31 Temmuz 2009 Cuma

ZÜLFİKAR.

Kocaman bir kervansaraydayım. Bazı odaların tavanı yok. Bazı odaların tavanı çok yüksek. Rutubet var duvarlarda. Tavana kadar yükselen ve orada zarif kemerler oluşturan bloklar buz gibi. Yanağımı dayıyorum serin taşlara, içim ferahlıyor. Üzerimde uzun, koyu mavi bir elbise, saçlarım dizkapaklarımın arkasına değiyor. Her yerde gülsuyu kokusu var. Artık onun kokusunu duymuyorum.

Ahırdan gelen hayvan seslerine, havuz başı sohbeti yapanların gülüşleri karışıyor. Kadınlı erkekli bir topluluk, hiç bilmediğim bir dilde durmadan konuşuyorlar. Kulaklarım bu dile sağır. Kulaklarım kalbime sağır... Fakat birinin gözleri aynı o; bana bakıp, beni görmüyor! Uzun uzun, sakin sakin yüzüne bakıyorum. Aradan geçen onca dakikadan sonra artık eminim, beni görmüyor...

Kül saçlı kadının gölgesi düşüyor kocaman bir kapının kanadına. Usulca gölgeye sokuluyorum. Başka bir yüzyıldan tanıdığım, en incindiğim zamanlarda bile kalbimden bir dakika bile çıkarmadığım yaren. Onun kapıya yansıyan gölgesine elimi uzatıyorum, sonra da usulca sırtımı dayıyorum. İkimiz de olduğumuz yere oturuyoruz; gölge ve ben, sırt sırta. Bir an uzaktan bize bakıyorum; kapıya sırtını dayayan bir meczup gibiyim. Ama sensin orada olan, bunu kimse anlayamaz ki. Bir kapı iki anahtar...

Sana en kırılgan hikayemi anlatıyorum. Sen de bana rüyanı. Babam gelmiş seni ziyarete. Ben uykusuzluğumun pençesinde gölgelerle avunurken uzun uzun beklemiş de, bakmış gözlerim kapanmıyor, O da sana gelmiş. Kocaman bir sofrada babalar günü kutlamışız öyle mi? Tel kırma bohçalar yüzmüş nehirlerde, ailemin yüzüğü zülfikar olmuş önümüzdeki günlere...

Bu rüya bana çok şey anlattı Külkedisi. Babam da benim hislerimi onaylıyor. Sana inancımı, sevgimi destekliyor. Bir süre daha sadece gölgenle avunacak olsam da, havuzun başındakiler beni meczup zannetse de senden vazgeçmeyeceğim.

Hem söylesene, küçücük kedileri martılara yem etmeyen bir çelebi ne kadar fena olabilir? Bazen hayat farklı kılıklara bürünmüş şeytanlar yolluyor bize. Bedenimiz, kafamız, yaşadıklarımız güneşin altında taşınan tonlarca tuz çuvalından beter yük oluyor yüz gramlık kalplerimize. Ama geçecek. Yüzüğün parçaları bize zülfikar olacak.
Seni, sen kendini sevemediğin zamanlarda bile seviyorum Kül Saçlı Gölge...






27 Temmuz 2009 Pazartesi

Yaramaz Abla'nın Tatil Maceraları.

Bora'nın yaramaz ablasıyım ben*. Aynı zamanda birilerinin can dostu, birilerinin en sevgili komşusu, birilerinin okyanuslar kadar sevdiği ablası ve hatta birilerinin geçmişindeki en değerli kız çocuğuyum. Ve birileri için derdini anlamayan, anlatamayan dost... Hatta halden anlamayan, gavurun dölüyüm. Bunların hepsi ve daha fazlasıyım.

