30 Aralık 2013 Pazartesi

 

"Eş Ruhlar Zamansız Yaşarlar Amansız Yaşadıklarını. Onlar Görünmeyen Tarafında, Vücutlarını Yerle Bir Ederler.! Dokunmak Akla Yakın Değildir. Nefes Almak Kadar Bitirmeyi Gerektirir. Ona Yürüsen Bütün Maddeler Üstünde Parçalanır.."*

*kim söylemiş bulamadım..

29 Aralık 2013 Pazar

2013...

 
 
Seninle vedalaşmak için zamanım olmayacak; hem yarın, hem de Salı günü çok işim var. Yine de sana şarkılarla türkülerle hoşça kal demek isterim. Elimden gelse resim de yapardım ya inan görmek istemezsin çizdiğim çöp adamları. Sahi giderayak Cin Ali'yi bize geri vermişsin, sağol :)
Aslında pek çok şey için sağol. Kısaca özetlersek canıma kastetmiş onca insana, olaya rağmen yaşadığım her an için teşekkür ederim. Ne zormuş asıl önemli olanın nefes olduğunu anlamak... Kaz kafam... Sağol 2013, gözün arkada kalmasın..
Öperim seni, hakkını helal et. Benimki sana helal olsun...
 

25 Aralık 2013 Çarşamba

YAŞASIN DIŞ MİHRAKLAR, KAHROLSUN NOEL BABA’YA UZANAN ELLER!




YAW,  SAYIN KARDEŞİM DELİ MİSİNİZ NESİNİZ SİZ? Amacınız ne? Tamam kabul ediyorum uzun yıllar tahıl yedik, protein yetersizliğinden salaklaştık, sonra tombul gözlüklü bir amcanın uzak ülkelerden getirdiği şekerlere, blucinlere kapılıp politikadan uzak kaldık ama süzme salak değiliz Allaha şükür.

Allah demişken biz de kendisine inanırız. İyi kötü bir iki dua okur, ölümde doğumda yol yordam bilir, vefayı ve sevgiyi kimsenin tekeline alamayacağı gerçeğine inanırız.

Ben kendi hakikatimde ne dindarım, ne de çapulcu. Bütün bu olmakta olan işleri kafam hiç basmıyor. Ayrıca kafamın basmadığı, hadi ben vaziyetimin farkındayım, peki sözde bu işten ekmek yiyen gazetecisi, politikacısı, yazarı çizeri ne halt ediyor acaba? Alooo ülke diyorum, ayakkabı kutusu diyorum, Noel Baba’yı dövmeye kalkan sosyopatlar var diyorum! Ben diyorum, ben duyuyorum.

Ey kendini eleştirirken bile burnundan kıl aldırmayan, her b.ku bilen Türk gençliği sana sesleniyorum: İÇ MİHRAKLARA BAKAR MISIN BİRAZ? Dün kurban eti alıp verdiğin komşunla bugün selamlaşmıyor, ülke işsizlikten kırılırken her yıl kayak tatiline gider gibi ümreye gidiyorsun. Senin karnın doysun, gerisi tufan başlığını kalbine dövme yaptırmış, altın kuru karnın tok dolanmaktasın. E bravo!

Bu durumda bana sataşma hakkın yok, zira topluca yan gelip yatıyoruz! Bir farkla; ben dürüstüm! Olan biten için bir iki meydanda gövde göstermek, iki üç imza kampanyasına katılmak  ve vakti geldiğinde oy kullanmak dışında inan ne gazete okuyorum, ne de adı lazım olmayan amcaların uzağa işeme yarışını naklen veren kanalları izliyorum. İzlesem ne olacak ki? Herkes kendi kamerasından çekince on yıldır kimin daha uzağa işediğini anlayamadım gitti!

Dün gece öğrendiğime göre “oyuna sahip çık” diye bir oluşum varmış. Hangi oyuna? Oy vermek anlamındaki oy  mu, yoksa  oyun oynamak anlamındaki  mi? Bunun da suyu çıkmasın inşallah. Biz oylarımıza sahip çıkarken, büyük ağabeyler oyunlarını bozmamanın başka bir yolunu bulurlar gibi sevimsiz bir his var içimde.

Neyse, son olarak Noel Baba’yı dövenlere sesleniyorum; eğer akıllı olmazsanız Ramazan Bayramı ve Kurban bayramı geldiğinde Nasreddin Hoca’yı, olmadı en yakın caminin imamını döveriz! Vay bu da nesi derseniz açıklayayım:  o sizin pek prim vermediğiniz İsa “sana tokat atana diğer yanağını çevir” derken, bizimkiler ne der bilirsin: “Kiss us kiss us kiss us!”

13 Aralık 2013 Cuma

HOBBITLER GELDİ, ANNEM VINNNN!


Akşam Burhan Bey'le Hobbit seyretmeye gideceğiz. Biletleri sabahtan aldım. Hazır dışarı çıkmışken ve hava da tam sevdiğim gibiyken "amman be felekten bi gün çaliim bugün" dedim ve o kararlılıkla olur da akşama çamura yatarsam diye tırsıp sinema biletlerimizi aldım. Sonra mahalledeki çiçekçiye uğrayıp bir kucak nergis aldım ( ki bu çok önemlidir, zira haftalardır parama kıyamadığım için çiçekçinin önünden derin nefesler alarak geçiyordum, bu sabah durdum! ), ardından eve gelip çiçekleri vazoya koydum ve missssler gibi bir Türk kahvesi içerken yetmiş beş yaşındaki dünya tatlısı komşumuzla "hey gidi günler, ah eski İstanbul ah" sohbetiyle günü taçlandırdım. 

Misafirimiz gittikten sonra spora, spor çıkışı da annemle çaya giden ben, şu bir iki satırı yaziim, sonra dolaba soğusun diye rakıyı koyup nar ve isli peynirli roka salatası yapacağım. Önce bir duble rakıyla balığımızı yiyeceğiz, sonra da Burhan Bey'le sinemaya gideceğiz inşallah. 

İşte bizim buralarda bütün bu zincirleme işlere felekten bir gün çalmak deniyor. Tabii arada YKY'den yeni çeviriler için onay gelmesi ve günlerdir belinden kıvranan Deniz Hanım'ı sokakta görmek de ayrı bir güzellik! 

Annem, fantastik edebiyat sevmez. Hobbit falan onu pek açmaz. Annem sürreal resim, fazla abartılmış, gerçek dışı şeyleri de sevmez. Yemeğin afillisi onu bozar. hayatında bir kere yeşil ya da mavi ayakkabı giymişliği yoktur. Bence büyük kayıp! 

Bendeniz aksine kuleleri, ejderhaları, öfkesi saçlarından akan kadınları ve buna benzer ne var ne yoksa bayılırım! Tim Burton, Janette W., Ayşegül Çelik okumalara doyamam da, Peride Celal ve Sabaattin Ali, Sait Faik gibi bir iki amca dışında ne gerçek hikayeler, ne de gündelik hayattan anlatımlar ilgimi çeker. Yazar kelimeleri bacadan uçurup, süte karıştırmıyorsa, içine de şeker niyetine iki gülümseme eklememişse öldür Allah okumam, okuyamam! 

Ama ver bana Lovecraft, Murat Menteş, İ.O. Anar sonra bırak bi köşeye, saatler geçsin, gel bıraktığın yerde bulursun. Zira edebiyat başta olmak üzere ben sanatın gerçeklerden kaçanını, kaçarken ayağı takılıp en bi gerçeğin kucağına düşenini severim. Bu sebepledir ki annemle sohbetlerimiz iki arkadaş olarak on numara beş yıldızdır ve fakat anne-kız olarak bütünlemeden sınıfta kalmıştır! Kadın da haklı; kırk yaşını dolurmuş evladı hala evi nane yeşiline boyasak, biberiye tentürü yapsak, Çin'den ejderha uçurtma istesek diye dolanıp duruyorsa gariban ne yapsın!

