31 Mayıs 2016 Salı

RUHUN İZİNİ SÜRMEK



Ardımda kalan herkese ve her şeye, onlarla yaşadığım tüm duygulara yabancılaşmak isterdim. Pişirip yediğim yemeğin kalanı gibi; yediğini ye, kalanını kedilere ver! Sakın buzdolabına koyma, saklama!
 
Anılarımı hatırladığım zamanlar da bir vakitler seyredip beğendiğim eski bir film gibi olsunlar mesela. A şu sahneyi çok sevmiştim diyerek gülümseyebileyim. Olur mu?
 
Eğer özgür irade duygu ve düşüncelerimize rağmen davranışlarımızı seçebilmekse, içim kazan kaldırmışken, yerler o özgür iradeyi! Harika davransam ne olacak?

 
 
 
Venedik için gün saymaya başladım. Uçağa binmeden inanmam. Gerçi binsem, insem, sarayların, evlerin önünden geçsem de inanmam. İnsan uzun yıllar hayal ettiği bir şeye kavuşunca onu hayalden, erişilmezden gerçekliğe, elde edilebilirliğe ha dediğinde taşıyabilir mi ki? Sanmam...
 
Sabah uykusuzluğumu belki en çok o bilmediğim ülkenin meydanlarında severim? Oh iyi ki erken kalkmışım derim! Yürek sıkışıklığım geçer belki? Kimbilir, şansım yaver giderse omuzlarım gevşer, saç diplerim rahatlar?
 
Dün akşam yoga dersini bir öğrenciyle yaptım. Yeni bir öğrenci. Biliyorum komik, hatta yazarken de komik ama onun yoga ile kurduğu ilişki bana kendi yolculuğumu anımsatıyor. Adım adım ilerleyişimi, radarlarımı açık tutarak anlamaya çalışıyor oluşumu, bedenimle gün be gün tanışmamı... Duygu ve düşüncelerimi birbirinden ayırıp, sonra tekrar kavuşturmalarımı...
İşte dün akşam onun başına gelenin - esaretten özgürlüğe meyletmenin- İtalya'da benim başıma gelmesini diliyorum; zihnimden kurtulup, ruhumun izini sürmek!
Çocukluktaki gibi şen olmak! Ya da çocukluktaki gibi içten üzülmek. Kontrollü ve bilinen gerçekliğin dışında birkaç saniye... Ertelenmiş, itelenip ötelenmiş işlerden, gözyaşlarından, kahkahalardan ve akla hayale gelebilecek her duygu ve düşünceden ayrı, uçup gidilecek, hafiflenecek birkaç kısa dakika.
 
Bunu kendime verebilirsem İtalya benim için pek anlamlı olacak:)

29 Mayıs 2016 Pazar

BAHÇEMİN GELİNİ PINAR





Söylenen o ki, çocukluğumun pek hatırlayamadığım yıllarında, üç yaş gibi bir dönemde, gelin olmaya pek meraklıymışım. Anneanneme gittiğimizde uzunca bir mavi tülü başıma örtüp öyle saatlerce otururmuşum ellerim dizlerimde. Tabii bu bana annem ve teyzelerim tarafından anlatılan. Gerçekten hiç hatırlamıyorum. Ama düşününce çok komik geliyor; lokma kadar bir kız çocuğu divanın kenarına oturmuş, başında kim bilir nereden çıkıp gelmiş mavi bir tül!
 
Belki de o dakikalar ilk meditasyon denemelerimdi:))
 
Biraz daha büyüdüğümde gelin ve düğün meselesine bakışımın değiştiğini hatırlıyorum. Dokuz yaşındayım. İsmail dayı evleniyor ve çok heyecanlıyız. Aklım fikrim seramonideki rolümde. Ben ne giyeceğim? Nerede duracağım?
 
Bizim oralarda düğünler uzun sürer. Okuntular, ağırlık göndermeler, üç gün üç gece durmadan pişen börekler, sarmalar, keşkekler... Erkeklere kurulan rakı sofraları ve tabii zeybek!
 
İsmail dayımın düğünü benim için unutulmazdır. Babamın öldüğü senenin yazıydı ve benim bütün dikkatim düğündeydi. Sepetleri, çeyizleri, gelin ablanın güzelliğini seyre dalmıştım. Zarife anneannemin tatlı tatlı işleri idare edişi, dayımın, Erdem abimin, Ali İhsan amcanın harmandalı oynayışları... Hepsi rüya gibiydi. Bizim bahçe zaten rüya gibiydi ya, işte o düğün zamanı daha da tılsımlıydı.
 
Bitmeyen yemekler, susmayan müzik, mis gibi kokan yaz çiçekleri... Evlenmek nasıl da büyülü bir başlangıçtı. Dünyada her şey ve herkes durmuş, dayımın evliliğini kutluyordu!
 
Hem sadece düğün dernek değildi ki büyüleyici olan, onlar için hazırlanan kule ev! Ah o ev... Nasıl güzeldi... Nasıl sevmiştim.
 
O düğünde benim giyebileceğim bir bindallı yoktu minicik boyuma göre ama hep gelinin kıyısında, hep neşeli, mutlu, gururluydum. Bütün o güzelliğin parçasıydım.
 
Zaman geçti, bahçeden ayrılmak zorunda kaldık... Başka evler, başka hikayeler başladı hayatlarımızda. Düğünler, başlangıçlar, tılsımlar sandıklara kaldırıldı...
 
Bütün o yıllar boyunca evlilikle ilgili bir tek hayalim kalmamış, hatta  kuruma mesafem arttıkça artmıştı. Oysa bizim mahalledeki Yeni Sinema' da yaz düğünü yapacaktım. Renkli ampuller, kapıda lokum ve sigara tutan gençler olacaktı. Milas çengi takımı sırf ben evleniyorum diye çalacaktı! Üstelik altın bileziklerimi de hani o düğün dönüşü elleri kesilen gelin gibi hırsızlara kaptırmayacaktım. Çıkartıp bir keseye koyacaktım.
Ah ya, nerede kaybettim ben o tılsımı?
 
Aradan geçen uzun yıllardan sonra eski kocamla tanıştım. Onu önce tersanede işçi, ardından teknede miço sandım. Çıka çıka Nişantaşı bebesi çıktı! Ne oldu nasıl olduysa önce sevgili olduk, ardından ilişki uzadıkça o kaçınılmaz yere doğru, annelerin fantezilerine kurban gitme noktasına geldik.
 
İş evlilik hazırlıklarına gelip dayanınca baktık ki bambaşka bir dilden konuşuyoruz. Her şeyin iyisini seven ve gerçekten de bilen kayınvalidem, kafasında bir plan yapmış bile! En görkemli otel, en muhteşem çikolatalar seçilmiş! Oysa ben, kalbimin en arka odasındaki sandığı açtığımda, içinden çıkan düğün bunların hiçbiri değildi ki... Ben, İsmail dayım gibi evlenmek istiyordum; pahalı değil, tılsımlı olsundu her şey...
 
Bindallı giyecektim, saçıma fesleğenler takacak, Ege türkülerinde oynayacaktım...
 
Sonuç olarak hayalimdeki düğünle evlenemedim. Ama Cahide Teyzem bana öyle güzel bir kına yaptı ki, ertesi gece düğün umurumda olmadı. Aysel anneannemin bindallısını giydim, Zarife anneannemin ördüğü beşparmağımı taktım. Kınam, Reşat altınım ve yün çoraplarımla çok memnundum. Çocukluk düşüm gerçek olmuştu. Ya da en azından hepten vazgeçmek zorunda kalmamıştım.
 
O geceyi kimse anlamadı... Nişantaşı'nın göbeğinde dikilen gelinliği değil de, bindallımı sevişimi annem, kardeşim, kayınvaliden ve arkadaşlarım şaşkınlıkla izlediler. Anlamalarını da beklemiyordum zaten. Ben anlamıştım ya, gerisi önemli değildi. Çocukluğumu sevindirmiştim, içim mutluydu!
 
Bahçem benim için hep kıymetliydi... O bahçenin bütün çocukları gibi toprağında gözyaşım, mandalina ağaçlarında kahkaham vardır. Mavi demir kapısında sallanmışlığım, dut ağaçlarına tırmanmışlığım, Japon balıklarını beslemişliğim dün gibidir. Anlatırken gözlerim dolar, yalnızken anımsarsam ağlarım. Orası her şeyin başladığı yerdir benim için.
 
Dün bir kız daha gelin oldu o bahçeden. İsmail dayımın kızı. Tüm geleneğe göreneğe uyarak, yüzünden gülümsemesini eksik etmeyerek, bindallısı ve altınıyla, zeybeği, keşkeğiyle tılsımlı bir başlangıç yaptı. Dilerim çok mutlu olsun. Dilerim onun kızı da bizim bahçeden fesleğeni, bindallısı, keşkeği ile gelin olsun.
 
