30 Ocak 2013 Çarşamba

ERKEN BAHAR

Kalbimin odacıklarında erken bahar var. Kış güneşi bile olsa, ışıklar içimi şenlendiriyor. Belki de ilk kez hayatın kendisine aşık oluyorum.  Geleceğimi planlıyor, önümdeki günlerin sevincine bulanıyorum. Yanımda kimler olur bilmiyorum. Tabii tahminlerim var. Mesela Burhan Bey olur, Süper Prenses illa ki olur. Ahiretliğim, Prusya Kralı ve Külkedisi de olur. İtiş kakış yaşarız. Belki baş başa, belki çoğalmış olarak!
 
Olmuş olanın, aslında en hayırlı olduğunu bilmek ne keyifli bir hafiflikmiş! Neden onca sap saman yenmişiz ki ?
 
Son zamanlarda sık sık ölümü düşünüyorum. Öldüğümü, iyi ve kötü sandığım herkesin burada kaldığını ve benim gittiğimi. Nemli toprağı ve karanlığı hissediyorum, kaskatı bir bedende sıkışıp kalan yüzlerce yarım duygu ve düşünceyi anlamaya çalışıyorum. Öylece kımıltısız duruyorum yatakta. Ölüm provası yapıyorum kendimce. Sonra sabah oluyor ve küçük ölümden uyanıp yeni bir güne başlıyorum. Şükrediyorum. Bir sabah daha uyandığım için!
 
Sonra, hiçbir olaya ve duyguya hakkı olandan fazlasını yüklemeden eskiye göre çok ama çok daha hafif yaşıyorum. Kızgınlıklarıma çoğu zaman gülüyorum. Küslüklerime, kayıplarıma öyle yabancıyım ki. Gönlüm artık kırık da değil, kırpık da. Belki ilk kez ölümün farkındalığında hayatı seviyorum. Sonsuz olanla, geçici olan arasındaki çizgide kaybolmadan yürüyebilmeyi deniyorum. İp cambazı gibi oldum ben; ölümün gözlerine bakarak, hayatı sımsıkı kucaklıyorum!
 
Erken bahar var içimde.
 
 

27 Ocak 2013 Pazar

WINNER TAKES IT ALL!

 
İstanbul'dan ve köyümden bağımsız, içine doğmadığım ama tüm kalbimle sevdiğim tek şehir Londra! Hep özlüyorum ama az gidiyorum. Kimbilir belki de, gidip dönememekten korkuyorum.
Son gidişimde ilk gece kuzenimde kaldım. Daireleri Camden Town' a çok yakın, epeyce sessiz ve güzel bir mahalledeydi.
Ertesi sabah uyandım, duşumu aldım. Sokakta kahve satan dükkanlardan birine uğrayıp kahvemi de aldım. Tam daracık bir sokaktan geçiyordum ki, müziği duyup yavaşladım: http://fizy.com/#s/3wtul9. Evsiz bir adam uyku tulumunun içinde oturmuş, başında beresi, saçı sakalı birbirine karışmış. Kucağında köpeği, yanında radyosu... Sanki sokakta değil de Kensington'da malikanesinin bahçesinde oturuyor! İşte Londra bu!
 
Herkese bir yer var. Şehrin sokakları müzikle dolu. Aynı zamanda en pahalı müzikaller de burada! İnsan bedeninin hissedebileceği en yumuşak kumaşlardan dokunmuş tasarımlarla, beş pounluk penyeler aynı caddede satılıyor.
 
Birbirinden cazip sergiler ve içi sanat eserleriyle dolu galeriler de bu şehirde, içinde bulunduğumuz yüzyılın cazibe merkezi olarak belirlediği hızlı tüketilebilen her hizmet ve obje de! Tate Modern veya Tate Britain! İstediğinizi gezmekte özgürsünüz. İster onsekizinci yüzyılın romantizminde kaybolun, isterseniz benim hiç ama hiç anlamadığım contemporary'de! Size kalmış! Çin yemeği, Hint yemeği, pizza. Olmadı sokak lezzetleri veya bilmem kaç yıldızlı restaurantlar. Seç, beğen, al!
 
Şaka gibi ama Bodrum marka turşu bile bulmak mümkün! İnsanın isteyebileceği, arayabileceği her halt var Londra'da. Metroya bin; Japon, zenci, beyaz yakalı, budist rahip, Hintli, Arap ve hatta İzlandalı bile görürsün:)) Koreli gibi görünen ama Koreli olmayan çakik gözlüler oradan! Allahım özledim mi ne!!! Nasıl dayanacağım bir yıl:)))

25 Ocak 2013 Cuma

YEDİ DİLEK

Majesteleri Eda Liza'nın  yedinci yaşı için yazılmıştır....
 