Ona bu yaz üç ay kaybolacağımı daha söylemedim. Duyunca çıldıracak ama o zaman ben gezegenin diğer ucunda olacağım... Vınn Anne ve Tınn Kızı diye bir hikaye yazsam diyorum. Evlenmeyen, çocuk yapmayan, yüzünü boyamaktan aciz bir kızla, hayalleri eteklerinde kalmış geleneksel annesi hakkında olsa, ne dersiniz tutar mı? Yoksa fazla mı mahrem kaçar?

Ayrıca sorarım size kıznız internette Tim Burton,  D. DeVito fotoğrafları gösterip "ah ya evliler!" diye hayıflansa acaba ne hissedersiniz?
Neyse, şimdi balık pişirmeye gidiyorum, Burhan Bey'in vapuru Kadıköy'e yanaşmıştır!


Haydin hayırlı Cumalar!

11 Aralık 2013 Çarşamba

SERBEST AKIŞ, DALDAN DALA ATLAYIŞ....

Pencerede kar, fonda Sultan III. Selim, fincanımda kış çayı. Fazlasını beklemek ve istemek açgözlülük olurdu herhalde. Zaten istemekten de, çabalamaktan da öylesine vazgeçtim ki, bir zamanlar ne isterdim, sahi şimdi gelse ister miyim onu bile unuttum!
Bir kişilik dünyamda uyandığım bu sabah, yün yumağıyla oynayan bir kedi gibi kitaplarımın, satırlarımın arasında gidip geliyorum. Elbette dışarı çıkacak, sokakta yapılması gerekenleri de yapacağım. Sahi neydi onlar? 

Kaz kafam ve  kaz ciğerine dönmüş ruhumla en sevdiğim, uzun süre kavuşmayı beklediğim masamdan yazıyorum bugün.  Etrafımdaki bazı eşyaların benden bile uzun yaşayacaklarını düşündükçe içim tuhaf oluyor. Doğmadığım yıllardan bana gelenlere bakıp, benden sonra onları kimler korur diye hayıflanırken, aynı inceliği ruhuma neden gösteremediğim sorusuna takılınca, samimiyetsizliğimde kayboluyorum..
 
Geri geri yürürsem, hangi sapakta yanıldığımı bulurum sanıyorum ama aslında en çok burada şaşırıyorum. Zira beni sapaklar değil, her daim dosdoğru yürümek bu ruh halime taşıdı!
 
Hz. Mevlana'nın düğün gününe saatler saydığımız haftanın içinde, soğanın cücüğüne gider gibi kendi içime yürüyorum. İyi kokular gelmiyor burnuma, "olsun Elvan, bu da şifadır" diyerek kendimi telkin ediyorum. Ne zaman meditasyona otursam, karanlığın içinde beliren bir suret var, şimdilerde en çok onu merak ediyorum.
 
Kar azaldı, oysa sabaha karşı su içmek için kalktığımda ne kadar da kararlıydı. Fikrini değiştirdi demek! 
Hiç bir  kar tanesi diğerine benzemiyor diyor bilim insanları.. Ben daha da ileri gidip YOLA ÇIKTIKLARI AN VE YERE DÜŞTÜKLERİ AN ARASINDA DA DEFALARCA DEĞİŞİRLER DİYE DÜŞÜNMEK İSTİYORUM. Zira kimse, hiçbir şey geldiği gibi gidecek kadar talihsiz olmamalı.








2 Aralık 2013 Pazartesi

SEVİYORUM SENİ PAZARTESİ PAZARI:))


Efendim, bizim mahalleye çok yakın iki pazar kurulduğundan sanki daha önce bahsetmiştim. Bunlardan biri Perşembe pazarı olup daha ziyade kıyafet satılan, uçsuz bucaksız bir oluşumdur. Diğeri ise daha sakin, az kıyafet, bol yiyecek alabileceğiniz ufak tefek Pazartesi pazarıdır. Pazartesi pazarının fiyatları daha uygun, müşterisi daha sakindir. Diğer tarafataki itiştirilme ve çekiştirilme durumları burada yaşanmaz. Üstelik pazarcıları da daha kibar ve sevecendir.

Alırsınız sırt çantanızı çıkarsınız pazara. Tanıdık pazarcılarla sohbet ede ede, yavaş yavaş sırt çantası dolar. Sadece midenize değil, ruhunuz için de gıdadır pazar. Hepsi olmasa bile çoğu pazarcı sebze ve meyveyi eliyle seçip getirmiştir oraya ya da en azından tezgaha dizmiştir. Ben genellikle "siz benim için seçer misiniz?" derim. O zaman pazarcı memnun olur. Herkes kendisine güvenildiğinde memnun olur. Bu tavır zaman zaman azıcık zarara sebep oluyor tabii, mesela eve geldiğimde çiçeklenmiş bir brokoli ile karşılaşabiliyorum. Yine de pazar ve pazarcı kültürünü sevdiğimden iki çiçeklenmiş brokolinin canımı sıkmasına izin vermiyor ve dikkatimi başka bir pakete yönlendiriyorum.

Zor iş pazar kurmak. Sabahın köründe kalkmak, çamurda, kışta yollara dökülüp, gün boyu üşüyerek ekmeğini kovalamak..
Saygı duyuyorum onlara, hal hatır sorup, hayırlı iş diliyorum. Kuruyemişcimi asla aldatmıyor, bal kabağını daima aynı amcadan, pazı ve lahanamı aynı teyzeden alıyorum. Bu hafta fazla ucuzdu pazar... Üzüldüm! Neredeyse her sebzenin kilosu bir lira idi. Olmadı en fazla iki lira! Ne kazandı ki bu insanlar şimdi? Yirmi liraya bu haftanın bütün sebze ve meyvesini aldım almasına da, sevinemedim.. 

Sanki birilerinin cebinden para çalmış gibi hissettim kendimi. Neden bu işin ortası bulunamıyor diye aklıma takıldı şimdi.. Bu kadar soğuk ve yağışlı bir günde evine dönen pazarcıları düşündüm.. Allah hepimizin yardımcısı olsun demekten kendimi alamadım...

Neyse, seviyorum seni Pazartesi pazarı! Dilerim hep ol hayatımda:)

29 Kasım 2013 Cuma

ÖĞRENEMEYEN ÖĞRETMEN



Blog yazmaya başladığım ilk zamanlardan bu yana en çok tıklanan yazımın içinde “kaz kafalı” lafı olduğunu ve bu yüzden tıklandığını söylesem ne dersiniz? Vallahi ne derseniz dersiniz, ama sonuçta yıllardır iyi kötü yazan ama bu saçma yazıya yönelen ilgi karşısında okuyup yazdığı dile hakimiyetine dair inancını kaybeden benim!

