİN*

 

"KIRILMAK VE DEVRİLMEK PUTLARDAN BİLE ESKİDİR"

                                                                                                                               ELVAN                



Masallardan, öykülerden, mitlerden beslene beslene semiren ben, kutsal kitap kıssalarına düşmüşsem eğer yaşımdan, vaktinin gelmişliğindendir. Malum yaz sonu Yunus'la hemhal olmuş, kışı İbrahim'le geçirip, bahara İdris ve Hızır'a mektuplar yazarak başlamıştım. Hala Ay mı güneş mi daha uhrevi karar veremesem de göklerdeki ışıklı herşeye karşı artan ilgim bana bambaşka bir yol açtı diyebilirim.

Işığı gölgeden izleyenlerin, ısınmayıp ılınanların sülalesindenim. "Güneşe çıkma!" diyen anneannemin, pamuktan beyaz babaannemin torunu, Karlar Kraliçesi'nden kurtulamayan kalbi buz kesmiş annenin kızıyım.

Kadere inanırım. Kaderin ve kederin gücüne eğilirim. Eğer eğilmezsem hayatın kafama kafama vuracağını da bilirim. Fakat bilmelere doyamayan ben, isteyene oyun bozanlık hakkı tanındığını da öğrendim. 

Şimdilerde günahtan kaçtığım, sevaba mesafeli günlerden geçiyor, geceleri rüyamda uçup, sabaha buraya dönüyorum. Artık ne beni yutmayan balinaya kırgınım, ne de günahlarımı yükleyebileceğim büyük putun peşinde. Tek arzum gülistan. Mümkünse yüksekçe bir arazinin deniz gören yerinde. Kendimi güllerin arasında İdris ve Hızır'la beş taş oynarken hayal ediyorum. Üzerimde ketenden şalvarım, ayağımda potinler. Tam tepemizde mis gibi ilk yaz. 

İdris, Hızır ve ben gül bahçesindeyiz. Mutfaktan helva kokusu geliyor. Eski ben için kavuruyorlar. Hayrına mahalledeki çocuklara dağıtacağız az sonra. Hayrına içimdeki yoksula yedireceğim az önce.



* Arap alfabesinin ikinci harfi. 

RÜYA

 

Birbirinden farklı beş fincan - beş vakit demek mi?- her birine kahve dolduruluyor. Hangisi benim? İçiyor muyum? Bilmiyorum. Sonra harabe bölümleri de olan sitede ev bakıyoruz seninle. Bir yanı derin uçurum, öte yanı güvenli, manolya ağaçlarıyla alçak apartmanlarla tam eski usül mahalle. Yavaş yavaş sora sora tırmanıyoruz tepeye. Yerli kadınlar var, Bodrumlu teyzelere benzeyen. Yukarıda aradığımız şey yok, inişe geçiyoruz ama uçarak! Bisiklette değiliz, olsak görürdüm. Uçuyoruz. 

Ekin'in dükkanı var aşağıda. Jale Teyze bizi görüp çıkıyor dükkandan. Konuşuyoruz. Ama ne hakkında? Hatırlamıyorum.

Tamamlanmamış yaşamı veya paralel evrendeki bizi yine yarım yamalak bırakarak uyanıyorum. Ve bu sabah anlıyorum ki bir kez bile dilememiş, bir defa olsun "mutlaka gel" dememişim sana. O halde diliyorum ve diyorum; yarım kalan ne varsa tam olsun. Rüyalar huzur bulsun. Mutlaka gel! Amin.

10 Mayıs 2024 Cuma

KUYU

 

Dün Yılmaz Erdoğan'ın dizisini izliyordum. Dünyalar güzeli bir kız çocuğu Göksel'in Sen Orda Yoksun şarkısını öyle güzel seslendirdi ki, adeta ilk kez duydum. Tekrar tekrar dinledim ve dinledikçe anımsadım...

Bir zamanlar benim de bir kara kuyum vardı, içinde kimseler olmayan, etrafında daireler çizdiğim kuyum. Başıma gelen her talihsizliği, tüm basiretsizliklerimi, yalnızlığımı, çaresizliğimi içine kustuğum kara kuyu... Bir insan diğerini yaptıklarından çok yapmadıkları için, eylemlerinden ziyade eylensizliği için ne kadar ama ne kadar suçlayabilirse ben de o kadar suçladım kara kuyumu. Konuşmuyor, tepki vermiyor, beni çekip içine almıyor öyle sağır sağır kalbimin ortasında duruyordu.