Geçtiğimiz yıl Konstantinopolis’de okur yazar oranında müthiş bir artış oldu. Neden derseniz yüzyıllardır pek çok bilim insanına ve sanatçıya ev sahipliği yapmış ülkemizde bu yıl prenses Eda Liza okula başladı. Al sana artı bir! Ayrıca Lady Agi ve ben, Kraliçe Erika’nın hikayelerini Konstantinopolis Türkçesine çevirmeye başladık. Olduk mu üç kişi ! Kısacası bu sene Konstantinopolis’in edebiyat dünyasında büyük değişiklikler oldu.

Üstelik rakamsal değişiklikler de var. Mesela Prenses Eda Liza yedi, bendeniz ve Lady Agi otuzdokuz yaşında olduk. Küçük Prenses Leyla Nora bile artık beş buçuk yaşında! Kısacası yaşadığımız yılların sayısında da gözle görülür bir artış var...

Bu yıl, Eda Liza bildiği harfleri yanyana getirmekle birlikte, okuduğu kitapların sayısını çoğaltırken, ben hayatımdaki mutlu anları arttırma derdine düştüm. Bu dertle kentin nicedir gizli kalmış en eski yerleşim yerlerini keşfetmeye gittim. Bütün yaz Batonea kenti kalıntıları arasında dolanıp, Akdeniz dünyasının en güzel malzemelerinden olan terra sigillata adı verilen olağanüstü zarafette kaplarla tanıştım. Onlarla yap boz oynar gibi oynadım, uzun uzun zaman geçirdim. Bu güzel malzemeler Batonea limanına da acaba kral Theodosius zamanında mı geldiler  diye gün ortası hayallerine bile daldım.

Ben Konstantinopolis’in yıkıntıları arasında gezerken, prensesler babaları Piri Altuğ Reis ve anneleriyle Akdeniz’de yelken açtılar, Halikarnassos’da gezdiler ve hatta uzun bir süre de Macaristan’daydılar.

Döndüklerinde pek görüşemedik çünkü ben uzak bir ülkeye doğru yola çıktım….

UZAK ÜLKE

Uzak ülkeleri çok severim. Aslında uzak ülkeleri değil, beni gündelik sıkıntılardan uzaklaştıran her şeyi ve herkesi çok severim. Mesela kahveyi, yelkenlileri, küçük prensesleri, insanı olduğu yerden alıp bulutlara çıkartabilen müzikleri  ve içi macera dolu kitapları… Tadı damakta kalan meyveleri ve o meyvelerden yapılan ev pestillerini falan.

Uzun yıllardan sonra tekrar gittiğim o uzak ülkede kocaman bir nehir vardı. Nehir yüzyıllardır kentin tam ortasından geçiyor ve taaa okyanusa kadar upuzun bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla yol alıyordu. Bunu ben de yaptım! Elime bir gelincik aldım ve nehrin kıyısında uzun bir yürüyüşe başladım. Bu yürüyüş tam on gün sürdü. On gün!

On günün sonunda elimde yaprakları dökülmüş bir gelincik sapıyla başladığım noktaya döndüğümde gerçekten çok yorulmuştum. Tam mızmızlanmaya başlayacaktım ki küçük kırmızı bir yengeç koşarak yanıma geldi ve bana arpa suyundan üretilmiş harika bir içecek sundu.

“Çok cömertsiniz, soylu bir aileden olmalısınız” dedim.” Bu içecek enfes!”

“Yok canım, sadece kalbinizin sesini duydum, biraz arpa suyu size iyi gelir diye düşündüm” dedi.

“Eh, peki madem, teşekkür ederim” dedim.

Gelincik sapını nehre attım. Kırmızı yengeçle vedalaştım. Havalimanına doğru yola çıktım. Beni almaya gelecek olan balon gecikmişti. Tam homurdanıyordum ki, o geldi! Ejderham! İnanılmaz sevindim. Nereden biliyordu ki benim uzak ülkede olduğumu?