İşin aslına bakarsanız zaten pek inançlı biri değilimdir. Yani olsa olsa beş gram  gelecek inancımı da kaybetmeye fırsat kollar dururum desem yeridir. Bu yüzdendir ki hayatta asla bir tutkum olmamış, olamamıştır. Neyse, konu benim öğretmenliğim aslında. Malumunuz birkaç zamandır okullarda çocuklara yoga dersleri veriyorum. Hatta işi farklı boyutlara taşıdım son bir yıldır elli yaş üzerine de ders vermeye başladım. Genel olarak da hiç zorlanmıyorum çünkü hem çocuklar, hem de hayatının ikinci baharındaki hanımlar neredeyse aynı davranış biçimlerini sergiliyorlar. İnanın ortak bir paydaları var..
Belli başlı birkaç alt gruba ayrıldıkları rahatlıkla söyleyebilirim:
Beni ve dersi koşulsuz sevenler


Beni sevip, hatırım için derse katılanlar
Dersin sadece dinlenme/meditasyon kısmını sevenler
Yogayı ve beni sevip, gereken disipline uyum sağlamak istemeyenler… ve daha neler neler…

İnsan yoga dersleri vermeye başlayınca çevreden gelen tepkiler ve beklentiler değişiyor. Öncelikle herkes, her daim sakin, huzurlu ve sevecen olmanızı bekliyor! İyi de nasıl? Senin maruz kaldığın tüm olumsuzluklara ben de katlanıyorum! Trafik, gürültü, politik saçmalıklar, kötü besinler, huzursuz ev ve arkadaşlar… Daha neler neler… Sen bütün bunlarla yaşarken, ben sanki Tibet’deki manastırımda ense mi yapıyorum da her daim şahane görünüp, muhteşem davranacağım?

Ben yoganın nasıl işe yaradığını, nasıl hayata uygulanabileceğini anlatıyor ve gösteriyorsam bu demek değil ki ben harika bir uygulayıcıyım ve söylediklerimi yüzde yüz içselleştirdim. Nihayetinde sana göre daha fazla bilgi ve deneyim sahibi olan, olma hali devam eden bir öğrenciyim! Evet, ders verebilir, hangi hareketin nasıl bir sonuca götürdüğünü anlatabilirim. Ama o hareketi yapacak olan ve sonucu yaşayacak olan sensin, ben değilim!

Ortalıklarda sürekli kanatsız melek gibi gezip, tütsü kokmamı ve uzak doğu masalları anlatmamı bekleyenler var biliyorum ama maalesef bu beklentileri karşılayamayacağım. Üzülerek söylüyorum ki zaman zaman fazla yorgun ve gergin olabiliyorum ve her ne kadar hizaya geldiysem de hala parfüm, ayakkabı, kitap, kahve vs gibi birkaç kalemde nefsime yenilerek, ayrıca bundan zevk alarak para harcıyorum!

Okuldaki diğer öğretmenlerden bir farkım yok. Benim de sesim yükselebilir. Benim de canımın sıkkın olduğu gün olabilir. Ayrıca yoga öğretmeniyim diye her duruma eyvallah çekecek değilim. Zorlanmak, mecbur bırakılmak ve köşeye sıkıştırılıp salak yerine konmak benim de moralimi bozar. Bilmem ekranın diğer tarafından hissediliyor mu, ben yaşadığım şehrin hasara uğrattığı milyonlarca insandan biriyim. Sadece ayakta kalmaya çalışıyorum. Ve bu konuda yogaya güveniyorum.

Bazen o kadar yalnız ve çaresiz hissediyorum ki, ellerimi gırtlağımdan içeri sokup kalbimi çıkartıp atmak istiyorum. İşe yaramaz şey! Sonra aklıma öğrencilerim geliyor, onlarla oynarken yaşadığım keyif,  onlar dinlenirlerken hissettiğim huzur.. Dudaklarımı kapatıp, burnumdan derin bir nefes alıyorum ve “kaz kafalı Elvan ne zaman öğreneceksin elindekilerin kıymetini?” diye azarlıyorum kendimi. Senem’in dediği gibi aslında “her şey yolunda” Daha çok yoga yapmak, yogayı yaşamak, yaklaşan Şeb-i Aruz ile  Mevlana’nın az ye, az uyu, az konuş ve benzeri sözlerini hatırlayarak, bir ve bütün olduğumuz evrene sığınmaktan gayrı ne yapılabilir ki?

Olmakta olan bir canlıyım ben, daha az veya daha fazla değil....

26 Kasım 2013 Salı

BİROL KUTADGU



Ölüm böyle birşey; hayat boyu susup, orada olmadığına seni inandıran, sadece bir kez konuşan ve konuştuğunda karşısındakileri lal eden, nefes kesen bilinmezlik.

Hakkında sohbet edilebileceğimiz bir şey değil,  ardına düşülüp hesap sorulamayacak kadar da hızlı. Alacağını alıp, çabucak kaybolan bir hergele daha çok.

Bugün de almış birini. Üstelik çocukluğumdan birini. Son zamanlarda bunu hep yapıyor. Ben hazır mıyım, değil miyim bakmadan en sevdiğim amcaları, teyzeleri yanına kattığı gibi boşluğa karışıyor. Dur bi ziyaret edeyim, son defa göreyim demeye fırsat bulamadan  ardında kalıyorum.

Birol Amca benim için ilkokul demektir. Ayları ve mevsimleri onun yaptığı bir tabloyla öğrendik biz. Bir çocuk ve elinde oniki balon vardı. Düşünsenize, kaç çocuğa kısmet olur Birol Kutadgu resminden ayları öğrenmek? Çok şanslıydık. Sıra arkadaşım İmbat, ayları öğrenme işi tamamlanınca, öğretmenin panodan çıkarttığı resmi istememişti, "bizde çok var, senin olsun" dediğinde havalara uçmuştum.
 
Kimbilir hangi taşınmada kayboldu aylar... İmbat.. Çocukluk..Yıllar...

Aylar, yıllar, insanlar hangi ara bilinmeze karışıyor anlayamıyorum. Vedanın ve bırakılmanın hiçbir türlüsüyle barışamıyorum. İçimdeki çocuk hala cenaze sevmiyor. Beden büyüyor, insan koca kadın oluyor da, bir ölüm haberiyle ruh, doksan derecede yıkanmış yün kazak gibi mini minnacık oluyor. Ezilip büzülüp dokuz yaşında kala kalıyor çamaşır sepetinde.

Birol Kutadgu güzel bir insan, başarılı bir ressamdı. Gördüğüm, tanıdığım en yakışıklı amcalardandı. Umarım gittiği yerde huzur bulur ruhu. Zaten son yıllarda Geriş Köyü'nde insanlardan uzak yaşıyordu. Dilerim son nefesinde  kendine yakin olmuştur. Tüm hassas ruhlar gibi çok özeldi.

Değerli ailesine sabırlar dilerim...





 

24 Kasım 2013 Pazar

KUTLANACAK BİŞİ Mİ VARDI BACIM?

İçi boşaltılmış günlere bir tane daha eklemenin huzuruyla günü tamamlamak üzereyiz; Öğretmenler Günü! Üstelik günlerden Pazar! Daha da fenası ertesi gün Pazar ertesi! Oyy oy, hava mevsim normallerinin üzerinde sıcak, gelecek hafta yapacak işlerle dopdolu, annem Sırrı'ya karşı, televizyonda seyredecek bir nane yok, Ertuğrul Danık derlemesi kitabım bitti biter.. Çok zor benim işim çok..

Neyse, çocuklarla yapacağım nefes çalışmaları belki bana da iyi gelir umuduyla derin bir nefes alıp, uzun uzun vererek sakinleşeyim bari.
Sahi son zamanlarda okuyup sevdiğiniz bir kitap falan var mı? Varsa adını yazsanıza, ya da aman mutlaka izle diyeceğiniz bir film? Çok ot oldum ben son haftalarda. Eskiden hangi oyunlar sahneleniyor, kitap fuarlarında kimler hangi kitapları imzalıyor bilirdim. Şimdi sinemaya zor gider oldum. Açıkcası pek umurumda da değil, zira beni ben yapan şey bunların hiç ama hiç biri değil! Olsun siz yine de yazın; gittiğiniz güzel restaurantları, okuduğunuz romanları.. Hani hayatınızı bir an için şenlendiren, içinizde minicik bile olsa kıvılcım yaratan şeyleri.