Üzerimde tahakküm kurabileceğini sanan herkese ( işveren, dost, sevgili adayı, hoca, aile vs vs.. her kimlerse onlara ) koskocaman bir nanik yapmak istiyorum buradan. Olmaz. Her şey olur ve hatta 2012'de galakside başka bir boyuta bile geçilir ama hiç kimse kuş kadar beyniyle beni yönetmeye kalkamaz. Hele hele kendi hayatını dahi idare edemeyenler akıllarından bile geçirmesinler üzerimde hakimet kurabileceklerini. Şimdi, bu boğazıma takılmış cümleyi yazdım rahatladım. Gelelim kalbimi sıkıştırıp duran ve tatil boyunca kara kaplı deftere yazıp yazıp rahatlayamadıklarıma....

Tatile neden gidilir? Dinlenmek için. Ben neden tatile giderim? Dinlenmek için. Dinlenir miyim? Bedenen ve ruhen evet, zihnen hayır! Beynimi kavanoza koyup evde bırakmadıkça bana huzur yok. Bunu gayet güzel anladım. Ah bir de cep telefonumu bırakmalıyım evde; arayanlar bana ulaşamamalı, kimse mutsuz ruhunu bende avutamamalı... Yok yahu bir dakika, aslında ben artık tatile çıkmamalıyım, sırra kadem basmalıyım!

Nihayetinde, tatilden dinlenmiş ama huzursuz döndüm. Bunda emeği geçen herkese ayrı ayrı teşekkür ederim. Dilerim bana hissettirdikleri bu harika duyguyu tez zamanda onlar da doya doya yaşasınlar! ( Kirişoğlu Ailesi'ni ve onlar tarafından tanıştırıldığım herkesi, özellikle Ali ve Bora'yı bu dileğimin dışında tuttuğumu özellikle belirtmek isterim).

Yalıkavak'da kalmak bana çok değişik geldi. Gerçi iki gün Bodrum'da ( bir gecesi Ortakent'de ) kaldım ama yine de Yalıkkavak'da tatil tam anlamıyla Bodrum'da olmak değildi. Hatta Bodrum'da olmak bile aslında tam olarak orada olmak değildi. Yaptığım tüm ziyaretler; başsağlığı gezmeleri, mezarlıkta turlamalar ve hasta ziyaretleri zaten iyice karışmış olan kafamı yerden yere vurdu sanki. Allak bullak oldum gitti...

Son gün havuzda yüzerken hissettiğim şeyi anlatmadan duramayacağım. Tam olarak şöyleydi:

Ne kenarında ne de içinde benden başka kimsenin kalmadığı havuza yavaşça süzüldüm. Ilık su her zaman olduğu gibi içimi bulandırdı. Ama denize girip dalgalarla boğuşmak, her dakika deniz kestanelerini kollayarak ve de yosunlarla savaşarak yüzmektense, evimin küveti dışında kafama kadar suya batmak için bu son şansımdı.

Sırt üstü yattım. Dizlerimi hafifçe büktüm. Kollarımı iki yana iyice açtım. Saçlarım Medusa'nın yılanları gibi suyun içinde yayılmaya başladı. Suratımın yarısı minik bir adaydı su yüzeyinde. Göğsüm ve diz kapaklarım suyun salınımına göre batıp çıkarken, ayak parmaklarımda rüzgarı hissediyordum. Boynuma kadar gevşemiştim. Ama ondan ötesi tonlarca ağırlıktaki bir çıpa gibiydi. Kendimi kafamdan suyun dibine çekiliyor gibi hisettim. Bildiğim tüm gevşeme ve teslimiyet tekniklerini ard arda denediysem de rahatlayamadım. Kafam, içindeki herkes ve her şeyle kocaman bir ağırlıktı! Saçlarımı kessem hepsinden kurtulur muydum acaba?

Aklıma olur olmaz şeyler gelmeye başladı. Hamlet'i düşündüm... Zavallı Ophelia'nın cansız bedeninin nehirde sürüklendiği ana gittim sanki. Acaba onunda kafası bu kadar ağır mıydı? O da upuzun saçlarının, kafasının içindeki talihsiz düşüncelerden kaçan yılanlara benzediğini düşünüyor muydu? Onun da kalbi benimki kadar soğuk muydu?