Daha sorumu içimden henüz geçirmiştim ki, kafamın içinde bir ses duydum. Ses “ben seninle ilgili herşeyi biliyorum!”dedi. Güldüm. Bavulumu ejderhanın sırtına yükledim. Sonra  ben de atladım. Yavaş yavaş yükseldik. Evler, arabalar, insanlar, ağaçlar bir bir küçüldüler… Sonunda o kadar yükseldik ki, ayışığının aydınlattığı bulutlar arasında yol almaya başladık. Kulaklarımda sadece en sevdiğim ses; saçlarımın rüzgarda söylediği ninni vardı. Gözlerimi kapattım, dudaklarımı kapattım, kollarımı ejderhamın boynuna sıkı sıkı doladım ve kalbimi açtım. O anda soru geldi:

“Nehir yolculuğun nasılsın? “ diye sordu içimdeki ses.

“İyiydi galiba, müthiş bir keşif yaptım” dedim.

“Neydi keşfettiğin?”

“Mutlu olma potansiyelimi”

“Peki gelinciği neden suya attın?”

“Bunu onsuz da yapabileceğimi anladım” dedim.

Başını çevirip bana baktı. Gülüştük!

Tam da o sırada Konstantinopolis’e varmıştık. “Önce kuleye gidelim” dedim. “Prensesleri o kadar özledim ki! Hem biliyor musun Eda Liza’nın doğumgününe çok az kaldı.”

“Elbette biliyorum” dedi.“Ona bu yıl ne vereceksin?”

“Cömert Ağacı vereceğim; karşılık beklemeyen, koşulsuz  sevginin kitabını. Ve bu gezegendeki her yılı için bir ağaç hediye edeceğim, yedi küçük, körpe fidan, tıpkı onun gibi!”dedim.
 

Ejderham gülümsedi, “peki sen okudun mu kitabı?”

“Evet”

“Anladın mı?”

“Hımm, sanırım”

“Peki neden ona vereceksin?”

“Benim kadar geç kalmasını istemiyorum. Çok mutlu olsun istiyorum ” dedim.

Kuleye geldik!

 

KONSTANTİNOPOLİS’DE YEDİNCİ YIL KUTLAMALARI!

Lady Agi ile okula kızları almaya gittik. Yol boyunca “hediyeyi tahmin et” oyunu oynadık.  Eve geldiğimizde harika bir sofra hazırlandı. Piri Altuğ Reis, Leyla Nora, Prusya Kralı… hepimiz oradaydık. Cömert Ağaç gecikmişti ama prensese yedi fidanı verdim.

Yedi dileğim vardı onun için:

Huzurlu bir ruh

Sağlıklı bir beden

Bereketli sofralar

Yaratıcı fikirler

Merhametli bir kalp

Macera dolu yolculuklar

Ve pek çok dost!

SENFONİK ESER

O gece Konstantinoplis’de ilginç bir ses duyuldu. Söylentiye bakılırsa Prenses Eda Liza, kocaman bir ejderha ve kırmızı saçlı bir kadınla kulenin banyosunda ellerini ağzına dayamış pırtlama sesleri çıkartarak eğleniyordu!  Neden olmasın ki? Eğlenmek prenseslerin, ejderhaların ve kırmızı saçlı kadınların da hakkıydı. Konstantinopolis yüzyıllardır pek çok müzik duymuştu ya, o gece kulaklarına inanamadı!

Prenses Eda Liza’ya Prenses Leyla Nora ile ilgili bir sır verdim. Artık bu dünyada sadece ikimizin bildiği bir sır var.  Zaman hızla aktı ve sonunda prenses sır tutabilecek kadar büyüdü…

Majeste çok yaşayın, önceliğiniz daima kendi mutluluğunuz olsun!

 

 