Gelecek haftanın gönlünüzce geçmesi dileğiyle sayın İstanbullu:)

23 Kasım 2013 Cumartesi

İSTANBUL'U KOKLUYORUM GÖZLERİM KAPALI...


Cuma sabahı erkenden yola revan olduk. Burhan Bey'le Kadıköy 'den çatal, açma, simit Allah ne verdiyse aldık. Hatta simitçi amcanın simitleri mıncıklamaya teşebbüs eden ablaya "dokunduğunuzu alın lütfen" diye çemkirmesine de bayıldık. Düşünsenize, Kadıköy meydanında simit alan üstü başı prenses gibi bir hatuna posta koyacak kadar  cesur bir simitçi!
Sonra Del Tur'un  tadı güzel ama bardakları ucuz çaylarından da aldık ve vapurun üst katına yerleştik. Şunu açıkça söylemeliyim, değil "Marrrmarayyy" havada taklalar attırarak karşıya bir dakikada geçmemi sağlayacak ufo dahi önerilse bu sefadan vazgeçmem imkansız.

İnsanın elinde çay, ağzında mis gibi taze simit varken burnuna deniz havası dolması gibisi var mı? Eğer bu şehrin cefasını çekiyorsam, sefası da en çok benim, bizim hakkımızdır.
Vapur keyfimi elletmem kardeşim! Varsın Anadolu'nun bağrından kopup gelmiş kardeşlerimiz, zamanla yarışan İstanbullularımız denizin dibinden seyahat etsinler. Nihayetinde "özgür" bir ülkede yaşıyoruz di mi ya?
 
Neyse, burnuma dolan güzel kokular eşliğinde Eminönü İskelesi'ne ulaştık. Burhan Bey okula gitti. Ben de yeni yapılan yaya geçidinden canımı zor kurtararak Yeni Camii önüne ulaşmayı başardım!  ( Trafiği düzenleyen kardeşlerimiz keşke şehir kültürünü özümsemiş insanlar olsalar, keşke bir kaç ecnebi memleket görmüş olsalar... Ah ahhh  )
 
Önce hayvan, tohum, çiçek gibi şeyler satılan  çarşıya girdim. Dolandım biraz. Birbirine karışan kokuların arasında kış çiçeklerine baktım. Sülük satan amcaya baktım. Genişletilen alanları gördüm. Sonra belediyenin Yeni Camii manzaralı mekanlarına baktım. Açıkçası derli toplu ve güzel olmuş etraf. Fakat sanırım ben eskisi kadar samimi bulmadım düzenlemeyi... Kötü olmuş demiyorum, sadece farklı olmuş.. Belki gözümün alışması için zamana ihtiyacım vardır. Gerçi gözümden evvel burnum alışmalı, zira kokular benim için görüntüler kadar önemli.. Şu an  Eminönü'nde inanın kokular bile hizaya girmiş. Çimen kokusu var ama hayvan kokusu azalmış. Döner kokusu yok alt geçitte, belli ki martı popülasyonu güvende!
 
Neyse, hayvan ve bitki satılan alandan Mısır Çarşısı'na yönelince içim birazcık rahatladı; iyi kötü baharatlar hala burada. Şükür! Hatta son zamanlarda alıcısı artan sabunlar ve tütsüler de cümbüşe katılmış. Taze kuruyemiş ve tertemiz sabun kokusundan örülmüş duvarın ardında da  elbette Kahveci Mehmet Efendi var! Bu koku dilerim hiç ama hiç değişmesin. Zira kahve, benim için sadece bir içecek değil, çok daha fazlası...
 
Kahve kokusunu içime çekince aklıma geldi İstanbul'u koklamak. Vapurdan indiğim andan başlayarak gözlerimi kapatsaydım. Ayaklarım beni camiinin önünden geçirir, hafif bir güvercin pisliği kokusu ( tabii rüzgarın yönü de önemli ) içinden yol göstererek hayvan pazarına ulaştırır, oradan da baharat cennetine götürürdü. Son olarak da kahve kokusunu takip ederek Tahtakale'nin yolunu bulurdum!
 
Tahtakale kırtasiye seven herkesin cennetidir. Hatta sadece kırtasiye değil akla hayale gelmeyecek nice ıvır zıvırı burada bulabilirsiniz.  Arayıp bulamadığınız bir şey varsa girip bir dükkana sorun, mutlaka tarif ederler nerede satıldığını.
 
Bütün keşmekeşine rağmen kokularını ölümüne sevdiğim şehrimde aylar sonra kendime iki saat hediye etmek öyle iyi geldi ki.. Burnumdan girip ciğerlerime dolan hava adeta şifa oldu. En kısa zamanda tekrar İstanbul'u koklamak üzere kendime söz vererek İstiklal Caddesi'ne doğru yola çıktım..
 
 
 
 
 
 
 
 
 

17 Kasım 2013 Pazar

SEVME BOZUKLUĞU VOL I


Pazar gününün yazısı bedensel, zihinsel ve ruhsal bozukluklarımız üzerine olsun istedim. Özellikle de son yıllarda bol bol karşılaştığım bir bozukluk olan "sevme bozukluğu" üzerine içimi dökmek istedim...

Öncelikle itiraf etmeliyim, kendi içinde pek çok alt guruba ayrılan sevme bozukluğu bende de var. Az ya da çok toplumun %99'u aynı dertten çekiyor. Amma benim dahil olduğum alt gurup sanırım karşı tarafta en az hasar bırakanlardan biri ya da ben buradan bakınca kendimi böyle avutuyorum. Arızam iyileştirmeye gayret ettiğim genetik mirasım!

Aslında örnekler üzerinden gitmekte fayda var... Yılı, şahsı değil sadece olayı anlatacağım bakalım buralarda kendinizi ya da sevdiklerinizi görebilecek misiniz?

İnternet üzerinden tanıştığım biri. Bloguma yorumlar bırakan, ama her yorumu buram buram "ben biliyorum!" kokan biri. Kendine dosttan ziyade onu sevecek müridler arayan bir sevgi arzısı... Hayat yalnızı belki.. Tanıştık. 

Bolca vermeye başladı. Önce hediyeler, sonra sevgi dolu vaatler. Hatta işinin bir bölümünü bile teklif edecek kadar cömert davrandı. Karşılığında ne mi istedi? Hiiiççç. Belki sadece minnettar olmamı ve onu sevmemi istemiş olabilir. Övmemi istemiş olabilir?

Aslında sevdim, minnet de hissettim cömertliği, açık kalpliliği karşısında ama fark ettim ki, o ne isterse yalnızca onu veriyor. Ben bir şey istediğimde yok! Hem de türlü bahanelerle.. 
Sonra gün geldi, çok değerli bir dostum ameliyattayken- ki bu kanser ameliyatı idi- bizim gibi sevme bozukluğu olan bir diğer arkadaş benim açık yüreklilikle söylediğim bir sözü bu pek cömert insana iletiverdi! O gün onu reddetmiştim! Eyvah! Görmek istememiştim. Yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Üç kişi değil, belki en fazla iki kişi susmak istemiştim. Ve susabileni tercih ettim. Kendimi onun sevecenliğinden, teselli edici bilmiş sözlerinden uzak tutmak istedim. Ne hakla! Ne mi yaptı? Önce sözde çok sevdiği bana iğneleyici sözlerle dolu bir mail yazdı. O sırada ne hissettiğim, ne düşündüğüm önemli değildi. Sonra da benden vazgeçti. Zira onu tercih ettiği şekilde sevmemiş, moralim bozukken desteğini almamıştım. Egosu incindi! 

