8 Mayıs 2016 Pazar

ANNEM II: HAYAT KUTLAMADIR....

 
 
Ülkeden ilk ayrılışımdı. Havalimanına yaklaştıkça arabanın içindeki sessizlik büyüdü. Kimse konuşmuyor, hatta nefes almıyor gibiydi.. Vazgeçmek istedim. Tamam, gitmiyorum, hadi eve dönelim diyecektim ve tüm bu nefessiz bırakan sessizlik pencerelerden uçup gidecekti. Yapmadım. Yapamadım. Hayatta ben ve diğerleri arasında sıkıştığımda, kendimi, bilinmezlikle, bilinenin konforu arasında kaldığımda bilinmezi seçtiğim nadir anlardandır.
 
Ardımda bıraktığım anne, kardeş, sevgiliye rağmen uçağa bindim. Bavulum, kafam, kalbim on ton ağırlığındaydı. Ayaklarım, bacaklarım benim değildi artık. Minicik olmuştum! Ağlamadım. Onlara bakmadım. Baksaydım, eğer bir saniye için geri dönüp göz göze gelseydim, o uçağa binemezdim. Ama bindim.
 
Hayatımın en güzel yılını yaşamak için yola çıktığımdan habersiz körili tavuğumu yerken ve şarabımı yudumlarken, arkamda bıraktığım insanlar gerçek anlamda orada kalmışlardı. Oysa ben, bulutların arasında süzülüyordum. Hafiflemiştim, içim serinlemiş, kafam sakinleşmişti. Elimdeki minyatür kitabına baktım, sonra güldüm. Ne minyatürü ya, vur kafayı uyu dedim kendime.
 
Uçaktan inişim, beni bekleyen Jaguar ve  sağlı sollu kiraz çiçekleriyle bezenmiş sokaktaki tipik İngiliz evine ulaştığımda çoktan delikten yuvarlanmış, tekrar büyümüştüm. Uzun süre tavşanı görmedim. Zamanı düşünmedim. Sadece oradaydım.
 
Günlerden bir gün, çatıdaki  odamda günlük etrafı toparlama ritüelimi gerçekleştirirken, kenardaki  kaset çaları gördüm. Sene iki bin, o  aletin odalardaki son saltanat günleriydi. Kardeşimin arabada giderken bana uzattığı kaseti hatırladım. Sahi neredeydi kaset?
 
Buldum. Kaseti taktım, güzel güzel çalmaya başladı. Taa ki anneyle ilgili bir şarkıya gelene kadar... Şarkı başladı ve ben havalimanında, arabada tuttuğum tüm gözyaşlarını tuvalet aynasının üzerine bıraktım. Ne çok sıvı saklamışım içimde hayretler içinde kaldım. Tüm hücrelerim sıtma nöbetine tutulmuş gibi titriyor ve gözyaşı döküyordu. Ciğerim acıdı. Tekrar bir başka delikten yuvarlamıştı beni kaset, minicik oldum. Eşyalar  büyüdü, oda büyüdü, yalnızlığım, ailesizliğim, annesizliğim  büyüdü... Yatağım o kadar yükselmişti ki, tırmanıp, uzanıp kendimi uykunun kollarına bırakamadım..
 
Canıma od tıkamıştı Candan Erçetin'in "annem" şarkısı. Yahu Prusya Kralı, ne halt etmeye verdin ki bana bunu? Sanki Türkçe müzik dinlemeye pek bayılırmışım gibi, "dilimizi özlersen , dinlersin" dedi bi de!
Dilimizi değil ama o dili paylaştıklarımı özlediğimi bir şarkıyla fark etmem inanılmazdı. Londra cennetimdi evet, hayatta en çok evde hissettiğim yerdi evet, ama ev neresiydi?
 
Ev sevdiklerimizin yanıydı. Annem şarkısı beni eve döndürdü. Anneme olan bağlılığım, kendime olan sevgimden fazlaydı... Patalojik bir vaka olarak ülkeye döndüm. E döndük bari işe gireyim dedim, ardından evlendim... Derken, kiraz çiçekli Londra hayali uzun yıllar rüyalarımda kaldı... Ama anneme olan özlemim, ciğerimde hissettiğim acı da her Londra'ya dönme istediğimde içimi yalayıp geçti.
 
Şimdilerde yine iki seçenek arasında kıvrandığım anlarda buluyorum kendimi; Thames kıyısından bir esinti geliyor saçlarımı gıdıklıyor hafiften, sonra da annemin ellerini birleştirmiş, çocuk gibi, kabahat işlemiş bir çocuk gibi "affedersin" deyişinin görüntüsü. Mıhlanıp kalıyorum oturduğum yere. Kendimi seçemiyorum. Annemi seçiyorum. Ailemi seçiyorum. Elle tutulur bi haltı kalmamış ülkemi seçiyorum....
 
Hala kutlanacak bir anneler günüm olduğu için bu yıl ilk defa şükrediyorum. Yeryüzündeki ve gökyüzündeki tüm annelerin anneler günü kutlu olsun! Anneannem, Berna, Sebze, Nurten, Ingrid, Fatma Teyze, Zarife anneannem, Aysel anneannem... hepinizi kucaklıyorum...
 
 

Hiç yorum yok: