2 Nisan 2025 Çarşamba

GRİ İSTANBUL'DAN SEVGİLER

 

Günaydın,

Bu sabaha dair beklentim Lodos idi ama malumunuz İstanbul genelde Kuzey'den alır rüzgarı yani Poyraz'ın ellerindeyiz. Büyükler göğsünüzü koruyarak, kendinizi bahar ( elbette ilkbahar ) rüzgarına bırakın derler. Özellikle saçlarınızı ve kollarınızı, bacaklarınızı açarak. Neden ki? Çünkü o tertemiz, yemyeşil bitkilere ve rengarenk çiçeklere dokunan havanın bambaşkadır kokusu, şifası. İyi gelir cildimize, ruhumuza, yaşamla kurduğumuz bağa.

Beni bilirsiniz çok severim rüzgarı. Sesini, nefesimi kesişini, saçlarımı karıştırmasını. Bir tür bağımlılık gibi. Nedendir, nerede başladı onu da hiç hatırlamıyorum. Belki Göktepe ile ilgilidir.

Baharda Bodrum'da olmayı özlüyorum.

Volkan Konak öldü diye üzüldüm bugün. Dayım çok severdi. Benim Karadenizli kanım her ne kadar coşkuyla akmasa da kendisini severdim. İşinde gücünde, makul görünürdü bana. Şimdi öğreniyoruz ki aslında basına yansımayan kocaman bir kalbi de varmış. Yaptığı iyilikleri okudukça iyiler için çanlar çalmaya başladı diye düşünüyorum. 

Sanırım hasatın şekline karar verildi; iyiler gidiyor.

Çok önemli de değil aslında. Gidenlerden veya kalanlardan olmaktan ziyade payımıza düşen zaman ve yaşam formuyla ne halt edeceğimize odaklanmak daha hayırlı. Şahsen ben bu noktada durmaya gayret ediyorum. Yoksa kazık çakmayacağımızı anladık çok şükür.

Bu sabah kek pişirdim. Arife Teyze için. Ona gideceğim ziyarete. Dilerim uzun ve sağlıklı bir ömrü olur.. Şİmdi yavaş yavaş bana müsade. Saçımızı başımızı düzeltelim ve aile dostu ziyaretimize hazır olalım.

İstanbul mu? Gri, bugün de gri ve boykotlu.

30 Mart 2025 Pazar

MANIAC*

 

Hello Ahali ve Selma,

Kusura bakmayın, Selma ayrıcalıklı:)

Hepimize olabildiğince mutlu, sağlıklı ve huzurlu bir bayram diliyorum. Hadi inşallah!

Biraz sonra egzersizlerimi yapıp, duşumu alcağım ve iki uzun seneden sonra kıymetli ailemin bayram sofrasında misafir olacağım. Bunu kırgın bir yerden söylemiyorum, aksine, insanın kendine misafir olmasından çok daha iyi birşey diğerlerinin konuğu olmak. Sadece hazmı zaman alıyor.

Dün akşamdan sağlıklı kekler, poğaçalar pişirdim. Ne o ya sağlıklı bişiler diyenlere gücenirim vallahi, zira tarifler bomba. Gayet yenebilir ve üstüne üslük lezzetli şeyler pişirdim. Yani ben seviyorum, vücudum iyice alıştı ve sevdi bu dev salataları ve sağlıklı tarifleri. Uzun açlıkla zayıflama konusuna gelince, bence abartıldığı kadar işe yaramıyor ama o durmadan bişiler geveleme halini bertaraf edişi güzel. Yani sisteme dinlenecek zaman kalıyor ve bu da enerjiyi arttırıyor. Anlattım da bişi hala bende de eksik, kıçımı kaldırıp yürüyüşe götürmek. Onu düzene sokamadım. Sokakta uzun mesafe yürüsem de sadece yürüyüş için evden çıkma bölümü kelek!

Neyse canım, buraya da bir gecede gelmedik di mi? Yavaş yavaş.

Efenim, şunu diyorum, pek güzel olsun bayramınız, erguvanlar açmış, şehrime .çiçekten taçlar giydirilmiş, ben doya doya tadını çıkartacağım, size de bulunduğunuz yer için aynısını tavsiye eder, matıma kaçarım. Küçüklerin gözlerinden, büyüklerin yanaklarından öperim. Tahminime göre burada eli öpülecek yaşta birileri henüz yoktur:)) Mutlu bayramlar.


* güzel şarkı. 

28 Mart 2025 Cuma

CUMA SAHİDEN HAYIRLI MI?

 

HAYIRLI CUMALAR...

Desem, bismillah, hayırdır dersiniz. Haklısınız, zatım alışılagelmiş inançlı, geleneksel muhafazakar kalıbından epeyce uzaktır, ki çok şükür ki öyledir. Fakat öte yandan bilinen şekliyle ve tanımıyla seküler olduğum da söylenemez. Konumuz şu ki, şimdi ben hangi cephede savaşayım? Hangi siperde, kime omuz vereyim? Allahsız, kitapsız da değilim, Arap İslamiyetini tek güç olarak gören tayfanın neferi de. Söyler misiniz ben nerelere gideyim?

Çok üzgünüm. Yüzyıllardır bir arpa boyu yol alamayan insanlık için samimiyetle, toptan üzgünüm. Kendini ezbere, başkalarının ayak izlerini takibe bu denli kaptırmış bir toplumun ferdi olmaktan da ayrıca üzgünüm. Oku emrini idrak edememişlikten, sadece kafasına yatana göz atan zihniyet için, beğenmediğinin ardındaki perdeyi kaldırmaya erinen, herşeyi akılla kavrayacağına inanan garibana dersen iki misli üzgünüm.

Türkiye'nin değil, tüm gezegenin zor vakitlerden geçtiğini hepimiz anladık. Anlamış olmanın yumuşaklığı neden gelmiyor peki? Neden incelmiyor da hoyratlaşıyor insan zorluk karşısında? Katılık çözüm olmuyor..

Kendi adıma Kadir Gecesi'ni de aynı memnuniyetle kutladım, ekinoksu da ve hatta şimdi 23 Nisan ve 19 Mayıs için keyifle gün sayıyorum. Dini veye milli hiç ayırmaksızın toplumun tutkalı olan bayramları, bayramla gelen geleneği, kostümü, yemeği, toplaşmaları özlüyorum. Birlikten doğan yaşam neşesini kaybettik ve bunun fark edilmeyişine fena halde üzülüyorum.

Haklı olmak, taraftar toplamak, alkışlanmak falan değil, yeniden sevinçli olmak istiyorum. Benden sonraki kuşağa anlamlı bir toplum bilinci bırakabilmek istiyorum. O yüzden de Cuma'nın tekbaşına bir hayrı uğuru olmasa da zannımca, yine de hayırlı Cumalar demeye erinmiyor, biri selamın aleyküm derse, aleyküm selam demekten kaçmıyorum. 

Yolum doğrudur diye de şişinmiyorum. Sadece arayanlardan olduğuma, dayatılana boyun eğmediğime seviniyorum. Hiç bulamasam da çok öğreniyorum. Döngüler, sarmallar, tarihin çok bilinmeyen sayfalarına iliştirilen notlar beni heyecanlandırıyor.

Varsın bir siperim olmasın, kısmet böyleymiş:)


21 Mart 2025 Cuma

MAHALLE YANAR, ORO..U SAÇINI TARAR

 

İŞTE O BENİM; yangındaki uzun saçlı o..pu. Ne yapayım, hayatın bana uygun gördüğü rol buymuş, eyvallah.

Son zamanlarda canlılıktan, canlı olmakla ölü olmanın farkından çok bahsettim. Haklısınız, sıkıldınız belki ama yazarak kazanmıyorum ekmeğimi, yani zihnimin örümcek, ruhumun balık ağına ve hatta ayağıma ne takıldıysa, blogun payına da o düşüyor çaresiz. 

Son üç gündür tam anlamıyla fırtına takviminin ortasındayız. Mart zordur, mevsim çiçeklerini ve iç titreten soğuğu aynı anda verir. Hem ılık, bereketli günlerin kokusunu salar atmosfere, hem de "dur dur, daha gitmedim" diyerek buz gibi kış rüzgarını üfler yüzümüze.

Bu yıl dengemizi bozan o soğuk ve gri günlerden ülke olarak geçiyoruz. Sadece bireysel, küçük dünyalarımızda değil, toplumsal olarak da mevsim normalleriyle zorlanıyoruz. Asalet, adalet, merhamet, vicdan, haklılık, güçlülük konuşuyor, tüm bu kavramlar arasından yolumuzu bulmaya gayret ediyoruz.

Kimsenin burnu kanamasın dualarıyla yatağıma girerken, sokaktaki kedi köpeğe mi ağlasam, meydanlardaki genç insanların ana babalarının yüreğindeki korkuyla mı titresem bilemiyorum. Tek bildiğim sular ısınıyor ve birileri fena halde haşlanacak. 

Ama kim?

İnsan sıcak evinden, sabah kahvesinden, sağlığından ve sevdiği müziği açıp kelimelere saklanarak mızmızlanmaktan utanır mı? Utanıyorum, tam da şu an utancımın orta yerinden, konfor alanımdan yazıyorum. Bu soğukta yarı aç yarı tok ekmek arayan, adalet arayan her canlıdan ölesiye utandığım yerdeyim, üstelik hiç olmadığım kadar kendimdeyim.

Tüm bunlara rağmen geçmiş yıllardan farklı olarak canlılığımın ve ölümlülüğümün de koruyucusuyum aynı zamanda. Baharın, çiçeklenmiş ağaçların, havada dolanan fırtına kokusunun bilincinde, gerektiğinde "buradayım" diyeceğim anın bekleyişindeyim. Farklılık beklemedeyken zamanın donmadığına uyanmış, hayatın akışına katılmayı idrak etmiş olmamda. Görünürde normal bir sabahta saçlarımı tarıyor olsam da, tarih yazan olaylar zincirinin ilk günlerini yaşadığımızı sezebiliyorum. 

Ne mi diyorum? Kendine şefkatli, günlük akışta inatçı ve bol duayla açık şuurla, temiz vicdanla aydıklıkta kal diyorum. Hem sana hem kendime sabır, sükunet ve gerektiğinde direnç ama kabalaşmayan bir direnç diliyorum. Savaş yanlısı olmamakla birlikte, hiç savaşmadan esir düşmek ve yenilmek istemiyorum. Şimdi mi? Hadi git, saçlarını tara, yaşam biz katılsak da katılmasak da akıyor, kendini ihmal etme.

20 Mart 2025 Perşembe

IŞIKLARI KİM KAPATTI?

 

Bahardan, çiçeklenen ağaçlardan bahsediyordum. Yağmurun güzelliğinden. Ve birden tüm atmosfer değişti. Bir sabah uyandık ve acaba ne zaman olur dediğimiz saçmalıklardan birine gözlerimizi açtık...

Bu uyanışın sonu nereye varır, önümüzdeki günlerde bahara neler dahildir elbette bilemem, bilemem ama tahmin edebilirim. Uzun zamandır insanlığa işkence edenler hem dışarıda hem içeride hız arttırınca biz mini minicik piyonların uykusu kaçıyor. Yaşam hakkı elinden alınan bir grup bahtsız, bakakalıyoruz gelip gelmeyeceği belirsiz geleceğimize.