Üzgünüm, özgür irademi kullanmıştım. 

Başka bir örnek. İstediği her güzelliğe uzun ve zor bir dönemin sonunda kavuşmuş, sevdiği insanla evlenip, güzel çocuklara sahip olmuş. Fedakar, paylaşmayı bilen biri. Sevgisini ve sahip olduklarını sunan, sevdiklerini kollayan biri. Peki nereye kadar? Sizin yaşadığınız hayat ve başarılarınız- neyse artık o başarı, bence bişey değil- gözüne batana kadar. Tam yakın bir dostunuz olacakken, kendi yarattığı bir karmaşadan özür dileyerek çıkamayıp birden kilometrelerce uzağınıza düşen biri. Aklı sıra sizi sevdiklerinizden mahrum ederek cezalandıran biri... Ceza işe yaradı mı? Evet, inatçılık, ceza ve sevginin aynı yürekte barınamayacağını da bu insandan öğrendim. Hala görüşüyorum, onda sevdiğim şeyler ve sevdiklerim var. Ama kalbimin her odası artık açık değil...

Ve tabii öğrencisini sevemeyen, egosunu dizginleyemeyen öğretmenim. Ah, en çok ona yakışmıyor bu sevgi bozukluğu. Ne verdiği derslere, ne sohbetlerine hiç ama hiç yakışmıyor. Aslında gerçekten seviyor kendince ama bu sevgi siz öğrenci olduğunuz sürece var. Hiç hata yapmayacaksınız, hep saygı ve sevgi dolu olacaksınız. Sizin kafanız hiç karışmayacak.. 
Her daim onun gölgesinde durun, zira gerçek anlamda "olmaya" karar verdiğinizi hissederse o çok sevdiği sizi acımadan ezecektir. İnsan sevdiğini ezer mi? İter mi? Bence ezmez..İtmez.

Peki insan sevdiğini döver mi? Bilmem! Eşini dövüp tartaklayan  tanıyorum. Daha doğrusu bir zamanlar tanıdığım biriydi artık tanımadığım birine dönüştüğünü görünce, şimdilerde görüşmüyorum.

Hikayesi şu: Her zaman ona gösterilen hedefte kim varsa onu sevmiş. Hayatındaki kadınların kuklası olmuş. Belki onlarca çalışanı yönetmiş ama kalbini yönetememiş biri. Ailesi tarafından yeterince sevilmemiş. Zaten hiç ailesi olmamış... Çocukluğu korku, şiddet ve yalnızlıkla geçmiş. Büyüdüğünde de sevdiğine, sevdiğini zannettiğine ne yazık ki bundan fazlasını sunamamış... Korkularını kasalara kilitlemiş, kalbini cemiyet hayatının süslü sözleriyle sağır etmiş biri. Sevmeden ve sevilmeden yaşamaya mahkum bir başka sevme bozukluğu örneği...

Bugün canım üç örnekten öteye gitmek ve yüreğimi karartmak istemiyor. Sadece çocuklarla çalışan biri olarak bu hastalığımızla nasıl mücadele edebiliriz ve gelecekte daha az hasta insan olmasını nasıl sağlarız diye yüksek sesle düşünüyorum...

Çocuğuna her şeyi veren ama onun yine de mutsuz olduğundan, yeterince(?) başarılı olmadığından yakınan anne ve babalar. Ne verdiniz?  Bol kucaklama, iyi bir okul, bale ve piano kursu mu? Hala mı şımarık çocuğunuz? Hala mı yaşının altında davranışlar göstermekte ısrar ediyor? Olmadık yerlerde inatçılık yapıyor, beklemediğiniz anda yatağına mı işiyor? O zaman lütfen önce kendi çocukluğunuza dönüp, kendi sevme ve sevilme bozukluklarınız üzerine bir yolculuk yapın. "Önce kendinizi şifalandırın" Hayatta varlık gösterenin sadece bedeniniz olmadığına ayın. Onu beslemek ve sıkı tutmak ne kadar önemliyse, ruhunuzu ve zihninizi de bu sağlıklı noktaya çekmeniz o kadar önemli. 

Çocuğunuz durmadan ne yemesi gerektiğini, ne yapması gerektiğini söylemekten vazgeçin. Bırakın başarısızlığı da tatsın. Her gün başarılı olmak zorunda değil. Siz öyle miydiniz? Yani her gün başarılı? Hiç sanmam! Başarısız olduğu günlerde de onu sevin. Sizin sevginiz hep var olmalı, o kazanılması gereken bir şey değil. Sevgi ödül değil!

Onu kendi yolunu bulabileceği aktivitelere yönlendirin, sizin uygun bulduklarınıza değil. Sizin içinizde kalanlara değil.. Öğretmenlerin sağduyusuna biraz kulak verin. Sizin bir, onların yüzlerce çocuğu olduğunu unutmayın. Öğretmen inatlaşacağınız biri değil, iş birliği yapacağınız biridir.

Hastalıktan, parasızlıktan, işsizlikten kırılan bu toplumun mutsuzluğunu, bereketsizliğini anlamak istiyorsanız sevgi eksikliğine dikkat edin. Ve tabii sevgiyi nasıl alıp verdiğinize de dikkat edin. Sizi sevdiğini söylerken, sevgisiyle boğandan, seviyorum derken mesafeli durandan eşit oranda işkillenmenizi tavsiye ederim:)

İyi Pazarlar:)





14 Kasım 2013 Perşembe

İSTİYORUM...

Günlerdir, haftalardır yazmak istiyorum. Üstelik birden fazla konu hakkında yazmak istiyorum. İMÇ'deki kumaşlar, Ankara'daki çocuk yogası eğitmen eğitimi deneyimim, Küçük Karabalık öğrencilerim, içinden geçmekte olduğumuz bahar ve bütün bunları yazmamı engelleyen daha nice meşguliyetim hakkında bile yazmak istiyorum. Hatta önce durmak, sonra susmak, daha sonra P. Ö.'in adadaki evine saklanıp, azıcık dünyalar güzeli İdil'i sevip, ardından martı ve fare tıkırtıları arasında sadece ve sadece yazmak istiyorum. 

Almanya'da başladığım tohum hikayesini ilerletmek, kendime avare avare dolanacağım bir tarihi yarımada günü ısmarlamak, aslında  en önce vapura atlayıp püfür püfür esen güvertede Allah yarattı demeden, bildiğim tüm kelimeleri yan yana dizerek kendi hikayemi yazmak, yaratmak istiyorum.

Ben yazmak için hep geniş zamanlar, mükemmel mekanlar bulmayı umuyor ve zaman denilen haylazın peşinde her daim nefes nefese kalıyorum! Hikayelerim eskiyor, ellerim kırışıyor ve hatta bu kaçak dövüşen halim karşısında daha bir bilseniz neler neler oluyor...
Yazmak istiyorum... Ama yazamazsam ya dürüst olamazsam diye türlü bahane ardına saklanıyorum. 

İstiyorum. Saklanıyorum. İstiyorum...

