30 Nisan 2008 Çarşamba

Daimi Mutluluk Mümkün Müdür?

Ben hüzünlü değilim, haftalardır bakışlarımda gam ve keder arayanlara duyurulur! Hey kime diyorum? Pilatescadısı'na, Adını Kaybetmiş Şovalye'ye sesleniyorum:)) Aksine, ben gayet neşeliyim ve de pek komiğim tamam mı? Üstelik komikliğim tescillidir. Nasıl derseniz, yanımda staj yapmak isteyen bir adam var. Velhasıl aranızda ikna olmayanlara vereyim telefonunu sorsunlar bakalım stajyerime: komik miyim, değil miyim? Ayrıca Leyla da var. Henüz on aylık olsa ve konuşamasa bile emin olun onu her kucaklayışımda deliler gibi gülüp, salyalar akıtıyor!

Keder ve de gam kısmına gelince... Kim kederli değil ki? Eğer fanusunuzda yaşamıyorsanız hayat dakika dakika gözünüze sokuyor şehirdeki trajik olayları. Kaçınılmaz olarak bakışlarınızdaki ışık sönüyor bazen. En hafifinden, her sabah; mis gibi kahvemi almış, banyomu yapmış ve de sallanaraktan vapura doğru yürürken çiçekçi teyzemle selamlaşınca içim burkuluyor. Onun hayatı akıp geçiyor yanımdan. Böyle anlarda kederli bir gülüş sabah turu atıyor suratımda. Her ikisine dair de - yani kedere ve neşeye- söylenecek çok söz var. Değerli "eski dost" bir zamanlar şöyle buyurmuştu: "insanoğlunun en büyük başarısızlığı daimi mutluluğun formülünü bulamamış olmaktır". Ben şimdi yıllar sonra, o bu pek manalı blogdan habersiz yaşarken diyorum ki: yoga yap canım, iyi gelir. Böylece anda olmayı öğrenirsin belki! Tabii hayat sana hala bu gibi konularda düşünecek kadar zaman tanıyorsa!

Pek çok öğreti ve de tek/çok tanrılı din binlerce yıldır aynı şeyi söylüyor: Ne deliler gibi sevinmenin ne de üzülmenin anlamı yok. İzlemeli hayatı; sakinlikle ve fazla kapılmadan...Tabii yapabilirsek! Nasıl becerilemediğini anlamak isteyenler beni okumaya devam edebilirler.

Ey denge, gel artık!

27 Nisan 2008 Pazar

İçdeniz Tutması.

Deniz üzerinde geçirilen günler hiç düşündüğünüz kadar kolay değildir. Pek çok şeyi ardınızda bırakırken ve omuzlarınız hafiflerken, ufuklar yeni düşünceler getirir dizlerinizin dibine. Sakin olun, korkacak bir şey yok; kolaydır yelken yapmak. Yeter ki rüzgarı hissedin. Bırakın içinizden geçsin, nefesinizi kessin. Direnmeyin, onunla uyumlanmanın hazzına varın.

Emin olun aynı şeyi istiyoruz; kimi itiraf ediyor, kimi benim gibi gülüp alaya alıyor ama hangimiz söyleyebilir yirmi yaşına dönüp, telefonun başında kıvranmak istemediğini? Hatta bunun için çok şey feda edebilecek hale geldiğini.. Ben isterdim, isterim. Yine de daha ilk spazmda gidip ilacımı yutarım! İşte insan bu denli karmaşık bir mahlukat! Nereye mi bağlamaya çalışıyorum sayıklamalarımı? "İçdeniz tutması"na!

Beni deniz tutuyor. Ama öyle bildiğiniz gibi değil, Trilye ( Rüyalara Yelken Açmak ) yazısında da anlattığım gibi bende aniden bir ruh bulantısı başlıyor ve sanki hafızam geri geri kürek çekiyor içimdeki sularda. İşte bu bulantının adı "içdeniz tutması". Ne yazık ki ilacı yok, kendinizi sakinleştirmek ve derin derin nefes almak tek çare.