Ömrü uzun, hanesi huzurlu, sofrası bereketli olsun Pınar gelinin.

28 Mayıs 2016 Cumartesi

ARKADAŞLAR İYİDİR.

 
 
 
 
 
Şişli Organik Pazar'ın 10. yılını kutladık bugün. Pek eğlenceli bir organizasyon değildi ama orada olmak ve on yılı arkada bırakmak anlamlıydı... Benim için değerliydi.. Güzel insanlara ve hayatımdaki yerlerine hep minnettar oldum. Bugün de minnettardım.
 

26 Mayıs 2016 Perşembe

afedersin bu sonra geldi:)))

Jüpiter ve Satürn 23 Mart’da tam kare yapmışlardı. 26 Mayıs günü de aynı kare tekrar tam hal alacak. Ancak bu kareyi biz Mayıs ayı boyunca hissettik.
Bu günü önemli kılan, karenin derslerini çözümlemek için bir kapı açıyor olması. Zira;
  • Ay & Pluto kavuşumu, Merkür ve Jüpiter arasında bir Toprak Üçgeni oluşuyor bugün.
  • Üstelik Pluto’nun Ay Düğümlerine aldığı ılımlı açılar da neredeyse tam halini aldı.
  • Retro Mars da birkaç gün boyunca Güneş – Venüs kavuşumuna karşıt açıda.
MEALİ;
İnsan gideeer giderrrr… Sonra gayet iyi tanıdığı bir ”engele” takılır ve paso düşer! İşte bu dünyanın en sinir şeyidir :)))))
İnsanın kafası DÜŞMEMEK üzerine çalışır. Biz hep uçuşta, hep yüksek, hep başarılı, hep ilerleme halinde, hep kazanan, hep güçlü, hep istediğini elde eden olmak zorundaymışız gibi hissederiz!
Ama evren ne yapar eder, önümüze bir münasebetsiz taş koyar ve biz en ummadığımız anda hoooop yerde :)))  Ellerimiz ve dizlerimiz, ama en çok  da gururumuz kanamakta… Üstelik biz ısrarla farkına varmamış olmamıza karşın takıldığımız taş hep aynı taş, düştüğümüz durum hep o bildik durum ;)
Biz böyle tekrarlanan düşme durumlarında ya takıldığımız şeye, ya da takıldığımız için kendimize feci kızarız!
Anlamadığımız şey şudur;
  • Taş yardımcı oyuncudur. Vesiledir… Taşa ”ne vardı taş olacak” diye kızarak, ceza olsun diye tekmeleyerek, kırıp yok etmek suretiyle kendimizi iyi hissetmeye çalışarak, taşa ”ne istedin benden” diye sitem ederek ve onu insafa davet ederek, taşı baştan çıkartmaya çalışarak, yoluma çıktıysan evimde de olmalısın diyip sırtımıza vurarak… Ya da işte buna benzer taş-odaklı uygulamalarla konu çözülmez :))))
  • Aynı duruma düşmüş olmak bir hediyedir! Biz kendimizi yetersiz, kaybetmiş, güçsüz, beceriksiz, oyuna getirilmiş, köşeye sıkışmış ya da DÜMDÜZ SALAK hisseder ve kahroluruz. Ama evrenin bizi aşağılamak gibi bir niyeti yoktur :) Dikkatimizi salak, beceriksiz, veya değersiz olduğumuza değil, bizi BÖYLE HİSSETTİREN kök sebebe çekmektedir.
Bugün ya da işte tam bu günler, kökteki sebebi bulmak için çok iyi zamanlar!
Kendimize şu soruları soralım ve önerilen çözüme bir göz atalım;
  • Aşırı bir kızgınlık mı duyuyoruz? Bunun altında yatan kendimize dair pişmanlığı bulmaya çalışalım. ”Ben neyi yapmasaydım, neyi  erken fark etseydim, neyi durdursaydım, neyi farklı yapsaydım bu noktaya gelinmezdi?”  sorusunu sormamak için başkalarına duyduğumuz kızgınlığa tutunmayalım ;)
  • Sürekli bir suçlu mu – kendimiz ya da bir başkası – arıyoruz? Bunun yerine durumu düzeltmek ya da değiştirmek için sorumluluk almaya çalışalım. Sorumluluk almak insanı yitik ya da yıkıcı değil yapıcı olmaya yönlendirir ve yola devam etmeyi kolaylaştırır.
  • Depresyondan başımızı alamıyor muyuz? Onun arkasına saklanarak, neyi görmek, neyle yüzleşmek, neden kaçmak istediğimizi kendimize soralım. Gerçekle kucaklaşmak bizi bir kez acıtır! Depresyon ise sürekli bir acı halidir…
  • Çok mu incindik? İncinmenin arkasındaki asıl nedenin ”özdeğer eksikliği” olduğunu görelim. Bu eksikliği olayların, insanların, kazanımların doldurmasını beklersek, aynı şekilde onların boşaltmasını da kabul edeceğimizi FARK EDELİM!  Özdeğer hissimizi başkalarından aldıklarımız ve alamadıklarımıza bağımlı kılmak her çıkışı bir düşüşe mahkum eder.
  • Önyargılarımızın, beklentilerimizin, bize göre mükemmel olan bir tasarımın içinde kayıp mı olduk?  Bize göre mükemmel olanın koşullara  veya insanlara uygun olmayabileceğini kabul edelim. Saplanıp kalmak yerine yola devam etmeye ve farklı bir çözüme kendimizi açık tutmaya çalışalım. Yön değiştirmemiz, bazı taleplerimizden vazgeçmemiz gerektiğini kabul edelim.
  • Hareket kabiliyetimiz, seçeneklerimiz tamamen kısıtlandı mı? Bulunduğumuz koşullarda kendimize ve başkalarına olabildiğince zarar vermeden ve elimizden gelenin en iyisini yaparak ayakta kalmaya, UMUT, ŞÜKÜR ve GAYRET’i elden bırakmadan bu süreci bitirmeye çalışalım. Mutlaka bu sürecin de bize öğreteceği bir şey olacaktır!
Eğer kendimizi bir arpa boyu ilerlememiş, bir soruna, bir duruma, bir duyguya, bir hale çakılıp kalmış gibi hissediyorsak, bakış açımızı ve tutumumuzu değiştirmeye cesaret edelim!
Zira biz bakış açımızı ve tutumumuzu değiştirdiğimiz zaman yol kendiliğinden açılır…

AFEDERSİN UNUTTUM




 

Bugün dilimin ucuna gelen ve  sana söyleyemediğim şeyler oldu. Farkındasın... Söylemedim çünkü herkesin deneyimi biricik. Sezgilerini dinlerken, geri kalan herkese kapat kulaklarını. Eyvallah. Ama şu "köpeği pencereden fırlatan babasının günahlarını bahane ederek, konforunu bozmayan işgüzarın hikayesine" aşağıdaki yazışmayı da eklemek ve insanların mayasının nasıl değişmediğini anlamanı sağlamak isterim... Hiç olmazsa hatırla...

Değişmek lafla olmuyor, eylemle, inatla, istekle, samimiyetle, sevgiyle oluyor. Sevgi de öyle yazmakla çizmekle olmuyor.. O da eylem, istek, samimiyet, merhamet ve inat istiyor.. Üstelik herkesin sevgi deneyimi birbirinden nasıl da farklı..
 
Hepimiz yürünmesi gereken yolları yürüyor, dallanıp budaklanmış bahçelerden bir başımıza geçip, sonra keşke diyoruz, keşke sevdiklerimizi bizim vaktiyle çok canımızı yakan deneyimlerden koruyabilsek...
 
 
 
---------- Yönlendirilmiş ileti ----------

Tarih: 8 Nisan 2015 17:08



Canım, başınız sağ olsun.

Tamam, iyileşelim, görüşelim.

Öpüyorum. :-)



On Wednesday, April 8, 2015 10:28 AM, 


Çok geçmiş olsun ..... 'cım,
Ben hala pek toparlanamadım. Araya bir de cenaze karışınca sana ancak cevap verebiliyorum.
Telefon numaranı göndermen iyi oldu, zira eski telefonla uçup gitmiş.
...................benim telefon numaram.
Önce iyileşelim, yakında görüşürüz:-)
Sevgiler..
 
 
6 Nis 2015 20:29
........'cığım,

Sana "geçmiş olsun" dedikten bir vakit sonra, ben de şifayı kaptım. Bir süredir gribal havalar...

Hastalığın flu haliyle, böyle yoğun/yüklü bir mesajla -altında bir de geçmiş yazışmalarla- karşılaşınca, ilk hissettiğim, hafif tedirginlik de içeren bir afallama oldu, itiraf edeyim. Türkçesi, önce tırstım! :-)

Yazdıkların kısa bir e-postadan çok daha fazla bir yanıt gerektiriyor; ona da şüphe yok.

