31 Mart 2009 Salı

Yaşasın Metis!


Tanıdığım en güzel Lilith'e, hayatımdaki Hera ve Metis'lere ithaf edilmiştir...
Facebook semalarında dolaşan testlerden içine sıkıntı gelen muhteremlere sonunda ben de katıldım galiba. Hangi renksiniz, hangi şehirsiniz, hangi tarihi karaktersiniz gibi sorulara, hangi mitolojik kahramansınız da eklenince bende kayış koptu! Kayış koptu der oğlan çocukları değil mi?:)

Bu son testi yapmadım. Hangi şehirsiniz sorusunun sonucu Arjantin çıkınca, hikaye bana uymuyor diyerek oyundan çekildim. Üstelik ben hangi mitolojik kahraman olduğumu gayet iyi biliyorum: dışım Hera, içim Metis ( nam-ı diğer Athena'nın annesi ) benim!

Neden Fortuna adını kullanırken, kendimi Fortuna olarak tanımlamak istemediğim ise bambaşka bir konu. Fortuna, benim yazarken büründüğüm karakter. Çünkü, şans ve kader üzerine sihirler saçmayı seven bir tanrıça o. Kelimeler de sihirli olduğuna göre... Üstelik İsis kültünün ve hatta Thyke'nin Roma'ya uzanan büyüsüdür Fortunata.... Elindeki dümen ve bereket boynuzuyla (cornucopia) hem denizcilerin, hem de tüccarların tanrıçasıdır.

Ama Hera... Bütün mitlerde sadece ve sadece kıskançlığı üzerinde durulan Hera'nın, ciddi şekilde harcandığını düşünüyorum. İster mitolojik kahraman olsun, ister canlı kanlı bir insan, birinin en belirgin özelliğine takılıp kalırsanız ve baktığınız yerden yorumlamakta ısrar ederseniz, onu oluşturan pek çok önemli ayrıntıyı atlamış olursunuz. Bana kalırsa Hera, Zeus'un karalama kampanyası ve arsızlığı yüzünden asla hakkı olan değeri, sevgiyi görmemiş bir tanrıçadır. Onu hırçınlaştıran, uğradığı haksızlığa boyun eğdiren verdiği sözdür.. Sözü Hera'nın esaretidir...

Olimpos hikayelerine bakarsanız, onu daima öfke ve histeri krizleri içinde kıvranırken ya da en iyi ihtimalle etrikalar denizinde yelken açmış, rüzgarı orsalamış giderken görürsünüz. Daima hırçın, daima buyurgan bir ifadeyle tasvir edilir fresklerde, kırmızı ve siyah figürlü vazolarda... Oysa nihayetinde evini, kocasını ve sahip olduklarını yitirmemeye çalışan bir kadındır Hera. Üstelik cebren ve hileyle sahip olmuştur Zeus ona! Bütün bunlara rağmen Hera, biraz - ki bence çok düşünmeliydi!!- düşündükten sonra onunla evlenmeyi kabul etmiş ve İda Dağı'nda* yapılan kutsal bir törenle** karısı olmuştur.

Kimse Hera'nın acısını ve yükünü düşünmez.. Efsaneler onun felaketini görmezden gelir, çünkü bir kadını, tanrıça bile olsa yargılamak daha kolaydır. Toplumlar öteden beri erkeği yüceltir ve gözetir. Hera da bu klasik oyuna kurban giden nicelerinden farklı değildir. Kadınlar güçlerini ana tanrıça kültünün sona erişiyle kaybederler.... Aslında Lilith cenneti bırakıp, kapıyı vurup çıkınca olmuştur ya bu, neyse... Blogda pornografik hikayeler anlatmayacağım!

Düşünsenize, erkek kardeşiniz tarafından hileyle kandırılıp, ırzına geçilmiş bir kadınsınız. Üstelik karısı olmayı kabul ettiğiniz adam Zamanın*** oğlu ve baş tanrı; Zeus!

İşin ilginç tarafı, yani benim Metis yanımın anlayamadığı hikaye; kadınlara olan düşkünlüğü ve Hera'ya karşı bitip tükenmeyen ihanetlerine rağmen, Zeus daima onun sevdiği tek erkek olarak kalır. Ama nasıl? Çünkü Hera için Zeus'la evli olmak kutsaldır. Tanrıların ve ölümlülerin önünde kutsal evlilik bağıyla söz vermişlerdir... Oysa "verilen sözlerden" kurulan darağacında sallanan sadece Hera olmuştur... Pek çok kadın gibi...

Bütün bunları Olimpos'da bırakıp, İstanbul'a ve yaşadığımız yüzyıla dönersek etrafımızda sayamayacağımız kadar çok Hera olmadığını kim söyleyebilir? Ne yazık ki yalnız değiliz... Dinlediğim onlarca kadın hikayesinin bu en temel ve en bilindik efsaneden hiç bir farkı yok! Sadece ihanetin binbir şekli var; duygusal, zihinsel, bedensel.... Fakat aralarında en fecisi kendine ihanettir ki , Zeus bunu yapar! Belki de bu yüzden Hera onu daima affetmişti.. Kimbilir? Tanrıların işine karışılmaz. Zaten evli çiftlerin arasına da girilmez, fevkalade günahtır:))

Metis'e gelince.. O, aslında Zeus 'un ilk karısıdır... Tıpkı Lilith'in, Adam'ın ilk karısı olduğu gibi. Ve tıpkı Lilith gibi onun da kocasıyla kan bağı yoktur. Oysa her iki mit de açıkca işaret eder ki, erkekler kendilerine koşulsuz itaat edecek kadınların varlığına ihtiyaç duyarlar. Doğru dürüst davranmak o kadar zahmetli gelir ki, her koşulda yanında kalacak bir kadındır makul olanı. Acaba annesini mi ister bir anlamda? Bilemiyoruz...
Hera örneğine dönersek, onun bütün bu aldatma hikayelerine rağmen kaçmadığını ama Zeus'a ve ona yaklaşan tüm kadınlara azap olduğunu görüyoruz. Hera'nın seçimi, besbelli kendisi olmamıştır...
Neyse, Metis'in varlığı fazla gelince baş tanrıya, aşk meşk tası tarağı toplayıp gitti ve zavallı tanrıça bir diğer karalama kampanyasına kurban edilip, unutturuldu! Oysa başlangıçta Zeus, Metis 'e hayrandı. Onun öngörü yeteneği, parlak zekası, yolunu şaşırmamaktaki ustalığı tanrıyı büyülemişti. Fakat zamanla Metis ona yetmedi. Yetemezdi!
Dışında kalan ve yenişemediği güç, erkekliği üzerinde baskı yarattı. Zeus, kendisi Metis olmak istedi. Böylece hani şu sevdiği kadını yiyen adamlarla dolu hikayelerin ilki yaşandı Olimpos'ta!
Ey blogumu okuyan erkekler, aranızda hiç üzerinde hakimiyet kuramadığı için bir kadını harcayan olmadı mı? "Ah ulen biraz daha evcil olaydı yemezdim" diye pişman olduğunuz ve fakat kusamadığınız bir hatun kişi yok mu? İnanmam!