24 Ocak 2013 Perşembe

KENDİME İSTANBUL ISMARLADIM

Uzun zamandır yapmamış, yapamamıştım. Zihnimde dönüp duran işler sadece gündelik hayatımı değil, uykularımı da etkilemeye başlamıştı. Sanki sıraya dizdiğim yapılacak işler listesinden beni özellikle uzak tutan birileri vardı! Belki de hata yapıyordum, atalarımız demiş ya, bir koltukta bilmem kaç karpuz olmaz diye! Benim karpuzların sayısı o kadar arttı ki, altlarında ezilmeme az kaldı! Neyse, yavaş yavaş işler kendi aralarında savaşıp, bazıları öne çıktıkca diğerleri de kollarımın arasından düşüp gidecek. Bunu biliyorum. Yoksa hayat böyle gitmez. Hem ben işkolik değilim ki. Ben ailemle, dostlarımla yaşamayı, oturup havadan sudan şeyler yazmayı, avere dolaşmayı seven biriyim. Kimilerine göre kaybeden, bazıları için lüküs hayat yaşayan ve kendi tanımımla içeride ve dışarıda arayanım!
İstanbul benim labirentim. İçinde bile bile, güle oynaya kaybolduğum labirentim. Camiileri, kiliseleri, sarayları ve türlü ayrıntısıyla tam tamına benim şehrim.
Dün Baykal'la buluşmadan önce erkenden karşıya geçtim. Önce haydarpaşa'ya baktım doya doya. İçimden "şanslısın canım, bak diğerleri tastamam kül oldu. Allah seni korusun" dedim. Sonra vapura atlayıp martıları seyrettim. Kimbilir kaç nesil martı uçmuştur bu suların üzerinde? Kimbilir kaç şiire, kaç aşığa ilham kaynağı olmuşlardır... Ben öğrenciliğimde hiç martılara simit atmadım. O zamanlar İstanbul Üniversitesi'nin yemekhanesindeki tavuk etinin martı eti olduğu söylenirdi. Nedendir anlayamadım ama bir şekilde tiksinirdim martılardan... Gençlik işte, kafa başka çalışıyor.
Vapur Eminönü'ne geldi. İnip tramvaya bindim. Ver elini Sultanahmet!
Hava nasıl da güzel. Güneş ılık ılık, insanlar keyifli. Sanki bütün sorunlar tarihi yarımadanın dışında. Oh, cennette miyim ne?
Saraya gittim. Sarayıma. Hani şu ne dilimden, ne kalbimden eksilmeyen güzeller güzeli Topkapı Sarayı'na. Çin'den bir sergi gelmiş, bitmeden onu görmeye niyet ettim. İyi ki de etmişim, pek beğendim. Tabii dört adet pişmiş toprak heykelle, o fotoğraflardaki görkem yakalanamıyor ama hiç yoktan iyidir. Bir fikrim oldu. Bu ordu "ÖLÜMSÜZ ORDU" olarak biliniyor. Bence görmeye değer. Hele ki şimdilerde Piri Reis'in o akıllara ziyan haritası da yeniden sergilenirken bence gidip görün. Enderun Avlusu'ndaki sergi sizi bambaşka yolculuklara götürebilir... Ben mağazadaki harita desenli her objeye bayıldım. Dün biraz çulsuzdum, aralarından bir iki tane seçecek kadar da vaktim yoktu ama gelecek hafta gidip tekrar bakacağım. Bence çocuklarınızı da götürün ve onlara bu haritaların önemini anlatın. O kadar güzel detaylar var ki, bence bayılırlar.
İşte böyle.
Baykal'la buluşunca güne Çınaraltı, oradan Mahmutpaşa'ya iniş ve nihayetinde Perşembe Pazarı'nda güneş keyfi yaparak devam ettik. Londra İstanbul arası bir hayatın nasıl da tadından yenilmez bir süreç olacağını konuşup hayıflandık. Ev arakadaşı olduğumuz günleri, evi paylaştığımız dostları yad ettik.
Kendime İstanbul ısmarlamaktan ve Baykal'ı görmekten memnun döndüm evime. Hayata teşekkür ederek gittim yatağıma. Ondan mıdır bilmem, çok güzel uyudum. Şimdi adaya gidiyorum, P. Özer'in prensesini görecek ve adanın pazarından sebze alacağım:)))

17 Ocak 2013 Perşembe

GALATA MEVLEVİHANESİ

Dün de en az bugün kadar güzeldi. Güneş vardı. Hayattaydım. İki elim, iki gözüm, iki kulağım ve istediğim her yere yürüyebilmek için iki de bacağım vardı. Bütün gün hafif ve huzurluydum. Bundan mıdır bilmem, herkes ve herşey bana bakıp, gülüyor gibi geldi. Dostlar, küçük hediyeler, lezzetli yemekler ve sohbetler.. Dudağımın kenarı soluk bir tebessümle kıvrılırken, gönülden geçen dilekler...
 
Toplantı ve yemek sonrası Barones ve Lady Agi gittiler... Prusya Kralı müsait değildi. Kendisini ziyaret edemedim. Bu hal başka bir kapı açtı! Nicedir tadilatta olan ve önünde kediler gibi dolanıp durduğum bir kapıyı..
 