3 Kasım 2013 Pazar

İPLİK

Benim kalbimden, senin kalbine incecik bir bağ var. Öyle garip bir iplik ki bu bazen ipekten, bazen incecik bir pamuktan.. Ancak öyle günler var ki, belki benim hayal gücüm, belki tek gerçeğim; bu iplik kesinlikle çelikten!
Zaman daralıyor, mesafeler artıyor, günler ard arda takvimleri deviriyor yine de iplik hep ikimizin arasında; bizi yaklaştırmayan ve uzaklaştırmayan bir bağ. Zaman zaman beni geçmişe çeken, bazen de günlerce boşlukta sallandıran bir güç senin ellerinde.
Hiç hissetmediğin, bir kez bile ucu nereye gider diye bakmadığın o ipliğin ucunda yaşıyorum ben. 
Tam buradayım; dört bir yanında!

ZORBAHAR GELDİ!



Çok yorgunum. Boğazın kıyısında, olmadı bizim Çanakkale'deki köyde bir ev yapıp oturasım var. ÖYLESİNE MAL GİBİ DURASIM GELDİ YİNE! 
Kırk yaş bana pek iyi gelmedi.. Ne arkeoloji, ne yaz boyu yaptığım seyahatler ruhumu doyurmadı. Açım, AÇ. Çok açım.
Diyetisyen bu şekilde şişmanlamaya devam edersem damar yapımı zor durumda bırakacağımı ve hatta şeker hastası olabileceğimi söylüyor. Haklı, acilen hayatıma tat ve tuz katmazsam ve açlıktan sürünen kalbimi doyurmazsam olacağı bu. 
İyi bile dayandığımı düşünüyorum. Etrafımdaki bir iki güzel dost ve çocuklar olmasaydı, ki onlar adeta serum gibiler, çoktan nalları dikmiştim.
Neyse, mızıldanma yazısı değil bu, hal ve gidiş üzerine ölmedim, ayaktayım narası:)
Vallahi de billahi de hala nefes alıyorum ve inanmazsınız inatla büyük ikramiyeyi bekliyorum. Çok beklersin mi dediniz? Olur, beklerim, aza razı gelmektense hayal kurmayı tercih ederim!

(Olmayan kuyruğumu dik tutmaktan o kadar sıkıldım ki, onu kesip atacağım!)

Hayat, benim öngördüğümden çok daha hızlı akıp giderken, Külkedisi'nin dediğini yaptım ve yaşayacağım kaç yaz, kaç bahar kalmıştır* acaba diye kaba bir hesap çıkarttım. Sonuç şahane sayılmaz ama fena da değil. Aklımı başıma toplarsam gitmeden evvel daha mutlu olabilirim.

Neyse ya, sonbahar zor geldi azıcık:) 

*20-25 tane olsa gerek

10 Eylül 2013 Salı

WWW.COKSIKILDIM.COM*

Rica ediyorum bloğumu okuyanlar bu ismi araklamasınlar. Çünkü 2013-2014 Sonbahar-Kış üretimlerimi bu sayfada toplamayı planlıyorum. Neleri mi? Şunları:
 
*İsale iyi gelen yoga hareketleri.  El mudralarının açıklamaları ve çizimleriyle ( ya da kabızlığa, nefes darlığına.... )
*Artık yünlerden atkı ve battaniye örme fikirleri; renk kombinasyonları ve motif seçenekleriyle
*Tatlı krizi geçirirken evde olanlarla idare edebileceğimiz tarifler , doğaçlamaya açık reçeteleriyle
*Uzak ülkelerde tanesi 5 lira olan yoga pantolonlarını 70 lira yerine 25 liraya nasıl bulursunuz önerileri, satın alma bilgileriyle............................................
Ve daha neler neler....
 
Kısacası sıkıntıdan çatlayanlara, çatlaklarına merhem olacak bir sayfa planlıyorum!

Zira iki haftadır evdeyim, bir yandan beli tutulmuş ve bağırsakları ilaçlar yüzünden kontrolden çıkmış anneme bakıyorum, diğer taraftan arada bir pazara gidip sebze, meyve alıp reçel, salça falan yapıyorum. Kışın değerlendirilmek üzere yün sepetleri hazırlıyor, bu sene bitmeden-inşallah!- yazacağım yoga/hikaye kitabım için ilham bekliyorum.
 
Ev hayatını sevdiğim gerçek. Doğduğumdan beri içimde bir köylü teyze yaşıyor  ama bu öyle acayip bir teyze ki sanki arada sırada gizlice kitap okuyor, televizyon seyredip, seyahat planları yapıyor ve olmadık zamanlarda bavulu toplayıp sırra kadem basıyor! Düşünsenize ayağında şalvarla Londra sokaklarında cirit atan bir teyze var içimde ve öyle kontrolsüz takılıyor.
 
Bizim yaramaz teyzeler ( www.yaramazteyzeler.blogspot.com ) de bu içimdeki teyzenin bir yansıması aslında; çünkü Agi de evle ilgili şeyler kadar seyahat etmeyi  seviyor. Yani bence onun içinde de bir köylü teyze var. Ne kadar mürekkep yalasa, on numara beş yıldız giyinip taransa da kurabiye pişiren, kızlarına reçel yapan o teyzeyi herşeyden çok seviyor ve koruyor.
 
İnsanın içindeki kadınlarla tanışması ve barışması epeyce zaman alan bir durum. Zaten ha dediğinde olaydı, yıllarla yavaş yavaş gelen deneyimlerin anlamı kalmazdı. İnsanın teyze olması için yaşının  en az kırk olması şart:)
 
Kısacası Agi ile yaramaz teyzeler sayfamızda yazmaya, eğlenmeye, burada da en sefil şekilde mızmızlanmaya devam ederken, bu aralar bi fikir daha doğurasım var, zira dabulyu dabulyu dabulyu nokta coksıkıldım nokta kom olmalı!
 
*rica ederim ı ve i meselesine bu kadar takılmayın.
 
 

30 Ağustos 2013 Cuma

RÜYA KÜÇÜK ÖLÜM..

 
Uyku için "küçük ölüm" dermiş birileri. 26 Ağustos akşamı uykuya dalarken o gece ne göreceğimi, görürsem sabah hatırlayıp hatırlamayacağımı merak ederek kapattım gözlerimi. Ne ölüm, ne ölmüşlerim, ne de can yakan anılar uğramadı rüyama. Sadece şimdilerde görüşmediğim, ama beni neden özleyip aramadığını da çok merak ettiğim değerli bir kadın vardı. Çok ama çok kıymetlimin, Victor'un dostu.
 
Hiç tanımadığım sokaklarda yürüyor, sakin, huzurlu bir sohbetin tadını çıkartıyorduk. Saçları kısaydı, zayıflamıştı. Ne gariptir ki, etek giymişti. Zeytin gibi siyah ve parlak gözlerinin içi ışıldıyordu. Ah dedim içimden ne kadar da özlemişim, keşke sabah olmasa..
 
Ertesi gün düşündüm. Ne olmuştu ki bu gece onca şey varken rüyama bu hatun gelmişti? Cevabı az önce internetten aldım; annesi vefat etmiş. Hem de benim onu rüyamda gördüğüm gün..
Rüya küçük ölüm. Rüya büyük haber. Rüya bilinmeyen diyarlara, bazen de insanın kendi merkezine yolculuk...

ARAZİDEKİ MEZARLAR

Bu haftanın önemli bir kısmını, neredeyse tamamını arazide geçirdim. Oysa yıllık planda pirelerle birlikte pirefabrikte yaşamam hesaplanmıştı! Antropolog ve adli tıp uzmanlarımızın yardıma ihtiyacı olunca, yaklaşmakta olduğu varsayılan yağmur da işe eklenince bendeniz çıktım pirefabriğimden, düştüm arazi yollarına.
 