Onu benim yarattığıma uyanmam öyle uzun sürdü ki, hatta bazen hala rüyalarıma giriyor ve aynı ezbere düşüp yaşamıma dair tüm suçu o kara kuyuya attığımı görüyorum. Ne yazık değil mi?

Ben çocukken Mars Mabedi'nden harıma çıkan patikada keçi boynuzu ağaçları altında bir kuyu vardı. Buz gibi suyu olurdu. Tulumbası bozuktu ama bakraç vardı kapağın üzerinde. Kübra Nine bakracı salar ve bize buz gibi su içirirdi. Sonra yola devam eder, Göktepe'ye çıkardık. Geriye dönüp baktığımda hatırladıklarım sanki bizzat yaşadıklarım değil de okuduğum peri masalından anımsadıklarımmış gibi geliyor. Hayat o kadar güzel, öylesine masalsı olamaz ki. Mutlaka uyduruyor olmalıyım. Peki ya kara kuyu ? Belki sadece zihnimin çöplüğünde oluşmuş bir kabustu? Belki hiç yaşamadım ve hepsi kafamdan uydurduğum şeylerdi? Öyleyse niçin tüm hayatımın tek bir kabustan etkilenmesine izin verdim? 

İnsanın hapishanesi her zaman demir parmaklıklardan oluşmaz.... En kötü anıya hapsolmak, hatta en zalim gardiyanın kendin olduğunu bilmeden sonsuz bir anahtar şıngırtısıyla volta atarak hayatını piç etmek mümkündür!

Hani uykudan gecenin tuhaf saatlerinde uyanır ya insan; yatağa dönmeye geç, güne başlamaya fazla erkendir. Tam anlamıyla hissettiğim bu; ruhumun, kalbimin ortasında duran kara kuyunun kendimi korumak için oraya bizzat benim tarafımdan bırakılmış bir metafor olduğunu biliyor ama hala etrafında dönüp durmaktan kendimi alamıyorum. Ruhum otistik olabilir mi?

Vah bana di mi?







7 Mayıs 2024 Salı

OYUNU İDRAK EDEMEYEN ZAVALLI ZİHNİM

 Günaydın,

O kadar ilginç bir sistemde çarkın dişlileri arasında un ufak ediliyoruz ki, ne huzurla doğmaya, ne de sükunetle ölüp gitmeye müsade yok. Aradaki kısım, hayatlarımız mı? Elbette onu yaşarken de özgür irade falan yok. Külliyen yalan.

Dünya'nın her yerinde böyle mi oynanıyor bu oyun bilemem, ama kazananlara baktığımda onların tüm yaşamları boyunca olmasa da hatırı sayılır bir süreyi ayıya dayı, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın felsefesiyle geçirerek ve ancak bu şekilde odaklarını kaybetmeden ilerleyebildiklerini görüyorum. Bu neredeyse mutlak başarıya götüren tutuma ne diyeceğiniz size kalmış; sosyal zeka diyen de var, ikiyüzlülük diyen de. Ben mi? Bana sorsanız bu tastamam ikiyüzlülük. Tartışılacak yanı yok ki. Fakat ben toplum normlarının epeyce dışında ve "başarısız" olarak tanımlanan bölümden yazıyorum fikirlerimi. Yani kazananlar sınıfına mensup olmadığıma göre ve elbette azınlıkta kalışımla da vaziyetimi anlarsınız, genel geçer doğrulara muhalif bir yerden yazıyorum.

Üniversitelerde nitelikli öğretim üyesi kalmamış öyle mi? E istemediniz nitelikli olanları. Ilımlı olanlar, memuriyetinize dair ayak işlerinizi sessizce yapanlar, kıymetli hocam Önder Bilgi'nin dediği gibi "tekkeyi bekleyenler, çorbayı içti." İyi mi oldu? Bir tek kıymetli asistan bırakmadan öldünüz hepiniz... İstanbul Üniversitesi sayenizde niteliksiz kadrolaşmanın dibine vurdu! Dilerim mezarlarınızda ters dönersiniz.

Sosyal zekası yüksek, evrak işinde ehil kadrolar neden şimdi tatmin etmiyor toplumu? Farklılık yönetimi sanırım daima benim fantezi dünyamın bir ürünü olacak. Kişiye özel eğitim, karaktere uygun iş bölümü... Ah benim ahmak kafam!