Masmavi gökyüzüne bakarken, hiç ama hiç eve dönmemek ve bu kısacık tatilden doğruca ölüme gitmek istedim. İhanetler, iki yüzlülükler, hırçınlıklar, hayalkırıklıkları ve bekleyişler için yeterince dirençli değildim. Fiziksel ve ruhsal olarak çok yorulmuştum. Kalan ömrüm, tedavülden ha kalktı ha kalkacak bir para gibiydi. Onu son kuruşuna kadar harcayıp, Şeytan Sofrası'ndan atlamak istedim.

Kafamı ve içindekileri taşıyamamak fikriyle dakikalarca öylece yattım havuzda. Uyumlu olmaktan, güleç olmaktan ve hatta akıllı geçinmekten fena halde sıkılan ben, sadece "yaramaz abla" sıfatına gülümseyebilerek kurtulabildim kendimden. Kurulandım...
O otobüse neden yetiştim sanki?!



*Yüzüme güneş kremi sürdüğüm zamanlarda ise yaramaz teyzesi.

19 Temmuz 2009 Pazar

YALIKAVAK.

Yalıkavak denizi beş para etmeyen ama rüzgarı mükemmel bir köydür Bodrum'da. Köyümün köyü. Gerçi marina açıldığından beri bu ne biçim köy dedirtiyor ya, neyse.
Hiç-bir-şey yapmadan, hiç-bir-şey düşünmeden ve dahi hissetmeden yaşamak ne şahane bir duygu anlatamam. Yaptığım tek şey kızların komikliklerini seyretmek ve Varjak Pençe'nin maceralarını okumak.
Yarın mecburen merkeze iniyorum. Ama devamında rüzgara teslim yaşamaya devam. Belimin ağrısı izin verdiğince tabii...

16 Temmuz 2009 Perşembe


Pek Muhterem Blog Okurları; arkadaşlarım, kuzenlerim, komşularım, abilerim, ablalarım, eski sevgililerim, kardeşim, dostlarım ve röntgenciler,


Önümüzdeki on gün boyunca ve hatta ay bitimine dek buralarda kayda değer bir yazı göremezseniz, öldüm ya da hafızamı kaybettim zannetmeyiniz. Sadece köyüme gidiyorum. Dönüşte, nihayet hayatım boyunca çalışmayı istediğim semtte yeni işime başlıyorum -inşallah!-.


Benim için bol bol iyi dileklerde bulununuz, karşılığında tatil defterimde biriktirdiğim saçmalamaları zevkle paylaşacağımdan emin olabilirsiniz.


Herkese kucak dolusu sevgiler...

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Tanrım, Yeni Yaşımda Zuhal-Sezen Karışımı Bir Kadın Olmak İstiyorum!

Beklemediğimiz ve hatta inceden inceden alaya alarak yakayı kurtarmaya çalıştığımız gün geldi: 10 Temmuz Cuma, mekan Kuruçeşme Arena. “E be kardeşim sevmediydin sen orayı, yine mi gittin?” diyenlere hemen söylemek isterim ki; biletler numaralıydı ve ben ödemedim! Ama Muse’dan daha fazla eğlendim. Eğlendim? Daha çok aydım diyelim:)))

Ne zamandır Ortaköy’de dolanmamıştım. Konser öncesi oralarda yürümek, ikinci el tezgahlardan kitap seçmek ( İskender Pala'nın Katre-i Matem diye bir kitabını aldım. Aranızda okuyan var mı? Tatide okumaya uygun mudur diye bi sorayım ) ve ardından şehrime en çok yakışan saatlerde boğazı seyretmek çok iyi geldi. Hatta o kadar iyi geldi ki, az evvel Karaköy’e yanaşmış iki koca yolcu gemisinin yüreğimi cız ettiren görüntülerini unuttum gitti. Aslında yüreğimi cız ettiren pek çok şeyi unuttum gitti!

Güzel tesadüfler sonucu, akşama kulisten başladıysak da Zuhal’i göremedik. Oysa Muse’u yakından görmüş olsaydı eminim konser programından Zuzu* ile baş başa söyledikleri parçayı elerdi. Eh bu da Zuhal’in talihsizliği. Genelde böyle olmaz mı zaten; bir kadının talihi, diğerinin talihsizliğidir... Şükürler olsun ki, Allah acıdı da bu kez talihli olan bendim!

