5 Ekim 2024 Cumartesi

YEDİ DENİZİN DİBİNİ ARAYAN KIZ











Bir varmış, bir yokmuş, uzak ülkenin birinde mutluluğun yedi denizin dibinde saklı olduğunu anlatan masallarla büyütülmüş, en sevdiği meyva mandalina olan Elis yaşarmış.
 
Bu küçük kız, gündüz vakti bütün diğer çocuklar gibi okula gider, kalan zamanında  da bahçede oynar, resim çizer, kimi zaman hikayeler okuyarak hayaller kurarmış. Ama ne zaman akşam olup hava kararsa aklına hep yedi denizin dibindeki mutluluk gelirmiş.
 
Neredeymiş bu yedi deniz? Acaba mutluluk çok mu derindeymiş? Bazen uzun uzun nefesini tutar, yedi denize gittiğinde nasıl dalıp, mutluluğu çıkartacağına dair hayali dalışlar yaparmış.
 
Bazı geceler bu sorular uykusunu kaçırır, hatta rüyalarına girer, uzaklardan gelen deniz kokusu odasını doldurmuş. Böyle gecelerde Elis, dudaklarında tuzlu bir tat hissederek uyanırmış. Tekrar uykuya dalmakta zorlandığından, limandaki süngercinin ona hediye ettiği tritonu kulağına dayayıp, denizin şarkısını dinleyerek uykuya dönermiş.
 
Çok arkadaşı varmış. Ve bir erkek kardeşi. Bazen onlara sorarmış acaba yedi denizin nerede olduğunu duymuşlar mı diye ama ne yazık ki hiç kimse nerede olduğunu bilmiyormuş...
Annesinin yedi deniz masallarını erkek kardeşine anlatmamış olması çok  ilginçmiş...
 
Yaz gelip okullar tatil olunca ailece güzel bir sahil kasabasına gitmeye karar vermişler.  Gittikleri yer evlerinden epeyce uzakmış. Kaldıkları otelin önünde ucu bucağı kestirilemeyen masmavi bir deniz uzanıyormuş.
 
Elis, acaba yedi deniz burası olabilir mi diye düşünmüş..
 
O ilk gece herkes yatağına çekildiğinde, odayı tıpkı rüyalarındaki gibi deniz kokusu doldurmuş. Üstelik dudaklarında da gerçek tuz tadı varmış!
Elis, yedi denize çok yaklaştığını hissederek mutlu, huzurlu bir uykuya dalmış. Rüyası çok ilginçmiş; denizin dibine rahatlıkla dalabildiğini, balıklarla konuşabildiğini ve hatta yengeçlerin sırtında oturup gezintiye çıktığını görmüş!

Tatil çok eğlenceliymiş. Ve eğlence her sabah kardeşiyle birlikte tavukların yumurtlamasını bekleyip, yumurtaları mutfağa götürerek başlıyormuş. Sonra fırından henüz çıkmış ekmekleri bezlere sararak masaya taşıyor ve anne ve babalarının uyanmasını bekliyorlarmış.

Gün boyu kumdan kaleler yapıp, balık tutuyor ve bol bol yüzüyorlarmış.

En sevdikleri şey ise gün batımını izlerken anne ve babalarının birlikte anlattıkları masallarmış... fakat bir şey Elis'in dikkatini çekmiş, annesi hiç yedi denizin dibindeki mutluluktan bahsetmiyormuş. Oysa Elis'in en sevdiği kahramanlar bu masalda saklanıyormuş.....

27.08.2016... YARIM KALAN



 









YOGA HUZUR VAADİYLE GELMEZ HAYATINA

 
 
 
İnsanlar dış görünüşleriyle o kadar meşguller ki, mutsuzluğun asıl sebebinin görünmez yerlerinde olduğunu sezemiyorlar. Sezemiyoruz... Daha parlak ve gür saçlar, daha ince bir bel veya karın kasları mutluluk getiriyor olsaydı ve ikinci yanılgı olarak mutluluk kalıcı ve elde tutulup lazım oldukça tüketilebilen bir şey olabilseydi, zaten şu an başka bir konuda yazıyor olurdum!
 
Madde dünyası gerekliliktir, eksikliği ve fazlalığı sıkıntıya sokar. Ancak eksik ve fazla da baktığınız yere göre değişkendir. Bir insan maddenin kaygısına düşmüş ise asıl sorun içerideki eksikliktir. Hangi temel ihtiyacı karşılanmıyordur ki, bunun maddi bir destekle giderilebileceği yanılgısına düşmüştür?
 
Doğru sorular sorulmadığı sürece samimi cevap gelmeyecektir.
 
İnsanlık madde ve mana dünyası olarak önce ikiye ve sonra binlerce parçaya bölünürken, tam şu anda bir ve bütün olmak belki de çağlar boyunca olmadığı kadar önem kazandı. ve belki de hiç olmadığı kadar zor... Çünkü dışarıdaki gürültü iç sesimizi duymayı engelliyor...
 
Bedenin dengesi sağlandığında, bunun iç huzura yardımcı olacağını inkar ediyor değilim, söylemeye çalıştığım tüm beklentiyi kabuğa yönelterek varılacak bir sahil olmadığıdır.
 
 
 
Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz pozu gerçekleştirdiğinizde daha mutlu olmayacaksınız. Sadece bunu yapabilmiş olmak, iç aleminizde de bazı adımları atabilmeniz için sizi cesaretlendirecek. Tabii ego ile dengeli bir anlaşmaya varabilirseniz...
 
Yoganın her derde deva bir iksir gibi pazarlanmasından ve özellikle güzellikle ilgili bir akit gibi pompalamasından sıkıldım. Düzenli asana uygulamalarının bedeni dinçleştirdiği, beden saatini yavaşlattığı ve cilde, saçlara parlaklık kazandırdığı doğrudur. Ancak bütün umutları buna bağlamak alfabeyi öğrenirken şiir yazma hayaline kapılmaya benzer.
 
Emek harcamaktan kaçmamak, eğilmekten korkmamak ve olanı olduğu gibi kabul etmek zor... Zaten yoganın huzurlu bir yolculuk olduğunu kim söyledi ki?
 
 
 
 
 

KALP MASALLARI

 
 
 
 
 
 
Pek çok yazar var sevdiceğim. Fakat bugün bir arkadaşımın bloğunda Murathan Mungan cümleleri görünce, içimden "açık ara, fazlasıyla favorim olanlar var yahu" dedim.
Sabahattin Ali, Murathan Mungan, Jeanette Winterson! Bu insanlar doğruca kalbi hedefleyerek, kalpten kalbe kelimeleri sıralayabilen yazanlar. Ve tabii son dakika keşfim Birhan Keskin... Oku oku, sonra okur yazar olduğuna lanet et!
 
Bence, okuru zerre kadar sallamayan- belki de sadece ona anlatan, ah keşke duysa diyen-, kaç satar endişesiyle sıkıştıran editöre aldırmayan, gönlünce, yüreğini ortaya koyarak yazanlar zamansız, cinsiyetsiz, korkusuz ve tutkulular. İmrendirici. Hem de çok.
 
Ölmeden evvel bir tane de ben yazabilsem keşke... Saklamadan, saklanmadan, lafı dolandırmadan, cesurca..
 
Tam şuramdan...

ÖLÜM, TERK EDİLMEK & KUYULAR

 
Herkesin kendince kocaman kocaman yükleri var; bırakabildiği, bırakamadığı, farkına varmadan beslediği, beslendiği, unuttum sandığı.. Benim de var. Her ayrılıkla, her cenazeyle tetiklenen derin bir terkedilme korkum var. Zamansız gidenlere karşı dinmeyen bir serzenişim var; gitmelerini için için istemiş, hatta dilemiş olsam bile...
 