Müze kartımı görevliye uzatıp içeri girdim. Gişede oturan bu kadın ve adam bütün gün kiminle karşı karşıya olduklarını biliyorlar mıydı? Hüsn ü Aşk onlara birşey ifade eder miydi? İkisinin de yüzü ifadesiz ve bıkkındı. Düşündüm, güzelliğe kör müydük her zaman? Sağır mıyız biz?
 
Ya da neden tanımlamıştım ki şimdi onları? Belki Hüsn ü Aşk'ı bilmiyorlardı da bambaşka bir yerinden yakalamışlardı hayatı? Ne sandım yine kendimi!
 
Yargılarımı, gündelik telaşımı çabucak soyundum. Türbenin penceresine yaklaştım. "Aşk" dedim. Dün iki defa "aşk" dedim. Belki ilk kez bütün içtenliğimle diyebildim. Aslında dilemedim, gönlümden geçirdim.
 
"Ah" dedim "bir de güzel ashramımız olsa..."  Salonları dolaştım. Çoğunu tanıdığım malzemelere baktım. Onları kullananları, bedenimle bilmediğim ama ruhumun herbirine tanıdık olduğu zamanları hatırlamaya çalıştım. Keşkül... buhurdanlık... zikir tesbihi... sikkeler...Ney sesi... "Burası İstanbul. Şehrin kalbinde ve en derin noktasındayım" dedim kendime. Bahçedeki taşlara, güneşe sırtını vermiş ısınan kediler baktım.Onlar beni görmediler.. Gördüyseler de pek umursamadılar. Ben de onları taklit ettim; kendimi umursamadım!
 
Hayatta en çok istediğim şeyin ne olduğunu da buldum! Bir söğüt ağacı. Gölgesinde terlemeden, üşümeden uzanabileceğim. Beni başka gözlerden sakınacak. Yapraklarıyla rüzgarı duyuracak. Kafamdaki tüm çer çöpü silip atacak bir söğüt ağacı istedim. Suya yakın, bana yakın bir ağaç... Altında huzurla uyuyacağım bir ağaç.
 
Basit bir dilekti belki ama ben bunu gerçekten istedim.
 
Mevlevihaneden çıkışta kulenin önünden geçerek tabii ki Süper Prenses'i özledim. Mabel'deki likörlü çikolatalardan uzak durmaya çalışarak vapura bindim. Sarayı rahatça seyredebilmek için yan taraf oturdum. Ben tam oturdum, Tanrı  seyircisini hissetmiş gibi bulutların arkasından spotları yaktı! Işık hüzmeleri denizin üzerine inerken, içimden sanki pek bilirmişim gibi dans etmek geldi! Bu manzara karşısında dans etmeliydi insan. Saray, denizin rengi, takalar, ışık... Yaklaşan gri bulutlar. İçimdeki umut. Hepsi dans etmek için bir sebepti.
 
Bunu düşünebilmiştim ya, kalkıp dans etmem an meselesiydi!
 
 

10 Ocak 2013 Perşembe

KÖPRÜLER..

 
Az evvel elime bir yazı* geçti, hocam yollamış; kalp ve beyin arasındaki köprüyü anlatıyor. Ne gariptir ki aklıma hemen sen düştün. Ben düştüm... Hayatımın ne kadar önemli, ne kadar geri dönüşümsüz bir bölümünü senin bu köprüyü kurmanı hayal ederek harcadığımı düşündüm. Yaşadığımız yüzyılın, çağın gerisinde kalmış son romantiği ben miyim bilmem. Ama bir kez bile çabalamadığım, bir tek gece bile dua etmediğim halde bunu daima hayal ettim: senin o köprüyü kurmanı ve üzerinden geçerek bana doğru gelmeni.. Adı üzerinde hayal... Benim kalbimdeki bir hayal.
 
Ölmeden önce sorsalar, "acaba size bir hayat daha verilse ne yaparsanız?" diye. İnan bu hayali oluşturacak her detayı silmek isterdim. Senin o köprüyü kurmanı hayal etmektense elimi harca bulayıp kendi köprümü inşa ederdim. Kaldı ki şimdilerde yaptığım da bu. Çaresizlik insanı çarelerin en büyüğüne götürüyormuş. Anladım.
 
İnsanlar köprüler inşa eder, köprüler yıkar ve köprülerde buluşurlarmış bir zamanlar. İşte o zamanların anısına saygımdan belki bilimsel değeri olan bir yazı ilgini çeker diye şansımı deniyorum. Benim için olmasa bile sevdiklerin için o köprüyü inşa etmeni dilerim.
 