Gençlerin haline üzülen orta yaşlı bir teyze olarak, elimden ne gelir sahiden bilmiyorum. Kendi bulunduğum noktada karanlığa yenilmemeye çalışmak dışında öylece beklemedeyim. Ve biz uzun yıllardır beklemedeyiz...

18 Mart 2025 Salı

SEVDİĞİMİZ HAVALAR GELDİ:)

 


Günaydın İstanbullll,

Ruhun gelgitleri bir tarafa bırakılabilirse nefis mevsime girdik. Hazır mıyız çiçekli böcekli günlere? Böcek diyorum çünkü kabak çekirdeği içine benzeyen yeşil bir böcek var ve bahar gelince ne yapıp edip evime geliyor:)) Ah tabii uğur böcekleri var. Çok seviyorum onları. Aklıma hep ilkokulumuzun arka bahçesi geliyor. Ne keyifli şey çocukluk derdim ama tamamı değil elbette.

Çocuklarla çalıştığım yıllar boyunca bir çocuğun da en az yetişkinler kadar acı çekebileceğini öğrendim. Sadece ifade ederken tercih ettiğimiz yollar farklı. Yine de nerede inleyen bir canlı görsem, ister ruhu yaralı olsun, ister bedeni hamen tanırım ve onun neresi acıyorsa benim de tam oram sızlamaya başlar.

Empatlığın b..çıkarttığımı anlatmış mıydım? Denge dostum sihir denge; insana hem kendi merkezinde kalabilmesi ve kendi ihtiyaçlarını layığıyla karşılayabilmesi için iç denge, hem de dışarıdakilere el verebilmesi adına dış denge lazım.  

Malum bir buçuk aydır fizik tedavim sürüyor, şimdiden bacaklarım güzelleşti:)) Osman'a rakip olmama daha çok yol olsa da atalarımız doğru söylemiş, bakarsan bağ, bakmazsan dağ oluyor. Ama sahiden dağ!

Hah bi de kıymetli bir nörologla çalışmaya başladım. Çok önemsediğim bir çalışma yürütüyoruz, inançla ve tam teslim devam ediyorum. Normal olmasam da, ki istemem ki zaten, kendi merkezime hizalanmam için bana destek veriyor. Ederi büyük... Tedavim tamamlanınca elbette neler olduğunu yazacağım. Fakat bahar bu işler için sahiden iyi bir ay. İnsan içeride ve dışarıda hizalanmadan, hele hele içeride, hayat asla akmıyor. Daha doğrusu biz o akışta olamıyoruz. Ruhu, zihni donuyor insanın, ağzına avuç dolusu buz atmışsın gibi düşünemez, hissedemez oluyorsun. Yani en azından bana öyle oluyor.

Bugün bence evde tatlı tatlı zaman geçirmek adına güzel birgün. Mutlu, sakin, evimizin sıcaklığında, elimizin ayağımızın tutuyor olmasının şükründe yuvarlanabiliriz. İşteysek de ağırdan ağırdan havadaki tatlık kokuları kaçırmadan çalışsak güzel olur. Her saat delice ve telaşla iş yapılmaz değil mi?

Haftanın kalanı güzel geçsin.










17 Mart 2025 Pazartesi

AN

 

İbn ül Arabi geçmiş ve gelecek olmadığını söylerken, sadece ve sadece "an"la,  anın varlığıyla ilgili hakikate dikkat çekerken haklıydı. Sadece ve sadece an, an'lar mevcut, ötesi berisi belirsiz....

Peki neden? Çünkü insan hayatta kalmak için zihnine, ruhuna ağır gelen, taşıyamayacağı kadar can yakan hatıralarını ya dipsiz bir kuyuya yuvarlar ya da bambaşka bir forma getirerek yeniden anlatır kendine ve kendini ikna eder. Bu sebepledir ki aynı olayı on farklı kişiden dinleseniz, on farklı olay yaşanmış gibi şaşırırsınız ayrıntılara. 

Yaşam subjektiftir.

Bu sebeple de elde var an. Bu sabah yaşadıklarımı, birkaç ay sonra bambaşka hatırlayacağım. Bu yüzden ne kendi hatıralarımıza, ne de diğerlerininkine güvenemeyiz... BURADAKİ SORUN İYİLİK KÖTÜLÜK, DÜRÜST OLMAK VEYA OLMAMAK DA DEĞİL, SİSTEM BÖYLE. İnsanlığımızın, biyolojik canlılığımızın, akıl sağlığıyla devam edebilmesinin yolu, yordamı bu. Çok ağır bir çantayı otobüs durağında unutmak, yağmurla evden çıkıp, hava açınca şemsiyeyi bir yerlerde bırakmak gibi aslında, öylesine, sakince, üzerinde düşünmeden yaptığımız birşey.

İnsanın sinir sistemi düşündüğümüzden çok daha hassas bir mekanizma. Varlığımızın bütünlüğünü korumak, sağlıklı kalmasına destek vermek kesinlikle mesai.

Sabah sabah aklıma geldi....



15 Mart 2025 Cumartesi

UYANIŞ

 

Boğuk, eski ama canlı. Kulağımdaki ses tam olarak neydi hatırlayamasam da hem evden gibiydi, hem de hiç tanımadığım uzaklardan. Yoksa evim uzaklarda mıydı? 

Kımıldayamıyordum. İstesem bile olmuyordu. Bir masa veya sandalye gibi zemine mıhlanmıştım. Hacmim yada ağırlığımdan ziyade hissizliğim hareketsiz bırakmıştı beni. Hissiz, kımıltısız ama yine de canlı olmak mümkünse eğer, evet canlıydım. Fakat bana göre canlılığın alt sınırındaydım.

Ölsem uyusam, ölsem kurtulsam nidalarına aşinaydı kulaklarım. Fakat hiç duymamıştım ki biri ah bir yaşasam demiş olsun. Yaşamak sanki hep cepteydi, sanki istemesek bile hep vardı. Oysa ölüm öyle miydi ya? Ölümü çağırmak gerekirdi. İnsan bile isteye ölümü çağırır mı demeyin, şaşırmış gibi de yapmayın çünkü evet, insan ölümsüz değilse eğer yaşamdan çok ölüme yakın olduğundan, bile isteye çağırdığındandır.

Çünkü yaşamak, canlılığı korumak zor. Duyguda, düşüncede hatta yediklerini sindirirken bedende her an çürükçül birşeyler taşımayı adet haline getiren, canlılığının içinde her daim ölüm taşıyan insan eğer yaşamdan yana duracaksa bu büyük çaba gerektirir. 

Aldığın nefesi, bedeninin her hamlesindeki konforu hissetmek, kendi sesini güzel bir şarkının sözlerini dillendirirken yakalamak... Bunlar öyle kendiliğinden olmaz... Fakat ustam çabasız çaba derdi; bütün bu canlılık alametleri ittirerek kaktırarak değil, bizden daha büyük bir döngüyle senkron tuttutarak mümkün. İstek evet, zorlamak hayır.

Velhasıl kımıldayamıyorum. Bir masa gibi son bırakıldığım yerde. Kalın veya ince, güzel ya da değil bacaklarımı hissedemiyorum. Yakınlarda bir ayna bile yok, kendime bakamıyorum.

Avuçlarımın içinde yumuşacık, kum zemini hissetsem de gözlerimi açmaktan korkuyorum. Duyduğum sesler sol kulağıma dayadığım tritondan geliyor. Muhtemelen sahildeyim. Denizin sesini duyar gibiyim, hafif bir nem ve tuz kokusu da var. Suya ulaşabilsem belki yüzeceğim. 

Kıyıya vurduğumu anlıyorum, yaşamın kıyısına.

14 Mart 2025 Cuma

AVE MARIA


Haftaya benim kızlara, kadın arkadaşlarıma Tanrıça İsis anlatacağım. İsis, Meryem, Demeter, İştar ve hatta adı hızla yeryüzünden silinmiş ne kadar tanrıça varsa hepsinden ve aslında bir ve tek olan parçamızdan bahsedeceğim. Her birine tek tek ve sonunda bir tek selam göndereceğiz. Annelerimizden, teyzelerimizden, büyük ninelerimizden, kızlarımızdan, arkadaşlarımızdan esirgeneni, unutturulanı konuşacağız. İçimizde saklı olduğunu bilmediğimiz, ama sezdiğimizde ve her coştuğunda kafası taşla ezilen parçamızdan nasıl hunharca kopartıldığımızdan bahsedeceğim.

Konuşmamı Ave Maria dinleterek açmayı düşündüm. İnese Galante söylesin. O billur sesiyle yeryüzünden cennete yakarsın, biz gözyaşı dökelim.

Ben ne zaman acısına dayanamayıp kalbimi söküp çıkartsam, ortaya koysam ve ne zaman gözyaşlarımla odacıklarını, kapakçıklarını bir bir yıkasam, Meryem hemen gelir. Meryem  Ana Hızır gibi, İdris gibi çağlarla, mekanla sınırlanamayacak çok güçlü bir enerjidir, insanı sevgi ve ışığın gücüne inandırır. Meryem Ana, kadına tanrıçalığını hatırlatır, iade-i itibardır Meryem'le temas.

Tüm gelmiş geçmiş tanrıçaları eteğinin ucuna toplar Meryem, onun her çocuğuna yeter sevgisi. Güney Amerika'da siyah tenliyken, Avrupa'da akça pakça bir genç kadındır. Bizim topraklarımızda sanki rakibiymiş gibi sunulan Hazreti Fatma'yla da bana sorsanız can ciğer kuzu sarmasıdır.

Adı değişir, ten rengi, kıyafetleri değişir ama aslında kadının gücü, ışığı, merhameti ve şefkati dışında herşey karanlık ve yalandır Dünya'da.

O yüzden bu gece eğer denk gelmişseniz ve bu yazıyı okuduysanız lütfen Ave Maria'daki yakarışın güzelliğini kalbinizle, onun kulaklarına güvenerek dinleyin. Ve korkmayın, bin hayatta da kafamızı  kırsalar yine de buradayız, yine buralarda olacağız:)






8 Mart 2025 Cumartesi

OTOMOBİL UÇAR GİDER...


İstanbul'dayım. Devlet hastanesindeki günlük fizik tedavi seansım az önce bitti. Terapide beni yönlendiren uzman, Gözde, çocukluk arkadaşım. Sadece bedenimin değil, ruhumun ve hayatımın zorlayan girinti ve çıkıntıları hakkında da fikir sahibi olması benim şansım. Yıllar içinde canına okuduğum, kıymetsizleştirdiğim hatta yok saydığım yerden ayağa kalkmama Gözde yardım ediyor. 

Bacaklarım, bedenimin alt kısmı bir süredir taşlaştı sanki, beni taşımayı reddediyor. Öyle ki ben görmezden geldikçe katlana katlana artan acı beni buraya kadar getirmeyi ve ne yapıp edip kendini görünür kılmayı başardı. O zaman anladım ki her şey görülmek, bilinmek istiyor. Görmezden gelinmek katlanılır şey değil. Üstelik sadece Tanrı da değil; olumlu ve olumsuz tüm durumlar, duygular, düşünceler... Herkes ve herşey görülmek, duyulmak ve bilinmek istiyor.