Farkındalığım her daim işe yaramıyor. Gafil avlandığım, kendimi kuyunun başında değil de, çoğu kez dibinde bulduğum öyle fazla an var ki..
 
Beni hayatta tutan, o en dipte tek başıma otururken güçlü kılan şey ay ışığı ve ejderham. Eğer o ikisi olmasaydı, bütün bunların etimi kavurduğu anlarda her şeyin bir yanılsama olduğuna dair ayamazdım, içim serinlemeseydi yaşayamazdım. Birgün, tıpkı masallardan fırlamış bir ejderha gibi, kendi hikayemde sakince süzülebileceğime inanmasaydım devam edemezdim..
 
Benim mucizem "aramak" oldu; içimde kendimi, dışarıda seni aramak.
 
Bir yılın daha sonuna geldiğimde kuyulara düşmeyeceğimi söyleyemem. Büyüdüm diyemem. Elbette düşebilirim, insanım. Ama ay ışığı benimle olacak, ejderhalara inanmaya devam edecek ve nasıl olsa çıkacağımı bilmenin sükunetiyle içinden geçtiğim, içimden geçen zamanın boynuna dolayacağım kollarımı.
 
Kitaplar okuyacağım dipte, müzik dileyecek, uzun sahil yürüyüşleri yapacağım. Korku geldiğinde derin derin nefes alıp, tıpkı öğrencilerime yaptırdığım gibi kollarımı iki yana açıp, kendimi kucaklayacağım. "Aferim kızıma, bak nasıl da... " diyeceğim.
 
Öleceğim, terk edileceğim, tekrar öleceğim ve tekrar tekrar dirileceğim. Ölümün de doğum kadar yalan olduğunu, her kahkahanın içinde, o anı özleyeceğim ve belki de ardından gözyaşı dökeceğim saniyelerin gizlendiğini bileceğim. Bu da benim döngüm belki?

dil

 

Senin bilmediğin bir dilde konuştuğumu, hatta o dilde duyabildiğimi, yazabildiğimi söyleseydim. İç sesimle, sabahtan akşama kadar o senin bilmediğin dilde şarkılar söylediğimi anlatsaydım, acaba ne hissederdin?
Biz farklıyız. İçinde güvende hissettiğimiz evler, yanında maskelerimizi çıkarttığımız insanlar ve en önemlisi gelecekten beklentilerimiz çok farklı. Mesela benim bir beklentim yok. Gelip gelmeyeceğini bilmediğim geleceği kendi haline bıraktığımdan beri an daha da anlamlandı. Geçmiş dersen, benim ondan kaçışım yok. Her ziyaretinde bir fincan kahve ikram ediyorum, fakat artık yatıya kalmasına izin vermiyorum.
Senin bilmediğin, öğrenmek için zaman ayırmayacağım bir dilde yaşıyorum. Aynı kitapları okuduğumuz doğrudur. Aynı duyguları paylaştığımız ise külliyen yanılgı.

İNSAN ÇEKİNGEN, İNSAN KIRILGAN..

 
 
İstanbul'da şehrin orta yerinde huzur evleri, çocuk bakım evleri var biliyor musunuz? Tüm ihtiyaç sahiplerini Ankara'nın doğusuna yığmamışlar... Hiç ummadığınız bir sokakta pat diye karşınıza çıkan huzur evi olmadı mı hiç? Gerçi bizim yaşlı bakım evlerimiz tecrit noktaları gibi... Görememiş olmak da normal... Küçücük bir tabela dışında aslında yok gibiler... Bahçe yok, sokaktan geçip gitmekte olanı bir göz teması süresince görme şansı yok... Ölmeden gömüyoruz yaşlanmış insanları... Yaşatmadan öldürdüğümüz çocuklar gibi...
 
Kimse kendini ayırmasın bence, bunlar toplumun ortak ayıpları. Birlikte yarattığımız görmezden gelmeler..
 
A

NEDEN?


 
Bahar insanın ritmini bozuyor. Kararlarını, içinde akıp gitmekte olduğu rutini sorgulatıyor. İyi ki de öyle, yoksa ne anlamı olurdu aldığımız nefesin? Attığımız adımların?
 
Az evvel eski erkek arkadaşlarımdan birini gördüm. Sahilde yürüyordu. Baktım. Baktım. Bir şey ifade etmedi. Kaldı ki kısa süren ilişkimiz boyunca da bana pek birşey ifade etmemişti! Bunu öfkeyle değil, kırgınlıkla hiç değil, içtenlikle, samimiyetle söylüyorum. Bir tek insan dışında hiçbirinin anlamı yoktu aslında. Hayatın farklı dönemlerinde bu adamlarla birlikteyken, ilişki anlamlı olsun diye çok çırpındım. İçimde ve dışarıda o kadar çaba sarf ettim ki, çoğu zaman  yorgunluktan tükenip dengemi kaybettim!
 
Şimdi şimdi menopozuma yaklaşırken bunu neden yaptığımı çok daha iyi anlıyorum. Aslında bir ilişki istememişim! Ne garip değil mi? E be kadın istediğin bu değilse neden kendine ve o insanlara dar ettin dünyayı? Neden evlenecek kadar ileri gittin derler adama di mi?
 
Cevap basit. Hatta rüyalarda gizli. Daha yeni yeni anlamını  okuyabildiğim iki rüyam var ki, bana hayat kitabının en kıymetli bilgisini gizlice vermişler aslında. Zira orası saf ve müdahalesiz bilinçaltı...
 
Eş istemedim. Hiçbir zaman bir eş hayal etmedim. Çünkü asla ölümsüz aşka inanmadım. Varsa bile öyle bir duygunun bana uygun olmadığını düşündüm. Herkes terk ederdi sonunda; ya beni, ya kendini... Pek çok hikayede de biri çok sevmiş diğeri de onun kendine olan aşkını sevmişti en fazla! Ya da şirket ortaklığı gibi yaşıyorlardı; iş hormonlarla başlıyor, akit yapılıyor, iki de çocuk ve hayat bu diyerek düşe kalka gidiliyordu...
 
Ben hayalimdeki yol arkadaşımı karşı cinste bulacağıma hiç inanmadım. İnançsızlığım ve karşıma çıkan adamların bunu perçinleyen halleri hep daha da hırçınlaşmama neden oldu. Ben deniyordum ama olmuyordu işte! Masumdum. Ben zaten hep masumdum!
 
Asla bir adamla el ele dünyayı gezdiğimi düşlemedim. Kendimi gelinlikle veya romantik atmosferlerde de hayal etmedim.
Evet bir adam vardı, ama bu birlikte yazıp çizdiğim, okuduğum, sohbet ettiğim biriydi ve zaman zaman yüzü değişti... Kah babama benzedi, kah dostum Burhan'a. Bazen Victor oldu, bazen Selim Hoca... Aslında ailemdi bu adam, eşim değil...
Benim asıl istediğim, yani dünyayı birlikte keşfetmek istediğim kişi küçük bir kız çocuğuydu. Hayatımın büyük bir kısmını o yüzünü, saçını, kokusunu bilmediğim kız çocuğunu özleyerek geçirdim.
 
Birlikte bavul hazırlayacaktık. Ben onun gözleriyle bir kez daha hayretle ve heyecanla bakacaktım dünyaya. Yeni diller öğrenecek, birbirimizin macerasında soluklanacaktık. Onun kokusu dünyanın en eşsiz kokusu olacaktı... Neyse.
 