Kucak dolusu sevgilerimle..
 
 
*Kalbimizin sadece vücudumuza kan pompalayan bir organ olmadığı bilim tarafından son yıllarda giderek daha iyi anlaşılıyor.
Kalbin daha önceden bilimin farketmediği, AMA sözde daha ilkel toplumların çoktan farkettiği, bildiği bir dolu yönü de bilim tarafından farkedilmeye başlandı.
Mesela kalbimizde NÖRONLAR bulundu. O sebeple de kalp nakli yapılan bazı insanlarda daha önceden olmayan alışkanlıklar, özellikle de daha önceden olmayan yeni yeme alışkanlıkları ortaya çıkabiliyor.

KALP İLE BEYİN ARASINDA BİR KÖPRÜ BULUNDU.

Bu köprünün henüz NE yaptığı bilinmiyor.Muhtemelen BİLGİ taşıyor. Çünkü nöron demek bize ait bilgiler demek.Ya bizim kalbe kayıt ettiğimiz,yada doğuştan gelen..
Kalbimizin beynimizden 100 kere daha güçlü elektrik Alan ve 5000 kere daha güçlü manyetik Alan ürettiği saptandı.
O kadar güçlü manyetik bir Alan ki 22.000 mil uzaktaki uydudan bile ölçülebiliyor.
Dünyanın manyetik alanındaki dalgalanmalardan biz insanların etkilendiği biliniyordu, ancak bizim kalbimizin yaydığı manyetik alanın dünya manyetik alanını etkilediği pek bilinmiyordu.
Yeryüzünün manyetik alanları ve bu alandaki dalgalanmalar uydulardan düzenli olarak ölçülüyor.
Örneğin ikiz kulelerin yıkıldığı 11 Eylül günü dünyanın manyetik alanlarında bilim adamlarının anlayamadığı anormal bir sapma olmuş.
Sonradan araştırdıklarında o gün televizyonlardan kulelerin yıkılma görüntüsünü dünyanın çeşitli yerlerinden izleyen insanların duyduğu üzüntüden kaynaklandığı anlaşılmış.
Kalbe dayalı yaşamı geliştirmek için bir Kalp Matematiği Enstitüsü bile kurulmuş.
Belki internetten girip bakmak isterseniz diye İngilizcesini de yazayım: IHM, açık hali ileInstitute of Heart Math.
Başında Howard Martin adında bir bilim adamı var. Sürekli kalp zekası ve kalpten evrene yayılan dalgalarla ilgili çeşitli bilimsel araştırmalar yapıyorlar.
Aslında tavsiyem, belkiye bırakmayın, mutlaka bu web sitesini ziyaret edin.
Bu enstitünün misyonu kalbe dayalı yaşamı geliştirmek, insanların stres düzeylerini azaltıp kalp ve beyin ilişkisinin COHERENCE dedikleri durumda kalabilmelerini sağlamak.
Bir de Global Coherence adını verdikleri bir yeryüzü manyetik alanı ile insan kalbi ve beyin manyetik dalgaları arasındaki ilişkiyi gözlemleyen bir proje ya da sistem kurmuşlar.
Coherence (uyum, ahenk , eş fazlı) durumunda kalp ve beyin dalgaları arasındaki ilişki uyumlu oluyor ve ölçülebiliyor.
0.10 hertz olduğunda coherence yani uyum gerçekleşiyor.
Ve bu dalga boyuna gelebilmek ise ancak bir başkası için şefkat, (çare, takdir, affetme ve şükran duyguları hissettiğinizde oluyor.
Bu durumda olmak ise sizin bağışıklık sisteminizin güçlenmesine, hastalıklarınız varsa iyileşmesine yardımcı oluyor, stres hormanları düzeyi düşüyor.
Aynı zamanda yeryüzü manyetik alanı ile de uyum içerisinde oluyorsunuz.
Hatta Coherence durumunda olup olmadığınızı ölçmek için bir alet bile geliştirmişler.
Aletin adı DA EM Wave. Artık bazı bilim adamları bu aleti takıp dolaşıyor.
Eğer uyum durumunda değilseniz alet de kırmızı ışık yanıyor.
Kalp ve beyin arasındaki iletişim uyumlu ise yani takdir, şükran ve sevgi duyguları içerisindeyseniz alet yeşil yanıyor.
Tabii kırmızı görünce hemen toparlanıp, bir dakika ben NE düşünüyorum, hissediyorum da kırmızı yanıyor diye kendinizi yoklamanız gerekiyor.
Ve hemen zorla da olsa kendinizi daha olumlu duygular hissetmeye yönlendiriyorsunuz.
Sizdeki yeşil ışıktan hem sağlığınız, hem de dünya manyetik alanı olumlu etkileniyor.
Bir süre sonra kendinizi iyice eğitip muhtemelen artık çoğunlukla yeşil ışıkta kalmayı başarıyorsunuz.
Bir de elinizi bizzat kalbiniz üzerine koymak da, elin yarattığı baskı yüzünden zihnin dikkatini oraya çekip kalbe inmeyi, kalple bağlantı kurmayı kolaylaştırıyormuş.
Bu sitede stresi azaltmak, kalp boyutunda yaşamayı öğretmek için başka teknikler de var.
Kısacası artık analitik zihinlerimizden uzaklaşıp daha çok kalp boyutunda yaşamayı mutlaka öğrenmemiz gerekiyor.
” Bilim de bunu söylüyor