Teşekkür ederim.

İçten bir teşekkür bu, nezaket icabı değil.

Okuyup biraz olsun sindirdiğimden beri, neden böyle hissettiğimi sorup duruyorum kendime. Sanırım, eski bir acının "tanınması"na, "anlaşılmış olması"na dair bir his bu.

Bu mesaj, eski bir yarayı hem sızlattı hem de rahatlattı galiba. İnsanın unutmadığı, ama varlığına alışıp manzaranın bir parçası olarak kabullendiği türden bir yara. Bunu beklemiyormuşum, beklememeye alışmışım sanki.

O yüzden, teşekkür ederim. :-)

Haklısın, yaşlanıyoruz, ölüm(ler), hastalıklar daha yakın. Bir süredir daha sahici hissettiğim/yaşadığım bir durum benim de. Ama, "gitmek" de nereden çıktı yahu; dur biraz...

İyisi mi, ben şu "grip adam" halimden bir kurtulup mikrop saçma riskini bertaraf edeyim, yüz yüze görüşelim, hasret giderelim.

Öpüyorum ben de. :-)

PS: Farkına vardım ki, onca değişen telefon, uçan rehber macerasının arasında, senin cep numaranı kaybetmişim ben. Kaybettiğimin de farkında değilmişim, hale bak. Yazar mısın? Ne olur ne olmaz, benimki hâlâ .........



On Sunday, April 5, 2015 9:10 PM, 


Anlaşmamışız...
Anlaşabilseydik  ben son yedi yılı sensiz geçirmeyecektim...
Haftalardır, belki Nisan geldiği için, her zaman olduğundan daha da çok aklımdasın.
Mailleri düzenlerken, bu son yazışmamızı bulup okudum.
Açıkası kelimenin tam anlamıyla öfkelendim kendime, utandım estirdiğim sert rüzgardan. Bunca yıldan sonra, ben böylesine acı duyduysam cümlelerimden, kimbilir o vakitler sen nasıl başa çıktın..
Günlerdir bir özür şekli arıyorum. Sonunda davranışlarımın özrü olmadığını anladım. Belki mevsimleri değiştirip, türlü güzel sahne yaratabilirdim ama içime içime batan dikenlerimin bir an gelip seni tekrar üzmeyeceğine garanti veremezdim. Zira ne kadar büyüdüm, gerçekten olgun bir yetişkin miyim meçhul.
Sadece, sensiz kalmak hayatımın en büyük kaybı, ölümlerden gayrı.. Bu yüzden af dilemektense, gelecekte dikenlerim konusunda daha dikkatli olacağım demek istedim..
Geçen gün hasta olduğumda yazdığın mesaj çok değerliydi. Bu bile yeterli benim için. Daha fazla sarılıp sarmalandığımda içimden bir canavar çıkıyor. Korkuyorum kaybetmekten. Neyse.
Yaşlanıyoruz. Ölüm ve hastalıklar her an daha yakın. İstersen deli de, korktum bütün kalbimle özür dilemeden gitmekten.
Bin kere üzgünüm seni kırdığım her an için, keşke daha iyi bir ruh olabilseydim.. çok çok öperim...
 


26 Mar 2008 10:22
Anlaştık :))
On Wed, Mar 26, 2008 at 10:19 AM,




Günaydın güzelim :-)

İlk söz: Anladım...

Akıllım, elbette anlamıştım, biliyordum "Telvelerde Boğulmak"ın neye dair olduğunu. Başlığı kafamı karıştırdıydı sadece. Bana dair olduğunu düşündüğümden değil, tam tersine bana dair olmadığını bildiğim için "bir kere daha sevdim seni" okuyunca. Keşke daha açık yazsaymışım. Metinlere dair yetimin azımsanmasına hâlâ bozulabiliyorum. :-)

"sanırım yaşayacağım/yaşamak istediğim bir hikaye"... Galiba cumartesi gecesinden beri için için fark ettiğim, sezdiğim bir şeydi bu. Dilerim gönlünce yaşarsın. İçtenim, inan.

"dolunay takvimini işaretleyen bir cadı, durmadan yaşamadığı aşkların acısını çeken zavallı kadın veya küçük korunması gereken kız çocuğu muamelesi". Aklımın, gönlümün ucundan geçmedi. Ama böyle hissetirdiysem n'olur kusuruma bakma. Ne bunaltıcı olabileceğini bilirim.

Tutku'nun (dolayısıyla senin) mesajının da farkındaydım, farkındayım. Daha sen Tutku'yu bana vermezden önce, sadece sözünü ederken bile.

Ama ne hissettiğimi söylemese miydim be canım? Belki de böylesi daha iyi oldu. Zaman hem çok hem az. Açık olmak iyi oldu. Manasız kırgınlıkların da önüne geçmiş olduk böylece.

OK; bu son hüzünlü, hassas mesaj olsun. Sakinleşelim. Sonrasına bakarız. Ben de burada olacağım.

Güzel bir gün olsun. Öperim. :-)



 Sent: Wednesday, March 26, 2008 9:12:51 AM


 
 
Günaydın,
 
Yazdıkların için teşekkür ederim. Okumamış olmayı tercih ederdim. Böyle bir mektupla karşılaşmamak için bütün iyi niyetimle "Tutku"yu vermiştim sana.... Tekrar oku istersen. Ama eğer anlamamakta kararlıysan elimden birşey gelmez.
 
Verdiğim tüm karışık mesajlar için üzgünüm... Konserden sonra, sen saçlarımı öptüğünde anladım ki, senden istediğim şey, var olandan bir adım fazlası değil. Biliyordum ama emin oldum. Daha kibar söylenemediği için dosdoğru söylüyorum; bende karşılığı olmayan bir hazineyi üzerime yığıyorsun. Kendimi milyarlarca ışıltılı mücevherin altında ezilmiş ve nefes alamaz hissediyorum. Ben artık buna izin veremeyeceğim. Bir daha hayatım boyunca tek bir elmas yüzüğüm olamasa bile...
 
Şimdi izin verirsen kendi hayaletimin ve yoluna sokmam gereken iş hayatımın peşine düşmek istiyorum.
 
Peki bize ne olacak? Bir süre sakinleşelim istersen ve izin verirsen. Gerçekten tüm dikkatimi kendime vermek istiyorum. Sonrasında burada olacağım. Ama ne sıklıkla bilemem. Tek ricam bana dolunay takvimini işaretleyen bir cadı, durmadan yaşamadığı aşkların acısı çeken zavallı kadın veya küçük korunması gereken kız çocuğu muamelesi yapmaman.
 
Ayrıca telvelerde boğulmak bizim değil, benim bir başka adamla yaşadığım ve sanırım yaşayacağım/yaşamak istediğim bir hikayeden ikinci bölümdü.
 
Sevgilerimle..

 
2008/3/25
Canım benim,

Madem benim salaklığım yüzünden konuşamadık, elimde kalan tek şey yazmak. Belki böylesi daha da iyi...

Bu sabah seni aradığımda tam "Mesajın içimi rahatlattı; sağol. 'Telvelerde Boğulmak'ı okudum. Seni bir kere daha sevdim" demek üzereydim ki, rahat konuşmak için çıktığım koridora sigara içmek isteyen insanlar akın edince, tuhaf bir mahremiyet paniğiyle ağzımdan çıkabilen tek şey o şapşal "Daha iyi misin" mırıltısı oldu. Bir tür Woody Allen sahnesi yani.

Haklıydın, insana iyiyim dedikçe habire iyi misin diye sorulursa "Bana hasta muamelesi yapma" deyiverir; gayet iyi bilirim. Özür dilerim.

Bir yandan da üç gündür "Ne oldu, nasıl oldu da, bir gün önce, bir haftadır cıvıl cıvıl olduğumuz .......'la böyle uzak düştük" diye sorup duruyorum kendime. "Ne hissediyor, ne yaşıyor"u anlamaya çalışıyorum; giderek daha da debelenerek. "Telefondaki buz gibi ses niye?" Üç gün önce telefonu içinden kuş sürüsü geçen sesiyle "canım" diyerek açan kadın, şimdi benim "canım" dememle bunalmış durumda. Hatta belki de daha önce; ekranda ...... yazdığını gördüğü sırada.

Bir yandan da tipik kendine dönme/"mea culpa" soruları: "Yanlış bir şey mi yaptım; ne yaptım? Ya da yapmam gereken bir şeyi mi yapmadım?" "Öyle olmasaydı da böyle olsaydı başka mı olurdu?" Hepsi bir arada...

Kırılmadım, gücenmedim; galiba her şeyden çok şaşaladım, anlamaya çalıştım, canım da yanmadı değil tabii. Cumartesi akşamı şarjının bitmesinden önceki otuz saniyeye, "Dur geliyorum"u söylememe yetecek kadar öncesine geri dönmek istedim hep.