27.04.2017
Bir sevgili, bir tek eski sevgili nasıl düşündürür sabah sabah insanı....

HAMAM




Eski ama sen kadar eski bir yaranın dağlanması misali yanmışsa kalp, kavrulmuşsa acıdan, uzan şu ortadaki taşa yüzü koyun. Bırak  derinlerinden gelen ateş içini soğutsun.
Bütün dünya acını bilsin, bilsin ama yarana değmesin istiyorsan, üstelik bunu söylediğinde anlaşılacağına dair inancın kalmamışsa,  bırak gözyaşların sıcak sulara karışsın. Uluorta ağlamanın, içine içine haykırmanın tam yeridir burası.
 
Bırak.
 
Derini, derinin altına sakladığın tüm anılarını alsın şu tanımadığın eller.  Bir çocuk kadar utanmasız sere serpe, bir ölü kadar hissizsin bu parmakların altında.
 
Bırak.
 
Sırtüstü yat. Bak, şu kubbedeki delikler gibi için; delik deşik. Işık huzmelerine aldanıp dalma oraya, hayatı temize çeken bir kalıp sabuna teslim ol. Hayat köpük köpük... İzin ver aksın.
 
Hala hayattayken ağlaya ağlaya yıkan erken ölümüne.

06.04.2017
 
 

BAŞLANGIÇTA SÖZ VARDI...*

 
Annem söyler, dokuz aylıkken konuşmaya başlamışım. Hani konuşmak dediysem simültane tercüme yapacak akıcılıkta değil tabii ama konuşmuşum işte. Fazla sakin, yiyip içip uyuyan bir bebekmişim. Öyle gürültü patırtı yapan cinsten değil de daha ziyade karnı doyup uyku saati gelince başına bırakılan radyo ile uyuyan, oyuncakları önüne konunca "a neden kimse yok" demeden oyalanan bir çocuk. Çok konuşkan mıymışım? Pek sayılmaz. Resim yapmayı sevdiğimi hatırlıyorum. Durmadan herkese ve her konuda resimler yapıp hediye ettiğimi... Okumaya merak sarınca da resim meselesinin yavaş yavaş ilgi alanımdan çıkışını...
 
Okuma yazma işleri gündeme yerleşince kısa zamanda sözcüklerim kelimelere dönüştü. Yıllardır ister yazılı, isterse sözlü olsun her birinin hele ki bazılarının önünü, ardını, kökünü, ekini didik didik etmişliğim vardır. Ne geçti elime? Hiç bilemedim... Bilemediğim gibi önünü de alamadım..
 
Eşelenmek bir yaradılış meselesi, ben kendimi bildim bileli eşelerim; kelimeleri, davranışları, toprağı, tarihi, kitapları, gelmişi, geçmişi... Bir tür iç huzursuzluk belki. Doktora sormak lazım!
 
Tılsımlı hikayeleri, sembollerin dilini çok beğenmem yengeçliğimden midir acaba? Hani şu burç tanımlarında hedefe yan yan giden hayvancık! Kim bilir... Bir hedefim var mı ondan bile emin değilim. Yani mutlaka vardır, her birimizin şu alemdeki rolü bellidir de, ben henüz bana biçilen elbiseyi giymiş değilim. Hala ayaklarımı kime ait olduğu belirsiz bir cam pabuca sokuşturmaya çalışıyorum. Zaten tüm bu mızıldanmalar, bulup bulup yitirdim sanıp, feryat etmeler hep bundan değil mi? Hep yolda olmanın acısı... Hep eve dönmek istemek, fakat yolu uzatmak... Rehberi dışarıda aramakla geçen hayat!
 
*Yuhanna 1:1


09.03.2018
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

RAHAT OL TATLIM:))

 
 
Theodora çamaşır sepetinde uyuyor. Kenarları sivri, hasır bir Sepet. derin. İçine girip çıkarken karnı yaralanabilir diye öyle korkuyorum... O da benim tüm endişelerime inat melek gibi uyuyor...
Kimin nerede rahat edeceği nasıl bir muamma... benim içim pır pır iken onun mışıl mışıl uyuması ne garip bir hal?
Hayat!
 
Ben nefes almayı unuturken gelen mesajlar, Prusya Kralı'nın bir okyanusun kıyısında içini genişlettiğini bilmek, bunu ummak ve onunla sevinmek.
 
Ne çok endişem ve mutluluğum var, ne çok duygu yansıması, ne çok his kırılması... Beş hayatlık duygulanmak.

07.06.2018

ÇOCUK YOGASI


Biliyorum ilk serzenişim değil, ama yine gün içindeki alçalıp yükselmelerin ruh halim üzerinde yarattığı ritim bozukluğuyla başım dertte... Ne zaman endişe atakları ve kaygı krizleri artsa, ardından aşırı hassaslaşma ve korkuya kapılma halleri geliyor...
Bugün de harika bir ders, keyifli bir kahve, eğlenceli bir alışveriş ve ardından yine sokakta yürümesini bilmeyen insanlar arasında dengemi korumakta zorlandım...
 
Oysa neden her şey bu kadar derinde olmalı gerçekten anlamıyorum. Koy ver gitsin di mi? Dün gece ne güzel söylemiştim: "arada bir koy vermezsen, zihnin derinliklerinde boy verirsin*" diye!
 
Biraz dersi anlatmak istiyorum.
Uzun zamandır "hiç" hakkında düşünmemiştim. Başucu kitabımı da yatağa almaz olmuştum. Bu şekilde maneviyatımı yaban ellere bırakınca, olanlar oldu... Yoruldum. Sonra o önünde volta attığım kapıya geldim yine. Yeniden ve ilk kez yaşıyormuş gibi mızıldanarak "bir ve bütün", aynı zamanda "hiç" olma hallerini düşündüm... Kocaman evrende ben ne kadar yer kaplıyordum? Ne kadar bir süreyle burada olacaktım? Zamanı gelip gittiğimde nereye gidecektim? Benden ne kalacaktı? Kalmasa ne olurdu? Kim s. deliyi bir pazarında!
 
Anlayamadığım, durup durup tosladığım duvardan geçmenin bir tek yolu kalmıştı: çocuklara anlatmak!
Bende öyle yaptım; bu kapı sonsuza kadar açılmayabilirdi ama ben duvardan geçebilirdim!
 
Dersin konusu mikroplardı. Mikroplar sadece bakteri ve virüsler değil, zaman zaman moralimizi bozan kelimeler, küçük kavgalar ve canımızı sıkan olaylar da olabilirdi. Buraya kadar anlaştık. Hiç birimiz sümük, karın ağrısı, kusma ve moral bozukluğu sevmiyorduk.
Peki ilaç içecek kadar hastalanmamak için acaba yoga oyunlarının bu konuda bir önerisi var mıydı?
Elbette vardı!
Hatta birden fazla tavsiye sabırsızca sırasını bekliyordu.
 
Öncelikle bedenimizin radyosundan ( timüs radyosu: kendisi köprücük kemiklerinin birleştiği noktanın bir zıplama kadar altındadır ) düzenli yayın yaparak bize doğru yaklaşmakta olan mikropları geri püskürtebilirdik!
Sonrasında da "Bedeni Canlandır Dansı" ve "Mikrop Kovalama Koşusu" yapılabilirdi!
 