Sonuç olarak Zeus, Metis'i yutar. Üstelik o sırada Metis, Athena'ya hamiledir! Egosu tavan yapmış, tanrıdan ziyade bir ölümlü gibi davranan Zeus, her şeye sahip olmak ister. Çünkü doyumsuzdur, koşulsuz hakimiyet arzusunun esareti altındadır!

Zeus'un sevdiği tek kadın kuşkusuz Athena'dır. Athena ona bilge karısının armağanıdır. Biricik sevgili kızı... Zeus, aşık olmayı bilmeyen, duyguları tatmin edilemez bir tanrı/adamdır. Serseri mayın gibi, gördüğü her kadınla yatma isteği ise tamamen hastalıklı egosunun ürünüdür. Aranızdaki "ZeusLAR" susma haklarını kullanabilirler. Ben de Zeus olsam susardım doğrusu!

Şimdi bütün bu anlattıklarımı okuduktan sonra en az on tane Zeus sayamaz mısınız sizin mahalleden? Tamam canım, siz hariç! Peki ya Metis? Ne kadar azlar... Benim tanıdığım üç tane var sadece. Onlara da sıkı sıkı saklanmalarını öneriyorum daima.
Nihayetinde erkekler Metis'i ister, Hera ile evlenirler. Fakat ne trajiktir ki, hayatları boyunca iki kadını da aldatırlar!
Buradan bir anlam çıkacağını ummayın, sadece anlattım:))




*Anadolu'daki midir belli değil, Girit adasındaki de olabilir..

**Hieros Gamos: Kutsal Evlilik Töreni.

***Kronos

30 Mart 2009 Pazartesi

Kabus.

Yanıp kül olmuş Kale Caddesi. Tanrım! Gözlerime inanamıyorum! Yolun sağında ve solunda sıra sıra dizili dükkanların yerini, simsiyah bir isle kaplı harabeler almış. İncelik, cılız dumanlar sızıyor kara yüzlü yıkıntılardan... Yol yok! Yok olmuş! Yolun yerinde, caddenin olması gereken yerde boyunca uzanan zift siyahı bir yarık var. Küçük bir çocuğun elindeki sopayla kumu çizerek dolaştığında ardında bıraktığı yol gibi, sanki bedenlenmiş bir lanet, dev hürmüzüyle boydan boya yarmış, yakmış caddeyi!

Sevdiklerim ölmüş. En sevdiğim teyzem ölmüş! Üzüntüden kafayı üşütecek haldeyim. Annem ve kardeşim yaşıyorlar mı bilmiyorum... İçi tıka basa eşya ile dolu bir evi boşaltmaya çalışıyorum. Akıl sağlığımın sınırda olduğunun farkındayım. Felaketin büyüklüğü, gerçekliğini sorgulamama neden oluyor. Rüyamın içinde mantıklı kalmaya çalışıyorum.

Yanımda biri var. Önce annem o, ama sonra Külkedisi... "Hadi, toparlanıp gidelim buradan" diyor bana. "En acil eşyaları alalım ve hemen gidelim".

Üç tane kahve cezvesi var elinde, ama cezveden çok yumurta kabı gibiler. "Onları alalım, teyzem çok severdi" diyorum. Şuursuzca toparlanmaya devam ediyoruz. Bütün bir geçmiş yanmış, kül olmuş. Sevdiklerim ölmüş. Ben nasıl başlayacağım? Dehşet içindeyim, ağlayamıyorum. Rüyadan ziyade gerçek gibi her şey.

Bir torba dolusu çikolata var Külkedisi'nin elinde, içinden bir tane alıp yiyorum. Çok lezetli olmalı ama sadece kokusunu alabiliyorum. Dilimde eridiğini hissediyorum çikolatanın, lezzeti algılamıyorum. Hiç tanımadığım bir boşluk duygusu ile sarsılıyorum. Doğanın benden aldıkları karşısında küçücüğüm.

Uyandığımda sevinçten deliriyorum. Hala hızla atan kalbim hiç umurumda değildi. Hayattayım ve daha da önemlisi teyzem hayatta.
Kabus görmeyi seviyorum diye düşündüm, insanı nelerle sınanabileceğine dair en uç noktalarda gezdiriyor ölüm uykuları! Ölür gibi olup ölmüyorsun, düşer gibi olup düşmüyorsun. Hiç yara bere almadan kanıyorsun!




27 Mart 2009 Cuma

Kahve Falı Der Ki..

Nasıl başlayıp, nasıl bittiğini anlayamadığım koskocaman bir haftanın son iş gününde gece yarısına çeyrek kala kahvemi yudumlarken, "yarabbim ben ne talihli bir kulunum" demekten kendimi alamıyorum. Elbette bu cümleyi içimden söylüyorum ki, aynı yarabbim "ha öyle mi azıcığını geri aliim Elvan'cım" demesin diye!

Bu hafta yoga dersleri harika geçti. Artık yeniden bütün benliğimle derse katılabilir hale geliyorum. Üstelik esnekliğimi geri kazanmak ve denge sorunumun yavaş yavaş ortadan kalkması kendimi sağlıklı hissetmemi sağlıyor. Ayrıca yeniden düzenli beslenmeye başladığım için hem ruhumun, hem de bedenimin hafiflediğini hissediyorum. Bütün bunlara bahar kokuları ve huzur da eklenince içim keyifle doluyor. Aklım fikrim az sonra açacak erguvanlarda..

Bazı akşamlar eve dönerken sahilden yaptığım bir saatlik yürüyüş ömrümü uzatıyor. Zaman zaman durup fotoğraf çekiyorum. Her şey bana gülümsüyormuş gibi, deli deli teşekkür etmek geliyor içimden. Sabahları işe giderken de, kendimi şarkı mırıldanır halde yakalıyorum. Bunu ne zamandır yapmadığımı düşünüp, şaşırıyorum.

Efsanelerdeki kuşlar vardır ya; bütün tüylerini tek tek yolan ve hatta pençelerini söken ve tabii ki yeniden, üstelik çok daha sağlıklı bir hayata başlayan... İşte tam olarak onlara benziyorum. Bahar sadece bitkilerin hücrelerinde değil, benim damarlarımda da yürüyor... Kalbime kan pompalanıyor, yüzümde içimdeki aydınlıktan yansıyan bir ışık var. Parladığımı hissediyorum.
Bütün pullarını geçmişe savuran neşeli bir balığım ben; derin sulardan serinlik taşıyan, sığ sularda gün ışığına kapılan neşeli bir balık.

Bu gece neşeme neşe katan şeyler arasında Semra Abla'nın tedavisinde iyi gelişmeler olduğunu görmek, Sapanca'da vereceğimiz partiyi planlamak, yarın gece Prusya Kralı ile içilecek rakının sevinci ve elbette bana bakılan kahve falındaki telvelere kanmak gerçeği de var. Yakında her şey yoluna girecek diyor telveler. Önümdeki görkemli kapıları ve ferah yolları müjdeliyor. Kocaman kılıç balıkları bile var hanemde! Üstelik rüyalarım ve fincanım düet yapıyorlar geleceğime.

Telvelerin içinden geleceğe süzülen neşeli bir balığım ben!