Sonra "Telvelerde Boğulmak"ı okudum. Başlığı görür görmez "Eyvah" dedim; içimden bir şey cız etti. Galiba 50'den fazla kez okudum. Sorularıma bir yanıt umuduyla "Bu metin bana ne diyor, ben neresindeyim" diye diye okudum önceleri. Hâlâ emin değilim.

Sonra, herhalde yorgunluğun içinde bir aymayla bunun bir metin olduğunu hatırladım. Bana bir şey gönderen değil, ........'ın anlattığı olduğunu. Bu metnin bir yerinde olabileceğimi, hiçbir yerinde olmayabileceğimi. ........'ın benden bağımsız biri olduğunu, böyle de güzel olduğunu, zaten ..... ı bu yüzden sevdiğimi...

Sonra senin konuştuğundan, gösterdiğinden çok daha fazlasını içeride yaşadığını, kimse fark etmezken kaydettiğini, imbikten geçirdiğini hatırladım, bir kez daha anladım. Hesaplaştığın şeyin çok daha büyük, koca bir bellek olduğunu, bunu korkmadan yaptığını. Ve dile getirdiğini. Seni bir kez daha sevdim.

Senden hoşlanmam, seni seviyor, sana tutulmuş olmam -hayatımda ilk kez hangisi bilmiyorum- yoruyor, bunaltıyor olabilir; anlıyorum. Hele böyle bir haldeyken insana karşılayamadığı, karşılamak istemediği, bunun içinden gelmediği, ondan bir şey yüklenmesini isteyen -daha da yoran- bir "talep" gibi de gelebiliyor, biliyorum.

Ama değil. Şunu biliyorum, seni özlüyorum, düşünüyorum, benimle mutlu olduğunu görünce mutluyum, sesini duyunca, yüzünü görünce, birbirimize kaygısız dokununca genişliyorum. Güçleniyorum. Özgürleşiyorum. Ülkeme bahar geliyor. Uzun bir kıştan sonra hem de. Hoş bana bahar kıştan geldiydi zaten.

Bu rüzgar erken açan çiçeklerime yenilerini ekledikten sonra birkaçını savurup götürmüş olabilir, ama biliyorum, dallarım sağlam.

Bunu yıllar önce söylediydim: "Seni seviyorum" bir taahhüdün ünlem sözü değildir -oluşundan nefret ediyorum. Ama bir teşekkürün yerini almasındansa karşılıksızlığı/suskunluğu yeğdir. Ben anların peşindeyim.

Bir yandan da evet, bütün o gün görmüş adam hallerime rağmen, çocuk gibiyim. Korkabiliyorum, sabırsızlanıyorum, ısrar edebiliyorum -genellikle hep yanlış şeyde ısrar ediyorum, beni sev diyemezken dediğimi sanıyorum, sağımı solumu şaşırıp sakarlaşabiliyorum, bir çuval inciri berbat da edebiliyorum. Aksi de olabiliyorum, hatta duyarsız, kayıtsız da. Ben de kuyruğuma basılınca bağırıyorum.

Hatta, son iki gecedir, baştan beri birbirimize yazdıklarımıza bakıp duruyorum. Ben kendimi gayet açmış zannederken, ne hissettiğini doğrudan ifade edemeyen bir adam olduğum bile söylenebilir. Nazik, sıcak bir adam ama, eee?

Bu bir araba sözü bu yüzden yazdım. Ne hissettiğimi söyleyebilmek, senin bilmen için. Eskiden olsa bunalıp kafam karıştığında susar, ertelerdim. Ne zamandır yapmıyorum bunu. Konuşuyorum. Galiba iyi de yapıyorum.

Bu ilk zor durumumuz değil. Herhalde sonuncusu da olmayacak. Bütün bu hassaslığımızla birlikte bunu aşmak istiyorum, aşarız da. Çünkü yine beni sevindiren, hüzünlendiren, gözüme takılan bir anı, hikaye parçasını sana rahat rahat kaygılanmadan anlatabilmek istiyorum. Yeniden birlikte eğlenebilmek, aylaklık etmek, birlikte susabilmek istiyorum.

Tek istediğim bu değil elbette. Seninle "mutlu mesut" olmayı, bir "biz" kurmayı, hâlâ birlikte büyümeyi, birbirimizi öğrenmeyi, sırları fısıldamayı, yüzümüzü yağmura, rüzgara bırakıp birlikte yürümeyi istiyorum. Çünkü yıllar sonra bulduğum .....'ı bütün güzelliği, şefkati, arızaları, kabusları, gülüşü, ürkekliği, koca bir deniz oluşuyla seviyorum.

Bu senden bir şey istemek, talep etmek değil; içimden geçen şey bu; özlediğim...

Bu arada, bu büyük muhasebede -farkındayım son birkaç günün değil, benim aylar önce varolduğunu gördüğüm, belki de daha aylar da sürecek bir şey olabilir bu- ne yaparsan yap, hayatınla ilgili ne karar verirsen ver, beni nereye koyarsan/koyamazsan koy, olmayan rotama ne olursa olsun, ben buradayım; yani yanındayım. Gitmeyeceğim. Kalmak istiyorum. Arada bir yeterli uzaklığa kaçarım -her ne kadar bu sefer beceremediysem de. İnsan kaybetmekten korktukça yaşamaktan o kadar uzaklaşıyor. Sen de gitme, lütfen.

Bir de muhasebenin en sağlam kaleminin senin güzelliğin, yaşama sevincin, anaforu da şefkati de büyük duyarlılığın olduğunu unutma, n'olur.

Galiba ikimiz de ayrı ayrı yorgunuz. Dinlenmekte yarar var. Haklısın.

Ama bunları yazmasam olmazdı; bunu söylemezsem de olmaz. Seni özledim.

Bu arada, eğer hâlâ istiyorsan cuma günü konsere birlikte gidelim lütfen. Ben istiyorum.

Kocaman öpüldün. :-)




25 Mayıs 2016 Çarşamba

EMPATİYE SEMPATİM SIFIR!

 
 
Hepimiz anlaşılmak istiyoruz malum. Sevilelim, sırtımız sıvazlansın, anamızın yaptığı gibi aslanım, kaplanım, prensesim diye pohpohlanalım. 
Fakat ne hikmetse, bu beklentimizin neredeyse hiç ama hiç karşılanmadığı eşşek mi eşşek bir dünyadır karşımızdaki.
Doğru mu?
Hı hı diyen sesinizi severler!
 
Bak şimdi, sana bu anlaşılamama halini bıraktım kenara, benden beklenen empatiyi anlatıyorum, iyi dinle.
 
Taşınıyorum ya ben, normal olarak evin bütün dolapları gibi mutfak dolapları da boşaltılıp, paketleniyor. Sence aç mısın tok musun diyen kaç kişi var? Bir elin parmağı kadar. Ha, İstanbul burası, şanslısın diyenlerinizi duyar gibiyim. Evet, çok şanslıyım. Zira taşınmamda arkadaşlarımın hatırı sayılır bir emeği var. Onlar olmasaydı eminim çok daha zahmetli ve sancılı olurdu.
 
Konu bu değil, konu bu hengamenin ortasında onu anlamadığımı, onun haline çare olmadığımı düşünenler. Vay arkadaş, baksana buraya yahu, okula gidiyorum, akşam ders veriyorum, sosyal olarak yürümesi gereken işleri toparlıyorum ve arada ev paketliyorum! İnsaf gerçekten! Suratını sallandırmadan evvel bi baksaydın yüzüme, belki morarmış gözaltlarımı görürdün..
 
En çok da on gün boyunca telefonlarıma çıkmayan, asistanından bilgi alamadığım müteahhit adayına insaf. Bir kez daha kimseye iyi davranma, diyor içimdeki ses. Adam, on gün iletişimsiz kaldıktan ve hiçbir soruma, mesajıma cevap vermeyip, yarım saat sonra arayacağım diyerek noktaladığı iletişimi, ertesi gün ben aradığımda bir zahmet sürdürdükten sonra hala "biraz empati" demez mi?  Neye empati? İletişimsizliğe mi? Yalan mı doğru mu belli olmayan açıklamalara mı? Ben, bu insanla gelecek bir yılı hangi güven ilişkisi üzerine oturtacağım diye merak eden yok mu? Adam hala benim güvenilirliğimi nasıl sorgularsınız diyor! Gücüne gitti zahir!
 
Demagoji ne demek dün akşam hatırladım! O kadar diyeceğim. Yazdıkça manasız yere sinirim depreşti!
 
 
Evet, ben empati kurmayan, öfkeli, karşısındakine kendini yetersiz hissettiren bir insanım. Halimden anlamamak için ayak direyenin halinden anlamaya devam edemiyorum, kusura bakmayın. Var mı itirazı olan? O zaman s.. gidebilir.
 