Hepsini yaptık. En küçük öğrencimden, en olgununa kadar her biri oyuna neşeyle katıldılar. Çok da zevk aldık. Açıkçası onlara anlattığım her şey bütün kalbimle inandıklarımdı. Birlikte tekrar etmek, hatırlamak bana o kadar iyi geldi ki...
 
Sonuçta bütün olası olumsuzlukları ardımızda bırakabildiysek, biraz da bütün hakkında düşünebilirdik. Denge, dikkat ve uyum konuşacaksak da  uzaydaki dengelerden, uyumdan bahsedebilirdik.
 
Dünya güneşin etrafında dönüyordu. Ve tabii kendi etrafında. Ay da aynı şekilde hem  kendi çevresinde , hem de güneşin çevresinde dönmekteydi. Bu dönmeler tıpkı bir dans gibiydi. Yıldızlar da gezegenlerin etrafında harika bir ışık şöleni yaratıyorlardı.
Peki her çocuğa bir yıldız istesek acaba yeterli miktarda var mıydı?
 
Peki eğer varsa o zaman karanlıktan korkmaya gerek kalır mıydı?
 
Elbette hayır!
 
O halde dinlenmede yıldızlardan yapılmış bir salıncakta olduğumuzu hayal edelim. Kocaman uzay milyarlarca yıldızla aydınlatılıyo  ve her gezegenin dönerKen çıkarttığı ilginç sesleri dinliyoruz.
 
 

GÜNDÖNÜMÜ FIRTINASI







Benim kişisel döngüm, fırtına takviminin gündönümüyle canlanan, hayaletlerin hortladığı, mevsimini şaşıran yağmurların sel olduğu zamanları çok sever. Yirmi yılda bir çatımı uçuran aşıklar, senede bir kez ayağımın altındaki toprağı çeken dostlar ve yaz sıcağında omuzlarıma kalın şallar örten sevenlerim hep bu mevsimde gelirler.
Neden?

Bilmiyorum.

Kimi çok acıkmıştır, bazısı aşırı yorgundur. Öylece girerler evime; ayakkabılarını çıkartmadan ve daha hoşgeldiniz bile diyemeden buldukları battaniyenin altına sokulup, uzun uzun uyurlar. Kalın bir pamuklu örtü gibidir Kızıl Erik Fırtınası. Tatlı, uzun öğleden sonra uykuları üfler insanların göz kapaklarına. Tam bu zamanda yaprakları sararır, kızıldan tatlı bir kahverengine döner manolya ağaçlarının. Bir yandan dokunmaya kıyamadığım çiçeklere, öte yandan o güzelim çiçekle aynı dalda bir tek gün bile kalamadan ağacı bırakan kalın, kızıl yapraklara bakarım...

Bütün bu cümbüşün ortasında, Bevahir Rüzgarı biterken gelir benim doğum günüm. İnsan bir çocuğu neden rüzgarların sonunda doğurur? Belki de bu yüzden yaz kış üşürüm. En ufak bir esintisi hastalanmama neden olur. Kim demiş yaz çocukları sıcak sever diye? Hiç sevmem.

Yine de elimden gelse tüm doğumgünlerimi denizde kutlardım... Geriye dönüp baktığımda en sevdiklerim onlar... Fotoğraf Yunanistan'da geçen en şahane kutlamadan.... 42 Yaş. Sevdiklerim yanımda, denizin ortasında, işsiz güçsüz ve hafif hissediyorum.





4 Ekim 2024 Cuma

HERŞEY GEÇER

 
Hayatı olduğu gibi kabul etmek, onun içinde kendini bulduğun gibi kucaklayabilmek.. Anlayış ve şefkatinle gelmiş, geçmiş ve hatta gelecek tüm deneyimlerin üzerine çıkıp,  nefes alabilmek... Mümkün müdür? Artık başaran var mıdır diye sormuyorum çünkü biliyorum var, yapılabilir. Hatta sadece durarak tam da oraya, kucaklamalar basamağına gidilebilir.
 
Peki sorun ne? Sorun şu ki güzel olan şeylere yapışıp kalmak istiyoruz. Hayat da dahil, geçicilik durumuyla barışamıyoruz. Oysa iyi ve kötü olarak adlandırdığımız herkes ve her şeyin nasıl da anla ilgili olduğunu kavrayabilmek adına, her sabah ve her akşam aynaya bakmak, hatta gün ortasında çıkartıp çıkartıp bakmak yeterli. Günde kaç kez, kaç farklı duygu yalayıp geçiyor yüzümüzü... Sayısız...
 
Tutunuyoruz. Anılarımıza, eşyalarımıza, bir zamanlar içimizi sevinçle veya acıyla doldurmuş duygularımızın kahramanlarına.. Hepimiz daha fazla mutlu olma ihtimalinden korkuyoruz. Çünkü her mutluluğun bitişinde bizi, uzun ve hayatı aksatan yas dönemleri karşıladı. Kocaman kocaman mutluluklara elimizi uzatmama sebebimiz ardı sıra gelecek ucu bucağı belirsiz terk edilmişlikler değil mi?
 
 
 
 

hiç




Dinleme ve anlama yeteneği çok değerlidir.
Bir kez olsun, aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır.
Bunlardan biri buzul, diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun fark etmez.
                                                                              Andrey Tarkovski

 
Sevdiklerimin, kendimce bağ kurduklarımın zaman zaman benden fersah fersah ötede, hiç bilmediğim diyarlarda olduklarını hissetmek, burkulmak ve sonra gün içinde kendime olan mesafenin değişkenliğini izlemek.
 
Hayatı ve içinden geçip giden tüm insanları ve olayları olduğu gibi, gürültü patırtı etmeksizin kabul edebilmek... Bazen evet, bazen nasıl zor..
 
İnsanın ilerleyen yıllar içinde ıssızlaşması, gerçek karşısında oyuncu tavrını sürdürememesiyle ilgili. Kaç kez kaçılabilir ki, an be an etrafımızda dönen o kocaman perdede izlediğimiz döngüden?
 
Bu yüzden hiç. Hiç.
 
 
 

MATRUŞKA



Sana kim olduğunu sorduklarında hikayeyi anlatmaya nereden başlarsın? Doğduğun yer? Anne ve babanın tanıştıkları an? En eski hatıran? Bilmem. Muhtemelen en popüler bulduğun yerden başlarsın, çünkü iyi bir izlenim bırakmak istersin. Oysa hepimizin ben dediği şey ve hikayesi ne kadar farklı.. Ne kadar da kendimize has anlatma tekniklerimiz var.

Benim hikayem hiç yüksek sesle anlatılmadı. Çünkü şimdiye kadar hiç anneme sormadım ve hep en sevdiğim yerden başladım. Uzun yıllar sonra birgün kendime gerçek bir soru sorana kadar da nereden başlarsam başlayayım asla tam da ilk andan itibaren anlatamayacağımı fark etmedim

Peki neden?

Sonsuz sayıda matruşka* iç içe oturuyorsa ve en içteki bensem nasıl bilebilirim dışarıya doğru çoğalan kaç matruşka var beni kucaklayan?

Nihayet bir karar verdim ve hikayeyi sezebildiğim yerden başlattım, büyük anneannemden. Bugün burada anlatacaklarım belki de sonsuza kadar sır kalmalıydı.. belki de onlar hiç bilinsin istemezlerdi. Ama biliyorum ki sırlar asla mutluluk getirmez. Aksine mutluluğun önündeki perdelerdir çoğu zaman. Öyleyse bir bir perdeleri kaldırırken beni büyükanneme götüren ilk bebekle başlıyorum. Bu hikaye beni dahil olduğum kadınlar silsilesine bağlayan annemin gerçek hayat hikayesidir. 