7 Ocak 2013 Pazartesi

"Aile Yogası" diyorum arada bir ama bu ne ki acaba?



Öncelikle “aile yogası” denilen şey ne yazık ki benim icadım değil. “Ben buldum, ben buldum!” diyor ya, beyin, Pınar Beyaz reklamında, bu şahane şeyi “ben buldum!” diyemiyorum. Sadece yoganın “Aile Yogası” halini en az çocuk yogası kadar hatta belki azıcık daha fazla severek uyguladığımı söyleyebilirim.

Aile yogası dersleri vermeye başlamama Ankara’da yaşayan ve kendisi de yoga eğitmeni olan bir arkadaşım sebep oldu. Hiçbir dersimi görmemesine rağmen yapacağım çalışmaya kefil olup, ki o güne kadar aile yogası derslerini ne görmüş, ne de denemişliğim vardı, kendi derslerini bana devretti!

İki defa onu izleme şansım oldu. Ardından aldım sazı elime. Önceleri kaygılı ve tutuktum, bunu kabul ediyorum. Fakat dikkatimi kendimden, çocuklara ve ailelere kaydırınca inanılmaz gözlemler elde etmeye başladım. Her derse acaba bugün neler yaşanacak diye heyecanla gitmeye başladım.

Annelerin davranışları aklıma takılan pek çok soruya  ayna tutuyordu. Tabii her birinin olumlu olduğunu söyleyemem. Yine de ne şans ki, ders ve sorular çok doyurucu cevaplara rastlıyordu.

Çocuk serbest alan istiyordu! Yetişkin kendi düşünmek zorunda kalmadığı ama çocuğuyla planlayıp paylaşabileceği kaliteli bir zaman… Gerçekten kendi kurduğu bir oyunda olmak istiyordu çocuk. Eşit hak arayışındaydı. Boyu kısa ve küçük bir canlıydı ama daha az akıllı değildi! Ona yarım akıllıymışcasına davranan büyükler, yani bizlerdik yarım akıllı olan!Anne, baba ve ben bunu açıkca görüyorduk! Gözlem birrrr.

Kıssadan hisse ben Aile Yogası derslerinde en çok eşit olmayı sevdim. Güçler dengesi var. Mesela ebeveynin dengesi mükemmelken, çocuğun esnekliği harika olabiliyor. Ebeveynde yüksek konsantrasyon, çocukta ise inanılmaz bir yaratıcılık oluyor. Ebeveynin dikkati, çocuğun cesareti karşısında büyüleniyor!

Birlikte oynayarak , fazla ve eksik taraflarını birleştirip ekip olmayı deneyimliyorlar. Oyun kurmak ve oynamak ikisini o bir saat için gerçek anlamda eşit kılıyor. Patron yok. Kazanmak ve kaybetmek de yok. Her iki taraf da sabırlı ve nazik olmalı. Kurallar herkes için!Bu ikiiiii.

Anne ve baba da oyuncu olabilir ve hatta yerlerde yuvarlanabilir. Çocuklar bunu seyretmeyi çok seviyorlar. Ailelerinin de bir zamanlar çocuk olduğunu anlamak onları rahatlatıp, aralarındaki yıl farkını birkaç dakika için bile olsa yok edebiliyor. Bu üçççç.