Yeni arzum bu: kendimi yeniden, kendim için görünür, duyulur, bilinir kılmak. 

Hastane çıkışında Gözde'nin tarif ettiği kasaba doğru yürüyorum. Neyse ki dizimde ve kalçamda bu hafif tempolu yürüyüşümü baltalayacak ses yok. Fakat kasapta ciğer kalmamış. Çok sevdalısı olmamakla birlikte b vitamini için yemem gerektiğine karar verdiğimiz ciğer yok denilince fazla dert etmedim. Rotamı siyez unundan ürünler satan dükkana çevirdim. İki tane sağlıklı lahmacun yesem güzel olmaz mıydı? Zaten yolun çoğu bitmişti, neredeyse varmıştım Şenesenevlere.

"otomobil uçar gider, gönlüm gibi coşar gider..."

A, a ben şarkı mırıldanıyorum! Ne kadar iyi bir haber, demek ki kendime bakmak, acımı, ağrımı sızımı sadece bedenimden değil, zihnimden, ruhumdan da kaçmadan görmek daha arzu aşamasında hemen hediyesini veriyordu. Doğrusu huyumu suyumu bilmesem bunu da doğru okuyamazdım ama ben acı çektiğimde acıyı görmezden geldiğim gibi iyi hissettiğimde mutluluğumu, huzurumu da göremem. Her ne olmuş ve nerede olmuşsa geçmişte, tüm duygulanımlarımın fabrika ayarları hasarlıdır. Ama gayet iyi bilirim ki dudaklarım şarkı mırıldanmaya başlamışsa, hele de hiç aklımda fikrimde olmayan bir şarkı döndürmeye başlamışsam aniden, orası mutlu ama sahiden içsel anlamda mutlu hissettiğim andır. 

O dakikalar öyleydi, minibüs caddesi üzerinde yürürken ne ciğer vardı aklımda ne pide, "otomobil uçar gider, gönlüm...."

Hemen anladım ki, dün kendimi iyi kılmak adına attığım o ufacık ama yıllar sonra atılabilen küçücük adımın ışıltısıydı yaşadığım.

Birgün önce şehrin en saygın nörologlarından biriyle görüşmeye gitmiştim. Saygınlığı insanın biricikliğinden bahsediyor oluşundaydı. Daha önce de adını duyduğum, hatta bir kez randevu alıp, nedense gidemediğim biriydi. Fakat dün gitmiş, odadan içeri girmiş ve söylediklerini duymuştum. Sanırım O da beni duymuştu ki hemen çalışmalar başladı.

Ömrümde ilk kez yardım istemiyordum ama çok yorgundum ve doğru yerden yardım istiyor olduğuma güvenmeye çok ihtiyacım vardı. Hayat beni garantici yapmıştı. Akışta, teslimde yaşayamayan, donmuş bir ruh, kaygılarla paralize olmuş zihin ve artık ikisiyle devam etmek istemeyen bacaklarım vardı. Her anlamda çakılıp kalmıştım, ilerleyemiyordum.

O masada uzandığım kırk dakika boyunca kasılmanın, gevşemenin, korkmanın, umut etmenin her rengi, her kokusu geçti bedenimden. İyileşmek istiyordum. Ölüm değildi canımı yakan, yaşama ait olamayan, donmuş ruhumdu kurtarmam gereken. Canlılığımın hakkını verememek dayanılmaz olmuştu.

Olacak demişti doktor, yavaş yavaş yaşama döneceksin. Peki dedim ve ertesi gün dudaklarımdan dökülen şarkı bu yüzden beni umutlandırdı. Olabilir miydi sahiden?

On yıl önce başlayan macerada  aslında ilk ses verdiğinde duymuş ve görmüştüm kan damarlarımdaki aksaklığı. Yaşam ruhumda ve zihnimde akmadığı gibi bedenimde de akmıyor alt bacağımda durgun bir göl gibi birikiyordu. İlerleyen yıllarda topuklarımdan çivilendim adımlarıma. Yetmedi asla başıma gelmez dediğim diz sorunları, bağ yırtıklarıyla taçlandı bedenimin çığlıkları. Kendimi iyi kılmayı bilmiyor, biliyorsam da bilinçaltımda öyle bir sağırlık ve düşmanlık besliyordum ki asla hareket geçemiyordum. 

Uzun ve sancı dolu günlerimde acı içinde kıvranarak etrafımı suçlamayı seçtim. Öfkem, kederim, görünmezliğim ateş olmuş ayak parmaklarımdan tepeme kadar alev almıştım. Etrafıma kıvılcımlar sıçratıyor, bir akrep gibi kıvranıyordum.
Epeyce bir süre sonra nihayet seçimimi yaptım ve kendimi sokmanın tek çare olmadığına ateş denizini geçebileceğime karar verdim. Sadece yardıma ihtiyacım vardı. Zaten bu şekilde devam etmekte ısrar edersem ölecektim. Ben ölümle gelecek yaşama inanmasam ateş çemberini geçemezdim, bir doktorun kapısını çalıp uzatılan eli tutamazdım.

Şimdi çemberin dışından yazıyorum. Şaşkınım. Sahiden kendimi sokmama gerek kalmamış olabilir mi, inanamıyorum. Ama diliyorum, diliyor ve inanıyorum. Bu yazdıklarım da hislerim kaybolmasın, geriye dönüp baktığımda hafızam bana tuzak kurarsa kanıtım olsun diye. 

Ateş çemberinden çıkmayı seçmiş bir akrebim ben, kendi ölümüne karar veremeyeceğini anlayıp, canlılığını sorguya çekenim. Yaşamadan ölmeyi reddedenim.

















7 Mart 2025 Cuma

RESİF


Gün batımını izleyerek denize paralel yürüyordum. Kıyıda resiflerde o güne kadar hiç karşılaşmadığım büyükte  bir deniz kabuklusu duruyordu. Çölü ardıma alıp, soluma sıralanmış dağları izleyerek ya da onlar beni izlerken, kabuğa doğru yürümeye başladım. Yürüdüm, yürüdüm. Resife ulaştığımda Ay yükselmiş, ardımda kalan kıyı şeridindeki restaurant ve kafelerden müzik sesi yayılmaya başlamıştı. 

Kabuk o güne kadar gördüklerimden kat be kat büyüktü. Dertop edilmiş bir döşek gibiydi ve tüm deniz kabukluları gibi fırfırı sağa doğruydu. Uzunluğu seksen doksan santim, çapı da tahminime göre 60  santim civarındaydı. Uzaktan bakıldığında, dip kısmı klasik formdan biraz daha dar  bir pithos da diyebilirdiniz ona ama değildi. Belli belirsiz kımıldıyordu ve beni o, gözün zar zor gördüğü hareketle getirmişti yanına. 

Etrafında dolaşmaya başladım. hayret içindeydim ve şaşkınlığımın nedeni kabuğun büyüklüğü değil, açıklığından dışarı taşan canlının uzuvlarıydı. Gördüğüm kollar bir kafadan bacaklının değil, bildiğimiz homosapiensin kollarıydı; incecik, neredeyse bembeyaz, üzerinde açık kahverengi çiller olan iki kol ve bir kafa! Hava kararmıştı. Neyse ki cebimde fener vardı. Sık sık ve aniden kesilen elektrikler yüzünden fener taşıma alışkanlığı edinmiştim. Fenerimi çıkarttım ve hızla yükselen nabzıma ve buz gibi terleyen ellerime aldırmamaya çalışarak düğmesine bastım.

Yanılmamıştım. Saçlar kızıldı. Uzun, kızıl saçlar. Fakat bir yengeç dolanıyordu saçların arasında. Üstelik bu yengeç geçen yıl dalışta gördüğüm en tehlikeli türlerden olan resif şeytan yengeciydi. Biliyordum, yenmediği sürece zehrini akıtabileceği mekanizması yoktu fakat yine de onu ölü mü canlı mı olduğunu henüz bilmediğim bu kadın/kabuğun saçlarında görmek beni irkiltmişti. Fenerin ışığını doğrudan gözlerine hedefleyerek uzaklaştırdım onu. İnanır mısınız gitmedi! Işığı üzerinden çektiğim noktaya mıhlanıp, sanki avını elinden almış hainin tekiymişim gibi bize bakıyordu. 

Olağandışı bir anın içinde muhtemelen tekrarı mümkün olmayan o sahnede er ya da geç saçları kenara toplayıp o yüze bakmam gerekeceğini biliyordum. Sadece zaman kazanıyordum. Yavaşça bileğini kavrayarak nabzını yokladım. Yavaş da olsa kalp atışı vardı. İşte şimdi onu çevirebilirdim. 
Belki tam ben bu işlerle debelenirken, sahildeki evlerin birinde terasta içkisini yudumlayan genç sanatçılar kamerayı kurmuş ve benim bu sıradışı durumla veya sanat eseriyle ne yapacağımı kaydediyorlardı. Hatta kimbilir belki de birkaç saat içinde yılın en çok tıklanan youtube videolarından birinin kahramanı olacaktım? 
Sesli güldüm. Böyle bir kurgunun içinde olma ihtimalim kalp atışlarımı sakinleştirmiş,  vücut ısım da makul seviyeye gelmişti. Bir kez daha dev kabuğun etrafında dolandım ve ellerimi üzerinde dolaştırdım. Yapısına dair ipucu arıyordum. Kokladım, dokundum. O kadar iyi dizayn edilmişti ki, kokusuna kadar kesinlikle deniz kabuklusu olduğuna bahse girebilirdim.

Kabuğa zarar vermekten çekinerek yavaşça çevirmeye başladım. Resifte takıldığı oluktan daha düz bir zemine yuvarlamak istedim. Kabuk dönünce kadının yüzü ve kolları da savruldu. Gerçekten müthiş tasarım diye düşündüm. Artık sırtüstü yatıyordu insan kısmı. Dev kabuğun bombesi yüzünden bel hafif havada kalmış, bembeyaz göğüsleri meydana çıkmıştı. Nefesimi tutuyordum. Saçlarını yüzünden kenara çektim ve ikimiz aynı anda derin bir nefesle gözlerimizi açtık.

O artık neredeydi bilmiyorum fakat ben odamda, yatağımdaydım ve saçlarım boğazıma dolanmıştı.







6 Mart 2025 Perşembe

PERŞEMBE'Yİ GÜNEŞ ALSIN

 


Günaydın :)

Güzel bir sabah değil mi? Serin, güneşli. Geçmişte böyle hissetmezdim fakat şimdi güneşin yaşamakla ilgisini, canlılıkla bağlantısını sezebiliyorum.

Eskiden hissetmezdim. Buz gibiydi kalbim. Sadece düşünürdüm. Düşünür, kırılır ve küserdim. Küsmeyi annemden, düşünmeyi babamdan öğrendim. Kırılmayı da ben ekledim. Böylece müthiş bir kombinasyon yarattım hayatımda.