Zira empatiye sempatim an itibariyle sıııfıııır!

24 Mayıs 2016 Salı

GİTME VAKTİ

 
 
Ayrılığın her türlüsünü yaşadım şükür; vakitli vakitsiz, ölümlü, ölümsüz, şehirden şehire, ülkeden ülkeye... Vedalı, vedasız... Artık ne gelirse aklına. Hiçbirinden, hiçkimseden görüldüğü kadar kısa sürede vazgeçmedim. O son sahneye, sözde karar anına gelene kadar her defasında aklımla kalbim arasındaki yolu, bıkmadan usanmadan arşınladım durdum. Ne zaman ki başka seçeneğim kalmadığından emin oldum, ben hep o vakit gittim birinden veya bir yerden.
 
Ayrılık benim hassas konumdur, zira zannımca ölümden hallicedir. Abartmadan söylüyorum, bu konuda yaşanmışlıklarımı kenara koysak bile, ciddi bir okumuşluğum vardır ki, doktora tezi yazacak bir birikimden bahsediyorum!

Arkaya baktığımda olay yerini ilk terk edenin her daim ruhum olduğunu görüyorum. Önce o vazgeçiyor birinden, bir yerden ya da bir şeyden. Küçücük bir hareket, anlamı sadece beni yaralayan bir söz usulca süreci başlatıyor. Sonrasında bu ruhsal kopuşa zihnimin en ücra köşelerinden mazeretler bulma dönemim başlıyor. Birkaç hafta ile birkaç ay arası süren bu alacakaranlık günlerini hiç işaret vermeden geçirmiyorum aslında. Haberdar ediyorum etrafımı, "bak ben gidiyorum" diyorum. Çoğunlukla canımın acısına yenildiğimde, öfke nöbetleri ardı sıra  gelen bu cümleler asla duyulmuyor. Yazsam, kelimelerim görünmüyor. Zaten duyulmadığım ve görülmediğim o yerde  kalmak iyice anlamsızlaştığında, son hamlemi yapıyorum, gidiyorum.
 
Hayatımın hiçbir döneminde, kimseye blöf yapmadım. Nadiren gitme kararımı ertelediysem, olsa olsa yufka yüreğimdendir. Ayrılık acısına katlanamamaktan çekinmemden, taşlar devrilir altında kalırım diye kabusa yatmamdandır. Neyse ki cesaretim on kaplan gücünde olup, er geç, Çin Seddini bile aşabilirim. Bu yüzdendir ki ruhumun vazgeçtiğini, bedenim er yada geç terk eder.
 
Şimdilerde yaklaşık iki yıl önce güle oynaya yerleştiğim, taşınırken acaba alışır mıyım diye telaşlandığım evimi bırakıyorum. Işığına vurulduğum odalarını tek tek gezip, her penceresinden bulutları seyrediyorum. Kumsaldaki uzun yaz sabahlarını ardımda bırakırken, gelecek yaza gülümsemekte zorlanıyorum. 

Evime teşekkür ediyorum, beni koruduğu, huzurla yaşamama izin verdiği için... Anneannemin mutfağına benzeyen bardak rafım için. Ay seyrederek uyuduğum yatağım ve günbatımını izlediğim kumsalım için... Salondaki birbirinden güzel derslerim için. Ve tabii doğru düzgün oturacak yerim olmadığı halde beni ziyaret eden arkadaşlarıma da teşekkür ediyorum; evimin yoklarını değil, varlarını gördükleri için... Arkadaşım saydığım şu gizemli karga için de teşekkür ederim, onun yeni evimde de beni ziyaret etmesini öyle çok isterim ki..



Bir kez daha önce ruhumun ısındığı, sonra hızlıca karar verip yerleştiğim ve içinde gerçekten çok mutlu olduğum evime hoşça kal diyorum. Dilerim benden sonra yaşayanların da seni sevsinler, sen de onlara bana verdiğin gibi huzur ve mutluluk ver. Gidiyorum diye de bana gücenme olur mu? Artık istesem de burada kalamam.. Ruhum gitti, ardından devam etmekten başka seçeneğim kalmadı... Seni çok özleyeceğim, benim için hep özel olacaksın.

Her şey için teşekkür ederim benim İstanbul'daki ilk evim, güzel evim...

İNSANLARIN DOLAPLARI

 
 
"Şaka mısın kardeşim?" demek istiyorum. Tanıdıklarımın farklı yakınlıklar kurdukça görebildiğim bin bir yüzü ve az tanıdıklarımın reklamın iyisi kötüsü olmaz kafasıyla yaptıkları beni hayrete düşürüyor. Vay arkadaş, bunu da gördüm ya, daha ne kalmış olabilir diyorum içimden!
Mantık şu: "öyle bir reklam yapayım ki, birileri bana gülmeden evvel, ben kendime gülüyorum gibi olsun! Ah ne olgun kadın, nasıl da güzel anlatmış, kendini hafife almış, olmuş bu olmuş desinler"
Bak bak, ego, zeka, pazarlama stratejisi... Rabbim ne verdiyse bir kafada dertop olmuş!
 
Hadi bu yedi kat el, ya bir dönem dibinde yaşayana ne demeli? Hani aptal desen değil, cahil hiç değil. Amma gel gör ki tanıdığı bir avuç insanın adından bahsetmeden gün olmuyor ki geçsin!
Neden? Çünkü kendini bu insanları tanımış, az veya çok onlarla temas halinde bulunmuş olmakla tanımlıyor. E güzel, etrafta bunlar var da, sayın abim sende ne var dediğinde, tıssss.
 
İleri yaşlarda ilişki kurmak, hayata birilerini kabul etmek gerçekten hiç olmadığı kadar zor ve bir o kadar da kolay: seveceksin, samimi olacaksın. Önü ardı bu kadar yahu.
Tek sıkıntı "hem kendini, hem beni seveceksin, hem kendine, hem bana samimi olacaksın" 
Başka bir isteğim yok vallahi.
 
Neyse, buraya niye geri sardık derseniz, eski kısa dönem sevgililerimden birinin kız kardeşi bir Japon'la evliydi. Adamı da tanımam etmem, yani Japon'u. ( Aslında her ikisini de:)) Ama biliyorum ki kendisi değerli bir seramik sanatçısı falan. Yani tek özelliği Japon olmak diiil insancığın. Ama gel gör ki, bizim zat-ı muhterem ne zaman kız kardeşten konu açıksa ilk söylediği "eşi Japon!" Eeee bize veya sana getirisi? Seni daha değerli kılıyor mu kardeşinin seçimi? Yoooo. Maddi bir kazancın var mı? O da yok! E bunca ünlü okur yazarı tanımanın sana kattığı nedir? Hiiiiçççç.
 
Komik hayatlar, komik insancıklar. Fark yaratmaya gücü olmayan, başkalarının ekmeğinden tırtıklayarak ruhunu doyuranlar..
 

23 Mayıs 2016 Pazartesi

22 Mayıs 2016 Pazar

 
İnsan kendine kapalı kutu... Biri gelip kallavi bir tekme savurmadan ya da zamansız bir rüzgarla fırlayıp gitmeden kapak, kutunun içine sinmiş iyi ve kötüyü koklamak mümkün olmuyor.
Bile bile canımı yakan herkese çok kırgınım.. Affetmiyorum.

21 Mayıs 2016 Cumartesi

ZEYTİN GÖZLÜM

 
 
 
 
İçimden konuşmalarım bitmiyor. Belki azaldı ama inan bitmiyor. Bazen olaylar karşısında verdiğin tepkileri hatırlıyorum ve artık burada olmadığım zamanlarda gerçekleşenlere vereceğin olası tepkileri kurgulayıp gülüyorum. Kafamın içinde sesini, durumla ilgili cümlelerle montajlıyorum ve gülüyorum. Seni gülerek hatırlıyorum. Hatırlamak? Yaşatıyorum!
 
Elbette ağladığım oluyor. Ama artık hiç ağlamadan da senden bahsedebiliyorum. Geride bıraktıklarınla devam etmem, etmemiz gerektiğini anladım. Üstelik bunu sana en yakın olanlar başarabiliyorsa, ben de yapabilmeliyim. Seni özlesem, eksikliğini hissetsem bile bıraktıklarına sıkı sıkı tutunup, emek harcayabilirim.
 
Bugün pazara gidiyorum. Gelecek misin? Orası sen kokuyor. Buğday kokuyor. İlk mutfağımızı hatırlatıyor bana. Önüme koysan sabah akşam falafel yiyebilecekmişim gibi asla doymadığım günlerimiz...
Hüseyin nerede acaba? Kıbrıs'a mı dönmüştür? Hande ve Ali'yi buldum. Can İstanbul'daymış. Görkem'e ulaşamadım.. Ama ne oldu biliyor musun Naciye ile karşılaştım Denizcilik Bayramı'nda. Öyle tuhaf bir histi ki, hemen ardından sen çıkacaksın sandım. Umutlandım. Aptalca sevindim... İçim cız etti....
 
Senin gidişinle yaşlandım ben. İlk beyazım da böyle çıktı. İçimde sonsuz bir gözyaşı pınarı olduğunu da o gidişle öğrendim... Hala, bugün gitmişsin gibi, koca bir mandalina bahçesini sulayacak kadar ağlayabilirim ardından.
Sesini, sinirini, neşeni, heyecanını, şefkatini, inancını, inadını, yalnızlığını, saçlarındaki sabun kokusunu unutmak ne mümkün... Kardeşim...
 
Anılarımızın hepsi pırıl pırıl aklımda fakat en çok sığındıklarımı artık yazacağım. Oraya sık sık saklanınca anladım ki, bazı detaylar silikleşmeye başladı.
 
Sarnıcı hatırlıyorum, yol üzerindeki. Hani tiyatroya giderken. Hayatımda ilk kez ney sesini o gün duymuştum. Gülben'den dönüyorduk, külüstürü yol kenarına çekip, sarnıcın basamaklarına oturmuştuk. "Burada güzel ses çıkar" demiştin. Yeni yeni ney üflüyordun. O yıllarda ben ney nedir, ardındaki mana nedir bilmezdim... Yine de önemli, derin bir duygu sezer, usul usul dinlerdim seni. O gün benim ilk ney duyduğum gündü.
 
Sonra Hadigari'ye gittiğimiz akşam var. Ne gülmüştük! Ya Londra? Ashoka toplantısını ve senin Bond Street' deki garip otel odanı da sık sık hatırlıyorum. O en beğendiğin vejeteryan lokantası kapanmış biliyor musun.... Gerçi ne önemi var, sensiz gittiğimde yemeklerin tadı tuzu yoktu ki zaten.
Bir de sevgilimle kavga edip, yorganımla sana kaçtığım gece! Bütün mahalleye rezil olmuştuk ama ne umurumuzda!
Ah ya, burada olaydın da dünyaya rezil olaydık!
 
Senin hakkında yazarken, bizim anılarımızı kelimelere dökmeye çalışırken, hiç olmayan bir şey oluyor. Anların, yaşanmışlığın gücünü, etkisini, sevgisini yansıtamıyorum. Her kelime az, her cümle eksik.. Bu kelimelerde senin sesin yok, bakışın yok... Kolundaki sepeti ve içinde neler olduğunu yazabilirim ama ya kokusu?
 
İyi ki doğdun dostum. İyi ki karşılaştık. İyi ki ilk gençlik hikayelerimizi yan yana yazdık. Nasıl olsa kalplerimiz hep bir! Zişan büyüsün ben de geleceğim söz, ayrılmayacağız....
 
 
 

20 Mayıs 2016 Cuma

MAÇAVALESİ

 
 
 
 
Alice, Cheshire Kedisi’ne sordu: “Hangi yöne gitmem gerekiyor?”
“Sorunun cevabı nereye gitmek istediğine göre değişir.”
Alice: “Nereye gittiğim çok da umurumda değil. Bir yere varayım yeter ki.”
Cheshire Kedisi: “O zaman ne yöne gittiğin fark etmez. Yeteri kadar yürürsen emin ol bir yere varırsın.”
 
Üç taş var cebimde; eğri büğrü, gri yeşil tonlarda... Ve yolumda bilmediğim üç kent. Biri bu taşların geldiği yer.
Yanıma harita almak istiyorum, sonra istemiyorum. Müzelerin listesini yapıyorum, ardından gülüp bırakıyorum. Boticelli ona uğramadan döndüm diye gücenip, Caravaggio karanlıklara gömülmez değil mi?
 
Zamanın gitgide daha kıymetli olması ve yine zamanın tüm yaşanmışlıkları hapur hupur yiyip yutan bir canavara benzemesi beni ürpertiyor. Çoktan unuttuğum veya unutmayı tercih ettiğim şeyleri yemesi sorun değil ancak, hala hatırlamak istediklerimi de acımadan çiğniyor, öğütüyor, yutuyor! Keşke ben ellerimle besleyebilsem unutma makinesini; ona artık hatırlamak istemediğim yaşanmışlıklarımı yedirsem ve benimle kalmasını istediklerimi çaktırmadan saklayabilsem ceplerime..
Olmaz, biliyorum. Hafıza, beni benden, beni gelecekte geçmişi tekrarlamaktan koruyan tek, tek,
tek ne?
 
Neyse ne. Adam okyanusun yedi kat dibinde hayat var diyor, biz burada hala bitti biter, gitti gider vaktimizle ne halt edeceğimizin matematiğinde boğuluyoruz.
 
İnternetten bakarken, iskambil destesi gördüm müzenin hediyelik eşya dükkanında. Şeytan al bir deste dedi. Al ve postala isimlerine. Yapmayacağım. Yok saymanın gücünü zat-ı şahanelerinizden öğrendim. Peki o üç taşı ne halt etmeye saklıyorsun dedin di mi? Saklıyordum. Şimdi onları ait oldukları kente bırakacağım.
Tüm çemberleri tamamlıyorum. Böö!
 
Ne o korktun mu?

18 Mayıs 2016 Çarşamba

LONDRA VEYA BAŞKA BİR YER NE ÖNEMİ VAR?

 
 
Hepsi uyar. Yeter ki buralardan uzak olsun... Sabahtan beri Ankara Antlaşması'nı okuyorum. Londra'daki kiralık ve satılık evlere bakıyorum. Sonra Uruguay ve Vietnam'a bakıyorum. Hepsi nasıl cazip, nasıl da el değmemiş...  Hayali bile güzel!
 
Kademeli geçiş adını verdiğim son iki yılı gerçekten de öyle geçiriyorum. Son bir buçuk sene normal koşullarda pek bayılmayacağım bir lokasyondaki evimde eşyalarımı azaltarak, hatta neredeyse eşyasız kalarak yaşamayı iyi kötü başardım. Okullardaki derslerim ve yetişkinlerle derslerim de belli bir seviyeye geldi şükür. Artık içime sıkıntı veren çeviriler bitti. Sağlığım dersen on numara beş yıldız. Eee? O zaman ikinci aşamaya geçmek için neyi bekliyoruz?
 
Şimdi, ruhsal olarak çözemediğim ve beni yaralayan sıkıntılı kutuları devirmek üzere eski mahalleme dönüyorum. Görelim bakalım elimi, kolumu, ruhumu bağlayan ne imiş? Kim imiş?
O ev, yeni ev paylaşılacak bir mekan olacak. Böylece bir adım daha küçüleceğim. Kışı burada tamamlar mıyım, yoksa her şey çok daha evvel mi çözülür bilmiyorum. Göreceğiz.
 
Azalarak, küçülerek bitiriyorum hayatımın sevmediğim bölümlerini. Yerine yenisini koymaya yer açıyorum, alan yaratıyorum. Başarı oranıma da hiç takılmıyorum. Hangi yola çıkarken, varılacak noktaya ulaşıp ulaşılamayacağından emindik ki? Hı?
 
Kırk iki yıllık ömrümde hem ihanete uğradım, hem de ihanet ettim. İhanetlerimin çoğu kendimeydi. Yoluma, izime, hayallerime ihanet ettim. Belki bu yüzden en hassas olduğum konulardan biri oldu yarı yolda bırakılmak. Ne zaman kim beni yolda bıraksa, kendi kendimi yolda bırakmışlığımı hatırladım. Yoksa giden s.. tirip gitsindi, kimin umurunda?
 
T.A. hayatıma ve kendime bakışımda kesinlikle bir fark yarattı diyebilirim. Bir kez daha aslında safra sayılabilecek insanları ne sebeple hayatımıza kabul ettiğimizi gördüm. Kendime sormaktan köşe bucak kaçtığım soruları sordum. Soruyorum. A.V 'ın bana sorduğu sorulara da içimden cevaplar veriyorum. Sonra katıla katıla gülüyorum. Pireyi deve, deveyi berber, keli tıraş eden halime pek şaşırıyorum.
 
Velhasıl evimi, kendimi ve hayallerimi aynı anda toparlarken kah gülüp, kah ağlıyorum. Hala toprağın üzerindeyim ya, kalanını s.. tir ettim yürüyorum dostum:)

17 Mayıs 2016 Salı

DARACIK BİR SABAH...