Konser, Gecenin Öteki Yüzü isimli diziden en baba sahneyle başladı: Müşfik Kenter, rıhtımda karanlık suları seyreden kadına bir iki laf eder. Kadın cevap vermez. Ardından tam bir sigara yakacaktır ki, kadın çakmağını çıkartıp, sigarasını yakar. O an dizinin unutulmaz cümlesi gelir: “Ateşin varsa, neden karanlıkta duruyorsun?” Breh breh breh !!

Devamı evlere şenlik! Memelerinin altından büzdürülmüş, yerlere kadar uzanan muhteşem tuvaletiyle Zuhal gelir. Saç baş, makyaj hafif dağınıktır ama ses yerindedir. Sonrası beraber ve sola şarkılar! Muse ve Elvan ikilisi back vokal olarak oradadırlar fakat Zuhal bunu hiç bilmez. Hatta bu ikilinin onu yıldan yıla sinsice izlediğini de bilmez. Siyah beyaz dinletide onunla ağladıklarını ve bu gece ortaya koyduğu, içine alaturka sızmış, sahnede hiç çekinmeden hayata efelenen kadına bayıldıklarını da bilmez.

Hali tavrı, ses ve bakışıyla başka bir kadın vardı bu gece. Zuhal Olcay değişmiş. İçine başka bir kadın girmiş. Ya da içindeki onlarca kadından bir tanesi diğerlerini öteleyip sahneyi ele geçirmiş! Tam bir aslandı. Lafını, sözünü notalardan inşa edilmiş mancınıklara yükleyen, etten ve kemikten kalesini, burçlarına inancını ve de inadını asarak koruyan dişi bir aslan.

Ben bu haline bayıldım. Her ne kadar çizgileri epeyce farklı görünse de bence Zuhal ve Sezen arasındaki benzerlik git gide artıyor. Zuhal mağrur prenses rolünü ardından gelen ablalara devredip, kadın olmaya karar verdi vereli öyle güzelleşmiş, öyle iffetsiz - bu kelimeye bayılıyorum:)))-, öyle kışkırtıcı olmuş ki, darısı başıma! Darısı kafaya lastik tokalar takıp, dümdüz ayakkabılarla dolaşan bütün avanak hatunların başına! Başımıza:))

Arkadaşlar, azıcık dekolte, azıcık özündekini ortaya koyma cesareti yemin ederim on kaplan gücünde. Bunun en canlı kanıtı için bakınız Zuhal’in halleri. Bakınız yaşamaya karar veren kadınlar. Neredeler mi? Etrafınızda! Burada, sokakta, apartmanınızda, hatta muhtemelen evinizde.

Kimliğini, kim olduğunu kucaklamak az iş değil. İnsan yüz kişiye sahip çıkar da nedense “al kardeşim bir kendin var sahipleneceğin” dersen ödü patlar!

Kıssadan hisse Zuhal’e boşanmak botoks gibi gelmiş. ( dikkat: sakın boşanmaya özendirdiğim gibi bir anlam çıkmasın buradan, sadece kendini seçmenin insanı nasıl güzelleştirdiğinden ve nasıl bir ışığı ortaya koyduğundan bahsediyorum) Sadece cildine değil, besbelli kalbine ve hayata olan bağlılığına da botoks olmuş. Allah Zuhal’i aldatan kocasından razı olsun. Eğer o olmasaydı, bu gece sahnede efelenen kadın yerine zırıl zırıl ağlayan bir kedi yavrusu ile yetinmek zorunda kalacaktık. Sevmeyecek miydik? Elbette sevecektik. Ama tapmayacaktık!!
Tapılası Zuhal yeni ikonumuzdur. Yerlilerin çirf suratlı tahta totemleri gibi bir tarafına Zuhal, diğer yüzüne Sezen oyulmuş kolyelerle gezmek ve ilk fırsatta tek parça, siyah ipek tuvalet giyebileceğim bir davete katılmak istiyorum. Ayrıca Zuhal’e beyaz güller için teşekkür ederim. Doğumgünümü kutlayan ilk** o oldu. Ve elbette Muse'a teşekkür ederim; "36" yaşında bir kadına, bu harika gecede eşlik etti:)

*Zuzu, kafasından çıkartıp, piyanonun üzerine asıp sonra da karşılıklı Yalnızlığım’ı söylediği peruk!
** İlk öpücüğü de boğazın orta yerinde ahretliğimden aldım. Seni seviyorum ahiretliğim:))

7 Temmuz 2009 Salı

KURUÇEŞME ARENA = O, SANTANA = 1O NUMARA!