Fakat hepsinin anlamsızlığında buluşturdu hayat beni. Öyle yavşak bir kavşaktayım ki ya devam edeceğim ya da arkadan gelen bir aracın kurbanı olacağım. Tarih beni yazmayacak. Soylu veya ünlü değilim. Kendimle ilgili keşiflerimi saymazsak kaşif olduğum da söylenemez ama önemi de yok, zira ben burada kendi tarihimi, tekerrür eden hikayelerimi bol bol yazdım. Söz uçar, yazı internette sürünür. Oysa havalı kağıtlara, güzel bir ciltle basılı kalmak istemeyen söz var mıdır?

Ben mektup takımlarını çok severim. Ne zaman bir kırtasiye bulsam hemen bakarım ne var ne yok diye. En son Almanya'dan almıştım güzel bir takım, kullandım. Gerçekten yazılanlara değer kattığını düşünüyorum. İnsan iyi tasarlanmış, dokusu güzel bir kağıda dokununca keyifleniyor.

Konu neydi? Gitti yine aklımdan.

O halde hayırlı bir Perşembe olsun.



2 Mart 2025 Pazar

CANLI BİRŞEY: TOPRAK

AĞIR AMELİYATTAN ÇIKAN ve hastaneyi birgün terkedeceğine inanan hasta misali gezegendeki günlerimizi umursamazca tüketiyoruz. O yaşama dönecek, biz içinde eksiklendiğimiz yaşamdan ölüme geçeceğiz. Arada fark var mı derseniz, emin olamıyorum. Zira O da acı çekmekte, biz de, onun da kendini oyalamak zorunda oluşu kaçınılmaz gerçek, bizimki de.

Son okuduğum kitapta bir deney grubuyla altı ay yeraltında yaşamış adama nasıldı orada olmak diye soruyorlar. Canlıydı diyor, canlı birşeyin içindeydim. O HALDE YAŞAM BİTTİĞİNDE veya biz yaşamayı piç ettiğimizde bizi başka bir canlılığın içine bırakıyorlar diyebilir miyiz? Yeryüzündeyken başaramadığımız canlılığın hakkını verme işini belki orada başarırız diye son bir deneme mi? Ağaç köklerine, mantarlara, böceklere, çiçek ve kuşlara karışıyoruz... Hayal gücümüzün oldukça dışında ve belirleyemediğimiz şekilde karışıyoruz yaşama. aslında yine bir sürükleniş.. Belirlemek? Sanki yeraltına inmeden evvelki bölümü biz mi biçimlendiriyorduk? 

Ne anlatıyorum ben Allah aşkına? Git orucunu aç dostum:))


28 Şubat 2025 Cuma

ORMANA GİTMEK...



Bana sorsanız metaforların en güzelidir deniz, orman, labirent ve kule... Anlatmak istediğimizi çokça cümleye gerek olmaksızın iletir dinleyenimize.  Kimbilir belki de bunca yıl kesintisiz kullanılmış olmalarının sebebi de budur; herkesin bilinçaltında bildik semboller ormanlar, denizler, kuleler, labirentler... Hepimiz geçmişizidir yedi denizi, her birimiz ya tırmanmıştır kuleye ya da firar etmiştir. Ormanda kaybolmayan veya karanlığından korkmayan, orman kenarında dolanıp içeri giremeyen az mıdır? Ya da kendi inşa ettiği labirentin planını unutmayan?

İnsan bunların hepsi ve hiçbiridir. Her deneyimden geçen ama daima bir önceki adımı unutandır.

Ormana gitmeyi ilk kez çocukken masallardan, uzun yıllar sonra da ustamdan duymuştum. Hindistan'nın Ortaçağında bilmem hangi bölgede erkekler için düzenlenen bir inisiyasyon hikayesi anlatmıştı bana. Kulağımda kalmıştı, hayatımda da olsun istedim ama herşey gibi onu da yarım yamalak anladım, eksikli uyguladım.

Yine de ağaçlar diktim. Ormanda kulübemi inşa edemesem de ağaçlarım oldu. Yılda birkaç kez yanlarına gidiyor, aralarında dolaşıp konuşuyorum. Onları sevdiğimi söylüyorum, özlediğimi, birgün mutlaka yanlarına geleceğimi. Çokça söylersem olur diye inanıyorum fakat yine de bu hayali mümkün kılmak, ağaçların arasında yaşamak adına kımıldayamıyorum. 

Varlığımın kendini gerçekleştirmek isteyen parçası felçli, ona komut veremiyorum.

İçimde biryerlerde hep ormana gitme isteği var. Ormana gitmek ve orada öylece kalmak. İçinde ateş yanan ufacık tek göz bir kulübe, biraz yiyecek. Dışarıda hangi mevsim olduğu önemsiz. 

Sabah uyandığımda ormanı duymak istiyorum. Seslerini ve sessizliğini. Günün her saatinde ayrı yönden esen rüzgarı hissetmek, güneşin ışıklarına göre şakıyan türlü türlü kuşun sesini ayırt edebilmek ve zamanla hiç kaybolmadan ormanın en kuytusuna kadar gidip, tekrar kulübeme dönebilmek. Öyle ki günler geçtikçe ormanın tamamını kulübe gibi hissetmek; kulübedeyken ormanda yürümek, ormanda yürürken kulübede olabilmek istiyorum.

Kadim bir ağacın altında olsun kulübem. Gökyüzüne bakmak istediğimde onun dallarının arasından göreyim mavilikleri. Yanına gidip çoraplarımı çıkartayım, sırtımı gövdesine dayayarak içeyim kahvemi. Kocaman gövdesinden geçen suyu, köklerine sarılmış mantarları hayal ederek geçsin günün ilk saatleri. Uykum kaçarsa yorganımı alıp altına sereyim. Yazmak istediğimde, düşünmemek, konuşmamak istediğimde hep ona, ağaca gideyim.

Ormana gitmek istiyorum. 




25 Şubat 2025 Salı

SOVUK ŞUBAT

 

Günaydın,

Kombili evde yaşamak bazen hayat kurtarmıyor. Mesela bu kış. Eski bir apartmanda oturduğum ve sahile yakın olduğumdan hiç ısınamadım. Sürekli üşüme halindeyim ve kat kat giyinmekten aşırı yorgun düştüm. Elbette ısınamayan ve yarı aç yarı tok yatan insanlarla halimi kıyaslayacak kadar delirmedim ama İstanbul uzun zamandır bu denli zorlayan soğuk görmemişti. Hatta şöyle söyleyeyim benim hiç palto giymediğim kot ceket kazak veya kabanla geçirdiğim kışlar oldu. Bu nedir yahu?

Neyse ki İsveç'e giderken aldığım içliklerim var. İyi ki almışım. Ve daha komiği kayak yapacakmışım gibi kar montum var, ki ben ömrümde kayak yapmadım. Sanırım bir ara lüzumundan fazla kazanmış olmalıyım ki aldıkça almışım. Neyse, işe yaradı işte.

Soğuktan pazara kısacık uğrayabilir oldum. Banyo yapmayı gözümde büyütüyor ve evime dönünce asla tekrar dışarı çıkmak istemiyorum. Düpedüz kış uykusuna yatamadığımdan ve o kadar uyku sevmediğimden bu soğuk ve kasvetli günlerle zorlanıyorum.

Siz ne yapıyorsunuz? İstanbul kışına benim kadar uyumsuz başkaları da var mı meraktayım.






17 Şubat 2025 Pazartesi

NEHİR GÜLÜ


Bahçedeyiz, parçaları birleştirerek ve yapıştırarak yarattığımız maketin kokusu asılı havada. Yandan çarklı nehir gülüm. Mavi. Kardeşime uçak yaptık, o da uzaktan kumadalı, sen yaptın ama aynı gün değildi sanki? O uçak havalanabilmiş miydi? Mandalina ağaçları üzerinde kısacık bir uçuş hatırlıyor muyum yoksa hafıza hileleri mi o görüntüler?

Neden bana tekne, kardeşime uçak? Neden bu kadar erken?

Güldük mü biz o gün, eğlendik mi? Hatırlamak istiyorum. Bazen yaşamak değil, sadece hatırlayabilmek istiyorum. Eğer hatırlarsam bende  eksik olanın tamamlanması mümkünmüş gibi hissediyorum.

Geçen gün dedim ki kendime, eğer hayatımı yazıyor olsam kitabın adı Nehir Gülü olabilirdi. Yaşam akıp giderken, nasıl donup kaldığımı ve o nehrin kıyısından kımıldayamadığım gibi, yandan çarklı nehir gülüne atlayıp uzaklara da gidemeyişimin hazin ve komik halini anlatmak isterdim.

Epeyce isyankar hissediyorum kendimi ve bu his yalnızca geçmişe karşı değil, hayatın tümüne direnişteyim. Don Kişot musun yahu dediğini, duyar gibiyim sevgili okur ama inan değil, sadece don ve t-shirt belki! 





16 Şubat 2025 Pazar

FARKINDAYIM


Hep yeniden mi hayat? Öyle, öyle ama gerçekten istersek öyle. Ben mi? Bilmem, her yıkılışım yenilenme gibi görünse de, durup arkaya baktığımda asıl olanın etrafında daireler çizdiğimi hissediyorum. Böyle böyle azalıyor ve belki de yine böyle böyle çoğalıyorum. Eksilen Elvan'la kabından taşan Elvan hala aynı evde, aynı bedendeler ama bir başka Elvan  daha var ki O, zaman zaman bize katılsa da ekseriyetle firarda. Bu bölünmüşlük hissi nereye kadar? Nerede hizalanır  şu üçü ve hizada kalırlar mı vallahi bilemiyorum.

Yazmak istediğimi söylüyor yazmıyorum. Gitmek istiyor gitmiyorum. Kendimi ben sandığım şeye düğümlemiş, biri gelsin çözsün diye bekliyorum. Rüyalarım mı? Orada özgürüm. Rüyalarım firardaki Elvan'ın hizmetinde; bilmediğim sokaklarda, hiç adım atmadığım evlerde ve güvenli kucaklardayım. Fakat uyandığımda yine düğüm düğüm içim.

Bazen Ferdi Özbeğen konserine gitmek istiyorum. Bilmem, öyle işte. Onu en ön masadan izlemek, şarkılarıyla kafayı bulmak, belki böylece o düğüm sandığım şeyin sadece yanılsama olduğunu gösterir bana diye bir umut işte saçma sapan.

Şöyle bir bakıyorum da ömrüm korku ve öfkeyle geçmiş.. Çok korktum ben, korktukça öfkelendim. Öfkelendikçe kaçtım. Çok yorgun bir beden, ağrıyan dizler ve un ufak olmuş duygu ve düşünceler torbasıyım. Hayat!

Neyse ya, hadi ben derse gidiyorum, hepimize iyi Pazarlar.



*Sezen Aksu, Farkındayım.

11 Şubat 2025 Salı

İSTANBUL SOVUK


Günaydın,

Eski model, sahile yakın bir binada yaşamanın nimetlerini hepiniz tahmin edersiniz di mi? Fakat bugün eziyetinden bahsedeyim azıcık. 