Biliyor musunuz bu anlattıklarım sadece o yere göğe sığdıramadığımız bilim yuvaları için değil, dernek, vakıf, aşram gibi çokça maneviyat içeren topluluklar için de geçerli. Hatta çekirdek aileler, onlar da kendi içlerinde çarkı uyumlu, göze batmayan, olay çıkartmayan bir tutumla yönetiyorlar.

Sonuç? Tamamlanmamış, hatta yaşanamamış hayatlar silsilesi sürüp gidiyor. Herkes hastalanmış ruhuna bir merhem buluyor. Kimi evlilik üzerinden, kimi ebeveynlik ve işkolik olarak bir şekilde dışarıdan gelecek alkışa eğile büküle eğri büğrü ruhlarla göçüp gidiyor gezegenden. Biri lütfen bana anlatsın, farklı olan neden bu kadar dev bir tehdittir?

O kadar sıkıldım ki "sert biri" olarak tanımlanmaktan. Gördüğümü görmemiş gibi yapmam, sonra için için kin güderek yaşamam isteniyor benden. Yapamam. Birinin yüzüne gülüyorsam, sahiden gülüyorumdur.

Dönüp dolaşıp Gabor Mate'nin lafına geliyoruz o halde "onları seçersen, kendini kaybedersin ve bu acı verir. Kendini seçersen onları kaybedersin ve bu da acı verir. Seç!"

Ben kendimi seçtim. Çünkü başka çarem kalmadı. Bedelini de fazlasıyla ödüyorum. Fakat aklım bu berbat oyunu bir türlü almıyor. Aptal olmadığı halde aptal sarışınlığı para makinesine çeviren aktristi anlayamıyorum. Ona alkış tutanları derseniz bende öyle bir kafa hiç olmadı. İçine doğduğum toplumun alkış tuttuğu pek çok şeyi fazlasıyla anlamsız buluyorum. Gerçekten yüreği hop ettiren bir kitap, alıp başka diyarlara sürükleyen film veya fikir görebilmek her gün daha da zorlaşıyor. Yaşlanmak gezegenin tekrar eden yalan döngüsünden ölesiye tiksinmek değilse ne ki?

Sahiciliğin buraların fıtratında olmadığını anladım. Üstelik benim ki kibir değil, sadece görüyor olmanın azabı. Çünkü kibirle yaklaştığım zamanları diğerlerinden ayırabilecek kadar büyüdüm. 

Çok derin üzüntü içindeyim. Bir bebeğin sezaryanla bembeyaz ışıklar altında ilaç kokan bir ortamda doğması, hiç yeteneği olmadığı halde ailesinin parasıyla ittir kaktır meslek sahibi olan insanların toplumda şakşakçılarca havalara atılıp tutulması ve iki ay önce ölmüş olması gereken dayımın modern tıp adı altında ayakta çürütülmesi beni delirtiyor. Aslında tam olarak bu, deliriyorum. Uyum sağlayamıyor, uyum sağlamanın bedeline razı gelmiyor ve arada sırada böyle isyankar ataklar geçiriyorum. Oyunu bozacak gücüm olmayışına, böyle bir topa girsem tımarhaneye tıkacaklarına ayrıca bozuluyorum.

Böyle mi yaşlanıyor insan? Hayat oyunundan üzerine bulaşan herkes ve herşeyden tiksinerek!


6 Mayıs 2024 Pazartesi

KAN ELLERİM KAN!

 

"Giden birine tutunursanız yeni gelenle tanışamazsınız" diyor  C. G. Jung. Peki gidene değil de ondan kalan hayal kırıklığına, hatta onu da geçtim kendimize yönelttiğimiz öfkeye tutunuyorsak ne olacak? Yani kurban psikolojisini bırakmış ve kendi hayatımızın eli kanlısı olduğumuza uyanmışsak işte orada ne halt edeceğiz, onu soruyorum.

Herkes hayatını benim kadar zorlaştırıyor mudur yoksa ezberden yaşayıp, görev listesine tik atarak misler gibi takılıyor mudur bilemem. Ben devam edemiyorum. Aylardır aynanın karşısında çakma Macbeth misali gözlerimin içine içine bakıyorum ama bir türlü içim soğumuyor. E şimdi kaldım mı ben burada? Hay anasını sayın seyirciler.

Dün İnci'ye insanın Tanrı Azrail'i "git şunu al getir" demeden önce kendi ölümünü bilerek veya bilmeyerek nasıl an be an hazırladığını anlatıyordum. Bunu destansı seviyede kelimelere dökebilen biriyim ya ben, e öyleyse neden şu aynadaki kadından gözlerimi alamıyorum? 