Gerçek nedir emin değilim. Annem ne kadarını hatırlıyor ve bu hatırlamalar yıllar içinde kim bilir ne kadar değişti asla bilemeyiz. hatırlamamayı seçtikleri, farklı kaydettikleri mutlaka vardır. Önemi yok aslında bence ama baştan dürüst olalım ve düzeltelim; bu hikaye beni kucaklayan matruşkaları anlamak için annemden aldığım yardımdır. 

O halde gerçeğe, gerçeğin yeniden ve bir kez daha ışığa kavuşmasına....

KOZASINDA KALAN TIRTIL IYIM BEN?

 


https://www.youtube.com/watch?v=-cnvVJVNa04


Annemle bir otobüs yolculuğunda müzik dinliyorduk. Bu şarkıyı da ona dinletmek istedim. Sonra da kendimi tutamadım gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye başladı. Annem bana dönüp, "neden ağlıyorsun, sen çok sevildin" dedi. Evet, sevilmiştim. İki örselenmiş ruh tarafından sevilmiş, pamuklara sarılmıştım. Zamanla o pamuklar benim kozam oldu. Kozam duvarım, duvarım yalnızlığım.


06.05.2021

BACH

Bach... Sabah sabah kendime neden bunu yaptım bilmiyorum. Yaptım işte. Müziğin nefesimi kestiği zamanlara kapı araladım...

Burası Mausoleum. Kral Mousolos'a sevgili Artemisia'nın yaptırdığı anıt mezar. Çok kasvetli bir lojmanda yaşıyoruz. İki katlı, karanlık bir ev. Şu an yaşadığım daireye benziyor. Işıksız, sessiz.

Çok zor günler geçiriyorum. Mausolos'un sunağına uzanmış gökyüzünü seyrederken, ciğerimi parçalamak isteyen kargalar pike yapıyor gökyüzünde. Horoz George ve Sarı Kız avluda geziniyorlar. Titrek bir süredir kayıp... Bu evi hiç sevmedi. Döneceğini sanmıyorum. Sürtük sunakta yanıma uzandı. İkimiz de canımızı almaya gelecek celladı bekliyoruz. Walkman kulağımda, bach dinliyorum. Alacakaranlıkta, biten günün ağırlığı altında ezilmek yetmez gibi dünyanın yedi harikasından birinde gelecekte çekeceğim acıların provasındayım.

Acı çekmem için hiçbir sebep yok. Sahi yok mu? Var. Konuşamadıklarım var. Korkularım, bitmeyen hezeyanlarım ve ...

Gökyüzünün an be an değişen rengi ve Bach. Yaşadığı dönemde layığıyla umursanmamış Bach. Onu dinlerken ne kadar acı çektiğini ve Tanrı'ya nasıl sığındığını hissedebiliyorum. Yoksa Bach'ın acısı mı benim sandığım? İkimizin ıstırabını ayıramıyorum. Kollektiften gelen derin bir keder var atmosferde. 

Sunak hala ılık, gündüz güneşi emen mermer sert ve ılık. Sürtük huzursuz olmaya başladı. Havanın kararması onu tedirgin etti. Başımı evin olduğu yöne çeviriyorum, İçeride ışıklar yanıyor. Üst katın pencereleri bir çift göz sanki. Azıcık solda kalan kapı ise çarpık bir gülüş.

Bizden önce iki aile yaşamış bu evde. Birinin karısı merdivenlerden yuvarlanıp bebeğini kaybetmiş, diğer çift boşanmış.  Herkes evin lanetli olduğunu söylüyor. Umursamıyoruz. Ne şeytanlar, ne hayaletler görüp kaçmamış, kargalarla haberleşmiş, pek çok hayatta buluşmayı başarmış bir çift olduğumuza göre bizi etkilemez bu kehanet.

Acaba?

Akşamın serini ürpertmeye başladı. Sunaktan kalkıp eve doğru yürüyorum. Ben yaklaştıkça ev uzaklaşıyor sanki. Ayaklarım neredeyse geri geri giderken, arkamda ayak sesleri duyuyorum. Sımsıkı sarılıyor sevgilim. Bir martının denizden balığı kapıp havalanması gibi aniden yakalıyor beni ve artık evdeyiz.

Uyuyamıyorum bu evde. Oda çok büyük. Kalkıp mutfağa inmeye korkuyorum. Geçen gece su almak için indiğimde pencerede simsiyah bir keçi vardı. Korkudan bardağımı düşürdüm. Gecenin bir yarısı çıplak ayakla, cam kırıklarının ortasında kaldım. İşaretler yüreğimi sıkıştırıyordu. 

Aşk için mayın tarlasında yürüyordum. 

Bach. O evde öyle çok Bach dinledim, o kadar çok ağladım ki, sonunda gözyaşlarım sel olup beni çok uzaklara sürüklediler.

13.12.2020




45



Bugün benim doğum günüm. Kendimi dolu dolu kırk beş yaşında hissediyorum. Bir yanım hala görülmemiş ülkeler, okunmamış kitaplar peşinde koşarken, diğer parçam çoktan bir zeytin ağacı altına uzanmış masmavi suları seyrediyor.
 
Söylenecek fazla bir şey de yok aslında, sıradan bir hikayenin pek mühim olmayan kahramanıyım. Kocaman kocaman bişiler olmaksızın yaşayıp gidiyorum. Gündelik telaşlar, dozu kaçan öfkeler ve küçük mutluluklar arasında  minicik bir fareyim.
 
Foça'da yüzerken  sırtüstü uzanıp kollarımı iki yana açtığımda deneyimlediğim şey de sanırım en çok istediğimdir hayattan; su gibi yaşamak!
 
Bedenimi suyun salınımına bırakmış, küçücük, insanı gıdıklayan dalgalar arasında salınırken gözlerimi kapatmıştım. Saçlarımın suyun içindeki hareketini hissediyordum. Başım ve bedenim hala belli bir ağırlığa sahipse de suyla beraber başla bir kütleye dönüşmüşlerdi, belki biraz daha hafif.
 
Suyu düşündüm; ağırlığını, rengini, şeklini , kokusunu... Her şey ve hiç bir şey olmakla ilgili halini. Geçtiği yerlere, dokunduğu objelere göre an be an biçimlenip, sonra tekrar başka başka şekillere dönüştüğünü.. Kokusunu, tadını.
 
Su gibi olmak istedim bu yıl. Kalan ömrüm su gibi olsun, amin!
 
 
 
 
 

ALT ÜST HAYATTAN GÜNAYDIN

 




Bir gece evvel bir an deprem olduğunu hissettim. Saate baktım. Uykuya döndüm. Ertesi gün rasathanenin sayfasında aynı saatte Samos'da deprem olduğunu gördüm. Elbette tesadüf. Tesadüf nedir hala bilmiyoruz tabii. Eş zamanlılık? Belki.

Rivayete göre Fenerbahçe'de bir Hera tapınağı var, tam fenerin altında kalıntıları olduğu söyleniyor. Bahçesini o kadar severim ki... Samos adası Hera'nın doğum yeri mitolojide. Gerçi Hera'nın depremlerle hiç ilgisi yoktur, o işlere Poseidon bakar fakat Hera bu, aslında her şeyle alakalıdır.

Son zamanlarda Şems-i Tebrizi'nin şu ana kadar duyduklarım arasında en sevdiğim sözü içimde dolanıp duruyor; "hayatım alt üst oldu diye ah vah ediyorsun, ne malum altının üstünden daha iyi olmadığı?"