Rahmetli Atilla Aksoy'a neden yalıda yaşamak yeride yazın sınırlı zamanda tekne turlarıyla yetindiğini sorduğumda, boğaz kenarı rutubetli oluyor demişti. Onun gibi deniz seven birinin rutubete yenilmesine şaşırmıştım. Zira istese değil yalıyı, semti ısıtacak gücü vardı ama haklıymış Atilla Bey, insan yaşı ilerledikçe başka bir noktadan yakalıyor konforu.

Vallahi donduk İstanbul'da. Hatta şöyle söyleyeyim, ciddi anlamda plan program iptal edip evimde kalmayı, daha da abartıp kedim ve kahvemle yatak odama dönmeyi seçtim. Yani Elvan bugün yorgan, battaniye altından bildiriyor.

İstanbul sovuk. Hem hiç hatırlamadığımız kadar kafamızın içini donduracak denli soğuk. İki çorap, iki uzun kolluyla ancak normal ısıdayım. Kedim deseniz sürekli farklı kuytular arıyor evde. 

Sabah sokaktakilere bakmaya indim, canım sıkıldı. Keşke hepsini toparlayıp eve doldurabilsem. Şimdi bişiler okur, azıcık evde ertelenen işlerle ilgilenirim. Fakat konu şu ki hava soğuk!




8 Şubat 2025 Cumartesi

TO BE DEYZE OR NOT...

 

Deyze Turizm Hayırlı Cumartesiler diler. 

Ne kadar zahmetliymiş insanın gözlerini aralaması ve daha da zormuş tüm gördüklerinden sonra aynı yolda mıhlanması. 

Ben buyum; gören ve gözleri kanaya kanaya yaşamak zorunda kalanım. Hainliği, sevgisizliği, tercih edilmeyen olmayı, arkada bırakılmışlığı ve daha aklınıza ne geliyorsa insanın kendisini yetersiz, eksikli ve kurban gibi hissetmesine  çanak tutacak hikayelerin çoğunu yaşadım bin şükür!

Şimdi soruyorum kendime aynı seriden kahramanlık hikayesi çıkmaz mıydı, çıkartamaz mıydım diye? I ıh, çıkmazdı, çıkamazdı çünkü benim aşağı çekenim,  senden olmaz diyenim çoktu. Sadece onları gören, karanlığa alışmış gözlerim vardı.

İyilik cezalandırılır der büyükler. Öyle düşünmüyorum, bence insanın kendine ettiğine ayması cezaların en büyüğüdür. Bizi iyilik yaptığımız veya yaptığımızı zannettiğimiz insanlar değil, onların işine gücüne koşarken kendimizi ihmal ettiğimiz akılsız parçamızın uyanışı cezalandırır. Ceza olarak hissettiğimiz uyanıştır. Dolayısıyla insan kendinin ödül ve cezasıdır, ki Küçük Prens'de açıkça söyler gezegende tekbaşına yaşayan hakim "hiçkimse yoksa kendini yargıla!"

Burası, işte tam burası benim patinaj çektiğim yer. Bitmedi mahkemem anasını satiim, yargılaya yargılaya bi hal olup, karar alamadım gitti!

Eskisinden daha hızlı toparlandığım ve ne eskiye, ne de ana dair olur olmaz cephe açmadığım doğru. Doğru ama yetersiz. Bir sonraki hamle?

Bugüne kadar sadece ruh ve zihin sağlığımla sınanmış olmak yetemeyince şimdi bedenim ses veriyor. Adım atamadığım, gerçek kılamadığım her hayalim tek tek önüme çıkıp hesap soruyor. Beni de es geçtin diyen onlarca parlak fikir, onları yeşertmediğim baharların hesabını soruyor.

Ya akıllı bir deyze olacağım ya da mızmızlanarak süremi doldurup gideceğim... Bilemedim. 

24 Ocak 2025 Cuma

GÜNEŞ ÜLKESİ - III - DAHAB

 

Beklemekten başka çare olmadığına ikna, ezberlerimle sarmaş dolaş, biraz sıkıcı fakat kendi içimde güvendeydim. İçim dediğim yer tam olarak neye benziyordu derseniz, tanımı zor. Orada da güvende olmak dışında neşeli, yaşama dair pek bir canlılık kalmamıştı aslında. Hayat kısa devre yapan telefon hattıydı yaratıcıyla aramda. 

Uzun zamandır arıyordum. Aslında kendimi bildim bileli arayıştaydım. Aramayı iş edinenlerden, öğrenmelere doyamayanlardandım. Belki bulur gibi de olmuştum zaman zaman ama bence ben aramanın büyüsüne kaptırmış, yolculukları hadinden fazla sever olmuştum. 

Yine yola çıkıyordum. Güneş Ülkesi'nden davet almış, ufacık çantamı sakince toplayıp uçağımın kalkacağı kapıya yetişmiştim. Pandemiden sonra ilk ülke dışı uçuşumdu. Havalimanında sağıma soluma bakarken başım dönmüş, hani neredeyse bir kabuktan diğerine koşarken paniklemiş yengeç gibiydim. Etrafımdaki herkes farklı ülkelerden geliyordu ve bulunduğum noktayı düşünürsek gayet normaldi. Ancak neredeyse herkes ve tabii bende dahil Ortadoğu insanıydık. Kendi gerçeğine şaşırıp kalmış  çocuk gibi öylece hafif iç bulantısıyla izliyordum bekleme salonunu. Arada durup, yüzümü buruşturmuyorum inşallah diyerek ağzımı burnumu kontrol ediyordum. Hiç bilmediğim yerden selamlanmıştım, selamın aleyküme ne diyorduk diye  ezberlerime baktım. 

Uçağa binince sakinleştim. Sonuçta ne güzeldi yahu, yepyeni bir coğrafya açılıyordu önümde. İnsan yeni bir senenin ilk ayında daha ne isteyebilirdi ki?

Tam planlandığı gibi uçtuk. Amerikalı bir turistin ağlama krizi ve iki holigan İngilizin hafif yüksek sesi yok sayılabilirse gayet güzeldi başlangıç. Havalimanı ekşi sözlükte milletimin ağlaya zırlaya anlattığı yere hiç benzemiyordu. Gayet ferah ve makuldü, hiç zahmet çekmeden  bavulumu kapıp çıktım.

Elif'in beni alması için yolladığı şoför elinde Dahab tabelasıyla bekliyor ve gülümsüyordu. Gülüyordu ama otuzikiden epeyce az dişiyle tuhaf bir gülümsemesi olduğunu kabul edelim.  Eksik dişli ama gayet güleç abiyle arabaya binip çöllere çıktığımızda neden o kadar rahattım sahiden bilmiyorum. Korku, endişe, kaygı gibi hislerimin İstanbul'da kalmış olması tuhaftı. 

Yaklaşık bir saat süren zifiri karanlık yolda, kedi gözleri dışında tek gördüğüm dağların belli belirsiz silüeti ve Büyük Ayı takım yıldızıydı. Gözümü yıldızlardan alamıyor ve fonda çalan Mısır alaturkasının sıkı bir işkence olmasına aldırmamaya çalışıyordum.

Elif beni evin önünde karşıladı. Elif güzel sarılır. Şu hayatta tanıdığım öyle elinin ucuyla değil, essahtan sarılan nadir insanlardandır Elif. Kucaklaştık ve mis gibi temizlenmiş dairemizden içeri girdik. Az sohbet ve güzel bir çaydan sonra uyuduk. O gece ne bir rüya gördüm, ne de uykum bölündü. Sabah olduğunda gayet dinç ve neşem yerinde uyanmıştım. Heyacanlı ve aynı zamanda yumuşacıktı bedenim. Bildik sularda olmadığımı anlamıştım evet ama güvendeydim.

Sahi ben neredeydim?

İlk iki gün gerçekten bilemedim nerede olduğumu. Hayat, tanımadığım  ipliklerden dokuduğu yumuşacık şalını atıvermişti omuzuma ve ben öylece Elif'i takip eder olmuştum. Rehberin adımları acelesiz, sesi işbirliğine açık olunca ne kadar da kolaydı yeniyi  hemencecik benimsemek. 

Beğenmiştim Dahab'ı. Daha ilk anda, ilk bakışta tanıdık hissetmiş, söylesene tam olarak neyi tanıdık dersen bilemeyeceğim yerden beğenmiştim. Beğenmiştim işte.

Kaldığımız evin avlusu çok güzeldi. Sadeliğe hasret ruhum, hani bıraksanız orada öğlece güneşe ve yıldızlara bakarak aylarca durabilirdi. Çünkü içim ısınmıştı kilimlere, yastıklara, palmiyelere. Hiç filmlerde gördüğüm gibi değildi dağlar. Evet hala yabancıydı bana ama öyle sert ve ulaşılmaz değil de daha çok istersen gelebilirsin der gibiydiler. Herşey mümkün, aslında hayat güzel hissi ılık ılık damarlarımda dolaşıyordu. Her attığım kulaçta pullarını döken bir balık gibi bildiğim hayatın ezberlerini döküyordum. Sanki beni büyük balık yutmuştu da şimdi tam da burada midesi bulanmış ve sindiremediği  ruhumu kusuyordu. Çok şükür dedim, çok şükür beni çiğnememiş!

Yüzerken dönüp dönüp Elif'e bakıyor, resiflere kadar gidip dönsem de o büyülü ve derin sulara doğru yüzemiyordum. Çocuk merakı gelmişti üstüme ama yetişkinin öğrenilmişlikleri hala arkamda duruyordu.

Her yediği mi lezzetli olur insanın? O mütevazi, hatta hafiften salaş ve gösterişten uzak mekanlardan çıkan tabaklara her defasında hayret ediyordum. Sadece yemeklere mi? Havanın ağır gelmeyen ısısına ve tertemiz kokusuna ne demeli? 

Daha ilk sabah, ilk kahveyle selam verdim İsis'e. Geldim, buradayım dedim. Kalbimde, alnımda, tam tepe çakramda şefkati vardı. Üzeri gümüş iplikçiklerle parlayan denize ve beni bir an bile yalnız bırakmayan sokak köpeklerine durup durup sarılmak geliyordu içimden. Buzları çözülüyordu dona kalmış yerlerimin. 

Hemen ikinci sabah yine koşa koşa gittim güneşin doğuşunu izlemeye. Yalnız da değildim. Benden başka hayranları vardı gündoğumunun. Özellikle sokak köpekleri hiç kaçırmıyorlardı bu anı. Dünya'nın dört bir tarafından gelmiş ve sabah sporunu yapan dalgıçlar, öylesine nefes almaya çıkan turistler, akşamdan kalma gençler ve gizemli bir kadın. Hep birlikte izliyorduk. Kimsenin bir diğerini duymadığı, yumuşak sesleri vardı sabahın. Hafif serin ama üşütmeyen rüzgar, usul usul yükselen güneş ve biz.

Nicedir güzelliğinden ve görkeminden etkilendiğim ve hakkında öğrenmelere doyamadığım güneşle nihayet, üstelik onun ülkesinde göz göze gelmek inanılmazdı. Yaşadığım şeyi uydurmadığıma ikna olmak için birkaç sabah tekrarlamam gerekti ama kesinlikle atmıyorum; Mısır Güneş'in anavatanı bu gezegende.