 
 
Bildik anlamla insan değiliz artık, değilim. Merhamet, halden anlamak, sevmek, saymak bitti bu kentte. Bu kentte? Belki de her kentte... Bilmiyorum ki, gitmek demek bütün bu olumsuzluklardan uzaklaşmak olabilir mi sahiden? Yoksa onları da kuyruğuma bağlayıp mı gideceğim? Keşke emin olsam... Peki ne o zaman? Bilemeden, olasılık hesapları yaparak mıhlanıp kalacak mıyım?  Duracak mıyım? Gergin omuzlarım, bitmeyen dandik işlerim ve birgün ama ne zaman geleceği  belli olmayan birgün hayaliyle toza küle mi karışacağım? "Önü ardı bu be tatlım" diyor oralarda birileriniz, nereden biliyorsun? Ardına baktın da, önüne baktın mı ki hiç?
 
Kıyafetlerim dar geliyor bu sabah. Evim dar. Pencereden bakıyorum, cadde dar... Deniz kıyısına koşuyorum, deniz göl!
 
Nefes al, nefes ver....

SIKIŞMAK

 
 
Dünya haritasına bakmayalı ne çok olmuş... Hatta ülkemin haritasına... Oysa hayallere dalmanın, gerçekleri umursamadan yalnızca kendi rotan üzerine düşlere uzanmanın en güzel malzemesidir haritalar..
 
Uzak ülkeleri, başka hayatları düşündürür insana. Hiçbir iz bırakmamış olduğumuz, bizde bir tek yaşanmışlığı olmayan uzak, havası, suyu farklı kentler.. Bazen gitmek kaçmak değildir, kendine dönmektir. Başka bir dilde soluk almak, rüyalarının dilini değiştirmek nasıl iyi gelir...
 
 
 
 
Kıyafetleri değişir insanın, saçını savuruşu, sabah kahvesini yudumlayışı farklılaşır. Dokunmanın, koklamanın, görmenin yeniden anlamlandığı sabahlar geri gelir. İkinci, üçüncü hatta yüzüncü defa doğmak varken bir hayata sıkışmak, var olanı sanki en iyisiymiş gibi kabullenerek ruhu bunca ağırlık altında ezmek... Hiç makul gelmedi bu sabah. Şeytan "otur be kızım kıçının üzerinde" dese de, başımı kaldırdığımda meleğimin kanatlarının rüzgarı çoktan kirpiklerimde...
 
Ruhum gitti bile!
 
 
 

16 Mayıs 2016 Pazartesi

ŞANS NEDİR?

Bir yıkıntının altında kaldım diyen sen, biliyorum  acı çekiyorsun. Belki kolun bacağın sıkışsaydı, şu soluksuz kalan kalbin kadar canını yakamazdı...
Ama işin güzel tarafı ne biliyor musun? Aslında ortada bir yıkıntı yok! Dur dur kızma hemen, elbette his olarak bir harabe var. Ancak benim baktığım yerden görebilseydin, altında kaldığını düşündüğün tüm bu olumsuzlukların aslında ağırlıksız, hatta formsuz olduğunu anlardın. Fakat işin kuralı bu, harabede sıkışma hissi içindeyken, o duygunun yanıltıcı etkisiyle aslında olmayan ağırlıklar altında ezilirsin. Oysa birkaç ay sonra sadece şans eseri, büyük bir depremden kurtulduğunu görünce, her biri nasıl da komik, minicik ve haddinden fazla anlamlandırılmış gelir bir bilsen!
iNSANIN BULUTU, KUŞU, AĞACI ÖPESİ GELİR SEVİNÇTEN!
Şimdi sen yoruldun, hırpalandın ya ben abla oldum bu durumda. İstersen sana kendi hikayelerimi ve başka kadınların hikayelerini anlatırım. Bol bol güler, ağlarız. Erkeklerin, görür görmez kaçtıkları yaralara biraz merhem sürer, yeni bezlerle örteriz. Azıcık şifalı şarkılar da söylersek, bahar seni tez zamanda bulutlara kadar yükseltir:)
İnsanın ruhu ağırlıksız sevgili dostum, ruhuna taş bağlamış kadın ve erkeklerden uzak olsun hayatlarımız....

15 Mayıs 2016 Pazar

ŞAHANE HAYAT!

Şahane hayatım var. Kendimi, yaşadığım her an için şanslı hissediyorum. Özellikle de son yirmi dört saat içinde Bostancı, Nişantaşı, Ömerli ve Bostancı turu öyle değerliydi ki. Kadınlar, kardeşler, yemekler, keşifler, kumsaldan seyredilen yağmur ve şimşekler... Yeni hayatlara atılan adımlar... Yazmayacağım ama şahane hayatım var! Şahane hayatımız var ufaklık:)

12 Mayıs 2016 Perşembe





İnsan bazen okuduğu kitapların* fazlasıyla etkisinde kalıyor sanırım. Zira dün gece uykuya daldığımda ne rüya göreceğime dair endişelerim vardı. Ve gerçekten de sabaha karşı gözümü açtığımda yüzümü buruşturmuştum. Çünkü senden bir mektup geldi! Küçücük bir zarf. Üzerinde ismini görüyorum. Ve bir cümle. Fakat ne yazık ki sabah cümleyi hatırlamıyordum. Bu minicik zarfın postada kaybolmadan gelmiş olmasına şaşırıyorum. Elime alınca da içindeki mini minnacık defteri fark ediyorum. Sonra "bunu bana niçin gösteriyorsunuz?" diyerek fırlatıp atıyorum.
 
Kitap, korkularınızdan kaçamazsınız; kaçsanız bile rüyalarınıza gelirler der gibi başladı.
Galiba benim en eski korkularımı tetiklediğin için rüyamda böyle bir sembolle karşılaştım. Gerçi artık beni ne korkutuyor, ne de öfkelendiriyorsun. Her şey nasıl da hızla eskiyor ve eskiye karışıyor... Hayret!
 
Çok değil birkaç ay geriye baktığımda, umudumun sıcaklığına, tazeliğine şaşırıyorum... Sonra azıcık şimdiki zamana yaklaşıp öfkemin, kırgınlığımın beni nasıl ele geçirdiğine baka kalıyorum..
Duygular da eskiyor, tıpkı kelimeler ve daha pek çok şey gibi... Ama neye seviniyorum biliyor musun, bulutlar eskimiyor mesela; ne zaman baksam pırıl pırıl, pamuk gibiler. Deniz eskimiyor. Güneş ve Ay eskimiyorlar. Etimiz eskiyor, saçlarımız eskiyor. İnancımız eskiyor. Buna ihtiyarlamak diyoruz değil mi? Eskidik artık dersi Fatma Teyze, rahmet istedi...



*gece

9 Mayıs 2016 Pazartesi

SEN BENİM HAYATIMSIN

 
 
Bu veya buna yakın bir cümleyi, birine söylemeden göçüp gitmek, çekirdek ailemden ayrı düşmek kadar eski bir korkum... Neredeyse otuz yıl önce T. Uygur ile Beşiktaş sırtlarındaki korudayız. Galiba biraz yürüyüp, oradan Taksim'e gideceğiz. Kimbilir? Yanımıza bir çingene yaklaştı. Daha biz gardımızı alamadan sevgili olduğumuza kanaat getirip, başladı anlatmaya. O anlattı, biz güldük. İkimiz de sevgililerimizle pek mutluyduk, varsın anlatsındı çingene kız!  Şimdi düşünüyorum da, aslında o gün söyledikleri, kehanetleri hiç komik değildi...
T.' ya dönüp, "bu kızı çok seviyorsun belli, ama o ne seni ne de bir başkasını aha şuradan sevemeyecek!" diyerek, göğsünü işaret etti.
 
Transaksiyonel analiz sonrası düşünüyorum da, bu cümleyi kaderim bellemiş ve aklıma kazımış olabilir miyim? Yani ben kimseyi sevemeyecek miyim? Aha şuradan? Bir de Prusya Kralı'nın kehaneti var: "ablam artık tek tabanca yaşayacak!" demişti. Benim bunu duyduğumu bilmiyordu, ben de cümlenin önünü ardını bilmiyordum. Ama onu da keçeli kalemle yazdım  taaa içime!
 
Üçüncüsü var mıydı gerçekten hatırlamıyorum. Zaten ha iki , ha üç ne fark eder ki?
 
Adını baharın ilk çiçeğinden alan bir arkadaşım, "senin yazıların pek duygusallaştı son zamanlarda" dedi. Neden duygusal olmasın ki, kalbim kırıldı, üzerime üç beş hayal kırıklığı düştü diye hissetmeyi mi bırakacağım?
 
Boşversene, bir cüce için blog yakmaya değmez tatlım:)))
 
Kitaba dönersek, hoşuma giden birkaç cümleyi paylaşmak istiyorum, aslında kitabı alıp, sevdiğim insanlara vermek istiyorum. Çok büyük bir edebi kıymeti var diye değil, kalpten diye...
 
"Mutlu geçmişin hayaliyle karşılaştığında, yitirdiklerinin bilinci içini neredeyse dayanılmaz bir pişmanlıkla kaplar. İşte o zaman güvenli bir yere gizlenip yaralarını sarmak istersin çünkü ruhun, acının yabanileştirdiği evcil bir hayvan gibidir."
 