Konya'da en sevdiğim yer Şems'e ithaf edilen camii olmuştu. Son gittiğimde restorasyon yüzünden girememiştim. Pandemi  sakinleşince ilk gideceğim yer Konya, ikincisi Venedik. Tabii yaşarsam.

Eş zamanlılık denilince aklıma ilk gelen hep Ardınç oluyor. Dün annemin sandığını açtığımızda da o aileyle nasıl bir karmam olduğunu düşündüm. Beni ne kadar sevdiklerini, onlara ne kadar bağlandığımı hatırladım. Belki de hepsi Ardınç'la ben birbirimizi hatırlayalım diye yaşandı. Belki de mi? Kesinlikle öyle olmalı...

Sandık meselesini ayrıca yazacağım. Çünkü gelecek nesillerin böyle bir değeri olmayacağını çok iyi biliyorum. Onların sandıklarda saklanan geçmişleri olmayacak. Anneler kızlarına kendi hikayelerini tülbentler, manastır işleri, oyalar ve danteller üzerinden anlatamayacaklar. Susulan ve yitirilen hayatların tanığı sandıkların işlevini yeni dünya düzeninde kim üstlenecek? 

Bilinmez...

Etrafımdaki herkesin düzeni değişti. Üretim ve tüketim alışkanlıklarında direnenler olsa da, bunlar son çırpınışlarımız içten içe hepimiz biliyoruz. Kuzey kutbunda veya yedi denizin dibinde, istisnasız aynı gemideyiz, bunu da gayet iyi biliyoruz. 

Şimdi dökülüp saçılma zamanı. Saklı olanlar bir bir gizlendikleri yerden çıkarken, dünya büyük bir şok dalgasıyla sallanacak. Makro kozmos ne yaşıyorsa, mikro kozmos da bundan payını alacak. Kehanetlerin gerçekleştiği, hayatlarımızın hallaç pamuğu gibi attırıldığı ve muhtemelen altının üstünden daha iyi olacağı bir dönem başladı.

Biz kabul etsek de etmesek de eski döngüler kapandı. Yenilenmek, yeniyi yaratmak için her an uygun, her şey hizmette. 

Burhan bu sabah kazıdan olağanüstü bir parçanın fotoğrafını yolladı. Büyülendim. Tanrı'nın eteğine, ayrıntılara baka kaldım. Orta Hitit Dönemine ait bu parçayı henüz yayınlanmadığı için gösteremiyorum. Ancak bazı salak arkeologların eskiz ve baskı hatası olarak yorumladıkları şeyler hakkında yazabilmeyi çok isterdim.... Aslında yazmalıyım, nasıl olsa akademik anlamda bir kaygım yok. Fakat ezoterik anlamda kendimi yeterince donanımlı bulmuyorum. Kesinlikle okuyabildiğim semboller var ama yeter mi acaba? Neyse bu sabah o minicik Hititli beni çok heyecanlandırdı. Elindeki kuşla konuşan bir dağ tanrısı! 

Hititler ülkelerine "bin tanrılı il" derlerdi. Aradan geçen yıllar bana birden çok tanrı olduğunu öğrettiğinde bu bilginin önünde nasıl eğildim... Of!

İnsan ne zaman ağaçla, kuşla konuşacak, işte o zaman  yeni dünya düzeni ahenkli bir sürece girecek. Girer mi? İşte bunu bilemem, bildiğim tek şey eğer yeteri kadar istersek ve bireysel olarak bu arzuyu beslersek kesinlikle mümkün. Gelecek an be an yaratımda, bu yüzden tahmin edilebilir, ancak öngörülemez. 

Ne yazdım ki ben şimdi yahu. Neyse, işime döneyim bari:)))


03.12.2020




OYUN VE BÜYÜ

 

İki takıntım; zaman ve ölüm ötesi. Kalenderi dervişlerinin orasından burasından sarkan, nereye giderlerse gitsinler çıngıl çıngıl ses veren boncukları, kapları, kacakları gibi, ruhumun vazgeçilmez aksesuarları zaman ve öte alem.

Şimdilerde daha da sıkışmış hissediyorum. Durmadan tutmadığım sözler veriyorum kendime, şunu yapacağım hafta sonu, bunu yazacağım, şöyle besleneceğim vesaire vesaire. Hiçbiri olmuyor. Geleceğe, bilinmeze erteliyorum tüm sözde tercihlerimi. Sahi ne yapıyorum ki ben? Acaba istemem gerekenleri mi sıralıyorum zihnimde? Kendime "ne istersin?" diyemeyecek kadar mı derin uyuyorum? Öyle olmalı. Yoksa neden dövüp durayım kendimi?

Yaşam, biz onunla akmak yerine, gizlerinin peşinde dedektifçilik oynarken, güm diye oyun bitiren ölümden başka kimseyi ciddiye almıyor besbelli. Yaşam ve ölüm yakartop oynarken biz can kapmaya mı çalışıyoruz?

Ben geniş zamanda kaybolmuşum, geçmişin yaşanmış olaylarından uçurtma yapıp boşlukta salınmışım, hiççç bi tarafında değil! Şimdiki zamanla adımlarını eşlemeyene huzur, dirlik düzen yok! Şimdiki zamanda uyanık olmayana ne şeker ne şaka!

Yazamıyorum. Üç gündür içime göçtüm. Hidrojen balonu gibi bedenim ama kelimelere dökemiyorum. Etim, kanım çekilmiş, derim rüzgarda sallanıyor da ben neden adını verip, geçemiyorum.

Yine zaman di mi? Otuz senelik oyun bu, bırak da rüzgar kumla, taşla doldursun di mi? O zaman böylesine batmayacak gözüne, bu kadar dönüp durmayacaksın etrafında.

Delirmiş cadılar gibiyim. Bir büyü yaptım, sonuçlarını görmeye gücüm yok!

26.12.2020

3 Ekim 2024 Perşembe

İZMİR SALLANDI, 31.10.2020

 

Aradığımız cevaplar başlayamadıklarımızda değil, bitiremediklerimizde.

Acı ve keder zihnimizde değil, bedenimizde. 

Bir kez daha hayatımın çok özel bir dönemindeyim. Son bir yıldır öylesine zevk aldığım ve  o kadar büyüleyici şeyler seziyorum ki, sanki ilk seferinde tadına varamadığım bir döngünün başlangıç çizgisindeyim. Heyecandan yerimde duramıyorum.

Biliyorum; yeniden, yeni olarak ve bir kez daha.

Bu defa saçlarım kısa, elbisem uzun, bakışlarım içimde. İçim tüm alemde.

Nihayet dile geldim. Yıllar sonra kederimden, sekiz ay sonra evimden çıkıp, Sultanahmet Meydanı'na gittim. Ayasofya'ya, Nur'u Osmaniye'ye doya doya baktım. 

Zombi gibiydi insanlar. Yemek yemeleri, namaza gidişleri, yürüyüşleri, birbirlerine seslenişleri hep otomatik, hep derin uykuda ... Martıların yemeğinden bir lokma almaya çalışan yara bere içindeki sokak kedisini gören duyan yoktu... Islaktı. Yağmur yağdıkça yarası kaşınıyor, kaşındıkça ve o yaladıkça yara büyüyordu. Başlatabilen fakat bitiremeyen parçam, hastalanmış ruhum gibiydi ıslak ve yaralı kedi.

Ona yardım edemedim. Ama kendime ettim. Birkaç haftadır çığ gibi büyüyen ateşten top, nihayet suya düştü. Ellerimi yakan, içimi yangın yerine çeviren ne varsa sulara bıraktım.