Herşey büyülüydü Dahab coğrafyasında. Kullanmadığım, uzun zamandır itimat etmediğim ve körelmiştir artık dediğim duyularım canlanmış gibiydi. Kokulara, renklere, seslere dikkat kesilmiştim. Ama yetmezdi tabii, hayat bir kere eteğinden dökmeye başlamıştı hediyelerini. Ertesi gün Mısırlı bir kadının ses atölyesine davetliydi Elif. Gider miyiz birlikte dedi, tabii gideriz dedim. İyi ki de gittik. O beklenmeyenin sürprizi diyebileceğim birkaç saati galiba ayrıca anlatmalıyım. Sadece şunu söyleyebilirim, şarkı söylemek lazım.

Dahab insana unuttuklarını hatırlatan, kendini denizle, toprakla, güneş ve ayla ritim tutturmuş hissettiren bir yer midir derseniz, bence kesinlikle evet. Sırf bu yüzden, gezegenin yaşayanı, canlısı olma hissi Dahab'ta çok güçlü kucaklıyor insanı. Elbette tatilde olmanın, ev sahibinin yumuşaklığının ve her yediğimizin içtiğimizin lezzetli oluşunun algıda payı büyüktür ama yine de omuzları indirip, beklentisizce günü yaşamak tarifi kolay olmayan bir his.

Dahab'ta oldukça güzel bir otelde geçirdiğimiz gecenin de ayrı güzelliği vardı. Günbatımını plajda izlemeyi çok özlediğimi fark ettim. Ve tabii Ay yükselişini de. O gece Elif'le yemeği hafif kaçırmış olsak da geriye yumuşacık bir plaj ve denizin huzur veren görüntüsünün yanı sıra Elif'in bir günlük kaçamağımıza damga vuran şeker pembesi elbisesi kaldı. Elif'in cazibesi ses atölyesi gibi ayrı bir yazıyı haketse de şunu yazmam şart; kesinlikle dayatılan estetik anlayışının dışında bir kadın Elif ama cazibesi neredeyse başımıza belaya sokuyordu:)) Zira dişil enerjinin cazibesiyle ezbere bağlanmış güzellik ölçüleri arasında hiçbir bağlantı yok. Bunun en canlı kanıtı da Elif bence. Tatil boyunca biriktirdiğimiz en sevimli anılardan biri şüphesiz Elif'in cazibesiydi. Otelden eve dönerken bindiğimiz aracın şoförü hala rüyalarında Elif'le duş almıyorsa bende Elvan değilim! Üstelik Elif kesinlikle masumdu. 

Sonraki günlerde Dahab'ın gün doğumlarını tıpkı Bodrum'da yaptığım gibi büyük bir hevesle izlerken her defasında denizin ve rüzgarın aniden hareketlenmesine ve coğrafyaya özel bu gizemli duruma hayran oluyordum. Eğer güneş bu denli etkiliyse şu ucu bucağı belirsiz Kızıl Deniz üzerinde, kimbilir neler olmaktaydı bedenimin her yanını dolaşan kanımda?

Bilimkurgu filmlerinden sahneler geliyor aklıma, hani güneş veya ışık hüzmeleri insanı olduğu yerden alıp kendine doğru yükseltir ya, tam olarak öyle işte, insan güneşi izlerken ışığa sokulmak, yanaşmak istiyor.. Hatırlayamadığım ritüelleri olmalı güneşin. Anımsıyordum, seziyordum ama ayrıntı yoktu zihnimde. Sadece ona bakmam, onu hissetmem ve ilk ışıklarını mümkünse alnımın, kalbimin önünde karşılamam gerekiyordu, bu kadarını anlamıştım. Bi haller de olmuştu bana aslında çünkü uluorta selamlıyordum güneşi ve benim için bu ritüelin bir adı bile vardı Surya "Ra"maskar.

Garip garip hisler, ışık oyunu mudur yoksa bir tür galaktik kontak mı bilemediğim görüntülerle yarı masal yarı gerçek izledim durdum güneşi.

Tekrar gerçeğe dönersek akan gündelik hayatta kendine has, ülkemde bilmediğim bir vicdanı ve acıta acıta göze sokulmayan seçimleri var Dahab'ın. Mesela tüm özel araçların yerli ve turistler tarafından taksi olarak kullanılabildiği, en pahalı yerlerde insanların sokak hayvanlarıyla yan yana oturabildiği ve hayvanların siz vermediğiniz takdirde yemeğinize musallat olmadığı fantastik bir yer. Hatta şöyle söyleyeyim Elif'in kendiliğinden gelen ve eve yerleşen bir kedisi bile vardı orada, adını Bukedi koyduk. Yumuşacık huyu olan, kucak seven, sadece çok açsa yemeği verilene dek yaygara yapan bir Mısır kedisi.

Herkes kendinin sahibi Dahab'da. Üst baş önemsiz. Mücevher yok. Fakirlik dilencilik değil, varlıklı olmak da bir gösteriş konusu değil. Bolca doğal ürün ve lezzetli şaraplar var mesela. Kadınlar, çocuklar ve sokak hayvanları güvende. Sarkıntılık, yakaran dilenciler falan yok. Aksine erkekler göz kontağı konusunda çekingen, ip bilezikler satan çocuklar da oldukça sakin ve rahatsızlık vermeyen türden.

Benim ilk ziyaretimden ilk dökülenler bunlar olsa da bir süre sindirdikten sonra tekrar tekrar yazar ve ilk yakaladığım fırsatta oraya dönerim gibi geliyor. Zira ne güneşe doydu ruhum ne de denize. Üstelik Musa'nın dağına tırmanmadan döndüm, geri gidip o işi halletmem lazım.

Bi de ricam olacak, aman sağda solda Dahab çok güzel demeyin, oralarda bizden birilerini görmemek ne yalan söyleyeyim bana pek iyi geldi:))







23 Ocak 2025 Perşembe

GÜNEŞ ÜLKESİ -II- SÜZÜLMEK, DEVŞİRME BİR TAŞ GİBİ ( Bodrum Günlüğü, sansürsüz notlar )


Aslında yüzmüyorum daha çok süzülmek, belli belirsiz kımıldamak yaptığım. Bulutları, denizin sathındaki hareketlerini izliyorum. ÇOCUK heyecanı var üzerimde. Sabah, kasabadaki turistlerden ve hatta yerlilerden erken, emekli kale müdürü Oğuz Amca ve Cengiz Kaptan’dan geç varıyorum sahile. Arşipel’in başka denizlere asla değişmeyeceğim, insanı sıkmadan kucaklayan kollarındayım.


Fırtına bulutları küme küme dizilmiş gökyüzünde. Tam tepemdekiler pamuk yığınıyken az ötedekiler gri dumanlı tül perde. Güneşin ilk ışıklarıyla sudayım. Kaleyi seyrederek yüzüyorum. Unuttuklarımı hatırlamak ister gibi, gözlerimi ayırmadan bakıyorum taş duvarlarına. Neyi unuttuğumu merak ediyorum. Vaktiyle ellerimle ördüğüm duvarları şimdi aşamıyorum. 

Seziyorum; benim sırrım, hazinem taş duvarların arkasında.

Uzun zaman önce ağzına çaput tıkadığım çocukluğumun üç günde güvende hissetmesini beklemiyorum. Yavaş yavaş sokuluyorum geçmişe, zihnimin konuşmasına fırsat vermeden seyrediyorum gündelik yaşamı. Kale sadece sembol. Karaada, tekneler, rüzgarın önünde koşan bulutlar, Göktepe hepsi ipucu; içine neşemi, gözyaşlarımı ve beni ben yapan her şeyi gizlediğim, evime uzanan yolu gösteren işaretler.

Kale duvarına yerleştirilmiş devşirme taş ya da sürüsüne geri dönmüş kurt gibiyim. Hem bir parçası olduğum, hem de hala kımıl kımıl huzursuzlandığım tüm bu bildik kokular ve renkler yeterince sabır gösterirsem benimle konuşur mu? Kabul edilir miyim buralarda? Ben bunu bekleyebilir miyim? Sabredersem evimin yolunu hatırlar mıyım?

Arşipel'in bu kıyısına ne sebeple  gelip, hangi bahaneyle ayrıldığımızı ve içinde yaşadığım hayata ne vakit tıkıştırıldığımı merak ediyorum. Hangi duvardan söküldüm, temellerim nerede benim? Oraya dönmek, orayı görmek istiyorum.

Ertesi Gün

Ne hissettiğimden hatta bir şey hissedebildiğimden emin değilim. En belirgin duygum öfke. Uzun zaman önce ezberletilen bir şiiri gibi kırgınlığım. Ezberden okuyorum fakat ne hakkında olduğunu bilmiyorum. Dudaklarımdan dökülen kelimeler, kulaklarıma yabancı. 
Diğerlerine ulaşma çabamdan vazgeçtim. Artık herkesin bir yerlerde takılıp kaldığını, farklı sebeplerle donduğunu ve bunu çözemeyeceğimi biliyorum. Benim derdim kendi takılmışlıklarım. Hayatı su arkına ve bize verilen zamanı akıp geçen suya benzetirsek, yolumu tıkayan, beni yavaşlatan çalı çırpıyı temizlemeye çalışıyorum.

Dün sabah ağlayarak, bu sabah şarkı söyleyerek yüzdüm. İki sabah arasındaki tek benzerlik güneşin doğuşuydu demek isterdim ama değildi. Güneş her sabah aynı noktadan doğmadığı gibi, her doğuşunda aynı şekilde parlamıyor. Bunu bilmek için sabah erken kalkıp onu uzun uzun beklemek ve sonra an be an izlemek gerekiyormuş. Yoksa bu bilgiyi nasıl paylaşabilirdim ki?

Dün sabah beni hüzünlendiren ve gözyaşlarımı denize karıştıran ışıklar nasıl içimi yıkadıysa, bu sabah aynı şeyi müzik yaptı. Çeşmenin başında kah yıkanıyor, kah kana kana su içiyorum. Geçmişin çeşmesindeyim fakat akan su taptaze. 

Babamı düşünerek yüzdüm dün sabah. Ona dedim ki içimden “eğer gittiğin yerde, var olduğun boyutta şu an kalbimin en derin yerinde seni hatırladığımı sezebiliyorsan ne mutlu. Gözlerim gözlerin, hissettiklerim hissettiklerin olsun.”
Bişi demedi, sustu sandım. Ama konuşması için bir beden lazımmış. Kaptan Cengiz’in anlattığı hikayeyle selamladı beni babam. 

                                         Surya/RA Namaskar

Sabah gözümü açtığımda saat altıydı. Terlemiştim. Rüyamda eski sevgilimi eşek sudan gelene kadar dövdüğümden epeyce bitkin uyandım. Bizimki de ne hikayeymiş arkadaş! Aradan geçen bunca yıldan sonra hala yenişememiş olmak ve gece gece insan dövmek nedir? Nasıl bir açık hesaptır ki ne zaman azıcık gevşesem, kusuyor zihnim hazmedemediklerini.

Ama biliyorum, ben düşündüklerim değilim. Ben yaşadıklarım da değilim. Ben, bütün bunların çok daha fazlası ve bütünün eşsiz parçasıyım. Biliyorum çünkü aynı sabah gün doğumunu izlerken Mısır’ın kutsal güneşiyle selamlaşıyorum. 