Aslında özlemişim. Yeniden güneşin ilk ışıklarıyla ısınmak, sabahın erken saatinde toprağın kokusunu hissetmek hoşuma gitti. Mezar kazmak arazide en sevdiğim iş olmasa da, içimin bana gizli odalarında hastalıklı olan parçalarımdan bir kısmının iyileştiğini görmek çok güzeldi. İlk kez mezar kazdığımda aylarca toparlanamamış, artık doktora gitmeliyim noktasına gelmiştim. Oysa bu defa kendimi çok daha güçlü ve empatinin b..kunu çıkarmamış görmek rahatlattı.
 
Ortalama bin yıllık bir mezarı açarken antropologların ve arkeologların uzun uzun düşünecek, hislenecek zamanları yoktur aslında. Açılan mezar hızlıca ve elbette dikkatlice kaldırılmalıdır. Bizim arazide pek öyle olmadı. Zira bir belgesel çekimine tanıtım filmi yapılacağı için iskeletlerimizi iyice temizledik ve önce onlar çekim yaptı, sonra biz kaldırdık.
 
Zamanımız dar, işimiz zordu. Toprak ıslak pudra gibi sıkışmış, kemikler kireçtaşından ayrılamayacak kadar yumuşamıştı. Efsanelerdeki gibi uzamış saçlar ve tırnaklar yoktu ama yaşları ortalama üç-on arası değişen ve sayısı onu aşkın çocuk mezarı ellerimizin altındaydı. Düşünmemeye gayret ettim. Ama minicik kollar, kaburgaların altına saklanmış minyatür parmak kemikleri yüreğimi sıkıştırdı. Göz çukurlarına bakmamaya, onu hasta ve aç bir halde annesinin kucağında hissetmemeye özen gösterdim. Çocuğun kemiklerinden çok onu o daracık, küçücük çukura bırakmak zorunda kalan annenin bin yıllık acısına içlendim.
 
Alanın kuzeyinde annesinin bacakları arasında yatan çocuktan hiç bahsetmeyeceğim. Zira o mezarı kazmamak bana şans gibi geldi. Aşıklı höyük'deki ilk mezarımda bir anne bebekti. Bebek cenin pozisyonunda annenin karın bölgesine yerleştirilmişti. Ellerim titreyerek kazdığımı hatırlıyorum. Bana çok zor gelmişti.
 
Demek büyümek böyle bir şey; insanın kalbi soğuyor, acıları sadeleşiyor. Uzak geçmiş daha da uzaklaşırken ve o hep hayal edilen geleceğin gelip gelmeyeceğinin bilinci bir kale burcu gibi yükselirken, an, içinde bulunulan an her gün daha anlamlı oluyor.
 
Mezarımı özenle açtım. Toplarken aynı incelikte olamadım. dar zaman beni yendi ve ne yazık ki pek çok kemiğin çıt diye kırılıp elimde kalışını üzülerek izledim. Yine de dar zamanı suçlamak istemem. Kabahati bölüşmek lazım. Belki de ben artık tükenmiştim ve bitsin istedim.
 
Bir sonraki adımda bu mezarlar incelenecek, onca küçük insan neden ölmüş bir fikrimiz olacak. kimbilir belki bazılarının yüzü etlendirilecek.. Yüzyılların ardından bize bakabilecekler.
Garip işler bunlar.
 
İşte bunların hepsi bilim:))
 
 

28 Ağustos 2013 Çarşamba

PANDORA'NIN KUTUSU VOL I

İki gündür arazideyim. Fiziksel olarak yorulmak ve güneşten rahatsız olmak bir yana, evdeki işlerin aksıyor olmasından çok huzursuzum. Arkeolojik kazılarda farklı disiplinlerden ekiplerin yer alması dışında ana ekip genellikle ev ve arazi çalışanları olarak ikiye ayrılır. Evde çalışanlar araziden çıkan malzemenin temizlenmesi, tasnif edilmesi ve uzmanlarca çalışılabilir hale gelmesi için emek harcarlar. Ev, bir anlamda arkeolojinin mutfağıdır diyebiliriz. Arazi ise mutfağa gelecek malzemenin madenidir. Bu yüzden arkeoloji denilince herkesin içindeki maceracı ruh hareketlenir ve hiçbir öğrenci evde kalmak istemez. Evde çalışmak neredeyse cezalandırılmak ya da beceriksizlikle eş değerdir.

Ben iki senedir evde çalışıyorum. Geçen yıla göre çok daha konforlu bir çalışma alanım varsa da elbette hiçbir zaman arazide çalışmanın hazzını yakalıyamıyorum. Neden derseniz ev daima insanın dikkatini dağıtan türlü uyarıcıyla doludur. Maillerinize bakarsınız, telefonunuz çalar, evdeki temizlikçi kadınlar manasız gürültülerle ortalıkta dolanır ve daha neler neler... 

Ev ekibi, arazi ekibine göre daha konforuna düşkün ve sorun yaratmaya meyillidir. Kahveler, çaylar, uzun duş saatleri evde çalışmanın avantajlarıdır. Tabii herkes bu avantajları kullanmaz, bazıları sanki arazideymişcesine amele gibi çalışır! Kimileri de hoca etraftaysa ya da arazi ekibi dönmüşse ve evin diğer çalışanları paydos etmişse işgüzarlığından çalışırmış gibi yapar! Görürsün, susarsın, acaba bir zaman gelir ve görmesi gerekenler de görür mü diye mırıldanarak iç geçirirsin.

Kazı ortamı genellikle sinir bozucu ve yorucudur. Kimin ne kadar arızası varsa yavaş yavaş ortaya çıkar. Kazı başkanlarına sayıp söven, "bak ona neler yapacağım, ne soruşturmalar açılacak hakkında diyen" temsilciler, kuyruklarını bacakları arasına kısıp gider. "Gelemem ben kişilik haklarımın çiğnenmesine!" diye esip gürleyen öğrenci, hocaları yalayıp yutmaya başlar... Alan dar, yemekler sıkıcı, odanız kalabalıktır. Bütün bu riyakarlıklardan, ruhunuzu sıkan patırtıdan kaçacak yeriniz yoktur. Duşta, tuvalette bile yalnız kalamazsınız.

Elbette her an yüksek gerilim olmaz, çok güldüğümüz zamanlar, orta okul yıllarına dönmüşcesine basit şakalarla birbirimize takıldığımız günler de yaşanır. Yine de sakın ola ki bir kazıda kendinizi emniyette hissetmeyin, huzuru yakaladım dediğiniz an, huzursuzluğa kapı açtığınız dakikadır.

Oysa arazide sadece siz varsınız! Siz ve önünüzdeki açma/mezar. Gerisi kocaman bir boşluk. Eve dönene kadar özgürsünüz. İstediğiniz kadar düşünebilir, hatta düşünmeyip sadece ve sadece çalışmanın tadına varabilirsiniz. 

Arazi ekibi koşullardan kaynaklı olsa gerek, birbirine daha bağlıdır. Kolay kolay sinirlenmez, saçma şeylere olay yaratmazlar. Zaten hava sıcak, çalışma şartları zordur. Olan ve değiştirilemeyecek koşulları daha da zorlaştırmanın da anlamı yoktur.