"Sonra zaman geçer, o insanı tanımaya başlarsın, farklı durumlarda yaptıklarını görürsün. Hem eğlencede hem kolları sıvamak gerektiğinde. hem her şey yolunda giderken, hem sorun çıktığında. ve her zaman içgüdünün haklı olduğu ortaya çıkar. maskenin arkasında, daha karmaşık bir karakter gizlidir, seni hiç beklemediğin zevk ve düşünceleriyle, dünya görüşüyle şaşırtır... İlk izlenim önemli bir şehir efsanesi değildir ve onu göz ardı etmek bazen insana zarar verir. Yaşam sık sık bana bu dersi vermiştir, yine de her zaman anlamayı bilememişimdir."
 
"Sana yüksek sesle gazete makaleleri, şiirler, romanlardan bölümler okurken örtüleri üzerine çekip  yatmayı ne çok seversin!...çocukluğuna geri gittiğini söylemiştin... Benim için mutluluk budur, demiştin, yatakta, uykuya dalmak üzereyken: başıma asla kötü bir şey gelmeyeceğini bilerek, tanıdık bir sesin beni uzak ve gizemli dünyalara götürmesi."
 
"Sık sık büyük korkularımızı düşünmemek için küçük korkularımızı beslediğimizi düşünürüm."
 
"Yanımda olmayı bilirsen,
ve farklı olabilirsek (...)
İşte o zaman aşktır
ve birbirimizi onca zaman beklemek boşa
çıkmayacaktır"*
 
"Bizi birbirimize bağlayan o sözcükleri yine bulabilecek miyiz? Mücadeleye devam etmeyi, seni yitirdiğimi hissettiğim karanlığı aydınlatmayı başaracak mıyım? Daha kendi kendime bu soruyu sorarken yanıtı buluyorum: gerçekten seven asla vazgeçmez."
 
"gerçekten layık olmadığını düşündüğün zaman aşkın mazoşist tarafı ortaya çıkar. Sanırım bu, çok eskilere dayanan bir gerçekliktir. Eğer asla kimseden güzel ya da başarılı olduğunu duymadan, dünyada kendine rahat bir yer edinmeni sağlayacak destekleyici bir sözcük işitmeden büyürsen, o sessizliği ömür boyu hiçbir şey bozamaz. ne olursa olsun, içinde her zaman çirkin, başarısız ve yetersiz, iyiliğe aç bir çocuk olarak kalırsın."
 
"Tuhaf ama bunu herkes yapamaz. Mutluluğu bulunca, onun değerini bilmek herkesin harcı değildir. Karşılaştığın o insanın, yaşamını değiştireceğini ve onsuz artık hiçbir şeyin anlamı olmayacağını anlamak kolay değildir. İçimizi açıkça görmemizi engelleyen bu tuhaf duygusal körlük nedeniyle ne çok fırsat kaçırılır! Dünya, sevmek ve sevilmek şansına sahip olup, onu yakalamayı bilmeyenlerle ya da o şansı yakaladıktan sonra boşa harcayarak, ömürlerinin geri kalan bölümünü üzücü biçimde pişmanlık duyarak geçirenlerle doludur."
 
"Aşkta yerçekimi yasalarına meydan okuyarak akrobasi yapanların düşüşünü hafifletecek hiçbir ağ yoktur"
 
"Önemli olan kendi kendimize ihanet etmememizdir. Çünkü eğer aşka kulak vermezsek, yolumuzu kaybederiz."
 
"Bugün biliyorum ki eğer aşk seni arıyorsa, ona ulaşmak senin elinde. Bunun için tüm kapıları açık bırakmak gerek: Kimin içeri gireceği ve sana neler getireceği bilinmez. "
 
"Yıllar geçtikçe yaşamımızdan çıkan, bizleri bırakan insanların eksikliğini daha çok hissediyorum. başkalarında uyandırdığımız anılarla var olduğumuzun bilincindeyim. Yine de birçok kişinin sahip olduğu kolayca unutabilme yeteneğine şaşırıyorum."
 
"Alınması çok güç kararlar vardır ama eğer seçimlerinde sana rehberlik eden sadece aklın değil yüreğinse, içini ferah tut; asla pişmanlık duymaz, fikir değiştirmezsin."
 
 
Velhasıl dileğim şu ki, ölmeden evvel sen benim hayatımsın diyebilmek istiyorum. AMA İÇTENLİKLE, SAMİMİYETLE VE TAM ANLAMIYLA GERÇEKTEN...
 
Hatta yakın geleceğe söylüyorum bu gece:
 
"SEN BENİM HAYATIMSIN!"
 
*P. Neruda
 
 

SEN BENİM HAYATIMSIN*


Blog yazmanın en güzel yanlarından biri, sabahın yedisinde siz klavyenin başına oturduğunuzda, günün ilk kahvesini içerken ne yazdığınızı merak eden birinin, şehrin, kim bilir belki de ülkenin veya gezegenin bir ucunda kelimelerinizi bekliyor olması!
Bence bu büyüleyici bir şey! Konya'daki dostumun fakültedeki işlerinin arasında fırsat buldukça bloğuma baktığını, yeni tanıştığım arkadaşlarımın ve öğrencilerimin, hatta velilerimin satır aralarında "acaba bugün bizden bahsetmiş mi ?" merakıyla dolandığını bilmek hoşuma gidiyor. Değerli, keyifli hissettiriyor. Bir yandan güne, ana ait duygularımı belgelerken, öte taraftan konuyla ilgisi olan ve olmayanlarla paylaşıyorum. Çok mu popülersin derseniz, yoooo. Daha çok hancı gibiyim. Yazdıklarım birilerini belli dönemlerde ilgilendiriyor ve sonra başka mecralara gidiyorlar. Kalıcı ekip mi? Onlar var ve çok kıymetliler:)
 
Dün neredeyse tüm öğleden sonrayı okuyarak geçirdim. Ferzan Özpetek'in SEN BENİM HAYATIMSIN, isimli romanını bitirdim. Çiftlerin birbirine bu kadar kolay söyledikleri cümleyi kendi hayatımda evirip çevirdim... Bunu sonra yazsam? Fakat kitabı sevdim. Tıpkı filmleri gibi neşeli, hüzünlü, samimi... Kelimenin tam anlamıyla "gerçek" duygularla dolu. Nasıl Ferzan Özpetek filmini durdurup tuvalete gitmezsen, kitabı da kenara bırakıp bir şey yapası gelmiyor insanın.
Satır aralarında geçen kilise ve sokak isimlerini not ettim. Belki Roma'dayken kaldığımız yere yakındır da gidip bakarım diye geçti gönlümden. İnsan kelimeleri ve duyguları üç hatta beş boyutlu hissetmek istiyor:)) Nasıl yapacaksa artık!
 
Sanatta beni en derinden vuran şey tıpkı gerçek hayattaki gibi samimiyet ve gerçeklik. Estetik, buna bağlı olarak renkler, sesler.. kullanılan tüm araçlar sadece pasta süsü gibi. Asıl lezzeti veren samimiyet ve gerçeklik. Okurken kahkahası kulağımda çınlamayan, canının acısı içime işlemeyen yazarlardan çabuk sıkılıyorum. Belki bu yüzden Enis Batur okuyamıyorum. Harika ve de eşsiz bir şair olabilir, ancak ben onun gözyaşının ılıklığını hissedemiyorum... Benim şairim değil.
 
Ferzan Özpetek'e dönersek, filmlerini ve çizgisini sevenlere kitabı şiddetle tavsiye ederim. Elbette böylesine güzel ve dolu hayatlara sahip olamadığınız için hayıflanabilirsiniz, ancak henüz ölmediniz, ölmedik di mi? Bir tane de bizim yaratmamızı engelleyen kim ki?
 
Aşkın cinsiyeti olmadığına inanlardansanız, ölülerinizi unutmayıp, anıları çıkartıp çıkartıp okşayanlardansanız ve gerçek aşk için umut beslemekten asla vazgeçmediyseniz kitap tam size göre!
 
Evet benim kalbim boş. Pelin Özer'in cümlesiyle söylersek "üzerine kırk köy kurulacak kadar ıssız", ama buna Winterson cümlesiyle karşılık vereceğim: "romantik aşk cep kitabı biçiminde sulandırıldı ve binlerce ve milyonlarca sattı. bir yerlerde hala özgün halinde, taş tabletlere yazılı. denizleri geçerdim ve güneş çarpmasına tahammül ederdim, sahip olduğum her şeyi verirdim ama bir erkek için değil, çünkü onlar mahveden olmak istiyor, asla mahvedilen değil. bu yüzden de romantik aşka uygun değiller. istisnalar var ve umarım mutludurlar."
 
Yaşadıkça umut var ve aşkın bin yüzü var:)