Her sabahkinden erken vardım sahile. Hemen soyundum, taktım kulaklığımı, açtım müziği. Deniz sakindi. Ne rüzgar vardı, ne insan. Sadece yüzerken çıkarttığım sesi duyuyordum. Ben ve deniz. Birden mutlu hissettim. Duygulandım. Karşı dağın eteklerindeki bembeyaz evlere baktım. Muhtemelen herkes uyuyordu. 

Babamı düşündüm. Bütün kalbimle şu an burada, bir zamanlar onun da çok severek yüzdüğü sularda, üstelik tıpkı onun gibi erkenden denizde olduğumu bilmesini diledim. Belki başka bir boyuttaydı, belki yeniden bedenlenmişti. Her nasıl yürüyorsa o işler tam da öyle olmasına razıydım. Onu özlediğimi, burada olduğumu ve mutlu hissettiğimi bilsin istedim. Belki bir kuş cıvıldar başının üzerinde gülümsetirdi onu, ya da rüzgar kitabının sayfalarını karıştırırdı? Artık hangisi uygunsa dedim içimden, beni bilsin, biri onu çok sevdi, hala da seviyor hissetsin yeter.

Sonra dağın arkasından aydınlanan gökyüzünü fark ettim. Güneş doğmak üzereydi. En son nerede ne zaman gündoğumu izlediğimi anımsayamadım. Tüm dikkatimi doğmakta olan güneşe, aydınlanan güne verdim. Sanki ilk kez gündoğumu gören biriydim. Gözlerimi hiç kırpmadan, başımı başka yöne çevirmeden beklemeye başladım.  Ilık Eylül denizinde belli belirsiz kımıldayarak bekledim. Bekledim. Tüm benliğimle babamı düşünerek ve güneşi izleyerek öylece keyfine vardım anın. Güneş gözlerimin içinden kalbime aktı sanki. Ciğerlerimdeki buzu çözdü, iki kaşımın ortasına yerleşti. Bir iki damla yaş süzüldü yanaklarımdan. Neden bilmiyorum, sanırım yaşamak iyi geldi. Özlem bile olsa, sahici bir duyguya öyle hasretim ki. 

Kaptan Cengiz

Sabahları yüzmeye geliyor kör kaptan. Bazen eşi, bazen komşusu tatlı bir hanım eşlik ediyor ona. Çok konuşuyor. Durmadan anlatıyor. Ona yakalanmamak için usul usul çıkartıyorum sandaletlerimi ve sessizce giriyorum suya. Çünkü günün en güzel saatini susarak yaşamak istiyorum. 
Babam, ben ve güneş kavuştuktan sonra gittim kaptanın masasına. Çok tatlı, ufacık bir anısını anlattı babamla ilgili. Buraya geldiğimden beri ilk kez babamdan bahsediyor biri. Kulak kesildim.

“Çok akıllı adamdı. Köylülere kök boya yapılacak bitkileri toplatır, yünleri boyatır ve kendi çizdiği halıları dokuturdu” dedi. “Özellikle Konya Ladik. O dönem çok satan halılardandı ve bana satmasını istedim. Çünkü onun halılarını beğenen ve almak isteyen bir tüccar vardı ve biz arkadaşız diye alış verişi benim yapmamı istemişti. Sordum kaça verirsin bana Konya Ladik dedim. Yüz lira dedi. Peki üç tane alsam? O zaman tanesi yüz elli dedi. Şaşırdım. Ama neden diye sordum. “Eğer bir tane isteseydin kendine aldığın ve arkadaşım olduğun için uygun fiyata verecektim ama belli ki sen birilerine aracısın. O halde ticaret olarak düşünmeliyim.”

Kaptan Cengiz’in babamla yaşadığı bu hikaye acaba neden o sabah gelmişti kulağıma? Yoksa babam beni duymuş ve dostla ticaret yaparken nazik ve dikkatli olmayı mı hatırlatmıştı? Kim bilir?

                                      Işık ve Suyla Dans

Bugün dünden kalan en ufak bir düşünce, ufacık bir his olmaksızın vaftiz havuzuna girer gibi usulca girdim suya.  Sevinçliydim, gün doğumu yakalamıştım. Yıllarca neredeyse bir kez bile güneşe bakmamış ben, nedense dün sabahtan sonra mutlaka gerçekleştirmem gereken bir ritüele rahip olarak atanmışım gibi heyecanlandım. 
Ra’nın gözü. Göz göze geleceğimiz an için mutlu bir yunus gibi sıçraya, yuvarlana yüzüyordum. Dönüp dönüp yükselen güneşe baktım, tek bir saniyesini bile kaçırmamak için dikkat kesilmiştim.

23 Eylül 2023

Bu sabah yüzmeye gitmedim. Belki yine bana iyi gelenden kaçıyorum…. İnsan ne saçma bir labirent!

28 Eylül 2023

Yıllardır yüzmediğim kadar yüzüp, konuşmadığım kadar konuştum kendimle. Ne bu kadar hoş sohbet bilirdim kendimi, ne de bu denli ağırbaşlı. Hoşlandım zihnimin konuşmaya can atan ve susmaya hevesli dengesinden.

Fistolu etekleri oluyor bazen denizin. Bazen de uzun, ipekli elbisesi. Her durumda yüzüm eteğinde. Öpe koklaya izliyorum güneşin yükselişini.
Gün doğumu bende son zamanlarda. Ben bekliyorum onu dağın önünde. Kollarımı açıyorum doğuya bakarak, ışıklarının tam alnıma ve kalbimin ortasına geldiğini hayal ediyorum. Öyle bir arzu ve düş gücü ki hissettiğim, sahiden inanıyorum; bir sabah kalbimdeki
buzlar eriyecek ve hiç susmamacasına şarkılar söylemeye başlayacağım. İşte o zaman suyun içinde gizli gizli dans eden bacaklarım ve kollarımla sokaklarda, caddelerde, hayatın tam ortasında hoplayıp zıplayacağım.

Çocukluğum var benim bu limanda. Şişeye konmuş, açık denize bırakılmış anılarım. Yaşadıklarım, hayal ettiklerim. Sevdiklerimin ayak izlerine basıyorum. Mendirekte gitar sesleri, Raşid’de içilmiş kırk sene hatırlı kahvelerimiz var. En sevdiğim sesler mİ? Onlar da burada; kalenin arka kapısında şakıyan bıldırcınlar. Ağaçlara saklanıp ortalığı şenlik alanına çeviren serçeler ve günbatımına çok yakışan kargalar. Bir de mandar sesi. 

Oraya dönmem gerekiyor. Taşları kırmak dökmek değil, duvarın arkasını görmek istiyorum. Kalbime usul usul üflenen rüzgarların, bedenime değen lodos dalgalarının biraz daha sürmesi gerekiyor. Kalbimin açılması için zamana ihtiyacım var. Zamanın en değerli yerinde durmalıyım, şimdide.


Devam Edeceğim....






22 Ocak 2025 Çarşamba

GÜNEŞ ÜLKESİ -I-

İçim kararmıştı. Gölge uzun, güneşten kaçışım ezberdi. Öyle ki ışık sadece kelimeydi ve ben neden saklandığımı unutmuştum. 

Günler tekdüzelikle birbirine bağlanırken, o gün Güneş Ülkesi'nden davet aldım. Aldığım gibi kabul ettim. Şimdiye kadar sergilediğim tavırdan oldukça farklıydı bu durum zira kararsızlık hayatta en iddialı olduğum alandı. Ama hiç tereddütsüz bir evet çıkmıştı ağzımdan.

Son güne kadar çıkabilecek her aksiliğe razı, yine de gayet hevesle hazırlandım. Sonuçta bir yıldız, üstelik gezegenim üzerinde epeyce etkili bir yıldız davet etmişti beni. Yani gidemesem bile o daveti almıştım ya zaten halihazırda fazlasıyla mutluydum.

Şimdi siz neyin nesi oluyor yıldızdan davet almak falan dersiniz, biraz anlatıyorum o zaman, ama biraz.

Bundan çok çok uzun yıllar önce kıymetli bir dostun yazlığında balkonda tekbaşıma oturuyordum. Günbatımıydı. O vakitler ev arkadaşı olduğum Külkedisi aramıştı. Telefon konuşmamız sırasında içinde bulunduğumuz ruh hali nedeniyle birkaç kez, "evrene gönderelim, evren bizi duysun" gibi laflar etmiş olmalıyız ki, daha yerime oturmadan sokaktaki çalılıktan "evren sizi duydu hanımefendi" diye seslendi biri. Şaşırmıştım. Zira görünürde kimseler yoktu. Sokak tarafına doğru başımı uzatınca benden yaklaşık yirmi yaş büyük ama oldukça dinç ve güleryüzlü o adamı gördüm. Üzerinde basit plaj şortu ve beyaz tişört vardı. Bak ne gariptir o zaman da bilmediğim yerden hareket etmiş ve balkondan inip adamla sohbete başlamıştım. Bana kitabını hediye etmek istediğini söyledi; Küçük Prens 3 Einstein 0. Kitabın adı buydu. 

Uzatmayalım, kitabı aldım, ertesi sabah gün doğumunda yoga yapmak üzere sözleştik. Bir yabancı ve ben sabah körü sahilde buluşacaktık! Hiç Elvanlık davranışlar değildi bunlar. Velhasıl o vakitler gündoğumu beni sadece görsel anlamda etkileyen birşeydi, o da ucundan. Fakat sohbet ilginçti. O sohbette bana Siriuslu olduğum, babam tarafından gezegene getirildiğim söylendi, sene iki bin sekiz. Haaa dedim içimden demek ben bu sebeple kendimi hiç evde, yuvada hissedemiyordum. Bak sen! Ama yetmezdi, başka başka açılımları da olmalıydı bu buluşmanın ve oldu da. Ustamla Ergun Bey tanıştılar. Pek hoşlanmadılar birbirlerinden. Sonra Ergun Bey bir arkadaşımın dayısı, kelli felli avukat, hatta Kalamış'dan mahallelimiz çıktı ve inanılmaz hikayesiyle beni şaşırttı. Tam bir ferrarisini satmış bilge duruyordu karşımda.

Velhasıl o hikaye orada kaldı. Ben Ergun Bey'in asistanlık teklifini nazikçe reddedip yoluma gittim. Yoluma mı gittim? Belki de bir kez daha yolumu kaybettim?

Bunu neden anlattım, çünkü o rivayete göre Sirius adındaki yıldızdan gelerek Dünya'da bedenlenmiştim. İyi de niye? Başkaları da olmalıydı ama kimdi onlar? Neredeydiler?

O seyahatte çok yakın dostum Jasmin'in babası vefat etti, zaten civarda olmamın sebeplerinden biri de ona destek olmaktı. Blog okuyucuları belki hatırlar, onların vedası için Balıkçının Kızı ve Paslanmaktan Korkan Şövalye adındaki hikayemi yazmıştım. Ve ne ilginçtir ki arkadaşımın babası şu yıldız, galaksi konularına hiç uzak değildi. Üstelik cenazesinde benim etkin bir rolüm olmuştu. Şimdi düşünüyorum da acaba aynı yıldızdan mı gelmiştik?