Arkeoloji güzeldir. Ama filmlerki gibi adrenalin pompalanan bir yer değildir kazı evleri ve arazi işleri. Her yerdeki gibi birbirinin üzerine basmak isteyenler ve işine odaklananlar burada da mevcuttur. İnsana dair büyük resimde ne varsa, kazı evlerinde de aynen görülür. En sıkı dostluklar ve en pis hesaplaşmalar bu dar alanlarda yaşanır. İnsanın sadece geçmiş zamanları değil, daha çok kendini tanıdığı, sabır ve affediciliğinin sınırlarında misket oynadığı bir tür çift yollu yolculuktur arkeoloji: bir şerit içeri, bir şerit dışarı. İnsan sadece çapa salladığı arkeolojik alanın değil, kendi geçmişinin de izlerine rastlar derinlere indikçe..

Abarttığımı düşünenler olacaktır ya, bence hayatın küçük bir özetidir kazıevleri; iyi ve kötü polisimiz, tanrımız, hatta tanrıcıklarımız ve dolayısıyla bir panteonumuz, meleklerimiz ve şeytanlarımızla gezegenden kopuk, birkaç aylığına galakside kaybolduğumuz yerlerdir.

İnsanın her sezon bilim insanı olmaya tutkuyla bağlandığı ve sezon sonunda insandan soğuduğu alanlardır. Benim için hep bir adım ötemde,  aşık aşık bakan sevgili oldu arkeoloji. Ona ne zaman yaklaşsam, uzaklaştı. Nazlandı. Ne mi oldu? Bir gün canıma tek etti, s.. tiri çektim! Değil gözümün içine bakmak, elini daldırıp kalbini sökse, çıkartıp verse olmadı artık. Vazgeçmiştim! Hayde!!

Araladım kutuyu, döktüm kötüyü. Eski bir arkeologun iç dökümünü okudunuz sayın dostum, hadi iyi geceler:)

24 Ağustos 2013 Cumartesi

MİNİ MİNİ YENİLER...YAVAŞ YAVAŞ ESKİYENLER..

Yazın kokusu yavaş yavaş çekilirken, şimdilerde burnumu sonbahar rüzgarı gıdıklamaya başladı. Hayatımdan bir mevsim daha eksilirken içim burkulmuyor desem yalan olur. Ruhumu dengeleyen yegane şey mini mini yenilerim; yeni öğrencilerim!
 
Güzel, aydınlık sınıfımda, bahçesinde ağaçları, kahve içmek için harika bir penceresi olan okulumda kendimi keyifli, şanslı hissediyorum.
 
Yeni öğrencilerimin isimlerini öğrenirken, öte yandan büyük öğrencilerimin yeni ders planını çıkartmak için çalışıyorum.

 
Ben bütün bunlar ve önüme yığılmış çanak çömlek dağları arasında gidip gelirken, dakikalar, saatler ve günler parmaklarımın arasından kayıp gidiyor. Dün gece M. Schreiner'ın Hayal Kırıklıkları Kitabı'nı özlediğimi fark ettim. Fal tutar gibi bir sayfa açtığımda bakın ne diyordu:
 
"Her şeyin eskisi gibi olabileceğini düşünürüz hep. Ama bu doğru değildir. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Hiç bir şey. Kırışıklar hiçbir zaman düzleşmeyecektir. Ne duruş bozukluklarımız, ne görme, işitme duyularımızdaki zayıflıklar, ne de eklemlerimizdeki hasarlar giderilebilir cinstendir. Bir bacak kırığı her şeyi değiştirir; tıpkı her burkulma, her deneyim, her aşk ve her sitem gibi. Her şey ardında iz bırakır. Özellikle de hayat...."
 
Paragrafı defalarca okudum. Ömrümüzün bilinmeyen bir zamanına ertelediğimiz ve durmadan umutlarla beslediğimiz o hiç gelmeyecek günleri düşünüp, güldüm!
 
Ne daha iyi olacak ki? Bacaklarım, kollarım yirmi yaşımdaki gibi güçlenecek mi? Saçlarım parlayacak, gözlerim içinde şimşekler mi çakacak? Boşversene, bitiyor işte. Çaktırmadan, usul usul ölüyoruz. Derimiz, kalbimiz, ruhumuz kuruyor... Hayal kırıklıklarımız derin çatlaklar yaratıyor içimizde; hiç bir macunun dolduramayacağı çatlaklarımız var ...Sesimiz kısılıyor, kulaklarımız ağır işitmeye başlıyor. Gözlerimiz görmeye dayanamadığı şeylerden kaçmak için elinden geleni yapıyor..
 
İlk defa doğduğumuz andan bu yana aldığımız yolu hesaplıyoruz. Vay be! Hayat turta yapmak için bekletilmiş, sonra da marmelat bile olamayacak kadar çürümüş bir sepet elma! Elmanın kurdu da bizim korkularımızdan, öğretilmiş değerlere boyun eğişimizden başka bir şey değil!
 
Neyse, bugün uyuzluğum üzerimde. Hepimize iyi hafta sonları:)

18 Ağustos 2013 Pazar

BOZUK DÜZENDE SAĞLAM ÇARK OLUR MU?

Bilmem, kimine göre olur, kimine göre olmaz. Bana sorarsanız olmaz derim.  Zira olmuş gibi görünse de alışmamış g.. don durmaz.
 
Hayatım boyunca bilip susanlardan, görüp göz yumanlardan olamadım. Elbette her ölümlü gibi saçmaladığım, sapıttığım dönemler oldu. Olacaktır da. Kendimde sevdiğim tek şey de bu zaten;  dürüst olma arzum ve  harcadığım çaba.


2013 yazı bana bunun kıymetini bir kez daha gösterdi. Hayatımın ilk yarısından ikinci yarısına doğru tam gaz giderken hala bu denli öğrenme meraklısı oluşuma ben bile hayret ediyor ve tek hayatın insana asla yetmeyeceğini düşünüyorum. Bu nedenle yeniden ve yeniden doğmak, her doğduğumda azıcık daha olgunlaşmak hayalindeyim.

Yapmaktan zevk aldığım işi bulmak otuz beş yılımı yedi. Şimdi önümde bunun tadını çıkartacak bir otuz beş yıl daha var mı meçhul... Çok da önemli değil, nereye kadarsa yol, ben de oraya kadar yürürüm.
 
Son yılların en güzel gelişmelerinden biri sezgilerimin güçlenmiş olması. Artık karanlık gölgeleri seçebiliyor, Momo'nun değimiyle DUMAN ADAMLAR'dan kaçabiliyorum. Onlar her yerde... Mutsuzlukları, yaraları ve geçmişten getirdikleri kompleksleriyle gezegeni ele geçirmiş durumdalar!


Bu yaz benim arkeolojiye veda yılım... İçim rahat, gönlüm serin, kalbim buz gibi soğuk. Elime aldığım her eserle usul usul vedalaşıyorum.

Arazide içilen çaylarımın sonuna yaklaştım, ben kim bilir hangi aile ferdinin hücrelerinde sıramın gelmesini beklerken yaşamış insanların, zamana gömülmüş izleri arasında dolaşmak günlerim bitmek üzere. Her veda gibi buruk, ama her veda gibi gerekli..

Artık hep ertelediğim hayatı yaşamak için hazırım. Onun bana gelmesini beklemekten sıkıldığım için de ben ona gidiyorum. Gerçi ben hep ona doğru gidiyorum ama adımlarım çekingen ve yavaştı. Şimdi koşmaya hazırım! Meyve, sebze, şifalı ot, masal ve çocuklarla dolu hayal alemimi yaratmak için önümdeki tek engeli, kendimi kaldırdım; modası geçmiş korkularımı eteklerimden silkeledim.
Şimdi toprağa basmak zamanı, şimdi yeni bir çark üretmenin tam zamanı:)