Yalnız bir an evvel buradan uzasam iyi olacak zira beni kan tutar.

4 Mayıs 2024 Cumartesi

BAHAR GİBİ BAHAR


Günaydın,

Mahallemde yeşilliğin dibine vurduğumuzu söylemiştim sanırım. Şöyle ki sarmaşığından, ağacına an be an daha yeşil, daha  kocamanız!

İnsanın içi şenleniyor. Çok şükür bu sabah covid mevzunun sarsıcı etkileri de ardımda kaldığından kendimi daha güçlü ve canlı hissediyorum. Öğleden sonra eğitmen eğitimleri verdiğim dönemde tanıştığım anaokul öğretmeni öğrencimle buluşacağım. Bakalım aklımdakileri ona anlatınca nasıl bir rotamız olacak?

Okul öncesi çocuklarla çalışan öğretmenlere yönelik yaratıcı, neşeli ve temelinde yoga felsefesi olan online eğitimlere niyet ettim. Bunun için de genç ve sahada olan kadınlara ihtiyacım var. Hevesli ve güvenilir olmaları dışında tek şartım iyi kalp. Bakalım bu niyetimi hayat nasıl evirip çevirecek:))

Şimdi gidip güzel bir banyo yapacağım ve tüm dikkatimle kendimi öğleden sonraya hazırlayacağım. Yaşasın umut etmek, yaşasın yeşil mevsim!

2 Mayıs 2024 Perşembe

PAUL AUSTER HOŞÇAKAL

 

Baharın delirmiş yeşilliğinden gözlerim kamaşmış halde salonda oturuyorum. Aslında bu ay önümüzdeki birkaç ayın planını yapmalıydım ama araya covid girince durmak zorunda kaldım. İlk defasında da böyle olmuştu; fena üşüttüm zannetmiştim ama ardından kas ağrısı, aşırı halsizlik, tat ve koku kaybı eklenince işlerin pek de üşütmekle ilgisi olmadığa uyanmıştım. Tek fark bu kez daha hafif seyrediyor. Sadece halsizlik ve tat, koku eksikliği var o kadar.

Neyse, kısmette covidi ikilemek varmış:)

Bugün ve yarına sokağa çıkmayı gerektirecek türden plan yapamayacağımın farkındayım. Malum, sevimsiz bir süreç. İşin güzel tarafı hava pek romantik ve evde oturmaya uygun. Bizim mahallede yeşillikten göz gözü görmez oldu. Uzun zamandır bu denli göz alıcı yeşil görmemiştim doğrusu, iyi hissettim.

Bugün elimdeki kitabı bitireceğim. Ekin Anıl vermişti, Mesuga. İsrail kurulduğunda Amerika'da olan yahudiler hakında bir hikaye. Yazarı Isaac B. Singer. Ne acayip di mi? Paul Auster hayattan ayrılırken elimde yine yahudi bir yazarın kitabı vardı. Üzüldüm. Paul Auster bana NewYork'u sevdiren yazardır. Üçlemesi hala kütüphanemde verilmeyecek kitaplar rafında durur. Açıkcası ben son romanını da sevdim. Üzerinde uzun uzun düşündüm. Bir daha yazamayacağını bilerek klavye başında olmak nasıl bir histir? İnsan kelimelerini ve öyküyü biçimlendirirken içine neler serpiştirir? Belki de bir profesyonel bunu asla yapmaz ve öykünün hakkını vermeye odaklanır. Sahiden bilemiyorum. Tek bildiğim varoluş ve yokoluş arasında alıp verdiğimiz nefesler sadece ve sadece birkaç kişinin umurunda oluyor hayatta, o da yeterince şanslıysak. Dolayısıyla üzüldüm diyorum ama ne kadar üzülmüş olabilirim ki kilometrelerce uzakta yaşayan ve hiç tanışmadığım yazarın ölümüne?

Bana artık pek çok duygulanım da yalan dolan geliyor. Sevinçler, üzüntüler sanki içindeki şeker çalınmış süslü kutular gibi. Kutu dolu ilüzyonuyla yaşam boyu avunuyoruz oysa açıp baksak içinde şeker falan yok.... 

Kocaman bir ömrü anlamlandıramadan sahneden çekiliyor olmak da insandan başka hiçbir canlıya bu denli dert olmuyor. Bir tek biz manalı olmaya takık yaşıyoruz. Niye ki? Bi bilsem...

Manayı bilemem ama bir çorba yapıp, ilaçlarımı almam lazım. O halde herkese şahane bir bahar günü olsun.