Kuruçeşme Arena = 0, SANTANA = 10 , dayım = 10+! Vallahi de billahi de durum böyle. Hep merak ediyordum nasıl bir mekandır bu Kuruçeşme diye. İşte kısmet bu geceyeymiş; gittim. Üstelik dayıların en yakışıklısıyla gidip, geçkincesinden en tazesine kadar bütün kadınları delirttim!!!
İşten 17.30'da çıktım. Duş almam, boyanmam (elbette sadece kirpiklerimi boyamakla yetindim, çünkü savaştan dönen yerliler gibi, suratında bir ton akmış boyayla maymun olmuş kadınları seyredip eğlenirken, biri de bana bakıp sırıtsın hiç istemem) ve dayımla buluşma noktamıza ulaşmam 19.00 etti. Tabii dayım gecikti! Ağrıyan dizi ile seke seke tramvaya* yetiştiğinde tam "ah be dayıcım amma geciktik" diyecektim ki, baktım Cankurtaran'dan** sandviç yaptırmış ikimize . Elbette hemen yelkenler suya indi. Kim dayanabilir ki Cankurtaran'dan alınmış sandviçlere?

Sağa sola bakıp gülerekten sandviçleri yuttuk. Gerçi sonrası biraz stresli bir trafikte debelenerek geçtiyse de, ilk iki şarkı dışında kaybımız olmadı. Boğazın kenarında Santana, elimde bira, yanımda alemlerin en yakışıklısı dayım. Karşımda koskocaman bir Ay! Ooooo işte ballı börek vaziyetleri.
Abiler göz ucuyla bakıyorlar bakmasına da, dayımı gören "hiç şansım yok!" ifadesiyle uzaklaşıyor hemen. "Ya bi dur" diye gülümseyecek oluyorum ama adam çoktaaan arazi olmuş. Of! barones'e verdiğim sözü tutacaktım yahu!

Ortalık otuz üzeri abla ve artık yaşı söylenmez yıllara ulaşmış teyze cenneti! Fakat ablaların ar damarı çatlamış! - sahi gerçekten öyle bir damar var mıdır?- Hani arada bir dayımla gülüşüp, konuşup "şişşt o benim" mesajı vermesem, alıp gidecek çakallar! Ama çok eğleniyoruz. Topuklu giymediğim için şanslıyım. Böylece kolaylıkla ayakta durabiliyorum. Dayımla iki sakat, kendimize dayanabileceğimiz bir yer de buluyoruz. Oooo şahane; mis gibi esiyor burası. Gelen geçen kızlara yardım ediyor dayım. Hani sırf iyilik olsun da, biralarını kolayca alabilsinler diye:))
Kızlar yan yan bana bakıyorlar, acaba tepki verecek miyim? Neden vereyim ki? Havalı bir kadınım ben; içimden kıs kıs gülüp, ablaları süzüyorum sakin bir tebessümle. Şöyle diyorum: "anca bira alır verirsiniz canım, o benim!". Kadınlar bu mesajı alır. Cool abla olmak zordur ama suratıma en yakışanı bu! Tipim bu:))

Yanımdaki çakal kendi çapında dans ediyor. Ama hiç umurumda değil, onu mini etekli ve yerinde duramayan ablaya bıraktım. Yakışıyorlar birbirlerine. Pür dikkat sahneye bakıyorum. Sanki bir mucizeye bakar gibiyim. Çocukken dayımın müzik setinden yayılan ses ve o sesin sahibi sahnede. Üstelik yanımda da dayım var! Uleyn bi de Queen hortlasa gelse ya.... Ah ah...