26 Mart 2009 Perşembe

Umut Kötülüklerin En Kötüsüdür!

Dönem filmi seyretmeyi sevenlere ( 1930- 1940!lı yıllar ) ve özellikle Dublin gibi iklimi soğuk, insanı sıcak coğrafyalara meraklılara bu film şiddetle tavsiye edilir. Elbette dvd olarak izledim. Ve elbette Burhan getirmeseydi muhtemelen haberim bile olmayacaktı. İşte benim sinema denilen harika şeyle ilişkim!


Her neyse, çok enteresan bir hikaye beklemeyin. Benim bu kadar beğenmemin sebebine gelince... Aslında iki sebebi var. Birincisi "özür nedir?" sorusu bir sinema filminde irdelenebileceği en iyi şekilde irdelenmiş. Yani benim gibi ortalama bir izleyici için yeterince tatmin edici. İkincisi ise zaman zaman erkekler hakkında yana yakıla yazdığım bir gerçeğe dokunmuş yönetmen: duygusal zeka!


Hikayede bedensel özürlü bir adam var - ama ne adam!- ve tabii onun fedakar annesi.. Fakat sahip oldukları ailenin güzelliğinden, insanın içini ısıtan sahnelerden ziyade, D.D. Lewis denilen amcanın oyunculuğuna vurulduğumu söylemek isterim. Aslında bütün oyuncular inanılmaz iyiydi ama Lewis, canlandırdığı karakterle "asıl özür nedir?" sorusunu kendimize sormamıza neden oluyor. Ve kendi adıma şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, film bittiğinde benim ondan çok daha fazla özürlü olduğumu anladım! Bir tek sol ayağını kullanabilen Christy, o ayakla neler neler yapıyordu ama ben, iki kol iki bacakla hala armut topluyorum zaman denilen bahçede!

Zaten filmde tam da bu ruh durumunu anlatan bir cümle var: "Ertelenen umutlar kalbe zarar verir!"


Kısacası pek çoğumuzun ruhsal özürünün yanında onun bedensel özürünün hiç bir engel teşkil etmediğini apaçık anlatıyor film. Christy o haliyle hayattan hakkı olan her şeyi istemeye cüret ediyor. Cüretkarlığı, zekası ve özgüveni ise etrafındaki kadınları baştan çıkartıyor! Çünkü kışkırtıcı! Çünkü çekici!


Onun vazgeçmeyen ve kararlı hali, hayata dahil olmaktaki samimiyeti inanılmaz.. Özellikle Hamlet hakkındaki görüşlerine bayıldım! Tam olarak şöyle diyor Hamlet için: "O bir sakat, harekete geçemiyor!"


Daha fazla anlatmayacağım. Hala seyretmeyenler varsa aranızda berbat etmeyeyim dvd zevkinizi. Ama yazının sonuna eklemem gereken son iki şeyi atlayamayacağım.


I. Filmde, Christy aşık olduğunda anne çok endişelenir ve şöyle der: "Kırık kalp , sakat bir vücuttan daha çok acı verir..." Ve elbette bu çok tanıdık cümle bir kez daha kapak olur izleyiciye. Alçıdaki kalbinize baka kalırsınız, sızlayan bişi var di mi orada?

II. Aynı endişeli anne, Christy Hamlet'den olmak ya da olmamak tiradını durmadan tekrarlarken babaya şöyle der:


- Bu seste bir şey beni rahatsız ediyor.


- Ne?


- Çok fazla umut var!


Ki, Nietzsche de aynı fikirdedir; ve şöyle der: "Umut kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır!"

25 Mart 2009 Çarşamba

Serzeniş.

Blog dünyası garip bir yermiş doğrusu. Ben sadece yazı yazmak için kullanılan bir mecra olduğunu düşünürken, son haftalarda pek çok farklı amaca hizmet ettiğini anladım...
Zırvaladıklarımı ilk günden itibaren okuyan sadık dostlarım - ki onlar daha evvel de maillerime maruz kalan bir kitle idi:))- gayet iyi bilirler ki, ben sadece ve sadece yazdıklarımı başkalarıyla paylaşma egzersizleri için buradayım. Bana bu başlangıç için ilham ve destek verenler de malum: Nihal Hala, Külkedisi ve S. Yemni. Açıkcası bu yüreklendirmeye gerçekten minnettarım. Üstelik bakıyorum da, gittikçe daha rahat ifade eder oldum kendimi. Düşünmeden ve düzeltmeden yazmak, yerini kurguya ve her okuduğunda bir kaç gözden kaçan imlayı, yersiz kullanılmış kelimeyi yakalamaya bıraktı. Benim cephemden bakınca blog misyonunu çoktaaaan tamamladı. Aslında bir diğer basamağa sıçramaya hazırım. Yani en azından ruhen:)

Gel gör ki, acayip bir bağlılık da oluşturdu bende. Neredeyse artık deftere yazamaz oldum. Eskiden cümlelerini köşe bucak saklayan ben, şimdi değil saklamak, işlediği cinayetler için sağa sola ip uçları saçan bir seri katil gibiyim yazmaya başlayınca!

Bu anlattıklarım kimseyi korkutmasın lütfen, hiç cinayet işlemedim. Hatta düşünmedim bile. Tamam Hannibal'dan inanılmaz derecede etkilendiğimi kabul ediyorum ama adam ne yapsın, çok geçerli sebepleri vardı! Üstelik ne şahane bir aşk hikayesi izlemiştim orada. Neden böyle zeki ve entellektüel düzeyi yüksek bir adam yok bizim mahallede?* Of Ya!

Aslınsa benim söylemeye çalıştığım bambaşka bir şey. Daha çok gelen yorumlar hakkında.. Biliyorum ki, blogda yazdıklarım pek çok insanda cevap verme arzusu yaratıyor. Elbette bu benim için çok değerli, zaten paylaşmak için yazıyorum ve yorumların her birini büyük bir keyifle okuyorum. Özellikle gezi yazılarına, yoga deneyimlerine ve masallara gelen yorumlara bayılıyorum. Ama iş, yazıdan çıkıp bana akıl vermeye ya da analiz etmeye gelince bazen kafam karışıyor. Ölçüyü mü kaçırıyorum diye düşünüyorum. Yazarken genellikle - aslında neredeyse daima - birinci tekil şahıs kullanmam acaba insanlara hakkımda fikir yürütmek ve dahası yorum yapmak özgürlüğü mü sağlıyor? Öyle mi?**
Bütün bu soruların dışında elbette yazı üzerinden tanışmak inanılmaz değerli bir şey. Bazen hiç tanımadığım birine, bazen de hiç tanımadığım bir ruh halime yazıyorum burada. Her yazdığım ben değil, her yazdığım o an değil. Hiç umulmadık bir zamanda geçmişten gelen bir görüntüye, gece huzurumu kaçıran hain bir rüyaya da aynı samimiyetle yazabiliyorum. Ama nihayetinde "yazı" bu; hem çok gerçek, hem de çok akıldışı!

Bırakılan yorumlar "ben" üzerinden değil, yazı ( konu, imla, edebiyat, fikir...) üzerinden giderse inanın çok mutlu olacağım. Çünkü o zaman blog, benim için yeniden bir anlam ifade edecek. Aksi durumda yazdıklarımı değil, kendimi mercek altında hissetmek hiç huzurlu bir durum değil. Bu huzursuzluk en sevdiğim şeyi; düşündüğümü, hissettiğimi, anımsadığımı ve hatta hayal ettiğimi istediğimce anlatabilme halimi korkutuyor.. Oysa ben korkularına savaş açmış biri olarak şu an, en çok cesur kalmaya ihtiyaç duyuyorum.

"Amma konuştun, eğer bu denli laf edeceksen, yoruma kapat gitsin!" diyenler varsa, onlarla aynı fikirde olmadığımı da eklemek isterim. Yoruma kapatırsam, ya da beğenmediğim yorumları yayınlamazsam kim inanır bana? Ben bile inanmazken!

Maviay, Disegno, Külkedisi (Kelebeklerözgürdür), Virgilius, Arzupınar, Kali, Burcu ve Yasemin... gibi önceden tanıdığım ya da yazı üzerinden sohbet ettiğim, bloglarını okumaktan haz aldığım arkadaş ve dostlarımı bütün bu söylediklerimin dışında tutmak isterim. Zaten yorumlara bakma zahmetine katlananlar, bu saydığım isimlerle çok daha farklı bir noktada olduğumu görecekler.

Unutmadan Pilatescadısı'ndan yorumlarını yayınlayamadığım için özür diliyorum.. Maalesef çok fazla "özel" olmuşlar:)) Onları bana mail olarak atarsa harika olur! Ayrıca yorumlarının yayınlanmaması için dip not bırakanlar da endişelenmesinler lütfen, aksi istenmedikçe yayınlamayacağım:)

Ve son olarak gezegenin acayip acayip noktalarından, özellikle Amerika, Londra ve Almanya'dan bloguma girip, bütün haberleri oradan alıp, bana da mail dahi atmayan çekirgelere de sürprizlerim var! İlk kurbanım Mehmetus olup, korkmalısınız sevgili Lilith, Özgür ve Küçük İnsan! Bana mail yazmamak neymiş görürsünüz!
*Rahmetli Cihat Burak komşumuz idi ama çok yaşlıydı...Mustafa Pilevneli hala komşumuz ama O da çok yaşlı! Bir de Mehmet Amca ( Mehmet Eyüboğlu ) var ki; evli ve üstelik karısına çok aşık!!
** Eğer öyleyse açık açık söylemelisiniz. Çünkü ben de J.W.'yi taciz etmek ve yazdığı her satırın hesabını sormak arzusu içindeyim. Ve bu isteğimi bastırmakta güçlük çekiyorum!!

23 Mart 2009 Pazartesi

Haftaya Başlarken.

Bu sabah aklıma rahmetli Manhattan'lı Alpay'ın* "Haçik" fıkrası geldi. Durduk yere dolmuşta gülmeye başladım. Bir şey değil, bu hatta yeniyim ve daha şimdiden adım çıkacak manyak diye.
Gerçi ne olacak ki, iki dolmuşçu amca deli olduğumu düşünse? Hem bütün deliler içeride tutulacak diye bir kaide mi var canım? Cık cık cık...

Neyse, her durumda ve mekanda, kendi kendime gülme noktasına ulaştığım için mutluyum. Çünkü bu koordinattan saptığım anda hastalanıyorum. Dilim şikayet etmese, bedenim susmuyor. Somut bir örnekle gidersek, bakınız son hastalığım damar pörtlemesi! Yanlış duymadınız, bel ağrım geçti ve yerine damarlarımla ilgili şahane bir heyecan yerleşti. Fakat henüz tanı koyulamadığı için paylaşamayacağım. Tek söyleyebileceğim şey, kafa ile ilgili olduğu. Tamamen stres kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Daha açık söylemek gerekirse, öyle olduğuna inanmayı tercih ediyorum.

Geçen yıl Haziran ayında kalp krizi geçirdiğimi zannedip paniğe kapıldığımda, Hogan**, bunun duygusal kramp olduğunu söylemişti. Eee ben de bundan yola çıkarak bileklerimde ve şakaklarımda zonklayan, hatta şişen damarlarımın yine bu tür bir zımbırtının yansımaları olduğu kanaatine vardım.

Şimdi, tatsız konulardan tatlı konulara geçelim. Size fakirlikte son nokta keşiflerimden birini anlatmak isterim. Bakınız Caddebostan Burger King'de ne varmış? Sufle! Yaa, hem de acayip lezzetli. Tamam kabul ediyorum Yekta'nın suflesine bir metre dahi yaklaşamışlar ama bal gibi sufle işte. Hani Nişantaşı'na çıkıp, sufle yiyecek zamanınız ve paranız yoksa, Burger King bu işi çözmüş. Gerçek bir şişkoyu tatmin eder mi bilemem ama benim gibi tatlı krizine girince kesme şeker dahi yiyebilecek bir muhterem için şahane bir keşif doğrusu:) Dostum Muse'a buradan şükranlarımı sunarken, kendisine bir servete patlamış göbeği karşısında saygıyla eğilirim.

Hazır siz okumaya başlamışken araya şu haberleri de sıkıştıralım.
Bir.... Jale, Dereçiftlik'te barbekü partisi yapacak. Sanırım 12 Nisan'da. Bütün etçil arkadaşları bekliyoruz. Ayın ilk haftası blogda haber vereceğim.

İki.... 23 Nisan'da Kapadokya'ya gidiyoruz. Aklını fikrini yoga ve meditasyonla bozan var ise buyursun gelsin derim. Detaylar Gurudwara sayfasından öğrenilebilir.

Üçççç, - ki bu bence en mühimi:))- özel geziler düzenlemeyi iyice kafaya koydum. Cenk kardeşimle taa geçen yıl İzmir'e gidip, Deniz Restaurant'da kafaları çekerken konuştuğumuz bu fikri hayata geçirmek istiyorum. Yemek konusu ondan, şehir turu benden!

İlk kurbanlarım İstanbul Barosu'ndan olup ( kendileri istediler!!!); on, en fazla onbeş kişilik guruplara İstanbul turları yaptırmak niyetindeyim. Ancak bu turlarda asıl hedef iyi zaman geçirmek olacak. Ayrıca sadece tarih gezileri olarak düşünülmesini de istemiyorum. Şehrin gizemi üzerine yoğunlaşan bir anlatım hayal ediyorum. Mesela Londra'daki Thames gezileri, Karındeşen Jack turları gibi:)) Bilinen tarihten ziyade efsaneler, rivayetler eşliğinde -ve elbette Cenk gibi gerçek bir yemek üstadıyla- karnımız da, ruhumuz da doysun istiyorum..

Hedef kitlemiz otuzbeş yaş ve üzeri. Ayrıca bu turları zaman içinde İngilizce, Almanca ve Macarca rehberlerle gezegenin farklı köşelerinden gelen insanlarla da paylaşmak niyetindeyiz. Bakalım neler olacak?