Yelken yapmaktan vazgeçmem imkansız, rüzgara tapmaya başlamış taze bir şaman olarak asla onsuz yaşayamam gibi geliyor, diğer yandan içdenizlerden geçmeden nasıl yelken yapılır onu da bulamadım..

Bugün teknedeyken beynimin içindeki pikap döndürdü durdu: Pachelbel'den Canon in D Major! Bu benim düğün müziğim olacaktı evlenirken ama müzisyenler şaşırıp Brahms'dan Hungarian Dances döktürmüşlerdi! Elbette o dakika tek nota duyamamıştım; kardeşimin kolunda gülerekten sürüyordum duvağımı sunağa doğru! Nereden aklıma geldi bütün bu notalar bilmem ama hissettiğim şeyin adı içdeniz tutması artık bundan eminim.
Aklımın ucundan bile geçmiyor dediğiniz bir sahneyle suyun ve rüzgarın tam ortasında burun buruna gelebilirsiniz. Tehlikeli mi? Evet. Öldürür mü? Hayır. Önlem alınabilir mi? Bilmiyorum. Başkalarına da oluyor mu merak ediyorum.

Sonuç olarak; yalnız yelken yapmak en az yalnız dalış yapmak kadar tehlikelidir. Derinlik sarhoşluğu var ise içdeniz tutması neden olmasın?

24 Nisan 2008 Perşembe

Göktepe mi dedin sen?


New York kanadında yaşayan hatun kişi, bugün sanal dünyaya not bırakmışsın: Göktepe'deki laleleri hatırlıyor musunuz?
A benim canım, güzel kızkardeşim, bi sor bakalım unutabildin mi diye? Onlar benim hem kabusum, hem düşüm. Hem geçmişim, hem de geleceğim. Oldu mu?
Yani; ne laleleri, ne mavi yaseminleri, ne de Antik Tiyatro maceralarımızı kısacası hiç bir ayrıntıyı unutmadık tabii.


Haftanın ilk iki günü aşağılardaydım, o kadar aklımdaydınız ki; payam ağaçlarına, deniz kokusuna , harımiçi papatyalarına takılıp kaldım körfezde. Renin Teyze'yi arayacaktım, zaman olmadı. İnsan bazen kişisel tarihinin izini sürmek istiyor; içimizdeki müzede tanıdık biriyleriyle anımsaya anımsaya zıplamak, ağlamak, gülmek lazım geliyor. Belli ki sana da olmuş!

Geçen ay Teksas'daki hatun geldi biliyorsun... Sahilde uzun uzun yürüdük, ağladık, güldük. Raşid'in Kahvesi günlerini, Veli Bar akşamlarını, Han'da güle oynaya geçirdiğimiz geceleri düşündük.. "Herşeyin kaynağı mıdır çocukluk?" diye uzun uzun felsefe yaptık. Yaptıkça battık! Soruyu sorma şeklimize göre değişti durdu cevaplar. Suçlamaktan geçip, anlamakta karar kıldık.

Sonunda; geçmişi değilse bile geleceği yeniden ve yeniden yazabileceğimizde anlaştık... O geri döndü, duyduğuma göre güzel bir hikaye yazmaya başlamış, kuşlar bana öyle söyledi. Sıra bizde, hadi gari kaldır gıçını da güzel birşeyler olsun!

18 Nisan 2008 Cuma

Günlük Sayfası ya da Gündelik Saçmalama.

Tam bir aydır Kuzey Denizi için antreman yapıyor gibiyim. Oralara gittiğimde günlerce gecelerce ışıksız kalacağı zamanların antremanında ruhum. Erol Hocam hem beden, hem ruh çok sıkı bir eğitimden geçmeli diyordu her zaman ... Bakıyorum da benim ruhum azıcık daha antreman yaparsa iğne deliğinden bile geçecek!