Bütün bunların üzerinden yaklaşık on beş yirmi yıl geçtikten sonra Bodrum'da uzun kaldığım, bugünden yaklaşık on beş ay önceki tatilde hiç böyle şeyler düşünmezken güneş tekrar görünür oldu... Fakat bu defa onunla ilgili algım bambaşkaydı, zira sadece doğanın seyredilesi güzelliği olmadığını, çok daha fazlasını barındırdığını sezmiştim. Yine de adını koyamıyordum.

Her sabah koşarak gündoğumu izlemeye gider oldum. Üstelik tam güneş doğmadan az evvel suya giriyor ve onun dağın ardından yükselişini çocukça ve hiç tanımadığım bir sevinçle, sanki birbirimizi vaftiz ediyormuşuzcasına bekliyordum. Bazı sabahlar yataktan kalkmakta tereddüt ettiğimde bile ne yapıp edip vazifeli gibi yetişiyordum gündoğumuna. Böylece haftalar geçti.

Tuhaf bir sıcaklık, hatta neredeyse içten içe genişleyen mutluluk hissediyordum. Güneşi alnımın ortasında ve kalbimin önünde algılayarak ona uzun uzun bakıp gözlerimi kapatıyor ve ışık oyunlarının güzelliğine inanamıyordum. O tukuvazlı, turunculu renk cümbüşünde görmüştüm İsis ankını. Büyüleyiciydi.

İstanbul'da Ela ile birlikte ilgilendiğimiz, bir süre evimde baktığım kediciğin adıydı İsis ve gezegende en uzun tapınım gören tanrıçaların neredeyse en kudretlisi. Zaten kediciğe de bu dirayetinden yola çıkarak İsis demiştim.

Öyleyse elde var kara kedi İsis, Siriuslu olmak, İsis Ankı ve Gündoğumu ve veya güneş.

Yavaş yavaş puzzle tamamlayan biri gibi güneşin peşine düşmüştüm. Nerede olursam olayım iki arada bir derede güneş kültü hakkında okuyor ve filmi geriye sardıkça bildiklerime hayret ediyordum. Gizemli fakat eşsiz bir oyuna davet almış gibiydim. 

Duydunuz mu hiç, daha sonra Doğu Roma'nın başkenti olarak bilinecek olan KONSTANTİNOPOLİS 'in kurucusu I. Konstantin ölüm anındaki vaftiz törenine kadar Güneşe tapardı? Anadolu'nun en büyük değerlerinden olan Mevlana Celalettin Rumi'nin entellektüel anlamdaki tüm bilgisini, ezberini sıfırlayan ve onu bambaşka alemlere davet eden Şems idi. Tebrizli Şems. Tebriz'in Güneşi.

Peki Atatürk'ün en önemli projelerinden birinin adı? Güneş Dil Teorisi.

Ya Masonların muhakkak bir kutsal kitabın üzerine bağlılık yemini istemelerini neye bağlamalıyım? Neden illa biri değil de hepsi makbul?

Yanıldığımı düşünmüyorum. Bence boşuna değil bütün o sevgi, ışık ve birlik lafları. Ama neyi sembolize ediyorlar? Bir yere kadar açık olup, sonra gizlenen bilgi ne? Buralarda hem yeniyim, hem  heyecanlı.

Bunca lafı etmemin nedeni de Güneş Ülkesi'nden henüz dönmüş olmam. 

Size göre bütün bunlar tevafuk olabilir, belki de haklısınızdır ama ben öyle olmadığına her an daha da iknayım. Kocaman ve büyüleyici bir sistem var ve siz ona kavuşmayı yürekten istediğinizde usul usul aralanan perdeler var. Vaktinden önce gelen delilikle sınanmamak ve günlerce karanlıkta kalıp aniden ışığa ulaşan biri misali gözleri kaybetmemek için usulca yürünmesi gereken bir yol var, hissediyorum. Maddeden manaya, Dünya'dan güneşe, dışarıdan içeriye...

Ne dersiniz?

Devam edeceğim....





8 Ocak 2025 Çarşamba

HIZLI GELEN BİRŞEYLER VAR

 

Galiba yaşlanıyorum. Sadece fiziksel olarak değil, ruhen ve zihnen de yaşımın ötesine sıçradığımı hissediyorum. En belirgin kanıtım aynı hikayelere sık sık dönüyor oluşum. Neden? 

İnsan yaşamı neresinden bakarsanız bakın çok katmanlı bir yaratık. Her birimiz binbir gece masallarındaki gibi birbirine zincirleme bağlanan, olay içinde olay tadında yaşıyoruz ömürlerimizi. Aksilikler, tesadüfler, şans faktörü gibi pek çok şeyle sayısız kapı ve pencere açılıyor yaşamda. Benim anlamadığım şey neden deneyimlerimizin bir kısmını hemen oracıkta unutabilirken, aralarından neye göre seçtiğimiz belirsiz olan bazılarını iyi ve kötü diye ayırmaksızın alıp, sonsuza dek zihnimize yük ediyoruz?

Oysa geçmiş ve bitmiş hikayeler silsilesinden gayrı hiçbir yaşamsal değeri kalmayan bütün bu hikayeleri değil birine anlatmak veya yazmak sadece ve sedece yeniden düşünmek bile şimdiki zamana ihanetten başka birşey değil. Bizi biz yapan yaşanmışlıkları reddedelim demiyorum, aksine hepsinin değerini biliyoruz, deneyimin katkısı konusu net. Anlayamadığım şey yapışmak ve durmaksızın sahnelemek için neden özellikle ıstırap veren anıları seçeriz?  Neden? Hadi mutlu ve komik hatıraları anlarım, birilerine anlatıp gülümseriz de  insan acıyı niçin başına taç yapar?

Bence yaşlanıyorum. Zaten had safhada olan zaman takıntım gittikçe artıyor ve artık çok daha hızlı öfkeleniyorum. 

Hız seviyorum tamam ama zihnimi şimdiki zamandan ayıran geri sarmalara hiç sempatim yok... Dişlerimi sıkmadan ve bedenim ısınmadan hatırlamayı seviyorum ve mümkünse sadece birkaç dakika...

6 Ocak 2025 Pazartesi

LADY LADY LADY

 

TUNA... Beni zorluklarımla, zıtlıklarımla, korkup öfkemde kavruluşlarımla seyreden ve tüm bunlar olurken en şefkatli yerden notlar bırakanım...

Geçtiğimiz yıla dair teşekkürümdü Tuna'nın varlığı. Tıpkı Selma, Elif, Ebru, Özgül, Ela, Derya için şükrettiğim gibi şükrettim, şükrettim ve iyi ki dedim, iyi ki var dostluk denilen şey.

Beni bilirsiniz ölümle terk edilişi sindiremeyen hastalıklı tarafım zaman zaman hortlar. Fakat geçtiğimiz yıl uluyarak ağlarken ölülerime değil, dirilerime sığındım. Evet Victor'u özlüyorum, benden, bizden çalınan yaşlılığa gücenikliğim değişmedi ama öte yandan hala elimi uzatsam tutabileceğim birilerine sahibim. Sanırım bu büyük bir teşekkürü hakediyor. Benim inancımda teşekkür göklere, günleri getiren han kimse ona.

Işığa ve güneşe eğilirken bu sabah, şansıma da selam göndermek istedim. Tuna'dan gelen şarkıyı dinliyorum zaman zaman; Lady Lady Lady.. Yaşadığımız yıllar, o yılların içinden bize uzanan hatıralar... Bazen uzun bir ömür diye geçiyor aklımdan. Upuzun ve dolu, hatta tıka basa dolu yıllar. Şanslı ve şansın hala yanı başımızda olduğu eşsiz zamanlar.

Çok sağlıklı, bol dostlu, güzel sofralarda buluşulan, içinde güneş ve deniz olan yıla hoşgeldik. Sahip olduğum herşeye minnet ve sevgimi sunarken, en çok dostluklarım için müteşekkirim.



3 Ocak 2025 Cuma

TEK TEK KAPATMALI İNSAN AÇTIĞI CEPHELERİ


Diplomasi, beni irkilten, hafiften tiksindiren kelimelerin başında gelirdi. Fakat şu son birkaç haftadır, ortalama kavun büyüklüğündeki kafamın içinde verdiğim savaşla idrak ettim ki, yaşamak istiyorsak hava, su kadar gerekli diplomasi. Hatta tam formül: hava, su, ekmek ve diplomasi olabilir.

Ben savaşçı olarak doğmadım. Aksine, prenses olarak doğdum ama nasıl olduysa oldu arada derede önce tacım alındı başımdan, sonra birileri elbisemi yürüttü, ayakkabılar vesaire derken bir sabah uyandığımda üzerime zamkla yapıştırılmış zırhımla Kafka'nın böceği gibi debeleniyordum yatağımda.

Her ne kadar ben bu değilim diyerek çığlıklar atsam, öfke nöbetlerinde çırpınsam da uzun süre hayatımın kontrolünü elime alamadım. Cepheler açtım zihnimde; birinci çocukluk, ikinci çocukluk, donup kalmalar, yıkıp dökmeler... Yıllarca kılıç salladım kazananı kaybedeni olmayan cephelerde. Yaraladım, yaralandım. Öldüm, dirildim, öldürdüm, gömmedim. Kafamın içinde konuşturdum, koşuşturdum insanlarımı. Aç, açıkta değildim fakat ayazdı içimdeki cepheler, sonsuz kıştı arka fondaki manzara.

Delice savurdum durdum kılıcımı. Sonuç? Yoruldum. Sonuç? Anladım. Anladım ki tek tek kapatmalı insan zihnin cephelerini, tahliye etmeli kelimelerini. Silip süpürmeli muharebe alanını ve fon, en önemlisi fonu değiştirmeli. Yaz olmalı arkadaki mevsim. Çünkü ancak insanın içinde sımsıcak bir yaz olursa biter savaşlar. 

İşte diplomasi buydu; olayları ve insanları değiştiremeyeceğin gerçeğine aydığın, sadece kendi duygu ve düşüncelerini yönetebileceğine dair farkındalık kazandığın an.

Hayatımız boyunca başkalarının kudretine, kontrolüne, sevgisine emanet ediyoruz kendimizi. Bize ait olan yere doğrudan yerleşmek yerine, birileri buyur etsin diye davet bekliyoruz. Olmuyor. Pek çok ömür de o acımasız ayazda, kafaların içindeki savaşlarla sona eriyor. Sessizliğin ve sevginin gücüne uyanamıyoruz. 

Tek tek kapatıyorum zihnimdeki cepheleri, salıyorum hapsettiğim sessizliğimi. Bir bir gömüyorum çoktan ölmüş askerlerimi. Rüyalarımda kadınlar ve erkekler var etrafımda, onlarla dans ederken her dönüşte ufak ufak parçalar kopuyor zırhımdan. Uçuk pembe bir etek ucu çıkıyor o açılan boşluklardan. Miğferimin altında sabırsızca bekliyor saçlarım güneşe kavuşmak için. Tek tek kapatıyorum zihnimin cephelerini, derin derin içime çekiyorum mevsimin çiçeklerini. 

Artık bana hep yaz olsun istiyorum.