Santana bir yana, davulcusuna ve de özellikle zenci vokaline bittim. Bir adam bu kadar mı şirin olur ya. Zencilere olan ilgimde yüzde ikiyüz artış oldu desem yeridir. En son, neredeyse on yıl evel bir caz kulüpte akıllara ziyan bir adet zenci abiyle tanışmıştım; mekan Kilburn High Road, uçağımın kalmasına yirmidört saatten az kalmış... Kendisini hala derin derin ah çekerek anarım.. Anarım dediysem sanmayın ki bir anımız var. Maalesef yok! Bakışıp, gülüşüp, iki laf etmiştik ki, Demet'in beni yaka paça bardan alışı dün gibi kabuslarımda! Neyse, blogu kuzen, kardeş takımı da okuduğu için burada kesiyoruz. Dönelim Santana'ya:))

Kuruçeşme Arena epeyce rezil bir konser alanı, gelenler de klasik müzik festivali'ndekilerden beter. Reklam dünyasının ünlü isimleri, üç beş tombul ergen kız çocuğu, bol miktarda aranan geçkin kadın ve erkekler! AYIKKEN ÇİRKİNLER, SARHOŞKEN ÜÇ KATI ÇİRKİNLER!

Gerçi bize bira ısmarlayan amca fena değildi, dayımı görüp sevinmiş ayaklarına bol bol fotoğrafımı çektiği de gözümden kaçmadı:)) Sanırım dayımın da kaçmadı ki, "s..r et işe yaramazı"dedi:)) Of dayı ya.

Konser performansı bence çok iyiydi. "Put Your Lights On" ve "Black Magic Woman" 'ı canlı dinledim ya, gerisi hava civa zaten.

Elvan, aile malikanesinden bildirdi. Şimdilik, Cuma akşamı gidilecek konsere kadar esenlikler diliyorum. Gerçi o konserdeki dinleyici profili için bir fikrim yok ama Siyah-Beyaz dinletide Zuhal Olcay epeyce iyi bir topluluğa sahipti. Darısı bu Cuma'nın başına. Yoksa Muse üzüntüden ölür. Adam bir haftadır hangi ceketini giyeceğini düşünüyor. Acaba ben de kıyafet konusunda endişelenmeli miyim? Yok yok, Zuhal'den sahne çalmayacağım:)))
* Dayımın toplu taşıma kullanma merakını anlamak da zor azizim. Adamın manyak güzel bir arabası var- adını yazmayayım da görgüsüz denmesin- ama ne hikmetse işe hep vapurla gider. Oysa ne olurdu yani dayı yeğen alemlere o şahane arabayla aksaydık! Ah be dayı ya!
**Mısır Çarşısı'ndaki efsanevi şarküteri.

2 Temmuz 2009 Perşembe

Karanlığa Direnen Yıldız.

İstasyondayım. Bir sahil kasabasının erken saatlerinin durgunluğu var havada. İki edepsiz martı raylara doğru pike yapıp bağırışmasalar, hiç kimsenin tek kelime ettiği yok. Henüz saat 10.00 ama etraftaki yüzlere çoktan akşam saati çökmüş; herkes yılgın, yorgun, sus pus dalıp gitmiş bir yerlere..

Banliyö treni bekliyorum. Elimde az evvel pazardan aldığım sebzeler var. Barbunya, bezelye, semizotu, domates... Ve biraz çilek. Garip bir oyun oynamaya başlıyorum içinde bulunduğum anla. Tamamen unutuyorum İstanbul'da olduğumu. Gözlerimi kapatıp, az önce denizin kokusunu burnumda hissettiğim kasabaya doğru yola çıkıyorum. Göz kapaklarımı araladığımda kulaklarıma yakındaki camiden yayılan sela sesi doluyor. Biri ölmüş, adını söylüyor imam ama bana bir şey ifade etmiyor. Çünkü yeni taşındım buraya. Semt pazarını bile öğreneli çok olmadı. İmam susunca, çocukken büyüklerden duyduğum cümleyi gayri ihtiyarı tekrarlıyorum: "Allah taksiratını affetsin". Ağzımı hiç kımıldatmadan, zihnimden dökülen kelimelere hayret ediyorum. Geleneklere uyumlu tarafıma kaçamak bir bakış fırlatıp, tekrar raylara çeviriyorum gözlerimi.