Ayrıca gayet farkındayım ki, blog iyice günlük oldu ne zamandır... Vallahi de yazacağım, billahi de yazacağım. Ama elimdeki işler bitemedi ki... Yemek, ütü, yeni iş, banyo vs derken hemen gece oluyor. Çizimler, azıcık kitap, haftada iki gün yoga derken... Güle güle hafta! Bütün bunlara ek olarak Ruhi de var artık... Yakında tanışırsınız:))


Güzel bir hafta diliyorum...




Önemli Not. Kelebekler Özgürdür şahane bir yazı yazmış. İyi bir şeyler okumak isteyenler lütfen o tarafla idare ediversinler:)) Ayrıca fotoğrafın yazıyla ilgisi olmayıp, Gümüşlükte kurulan bir sofraya aittir....




*Eskiden Erenköylü idi ama ondört yıl evvel New York'a göçtü.


** Fillandiya'dan tranfer bir kayropraktik uzmanıdır kendisi.

18 Mart 2009 Çarşamba

COFFEE SHOP

Miami'den Küçük İnsan'la * sohbet ettik bugün biraz. Ardından Ajdar'la... Sonra ... diye devam etti gün. Yine kendimi Mor Çatı müdiresi gibi hissettim; çaresiz. Bi de kel hissettim; elinde şimşir taraklı olanından!
Ve nihayet günışığı bitip, eve döndüğümde hızlıca hazırlanan ve yenen yemeğin sonrasında Külkedisi kendi alemine gömülmüş, ben de bulaşıklardan kurtulmaya çalışırken fonda bu şarkı çalmaya başladı! Maviay yollamış gün içinde.
Şimdi tıpkı geçen yıl bu zamanlar Küçük İnsan'ın söylediği Fallin in Love parçasına yaptığımız gibi bu garibana da döndür çevir yapıyoruz! Fakat pek yakıştı geceye...
Sonuç olarak şudur demek istediğim; Kalp çakramın açılmasında emeği geçen tüm dostlara, postlara ve de coffee shoplara teşekkür ederim. Durumun devamlılığı için daha çok kahve gerektiği konusunda ise Mehmetus mesajı almıştır muhtemelen! Aldın mı?
* Elbette senden bahsediyorum Aylin...

17 Mart 2009 Salı

Taciz.

Aylar önce çocuk tacizi konusunda bir kaç yazı yazmıştım. Hatta bir tanesi tamamen gerçek olup, tanıdığım bir adama aitti. İnanılmaz canımı yakmıştı hikayesi... Haftalarca nefret ettim kendimden ona yardım edemediğim, edemeyeceğim için... Bugün iş çıkışı, "yeni" bir arkadaşımla kahve içmek üzere buluştuğumda konunun tekrar oraya geleceğini düşünmemiştim. Ama gördüm ki tacize uğramanın ne yaşı ne de şekli şemali var.

Neyse ki onun anlattığı hikayede fazla bir karmaşa yoktu. Kadının biri, hoş bulduğu bir adama kur yapmakla asılmak arasında bocalamış, karşı taraftan olumlu sinyal alamayınca da öfkeye kapılmış. Arkadaşım, uzun yıllar güzel vatanımızdan ayrı kaldığı için, Türk kadınının reddedilme karşısındaki öfkesine ve denge kaybına afallamış anlayacağınız:)

Ben de ona kendi taciz hikayemi anlattım. Ama sadece bir tanesini... Kendime bile itiraf edemediğim diğerini bu geceye sakladım...

Birinci hikayede benden on yaş büyük, inanılmaz güzel bir kadın tarafından kapana kısılmıştım ve namusumu zor kurtardım! Uzun zaman önceydi; üzerimdeki elbisenin askısını düzeltmek için bana dokunduğu an, ne kadar irkildiğimi dün gibi anımsıyorum. Elini omuzumda hissetmek kanın beynime sıçramasına fazlasıyla yetmişti.

İkincisinde ise peşime düşen bir hayalet geleceğimi taciz ediyordu ve onu korkunç kabuslarla söküp atmak zorunda kaldım ruhumdan! Bazı geceler hala ince ince tozlar yağar ondan bana doğru...
Duygusal savaşlar inanılmaz hasar yaratır kalplerimizde. Bazen yakıp yıkan oluruz, bazen de yıkıntının altında kalan. Her ne tarafta olursam olayım hep canımın yandığını hissederim. Bir parçam yakıp yıkarken, diğeri yıkıntıda kaybettiği kolunu arar uykularında...
Bu hikayede de aynı hissi yaşadım. Geleceğime musallat olan hayaleti, iç denizimde patlayan bir petrol tankeri gibi algıladım. Durup durup alevlenen binlerce patlamadan sonra, saldırılar sona erdiğinde, yavaş yavaş etrafa saçılan hayat kırıntılarını toparlamaya başladım. Tacizin en kötüsüne maruz kalmanın tramvası hala içimi sarsarken, zar zor ayağa kalkmayı başardım. İçim zayıf düşmüştü yaşadıklarına, bunu çok iyi anladım.

Tacizcinin* suçunu hafifletmekten vazgeçtim. Onu kendi yıkıntısının altında bırakıp, üstümü başımı silkeledim. İç denizim yeniden canlandı, berraklaştı. Sular ısınmaya, deniz kuşları yeniden kanat çırpmaya başladı maviliğimde. Kırgınlığım ve suçluluk duygumla kilitlenen kalp çakram aniden açıldı; bunu hissettim. Dinlediğim hikaye, anımsadıklarım ve atlattıklarım geride kalmıştı artık. Bahar geliyordu.
Bir sonraki randevuya kadar elveda kötü hikayeler!

"İyileşme bazen dışarıdan içeriye doğru olur" der hocam. Buna bütün kalbimle inanıyorum. Bedenim sağlığına kavuştukça, kalbim de iyileşiyor. Yeniden bende atıyor! Yıllar sonra ilk kez baharı kalbimle karşılıyorum. Winterson üstadımızın dediği gibi "onu satmayacağım, sadece zaman zaman kiralayacağım. Böylece ne zaman istersem geri alabileceğim, without asking ..."**





*Oysa ne senaryolar yazmıştım onun iyi kalbi ve sadakati üzerine:))


**Written on the body, J. Winterson

Kutsal Yürek.


"Kabuğundan sıyrılanlara..."


Ferzan Özpetek Kutsal Yürek filmini onlara adamış; kabuğundan sıyrılanlara. Ben de bir film çekmek isterim: Kabuğunu Sıyıranlara! Emin olun hiç bir farkı da olmaz... Çünkü her iki eyleme de dayanamayanlar, nasıl olsa ikisini aynı kefede yok sayarlar!
Dün gece Külkedisi ile bir kez daha, üstelik sanki ilk kez izliyormuşcasına keyif alarak seyrettim Kutsal Yürek'i.. Film bittiğinde ikimiz de Kırmızı Başlıklı Kız masalındaki kurt gibi hissettik; içimize taş doldurulmıştu! Yığılıp kaldık koltuğun üzerinde.

Kutsal Yürek, öz annesini hiç tanımadan büyümüş ve halasının koruyucu kanatları altında "gerçek" ve de "vahşi" dünya ile savaşacak kıvama getirilmiş başarılı bir kadının öyküsü... Başarı dediysem, ilerleyen dakikalarda her başarının mutluluk getirmediğini göreceğiz tabii. Özellikle gerçekler görmezden gelinerek elde edilmiş başarılar.. Kalbimize sırtımızı dönerek elde ettiğimiz zaferler...