Google da aradığınızda hemen bulabileceğiniz faydalarını saymıyorum bile yoganın. Kaldı ki “aile yogası”  aile hekimliğinde, oyun terapilerinde kullanılan son derece birleştirici, empati için yardımcı bir deneyim.

Hala merakınızı uyandıramadıysam, vallahi elimden bişi gelmezJ En iyisi ben gidip biraz daha oyuna katılayım da, bari benim içimdeki çocuk eğlenmekten ve bir zamanlar çocuk olmanın keyfini hatırlamaktan mahrum kalmasınJ

6 Ocak 2013 Pazar

BUGÜN SENİN OLSUN, BENİM OLSUN...

 
 
Öfke patlamalarım azaldı. Kavgaları, kırgınlıkları beslemek yerine, anlamak üzerine yeniden inşa etmeye başladığım sistem, tıkır tıkır işlemese de, tıngır mıngır işliyor.
Kalbimin niye kırıldığını değil, kalbimi kıranın neden bunu yapma ihtiyacı içinde olduğunu düşünerek daha hızlı yol almaya başladım. Ve tabii ben bunca kalp kırmışken bir iki kişi de benimkini kırdı diye bu kadar mızmızlanmak da fazlaymış. Anladım..
 
Bir yol ve yolculuk hikayesi bu. Her tökezlemede ayağımıza takılan taşla kavga ederek varacak yerimiz yok! Aslında varmak da yok. Olsa olsa bir an gelecek ve ten giysisini sıyırıp, bir başka aleme karışacağız. Kimilerine göre ruhumuz evrende cirit atacak, kimilerine göreyse önce toprağa, sonra ağaca ve meyvasına karışıp, nihayetinde bir kuşun midesinde bulutlar arasına yükseleceğiz. Her neyse işte, bir anlamıyla son buysa ve yolda olmak bu denli anlamlıysa, bunu anlamsızlaştırmak olsa olsa akılsızlık!
 
Ben artık akıllı olmak istiyordum. 
 
Nicedir yolu sevmeye başladım. Ayağıma takılan çakıl taşını tekmeleyeceğim diye parmağımı kırmanın, ya da ona yoluma çıktı diye hesap sorarken ses tellerimi zedelemenin manasızlığını gördüm. Ne yapsın ki taş? Bakalım o isteyerek mi oraya geldi? Ya da neden geldi? Kulağa manyakça geliyor olabilir örneklemelerim, hatta  şahane de  olmayabilir ve fakat anladınız bence neyi keşfettiğimi. Anladınız di mi? O kadar da dil fakiri sayılmam canım:)
 
İşimi çok seviyorum. Depresif ve tembel olmayıp da çocuklar için yazdığımda, hafifliyor ve güzelleşiyorum. İçimdeki iyi Elvan öylesine ışıldıyor ki anlatılmaz... Bir de aşka inandığımda öyle oluyorum; tüm hücrelerim şıkır şıkır bir avize gibi parlıyor. Yazmak, aşka inanmaktan daha kolay değil, yazı için de aşka benzer bir şeyler şart. En az aşk kadar iyi ve tetikleyici birşeyler.. Yine de daha mümkün sanki:)
 
Yaşadığım için mutluyum. Sevdiklerim hayatta diye her sabah şükür duasıyla başlıyorum güne. Andan, anın içindekilerden mutluyum. Ayağıma takılan taşlardan, yoluma çıkan kayalardan razıyım. İyi ki olmuş bütün bunlar da ben azıcık aklımı başıma, kalbimi göğsüme devşirmişim. Şimdi şimdi mıncıklana mıncıklana hale yola girmeye başlamış ruhum.
 
Sevgili taşlar, kayalar, çakıl taşları; kafama düşenler, gözümü patlatanlar, bana Antalya sahillerinden, Alanya'dan ve Venedik'ten gelenler hepiniz iyi ki ayağıma takılmışsınız, iyi ki yoluma çıkmışsınız. Bir parçam sizi sevmeye devam ediyor, diğeri ise gözünü ufka dikmiş afiyetle kurabiyesini yiyip, kahvesini içiyor. Dikkatim zonklayan ayak parmaklarımda değil artık, dikkatim damağımdaki lezzette, hayatta, hayatın bugün soframa koyduklarında.

Sahi, ben bugünün alışverişini dün yapmamış mıydım? :)))
 
Bugün benim, bizim olsun, soframızdakiler afiyet şeker olsun!

 


5 Ocak 2013 Cumartesi

RÜYAMDA TİPİTİP GÖRDÜM ACEP NEDİR?