Çok sıcak. Ters yöne geçen üçüncü tren bu. Yerimden kalkıp su almak istiyorum ama treni açırma endişesi susuzluğumdan daha baskın. Çaresiz oturuyorum. Nihayet tren geliyor. Torbalarımı apar topar kavrayıp, önümde duran ilk kapıya adımımı atıyorum. İçerisi sus pus. İstasyondaki sessizlik benimle birlikte vagonun kapısından süzülüp geldi sanki. Kapının hemen yanındaki tek kişilik koltuğa oturuyorum. Sırtımı koltuğa değil, vagonun soğuk metal duvarına yaslıyorum. Böylece 180 derecelik bir açıdan, neredeyse herkesi görebiliyorum.

Türkiye'de olmanın avantajını kullanarak rahat rahat bakıyorum etrafıma. Oysa Londra'da ne kadar garipsemiştim birbirinden gözlerini ve sözlerini kaçıran yüzlerce insanı yan yana gördüğümde. Asla göz temasları yoktu. Herkes ya dışarıya, ya da elindeki dergiye, kitaba bakardı mutlaka. Otobüs, tren ve metroda birbiriyle konuşan hiç kimseye rastlamamıştım koca bir yıl boyunca. Ve sonunda öğrenmiştim bir Avrupalı gibi toplu taşıma kullanmayı; yalnız.
Aradan geçen uzun yıllardan sonra şimdi, kendi topraklarımdayım. Elimde pazar torbalarım, üzerimde terden ıslanmış gömleğim , arkadan tek bir örgüyle topladığım saçlarımla sıradan bir kadınım trende.

Karşımda oturan adamın, keyifsiz telefon konuşmalarına üzülerek tanıklık ederken, dinlediğimi düşünüp mahçup olmasını hiç istemiyorum. Dikkatimi trenin çıkarttığı seslere yoğunlaştırmaya gayret ediyorum. Bana huzur veren bu tıngırtı ve hafif yaylanma eşliğinde, karşı çaprazımdaki aileye takılıyor gözlerim. Kırk yaşlarında ya da otuzlarının ikinci yarısında, ancak epeyce çökmüş bir kadın var orada. Kat kat yağlarının üzerine giydiği ince gömleğinden ve döküm döküm şalvarından bile onun, tam bir neolitik dönem ana tanrıça idolüne benzeyen vücudunu görebiliyorum. Memelerine bastırdığı bebeğin mışıl mışıl uyuyor olması yüzümü güldürüyor. Ne üzerindeki rengi griye dönmüş kirli benyeler, ne yüzünü yiyip bitirmiş olan sinekler zerre kadar umurunda değil besbelli. Annesinin memelerine yasladığı yanağı ona ihtiyacı olan her şeyi veriyor; güven, huzur, sevgi...

Kadın çok yorgun. Yüzü hiç gülmüyor. Kimbilir kaçıncı bebeğidir diye düşünüyorum. Acaba sevdiği adamdan mıdır bu melek? Yoksa bir kaza kurşunu mudur hayatını daha da güçleştiren? İçinde hiç bir şey olmayan kalbime ve karnıma kayıyor bakışlarım. Gülümseyemiyorum.

Sol tarafımda, kapının eşiğinde yerde oturan üstü başı perişan iki yaşlı kadın var. Kucağında bebek olan kadın onlara birşeyler söylüyor ama tek kelimesini bile anlamıyorum. Karşılıklı çömelmiş kazak söküyorlar. Kendi aralarında tek kelime konuşmuyorlar. Ellerindeki eski kazağı biri sökerken, diğeri yünü yeniden yumak haline getiriyor. İkisinin de ayağında naylon ayakkabılar var. Mavi naylon ayakkabılar. Saçları upuzun, tek bir örgü görünüyor eşarplarının atından; cılız, beyaz don lastiğiyle tutturulmuş saçlar. En son ne zaman bir erkek için çözülmüştür o örgüler diye geçiyor aklımdan. Yüzlerinde hiç bir duygu yakalayamadığım bu iki yaşlı kadına daha fazla bakamıyorum. Elim belime kadar uzanan saçıma değiyor. Burkuluyorum.