Bu genç ve başarılı kadının adı İrene. İrene, annesinin uzun yıllar yaşadığı ve daha sonra da öldüğü evi görmeye gittiğinde, tesadüfen küçük bir hırsızla tanışır. Oysa oraya sadece iş için gitmiştir. Hikaye onun, bu küçük hırsızla tanışmasıyla başlar... İrene*, Benny adındaki bu bilmiş kız çocuğu sayesinde, belki de varlığını o ana kadar hiç beslemediği veya fazlasıyla gerilere ittiği - ama derinlerde bir yerlerde sakladığı - ışığı hisseder. Bu ışık, bütün dinleri kucaklayan annesinin tanımlamasıyla Kutsal Yürek'tir. Çünkü anneye göre herkesin iki kalbi** vardır. Fakat ne yazık ki bir tanesi, diğeri tarafından gölgelenir...

Elbette seyretmeyenleri düşünerek filmi anlatmayacağım. Sadece içindeki iyiyi ve yapmak istediğini bulup, onun peşinden koşanların, kabuğundan sıyrılanların hikayesinin ne kadar iyi bir duygu verdiğini söylemek istedim. Film içimizi umutla doldurmak istediğimiz anlar için ilaç gibi! Hele hele yanında güzel de bir kahve varsa, oooo!!

Yalnız bir sahne var ki anlatmasam dayanamam; İrene'nin, annesinin odasında Benny ile birlikte uyandığı sabah, o göz göze geldikleri an. O an benim içimdeki sinema tarihine altın harflerle yazıldı. Işık, müzik, martı sesleri, küçük kızın yüzündeki olgun ifade ve kadının yüzündeki huzurlu tebessüm... Aralarındaki güçlü iletişim..

İnsanın hayatın asıl amacından kopup, neşesini ve müziği kaybetmesi ne kadar acıklı... Ya da bütün bunları hiç düşünmemiş, hiç duymamış olması... Hayat diye burnumuza dayatılan ve çoğu tercihimiz bile olmayan detaylara boğularak yaşamak ne kadar garip bir seçimsizlik.. Oysa kolu bacağı yok ki ruhumuzun, oraya buraya dolanan bu ipler de neyin nesi?

Bu kadar aslında. Bütün söylemeye çalıştığım film festivali bastırmadan bu film izlenmeli. Malum sinemada kaçırdınız, ama dvd var!
*kahramanımızın adı bu.
** İrene bu önemli detayı annesinin emektarından öğrenir...
Önemli Not. Somut şeylerden bahsetmemi isteyenlere Bilim & Teknik öneriyorum. Ben ne mutlu ki bu tonda devam edeceğim:) Ama sözüm söz, ilk fırsatta okuma listelerini hazırlayacağım:)

10 Mart 2009 Salı

Sarmaşıklı ve de Az Karmaşıklı Yolculuk..


Denizi görüyorum. Denize değen sarmaşığı ve üzerindeki uğur böceğini sevgiyle seyrediyorum. Zihnimdeki sayfada sarmaşığa ve uğur böceğine gülen birer surat çiziyorum. Üçümüz birlikte ayaklarımızı suya sokuyoruz. Delilik denizinde ilk günbatımı.... Üşüyoruz.
Üşütüyoruz!

Çok deli tanımadım, ama sınırda kalmış ve ne ileri, ne de geri gidemeyen pek çok insanla tanıştım. Çoğu öldüler. Hayatta kalanların bir kısmı alkolik, bir kısmı kendinden firar... Çoğu gerçeğini kaybetti. Delirmemek için direnmek bazen can acıtacak kadar anlamsızlaştırabiliyormuş hayatı....
Delirmenin anlamlı olduğu hayatlar gördüm ben...

Uyumluların ve boyun eğenlerin dünyasında kalıp, içindeki "deliyi" ses geçirmez bir odaya bağlayan kadınlar tanıyorum... Bir kez bile "benim yolum nedir?" diye sormadan usul usul çile dolduran kadınlar... Ben konuştukça içlerindeki delinin zapdedilemeyeceğinden korkup, beni yok etmeye kalkan kadınlar... *

Ben hala deli değilim. Bitmemiş bir ömürde "deli değilim" diyerek kesip atmanın pek manalı olmadığının da farkındayım. Elbette delirmeyeceğimin garantisi yok. Yine de, üç beş parça kıyafeti ve bir sarmaşığı kolumun altına sıkıştırıp çıkıyorsam güvenli sulardan, acaba neyim?

Zararın bir yerinden dönenim ben!

Elvan "muhasebe", "cesaret" ve "korkular" hakkında atıp tutuyordu, şimdi sarmaşığa sardı diyeceksiniz ama durum hiç öyle değil. Bu sarmaşık iki aydır benimle yaşıyor. Yeni yılda geldi. Bir gün sokakta yürürken usulca ayakkabıma değdi. Aldım. Eve getirip bir çay bardağına koydum. Yaşadı! Minicik zayıf bir kök verdi. Tam elime aldım, kök koptu! Bir kez daha suya koydum. İçimden "ha gayret " dedim. Sapanca'da ağaçların gövdesine sımsıkı sarılıp gökyüzüne ulaşmaya çalışan sarmaşıklar görmüştüm. Ne kadar azimli olabileceklerini biliyordum... Bir kez yapmıştı, yine yapabilirdi. Yaptı; sarmaşık ikinci kez kök verdi! Bu çabasının karşılığında ben de ona tazelediği umudumun karşılığı olarak, teneke mısır kutusu içinde bir avuç toprak hediye ettim.

Narin kökünü toprağın koruyuculuğuna sakladığından bu yana nasıl boylandı inanamazsınız. Bir de uğur böceği geldi yanına. Çok tatlılar beraber:)) İki gündür** üçümüz birlikteyiz yeni yuvamızda. Nihayet özümüzü/kökümüzü koruma altına aldık Külkedisi'nin malikanesinde. Bize ihtiyacımızdan fazla su veren yok etrafta, varlığımız yok sayılmıyor ve kimse ışığımıza müdahale etmiyor....
Sakiniz.

Kimseye anlatmadık, kimse sormadı nereye diye. Alınmadık, kırılmadık. İncinmedik... Kendine bile ilgi göstermeyenlerden ilgi beklemek niyeydi ki? Sevmeye devam ettik:) Zaman onları kendi doğrularına götürecekti nasılsa...

Şimdi, son durakta olmadığımızı biliyoruz ve buna rağmen huzurluyuz. Yola çıkanların hafifliği var uykularımızda. Bütün istediğimiz sarılacak bir ağaç bulmak. Bir inanca, bir pojeye, bir hayale ihtiyacımız var. O güne dek, ben sırt çantamla, sarmaşık ise teneke kutuyla idare edeceğiz.
Onu bu birlikte yaptığımız başlangıcın anısına yolun sonundaki evimize dikeceğim. Uğur böceğini bilemem... O daha çok baharı beklerken bizimle karşılaşmış gibi. Ama kimbilir kim hancı, kim yolcu???