Aldığım nefes değişti. Göğüs kafesim genişledi. Yediklerime tat geldi. Artık ölsem de gam yemem diyeceğim bir güzellik doldu bakışlarıma.

Hepsini anlatamazdım. Yine de bir yerinden başlayıp anlatım Tuna'ya. "Roman olur şu anlattıkların" dedi. "sahi olur değil mi? " dedim. ""olur tabii, özellikle ilk anlattığın bence inanılmazdı. İkincisi dersen çok bildiğimiz bir hikaye " dedi.

Haklıydı. Büyülü olanı anlatmalıydım. diğerini azaltarak veya yok sayarak değil, ikisi de sırf yaşanmışlıklarına saygımdan onurlandırarak anlatmalı, ölümsüz kılmalıydım.












BIRAK




Acıyı tutmak zor, elleri kanıyor insanın... 
Ve bırakmak da zor, 
Boşluktan korkuyor zihin!.... 
Bırak ve huzur bul! 
Bırak ve devam et.
Ölüm gibi, biliyorum.
Ama ölmeyeceksin.
Hunharca budanan ağaçları düşün.
Baharı bekleyeceksin!

02.05.2020, Feneerbahçe


HAZİRAN Kİ, BENCE ADI HEZEYAN!

 
 
 
 
Zor zamanlardan geçiyoruz anladım... Işığı göremediğimiz bir yolda, geri dönemeyecek kadar yorgun, ilerleyemeyecek kadar umutsuz, öylece sürüklüyoruz bedenlerimizi, ruhlarımızı.. İnsandan çok, oyun isteyen yavru bir köpeğin ağzında hızla savrulan ev terliği gibiyim. İnsanların hiç ama gerçekten hiç uğruna ölüp gittiği, eceliyle ölmenin neredeyse mit olduğu şu fani dünyada, merak ediyorum; gerçekten ama gerçekten insan gibi hissedebilen, vicdanlı, merhametli, adaletli, içtiği sudan, yediği lokmadan utanan birileri kaldı mı?
 
Varsa, ki var, varlar biliyorum, onlardan daha çok tanımak istiyorum; umuda ihtiyacım var!
 
Haziran'da ölmek zor demiş şair, öyle mi? Asıl bu hezeyanda yaşamak zor!
 
***
 
Çocukların mezuniyeti Haziran ayının en güzel günüydü. Ağaçlar ve çocuklar.. Bak Jasmin, tam  burası çok önemli. Hani ormanda bir ağaç çemberinden bahsetmiştim ya sana, işte yine o çember vardı! Matlarımızı o çembere serdik, ellerimizi kalbimizin önüne aldık. Dairenin büyüsünden midir nedir çocuklar öyle sakin, o kadar mutlu ve uyumluydular ki... İçim sevinç doldu. Beni kandıran, kandırdığını zanneden onlarca yetişkinin hayatımda açtığı yara bere ışıklı sularla yıkandı sanki. Ben gittim, başka bir kadın geldi yerleşti bedenime. O oynadı çocuklarla, o öptü kokladı hepsini.. O sevdi, sevildi, ben semirdim! Ah Jasmin, ağaçlar, çocuklar ve ben ne güzeldik, görseydin keşke! Buraya sana birkaç fotoğraf koyuyorum; kokla bak, missss.
 
 
 
 
Şimdi hepsi tatile gittiler. İnanır mısın şehir ıssızlaştı. Galiba yüzlerce kötü şey olurken, bu umut dolu anları paylaşmak istedim. Bizi ayakta tutan şey umutsa eğer, çocuktan daha umut dolu bir şey göremiyorum..
 
 
 

BURALAR

Bulutları izlerdim eskiden ve kumun üzerinde parlak bir gölge yaratan gümüş balıklarını. Öyle laf olsun diye değil, uzun uzun, efsunlanmış gibi dakikalarca bakardım geçişlerine.. Sonra taş duvarlar, mermer sütunlar ve hiç bir yere varmayan merdivenler dikkatimi çekmeye başladı. 

Bin yıllık sarnıçlarda oturup, artık orada olmayan odaları hayal etmeye başladım. Ne izlediğimin hem çok önemi vardı, hem de sadece önemsiz bir ayrıntıydı. Gerçek ihtiyacım durmaktı. Bencilce, vicdan azabı çekmeden ittirmeden, itilmeden, yaftalanmadan, sözsüz gelenekler ve adetlerden uzakta, pis bir tutkal gibi yapışmış ben olmayan  her şeyden ayrı, öylece durmak. Durmak ve kendi zamanımda akmak.

Son aylar azıcık da olsa bunu başardım. İki apartman arasından gökyüzüne bakmayı, bahçemdeki canları görmeyi hiç atlamadım. Gökyüzünün değişen tonlarını karşılayacak bir renk katalogu olamayacağını anladım. O pek çok sevdiğim gri mavi, eflatun mavi için tek çarenin bo bol gökleri izlemek olduğunu gördüm.

En çok kedilerle ilgilendim. Lezzetli meyvelerini yediğim malta eriği ve beni kokusuyla büyüleyen, zaman zaman çiçeklerinden gönderen ıhlamurun yardımıma ihtiyaçları yoktu. Ama kedilerin vardı. Ya da ben öyle olmasını umut ediyordum. Dursam, durmaya yaklaşıp yavaşlasam bile yumuşak bir geçişe, izleyebileceğim, destek çıkabileceğim yaşamlara muhtaçtım.

İşte çift taraflı ihtiyaç halini de böylece keşfettim. Var olduğumuzu hissetmek, "hey baksana bende buradayım!" demek için varoluşa uyum sağlamak, başka varoluşlara destek çıkmak gerekiyordu. Yakında kediler vardı bende annem ve kardeşimden sonra onları aldım hiyerarşinin ikinci basamağına.

Theodora için de büyük bir değişim olmuştu balkonumuzdaki canlar. Onların yemeği, suyu, hatta barınakları ile uğraşırken, Theodora'yı da kırsaldaki hayatımıza test sürüşüne davet ediyordum adeta. Biz aslında uzun zaman önce bu kentten ayrılmıştık ayrılmasına da kimselere söyleyememiştik işte.

Üzülmesinler istedik, kırılıp, incinip, ardımızdan hasta olmasınlar.. Oysa pek güzel idare ederlerdi biliyorduk. Dedim ya, ihtiyaç çift taraflı.

Dün Adnan'a anlattım kedilerin barınaklarını çok güldük karşılıklı. Çünkü bu el, onun eli biliyoruz. O istediğini için izledim doğayı, o istediği için fark ettim başka canları ve o istediği, izin verdiği için elim yetti barınaklarını kurmaya. Ve yine cüzzi iradeyim ben bu seçimler silsilesinde.

Benim tabağıma bu seyri koyanın önünde eğiliyorum. Dileğim, olmayanların da nasiplenmesidir. Gözünü maddiyatla doyuran, ruhunu cascavlak açıkta bırakan ruhların da bir gün izleyen, başka canları fark eden, koruyan, kollayan ve bütünde anlam arayanlar arasına gelmesidir. Buralarda uzunca kalmayı çok istesem de biliyorum her şey kader kısmet.  Bu yüzden elimden gelenin el iyisini, en derin duygularımla yapıyorum, samimiyetim, kendime derinliğim arttıkça buralarda kalmama izin çıkar, vizem uzatılır umuduyla seyrediyorum bulutları.