Yaşlı kadınlardan biri iniyor durduğumuz istasyonda. Diğer yolcular bizimle devam ediyorlar. Kapının az ötesinde iki adam harareti hararetli konuşuyorlar. Genç olan sorular sorup bunaltıyor diğerini. Sorulara cevap veren adamın kaşları ve dudak kıvrımları aşağıya doğru; düşük. Sanki her an ağlayacakmış gibi bir ifade var yüzünde. Onu gülerken canlandırmaya çalışıyorum zihnimde. Başaramıyorum! Bu yüz gülmek için yaratılmamış sanki. Üzülüyorum.

Neolitik dönem tanrıçası uyukluyor. Karşısında oturan genç adam iki farklı takımdan toparlanmış bir ceket ve pantalon giyiyor. Yüzündeki irili ufaklı yaraları farkediyorum.. Saçları kafa derisi görülecek kadar kısa. Ayağında lastik terlikler var. Ayakları inanılmaz biçimli. Tertemiz tırnakları dikkatimi çekiyor. Kadının bir akrabası olmalı, ama nesi acaba?

Bebek uyumaya devam ediyor. Torbamdaki çilekleri çıkartıp onlara vermek istiyorum, ancak çok çekiniyorum. İncitmekten, yanlış anlaşılmaktan korkuyorum. Belli ki fakirler ama dilenci gibi bir halleri de yok... Bilemiyorum.

Benim ineceğim istasyondan bir öncekinde hareketleniyorlar. Bebek hala uyuyor. Tren yavaşladığında, kadın hiç sendelemeden ayağa kalkıyor. Onlar vagonun açılan kapısından çıkarken, bir kez daha hayretle bakıyorum kadının ardından; çok şişman. Yavaş yavaş uzaklaşıyorlar. Trenin penceresinden baktığımda bebeği bir banka yatırdıklarını görüyorum. Artık kayboldular.

Onlardan boşalan yere genç bir adam oturuyor. Top sakallı. Kalın çerçeveli bir gözlüğü var. Elindeki kitabın kapağını görmeye çalışıyorum. Nedense merak ettim ne okuduğunu. Kitabın adı "Karanlığa Direnen Yıldız".

Bu isim, bana bir kaç dakika önce ardımda kalan bebeği düşündürüyor; onun kirli beyaz tulumunu, sineklerin delik deşik ettiği yüzünü ve çıplak minicik ayaklarını... Küçücük bedeninin karanlığa direnişini düşünüyorum. Elim kolum bağlı nasıl da seyrettim öylece diye huzursuzlanıyorum.

İşte benim istasyonum. Hızlıca toparlanıp, iniyorum trenden. Kasaba düşüm sona erdi, sesler sardı etrafımı. Bağdat Caddesi'nin ortasındayım artık. Az sonra mutlu azınlığın yaşadığı mahalleme doğru yol alıyor olacağım. Orta yaş serzenişlerim, sıcakla savaşım ve daha buna benzer onlarca incir çekirdeğini doldurmayacak şımarıklık için bir saniye dahi sızlandığımda bu sabah trende gördüğüm insanların yüzlerini düşüneceğim.

Yaşadığım ülkenin gerçeklerine karşı içimde oluşan nefreti sakinleştirmeye ve o melek yüzlü bebeğin bir kaç yıl sonra başlayacak savaşında hiç bir iyileştirici rolüm olmayışına gamlanacağım. Sonra bir kez daha söz vereceğim kendime, ama bu kez Karanlığa Direnen Yıldız adıyla anımsayacağım bebeğe de söz vereceğim; bir gün mutlaka çocuklar için bir şeyler yapacağım.


Küçükyalı-Feneryolu arası , 10.10 treni.