*aslında beni sevip, kendini sevemeyen bir kadın...
**bugün 12 Mart Perşembe oldu ve hala beraberiz:)

7 Mart 2009 Cumartesi

IT IS TIME...

5 Mart 2009 Dalyan Sahil, Lodos...
"İçimdeki bavulları aylar öncesinden toparlamaya başladım. Her duyguyu, her anıyı yıkadım. Ütüledim ve katladım. Hatta kolaladım! Bazılarını ihtiyaç sahiplerine dağıttım. Bazılarını iyice temizlediğim dolaba geri yerleştirdim. Çok azı benimle gelecek, ama hangileri daha karar veremedim."
7 Mart 2009 Kalamış, Poyraz.
Yukarıdaki cümleleri yazdıktan bir gün sonra kimilerine göre ani, bana göre ise yıllardır düşünülmüş bir karar aldım: Taşınıyorum. Annemin evinden kendime taşınıyorum. Dürüst olmak gerekirse bunu evlenirken bile yapmamıştım. Hatta bu ülkeden apar topar kaçarken de yapamamıştım.. Çünkü bağımlıyım ben; geçmişe, geçmişe dair objelere, anılara...
Şimdi, evimdeki banyoda rahat ve konforlu bir yarım saatin ardından her arkadaşa tek tek bildiremeyeceğim için yazıyorum: Taşınıyorum.
Başkaları için söyleyecek çok sözüm varken, kendim için bunca yıl susmak içimde akıl almaz bir çelişki yarattı. Bu noktaya gelmem ve geldiğim noktaya gözlerimi açmam da epeyce zaman aldı. Sırf bunun için bile bir ömür boyu teşekkür edeceğim insanlar var etrafımda. Onları hayatıma taşıyan rüzgara selam olsun..
İşte bu farkındalık sebebiyle taşınmam gerektiğine karar verdim. Üstelik cümle ağzımdan çıktığında nereye gideceğimi bilmiyordum.
Dün gece, daha ne dediğimin farkında bile değilken aniden iki ev birden buldum kendime. Şimdi yapmam gereken tek şey krizi yok sayarak bir iş bulmak. Üstelik cebimde 25 ytl olduğunu düşünürsek hiç seçme hakkım yok:)) Yani temizliğe bile gidebilirim! Ama cam silmem:))
Sonuç olarak, yazmakta olduğum masaldan esinlenerek bir masal yaşamaya karar verdim. Masalımda cesur bir balık var, burada korkak bir ben!
Hayata dair her ne çıkacaksa önüme görmem lazım. Konforlu kabuğumu terk ediyorum. Küçücük bir keşiş yengecinin bile yapabildiğini ben neden beceremeyecekmişim? Bana dar gelen bir kabuğu neden bırakamayacakmışım? O kabuğun içinde daha fazla itişmenin bir faydası olmayacağını göre göre neden kalacakmışım?
Korkuyorum. Bütün hücrelerim zangır zangır titriyor. İçime dolan bahar kokusu azıcık sakinleştirse de, deliler gibi korkuyorum. Fakat bu duyguyu ne kadar özlediğimi an be an anımsıyorum. Kendi paramla, kendim olmak pahasına sürünerek yaşamak!
Eğer bir kez başarmaya çok yaklaştıysam, ikincisi neden olmasın?
Bir süre yazamayabilirim. Gideceğim yerlerde internet olacak mı bilmiyorum. Yaşamaktan yazmaya zaman kalır mı onu da bilmiyorum. Ama kimbilir belki yarın sabah ilk işim buraya koşmak olur:))
It is time my love....

5 Mart 2009 Perşembe

Kendini Seçmek Üzerine Bir Film.

Gitmeden bilirsiniz bazı filmleri; arkadaşınız iki cümle söylemiştir, siz de onları alıp, içinize yerleştirivermişsinizdir hiiiç zorlanmadan. Sizin olmuşlardır ya da aslında hep size ait olan cümleleri senarist film yapmıştır haince. Bundan sonrası boşlukları doldurmak olur; hikayedeki kareler, oyunculuk, kostümler sizin cümlenizi ve altındaki koca deliği belirginleştirir yalnızca.

Ben severim böyle filmleri. Özellikle de benzer şeyler sorgulayıp, benzer süreçlerden geçerken denk gelmişse, tadına doyulmaz.

Revolution Road, benim için listeye şu cümleyle girdi: "Herkes umutsuzluğu fark eder ama boşlukları görmek cesaret ister".

Yıllar sonra, muhtemelen filmin pek çok sahnesini anımsayamayacağım. Ama bu cümle ve tabii buna benzer bir iki cümle daha, hep kalacak akıl defterimde. Otuzlarımın ortasında amma yorulmuştum düşünmekten diye hayıflanacağım belki... Belki de, iyi ki o zaman bu kadar sorgulamışım içimi dışımı ve bu sayede kalan yirmi yılı kurtarmışım diye deli deli sevineceğim gezegenin bir köşesinde!

Neyse filme dönersek, bir sahne var mesela, Kate Winslet düşünmek için ormana kaçar, dönüşte -kocasının pencereden baktığını bilerek- komşu bahçedeki ağaca yaslanır ve oradan evini seyrederek sigarasını içer... Yüzündeki ifade inanılmaz tanıdık gelir. Bildiğimiz pek çok mutsuz anı yakalatır hayatlarımızdan; yakın kız arkadaşlarımızı, "bir zamanlar" kendimizi... Birinden vazgeçmenin o içimizi yırtan farkındalık anı... Hayatın kocaman bir aldatmaca ile allanıp pullanmasına artık göz yummayanların bakışlar...

Adam da ise, ortadaki gerçeği anlamaktan it gibi korkanların, cesaretin karşısında karalama kampanyaları başlatıp diğer insanı uyumsuz, tatminsiz veya "deli" diye damgalamayı seçen korkak hallerini yakaladım. Kızdım mı? HAYIR , DAHA ÇOK ACIDIM ONA.

Yine de şükürler olsun ki kadın kahraman benden yana bir tavır sergiledi; boyun eğmedi. Yanılgısına, gözlerini ve kulaklarını kapatıp, oyunu sürdürmeyi reddetti. Kocasınıni tam onun yola geldiğini ve oyuna tekrar döndüğünü düşündüğü o mükemmel kahvaltıda, kadın artık boyut değiştirmişti; hayal kırıklıkları ve gerçeğin kucağında çalkalanıyordu tek başına. Çünkü adam, kadına ihanet etti!

Bu filmde, kokusu yedi mahalleye yayılan bir ihanet vardı. Tam benim anladığım anlamıyla işlenmişti ihanet; ince ince, zarifçe serpiştirilmişti aşka! Hayata!

İhanet, taraflardan birinin şu ya da bu sebeple bir yabancıyla sevişmesi değildir. İhanet aşk veya evlilik akdiyle, yan yana durup, hayaller kuran, iki insandan birinin sırf diğerine uyum sağlamak adına olduğundan farklı görünmesi ve diğerini yanıltmasıdır! Bunun hesabı verilemez. Yıllarca sarıldığınız kadının ya da adamın aslında sandığınız kişi olmadığına ayılmak içinizde kıyametler kopartır!