Aylar sonra Nazmi Hocam ile yoga yaptık bugün. Yeniden, Külkedisi'yle aşramın huzurlu ortamındaki dakikalar bana hem iyi geldi, hem de ne kadar yorulduğumu gösterdi. Zihnim arap saçına dönmüş benim haberim yok! Kendimi güvenli bir ele bırakmayalı ne çok zaman geçmiş, gerilmişim. Ders boyunca komutları duydum ama bedenimle ve zihnimle değildim. Olamadım. Sırf bu sebeple yeniden yoga yapmaya karar verdim. Demek biz farkına varmadan isyan ediyor bedenimiz yaşadıklarının ağırlığına.

Hayat erguvanlar açmışken, birisi her sabah yanınızda durup sizinle onları seyrederken kötü olamaz gelecek. Ben tüm enerjimi bu iyi duygulara vermeliyim. Hayatta başka seçeneğimiz yok; ya durup, takılıp acılarımızın üzerine kuluçkaya yatacağız ya da hızlıca yaşlarımızı silip devam edeceğiz.

Ben hep yola inandım. Takılıp kalanlara da içimden daima şans diledim. Özgürlüklerinin de, esaretlerinin de kendi zihinlerinde olduğunu anlamalarını isterdim. Bunu bana öğreten iki değerli hocama huzurlarınızda teşekkür ederim.

Veee bütün bunlar olup biterken her cümlemi dinleyen değerli Külkedisi'ne son bir ay için özellikle minnettarım. Ve tabii varlığıyla içimi şenlendiren, her sabah biraz daha yakınıma oturan, kendi kahve sevmediği halde benim için kahve alan yeni "dostuma" da teşekkür ederim.

Yeni doğan bebeğini benimle paylaşan arkadaşıma ve kadın hikayelerimize ilginç boyutlar kazandıran şair dostuma da teşekkür ederim. Daha çok yaşamak ve inadına yaşamak için sık sık görüşelim:)) Sanki başka çaremiz varmış gibi!
Ah bir de Burhan dönse gittiği yerden. Neredesin Burhan? Hani bu hafta gelecektin?

15 Nisan 2008 Salı

Mum Çiçeklerine Merhaba Dedim Bu Sabah.


Bir çorba pişirdim sevgilim için, onun haberi yokken.. Akşam eve döndüğünde kocaman bir kaseye doldurdum ve bir dilim ekmekle sofraya getirdim. Masanın hemen yanındaki mum çiçeklerinin kokusu karıştı çorbamızın buharına.

Gülerek gözlerime baktı, birer kaşık aldık çorbadan. Daha da büyüdü gözlerindeki gülücük.
"İçim ısındı, ne lezzetli bir çorba bu " dedi. Benim de için ısındı, ama çorbadan çok onun gülen gözleriyle. Sordum:"Bu çorbada farklı bir tat var, ne olduğunu anladın mı?"
"Evet, sahi ne var içinde sevgilim?" dedi.

Anlattım ona, en baştan ve hiç çekinmeden:
" Bu çorbayı pişirirken içine süt, lale ve erguvan yaprakları koydum. Karıştırırken en eski masallarımı mırıldandım. Laleler rengini, erguvanlar tadını ve yaşlarım tuzunu verdi". Sonra sustum, tutamadım kendimi ve ağlamaya başladım. Son kez ağladığımı bilmenin huzuruyla..

Hızlıca oturduğu sandalyeden kalktı, sımsıkı kucakladı beni. Kollarımı boynuna doladım ve usul usul ağlamaya devam ettim. Ta ki burnuma mum çiçeğinin kokusu gelene kadar...

Sabah pencereyi açtığımda mevsim değişmişti; mis gibi boğaz havası doldu ciğerlerime. Ne lale, ne de erguvan kalmıştı içimdeki sokaklarda. Yaşlarımla yıkanmış, akıp gitmişti korkak mevsimler. Sadece o, ben ve mum çiçeklerinin yazılmamış masalları vardı artık. Hoşgeldin sevgilim.

Kim Korkar Hain Kurttan?

Bu sabah otobüste, burnumuza "hayat" adı altında dayatılan keşmekeşe inat gülüp söylerken ve paralarıyla, ben haklıyım edalarıyla mutsuzluğa batmış garibanlar için de fazladan iki kahkaha atarken; muhterem dostum "çocukların yerde gördükleri ekmeği alıp, üç kere öpüp başlarına koydukları yıllarda o gösterdiğin ağacın rengine gülkurusu denilirdi, bak şimdi lila oldu" dedi.

Birkaç saniye gülemedim. Yüzümdeki tebessümü donduran, dün gece uykumu kaçıran tüm yitik zamanlara derin bir küskünlük dolaştı içimi. Neyse ki tam suyun yanından geçiyorduk; uzatıp elimi otobüsün camından soğuk su çarptım yüzüme. İyi geldi. Akşamın M/melteminden kalan sohbet kalbimi, buz gibi su yüzümü serinletmiş olarak başladım güne.

Yani? Ne mi demek istiyorum, şunu demek istiyorum: Kim korkar hain kurttan?

9 Nisan 2008 Çarşamba

Kehanet ya da Korkularından Kaçan Balıkçı.

Hayatta en sevdiğim üç manzarayı saymamı isteseydin, biri Topkapı Sarayı'nı denizden seyretmek olurdu şüphesiz. Sormadın, ama belki cevabı merak edersin diye yazıyorum.

Peki benim beklediğim cevap? Bak onu da yazdım, sırf sana kolaylık olsun diye...

Elbette cebinde cevaplarla dönmeyeceksin, bunu beklemiyorum zaten. Çünkü çok iyi biliyorum ki, cevaplar uzak bir ülkede değil; kalbindeler... Bunu sen de biliyorsun. Arada bir fısıltılar gönderiyorlar sana, onları farket ve duy diye ama dinlemeyeceksin. "Susun!" diye gürlediğini ve bana da en masum ifadenle ters yüz ettiğin boş ceplerini gösterdiğini hayal edebiliyorum.

Hayallerim, renklerini geçmişten alıyorlar. Bu da benim yeteneğim; geçmişin renkleriyle, yaşayacaklarımı önceden bilebilmek! Tanıdığım bir tek mutlu bilici yok tarihte, senin var mı?

Tüm içtenliğimle söylüyorum ki bazen hayal edebilmek, gerçeklerden çok daha fazla can yakıyor. Acıyı sevmiyorum fakat o, her fırsatta hayatıma sızacak kadar keskin ve tutkulu. Kararlılığından kaçamıyorum.

Sonra dikkatimi başka bir yöne çeviriyorum. Şehirdeki tek hikaye biz değiliz elbette:
Sandalını sarayın önüne çekmiş adamın biri. Yüzünü hiç görmediğim bu adamın korkusunun kokusunu alıyorum. Korkusu istavrit tutamamak değil, tutacağı istavritleri yalnız yiyecek olmak. İçi kırılıyor balıkçının, tuzla buz olan beklentilerinin şangırtısını duyuyorum...
Sonra sandalın kenarından iyice eğiliyor denize, düşecek diye endişeleniyorum. Ama düşmüyor, sadece kimsenin onu duymadığını zannederek istavritlere yalan söylüyor: Tokum!

Ben? Yalanın kokusunu alan istavritlerle beraber ağlıyorum balıkçı için...

5 Nisan 2008 Cumartesi

Gönlümün Sarayı'nda İki Fincan Türk Kahvesi.


"Leyla'dan geçme faslındayım, Mevla'yı bulma yollarında..."

Her gün biraz daha yakınıma oturan, uzun uzun susan ve uzun uzun gülümseyen bir kadın var hayatımda. Sayıklarcasına konuştuğum ve yazdığım ama aslında tek kelimesini bilmediğim bir dili anlayan, kaybettiğim kadim dostumun kokusunu taşıyan, kendi mini minnacık ama kalbi bedeninden taşan bir kadın.