Diğer taraftan bakarsak; bu dürüst olamayan - oyuna yenilmiş - insanlar, zaman içinde yüz yüze durdukları - güçlü ve sezgilerine gözlerini kapatmayan - kadın ya da erkekten için için nefret etmeye başlarlar. O dakika ihanete başka kadınlar ve adamlar da karışır. En ucuzundan pazar tezgahına döner hayatlar!

Eski kocamı düşünüyorum, en eski sevgilimi. O adamın yüzünde ve oyunculuğunda ikisi de vardı. Kocamın etrafı umursamadığını söyleyen ama bir o kadar da soylu tavırlar sergilemek için kasılan halini anımsadım. Onun sınıf bilinci beni daima hasta etmişti! Tuzlu saçlarla dolaşır ve kıyafete önem vermediğini söylerdi ama en ucuz şortu kimbilir kaç paraydı? Maceradan bahseden, fakat yaşadığı mahalleden çıkmayı teklif ettiğimde bile dehşetten kocaman kocaman büyüyen gözlerini düşünüyorum. Her şey bir yana,"Hadi Londra'ya gidelim" dediğimde yeni bir hayat yerine eskisini seçişinin korkaklığı, ona olan saygımı bitirmişti zaten...

Hala aynı mahallede yaşıyor. Hayatındaki kadınlar değişiyor ama şort hep aynı marka:))

Eski sevgilimin ise, bize hayat diye dayatılan şeyden durmadan yakınıp, ama değiştirmek için konforundan vazgeçemeyen - kimbilir, aslında bunu gerçekten istemeyen? - ve bu durumuna kendince çıkış noktaları yaratan koskocaman ve pek uyduruktan mazeretlerini düşünüyorum... Hukuk terimleriyle dolmuş kalbine üzülüyorum...

Şu anda evli; karısını benim hayaletimle aldatıyor!

Bazen, hayat kayıp gibi görünen kazançlarla dolu diyenleri anlıyorum, o kadının yerinde ben de olabilirdim! Sanırım buna sevinmeliyim...

Her ikisinin de gözüne batan kıymıktım nihayetinde. Bakmayıp, bilmeyip huzur içinde , düzen içinde yaşamayı seçen adamlara işkence olmuştu sıradışı fikirlerim. Hayata duyduğum heyecan, meraklarım... Onlar beni eğip bükmeye çalıştı, ben direndim. Onlara olan sevgimle kendim arasında sıkıştığımda, hep kendimi seçtim.

İkisini de bana ihanetleri yüzünden değil, kendilerine ihanetleri yüzünden terk ettim. Kendini seçemeyen bir adamla yürümeye devam edemezdim. Etmedim. Terk etmek derken, gerçek ayrılık anından haftalar önce soğurdu kalbim. Kelimelerim donar, bakışlarım sabitleşirdi. Yine de ben değildim giden, hep onlar gitti.

İhanet, insanı delilik sınırına en çok yaklaştıran duygulardan biridir. Winterson tanımı yaparsak: İhanet birinin sizden yana olacağını söyleyip, sonra başka bir tarafa geçmesidir.

Size ihanet eden birini affetmek olası mıdır? Bilemem. Ama kendine ihanet eden birini affedemezsiniz. Hatta sevmeye devam edemezsiniz. Kirli oyunlar ve yalan aşkı bitirir.

Özgür değilseniz aşık olamazsınız. Sevmek özgürlüktür. Kendi kendini bir an için bile olsa unutacak kadar sevmek bir başkasını...*
Özgürlüğü kısıtlanmış insan nedir? Bence kocaman bir hiç.
Virgilius'un yazısında** her haliyle muhteşem bir şekilde anlatılmış yalnızlık, özgürlük ve sıradışı olmanın bedeli.. Üç kuruş öğretilmişliğe satılmayan hayatın bedeli... Bu bedeli ödemekten kaçanlar hayatları boyunca o boşluğu sezerek ve dolduramayarak yaşamaya mahkumlar.

Bize gelince... Sonumuz ne olur bilmiyorum. Etrafıma baktığımda benden yana , daha doğrusu kendinden yana olmayı seçmiş ve o seçimlerin arkasında durabilen insanlar görüyorum. Sayımız az ama bu gerçeği değiştirmez. Sizin yok saymanız ya da görmezden gelmeniz gerçeği azaltmaz. Gerçek orada, tam ortamızda!

Bütün bu anlattıklarımdan sonra hala filmi görmek istemiyorsanız iki şey gelir aklıma: ya gerçekten ne istediğinizi biliyor ve olduğunuz noktada en şeffaf halinizle huzurlu soluklar alıp veriyorsunuz. Ya da benim gözünüze batan bir kıymık olduğum konusunda şüpheleriniz var...


*J. Winterson, Tutku.

**Virgilius'un son yazısına bakınız lütfen.
Önemli Not: Unutmadan tam da buraya yakışacak bir günün sözü gelmiş az evvel mail adresime:
"her kadın, hayatının bir bölümünü budist olarak yaşar, çünkü mutlaka bir öküze tapmışlığı vardır:))"

2 Mart 2009 Pazartesi

This Is Just The Beginning My Love.


Soğuk ama çok soğuk mevsimlerde, ayakkabılarını çıkartıp yürüyebilen küçücük bir kız varmış. Saçları kül, gözleri bal rengiymiş. Hayatta en korktuğu şey kalbinin buz tutmasıymış. Bu yüzden daima güneye doğru yürürmüş. Bütün hayali ılık mevsimlerde yaşamakmış...

Sıcak ama çok sıcak mevsimlerde, şapkasının ardına gizlenerek güneşten kaçan küçücük bir kız daha varmış. Saçları alev, gözleri kömür rengiymiş. Hayatta en büyük korkusu kalbinin erimesiymiş! Bu yüzden daima kuzeye yürürmüş. Onun da bütün hayali ılık mevsimlerde yaşamakmış...

İki küçük kız, yolculuklarının bir noktasında, hem de ekvator kuşağının tam üzerinde, derin bir uykuya uzanmışlar. O derin uykuda aynı rüyayı görürken, aniden uyanıp, yan yana oturup, birbirlerine korkularını anlatmışlar. Anlattıkça sakinleşmiş, anlattıkça güçlenmişler. Korkularını zihinlerinden uzaklaştırıp, kalplerini özgür bırakmışlar. O geceden sonra, mevsimlerden kaçmadan yaşamaya başlamışlar; ne yaz , ne kış ne de baharlar, içsel yolculuklarını etkilememiş.

Hayatlarının en büyük acısıyla* başa çıkmaya söz vermişler. Giz diye bir şey olmadığını, sırlarla çevrelenmediklerini ve iç seslerine yakın durmanın tek çıkış olduğunu anlamışlar. Korkulardan arınmanın mümkün olduğu o içsel yolculuk için, donanımlarını arttırmaya ve yol arkadaşlarını seçmeye başlamışlar. Onlar birilerini seçmiş, birileri onları.. Ve bu sadece bir başlangıç olmuş.

This is just the beginning my love! Our Story is coming soon:))



*Hayattaki en büyük acı insanın kalbinden ayrı düşmesidir diyor bir Zen rahibi... Alev saçlı kız buna inanıyor.