Onu nerede buldum hatırlamıyorum, bildiğim tek şey gözlerine yakalanmaktan kaçmadığım biri o. Kurcalayarak değil, usulca sokularak kalbime değen sözleri için minnettarım.
Eğer gören bir çift göz varsa etrafta onunki gibi, tüm yazılarıma bahar geliyor. Çünkü anlaşıldığımı hissetmek güçlendiriyor. Yazarken yakalanmak istiyorum bazen; kelimeler arasında hoplayıp zıplarken ve düşerken biri beni görsün istiyorum. Ve o görüyor...

Onun, satır aralarında kendini değil, izleri arayan, kutsal lisanın taş tabletlerden taşan esrarını arayan haline müteşekkirim. Çünkü ben, o dildeki masallardan konuşalım derdindeyim.

Kendisi bu gece itibariyle içimdeki tüm şenliklere ve cenazelere teklifsiz misafirdir. Gönlümün sarayına bir yastık at Külkedisi, bir kahve söyle ikimize de, hadi içelim:))

3 Nisan 2008 Perşembe

7.30 Mecidiyeköy Otobüsü.

Hayatında ilk kez prenses görmüş acemi bir kurbağa için deneme


I.

Son durakta orta kapıda yan yana gelirler.

Adam: "Günaydın, otobüse bindiğinizden beri gözümü sizden alamıyorum; bir prenses olmalısınız"

Kadın: gülümser, "Siz de bir kurbağa!"

İç sesler....

Adam: "Eyvah, fazla akıllı"

Kadın: "Yazık. Cesur ama kararsız!"

Aynı yöne yürürler, farklı yerlere giderler...

II.

Ertesi yıl.

Adam, kadını görmezden gelir ama yıl boyunca aklından çıkartamaz.

Kadın, her sabah adama bakar ama onu anımsayamaz.


"Cesaret", kelime değerinin altı boş bırakıldığında ve bir eylemle desteklenmediğinde hatırlanmaya değmez.

1 Nisan 2008 Salı

Seyyan Hanım'dan..


Onu dün sabah gördüm, bizim evin önündeki kaldırımda oturmuş dizlerindeki yaralara lale yaprakları yapıştıyordu. Bir şey ister mi diye sordum. İstemediğini söyledi. Ne yapıyordu böyle?

"Mikrop kapacak yaralarınız" dedim.

"Bir şey olmaz, lalede acıyı hafifleten bir tılsım var" dedi.

Başka soru soramadım ve işe geldim. Akşam dönüşte hala aynı kaldırımda oturuyordu. Gülümsedim. O da gülümsedi. Dizlerindeki lale yaprakları kan içinde kalmıştı.

"Çok acıyor mu? " dedim.

"Kalbim kadar değil" dedi.

Elimdeki torbaya baktı, içinde ne olduğunu sordu:

"Plaklar var" dedim. Şaşırdı.

"Bakabilir miyim?" dedi.

"Elbette" dedim.

Yanına oturdum. Plaklara baktı. Ben, ona baktım. Gülümsedim.

"En çok Seyyan Hanım'ı severim" dedi.

"Ben de!" dedim, ama içimden...

Nerede kaldığını sordum, evi neredeydi? Yüzüme baktı ve ağacı gösterdi, "onun altında uyuyorum" dedi. Evsizdi! İlk kez ne zaman bir evsizle karşılaştığımı anımsadım. Yıllar evvel Londra'da; Camden Town'da! O güne kadar evsiz ne demek bilmiyordum. 1990'lı yıllarda da Türkiye'de fakirlik vardı ama henüz evsizlik yoktu. İçim acıdı. Bize gel diyemedim, para vermeye cüret edemedim. Yemek bile teklif edemedim.
O evsizdi, ben cesaretsiz. Yukarıya çıktım. Odamdaki beyaz lalenin çalışma masama dökülmüş yapraklarını toparladım, bir fincan kahve ile onun yanına döndüm. Uzattım elimdekileri, aldı. Teşekkür ederim demedi, rica ederim demedim.

Pikaba bir plak koydum, pencereyi açtım: " ... mazi kalbimde bir yaradır... "


Hala anlamadın mı Muse?