08.11.2020


Çin İmparatoru'ndan Mektup Aldım. 19.09.2008


Dün gece rüyamda Çin imparatoru bana mektup yazmış!  Herhalde yorgan kullanmanın zamanı geldi, baksanıza imparatordan mektup almaya başladıysam rüyalarımda, işler iyice karıştı demektir!! Sabah kalktığımda hala gülüyordum.

Adam oturup mektup yazmış bana, ben de elimdeki mektuba bakıp güzel güzel okuyorum. Tabii Çincem sular seller gibi ya! Komik olan tarafı bana Çin'den ne istersiniz diye soruyor, cevap olarak uçurtma diyorum; mümkünse ejderha şeklinde olanlarından! Sonra uyandım. Yani yakında imparator bana davetiye ve bir uçurtma yollarsa hiç şaşırmam. Çünkü acayip gerçekti rüyam. Sanırım Eda için masal düşünmekten oldu bütün bunlar.

Rüyada mektup almak ne demek bilmiyorum, yazı bitsin, bilen bir arkadaşa sorayım bari. Aaa en iyi Maviay bilir böyle şeyleri, umarım hala evdedir:))
Neyse, imparator ile başlayan güne devam etmek üzere bana müsade...


İSTEMEM...

22.03.2010


Gitme İstemem


Demek sen böyle salına salına bensiz gidiyorsun ey canımın canı.

Ey, dostlarının canına can katan,

Gül bahçesine böyle bensiz gitme istemem.

İstemem, ey gökkubbe, bensiz dönme

İstemem, ey ay, bensiz doğma.

İstemem, ey yeryüzü, bensiz durma

Bensiz geçme, ey zaman, istemem.

Sen benimle beraberken

Hem bu dünya güzel bana, hem o dünya güzel.

İstemem, bensiz kalma bu dünyada sen,

O dünyaya bensiz gitme, istemem.

İstemem, ey dizgin, bensiz at sürme.

İstemem, ey dil, bensiz okuma.

İstemem, ey göz, bensiz görme.

Bensiz uçup gitme, ey ruh, istemem.

Senin aydınlığındır aya ışığını veren geceleyin.

Ben bir geceyim, sen bir aysın madem,

Gökyüzünde bensiz gitme, istemem.

Gül sayesinde yanmaktan kurtulan dikene bak bir.

Sen gülsün, bense senin dikeninim madem,

Gül bahçesine bensiz gitme, istemem.

Senin gözün bende iken

Ben senin çevganın önündeyimdir.

Ne olur, öylece bak dur bana,

Bırakıp gitme beni, istemem.

O güzelle berabersen, sen ey neşe,

İstemem, sakın içme bensiz.

Hünkarın damına çıkarsan, ey bekçi,

Sakın bensiz çıkma, istemem

Bir şey yoksa bu yolda senden,

Bitik bu yola düş enlerin hali.

Ben senin izindeyim, ey izi görünmez dost,

Bensiz gitme, istemem.

Ne yazık bu yola bilmeden, rasgele girene!

Sen ey, gideceğim yolu bilen,

Sen ey yolumun ışığı, sen ey benim değneğim,

Bensiz gitme, istemem.

Onlar sadece aşk diyorlar sana,

Oysa aşk sultanı mısın sen benim.

Ey, hiç kimsenin düşüne sığmayan dost,

Bensiz gitme, istemem.


Mevlana Celaleddin Rumi


TAŞINMA


.... domates koklar gibi GEÇMİŞ bir sabahta, 

İsthar ile dans edelim, 

ben yukarıda, sen aşağıda.


Bahar ekinoksu eli kolu dolu, en güzel bayramlıklarıyla geldi evime. Neler yok ki heybesinde?! Sen, ben, biz...

Her ölüm ilk ölüme götürdüğü gibi, her taşınma ilk taşınmaya götürüyor ruhumu. Kutulara koyduklarım birer eşya olsa sadece böylesine nefessiz, bu kadar olduğum yere mıhlanmış kalır mıydım hiç? Ama öyle değil, her taşınma bir temizlik, bir tür hafifleme; kalması gerekenleri dikkatlice toparlarken, vazgeçilecekleri geride bırakma hali.

Bu taşınmanın da kişisel tarihimdeki değeri büyük, bir evi bir diğer eve taşırken, aynı zamanda içimdeki yuvayı yeniden inşa ediyorum! hani o durup durup anlattığım ilk gençlik yıllarımdan kalan mutlu günlerim var ya, işte yeniden, yepyeni bir halde o anıları da kucaklıyorum.


KIRLANGIÇ

Nisan. Serin, sokakları sel götüren, kedileri, köpekleri ıslatan, erguvan çiçeklerini yerlere döken Nisan. İnsanı sıcak evinden, içtiği kahveden utandıran, belirsiz ve gelip gelmeyeceği bilinmez bir yarına bile sitem edemeyecek kadar köşeye sıkıştıran Nisan. Sana göre bahar, bana göre kırlangıç fırtınası.

Yaz sonunda gidişlerini izlemiştim. Ne zaman başımı kaldırıp gökyüzüne baksam, genişliyorum. İnsanın ruhu göklere ait olmalı. Nasıl ki bedenimiz topraklanma ihtiyacı içinde, ruhumuzun da yegane derdi uçmak!

Venedik'de tek başıma dolanırken, meydanlardan birinde minicik bir dükkan bulmuştum. İçeride minyatür cam biblolar vardı. Her şey inanılmaz kırılgan, gerçek olamayacak kadar sevimliydi. Oradan aldığım minicik kırlangıcı hala öyle severek saklarım ki... Sanırım doğaya olan ilgimin önemli bir kısmı da kuşlara dair. 

Venedik'de kaldığımız üç günün ikisi yağmurluydu:)) Ailecek hiç umursamadık. Ne keyifle kahve içmemizi engelledi, ne de nefis bir lokantada harika bir akşam geçirmemizi. Açıkçası güneşten daha çok yakışıyordu şehre yağmur. 

Biliyorum, Dünya acı içinde kıvranırken büyük bencillik fakat çok istiyorum bir kez daha Venedik'de, üstelik uzun uzun kalmayı...

KIRK YAMALI ELBİSE GİYEN GÜN IŞIĞI BEBEK

 

"Neden sordun?"

"Hiç, yazmak istedim."

"Kim anlattı sana bunları?"

"Sen"

"Ben mi?"

"Evet. Elbiseyi de sen göstermiştin."


Ev yokuşun orasında. Pencere, gözlerinin hiç alışık olmadığı bir yeri görüyor. Yüreğin her daraldığında başını denize çevirdiğini hissediyorum. Propontis'in* Portus Novus** açıklarına bakıyorsun.  Diğer taraf dik bir yokuş, için kaldırmıyor tırmanışları.

Kaç çocuk tutundu eteklerine? Üç, dört? Söyler misin kaç yaşlarındalar? Kim bilir ne kadar da miniciktir elleri.. Nasıl şaşkındır yürekleri... Keşke çağları aşıp pencerenin pervasına konsam ve onların kaderlerinin senin suçun olmadığını söyleyebilsem. Hepinizi bu limana savuran rüzgarlara kızma diyebilsem. 

Toprağa bıraktığın her bebekle kalbin ağırlaşıyor olmalı İçeride sen, eteklerinde yetimler, hepiniz ne kadar yalnızsınız. Görüşün bulanık, gücün tükenmiş olmalı. Bu ev, hayatın, komşuların, hatta kocan bile henüz yabancı değil mi? Atlas bir yorgan olup hepinizi gelecekteki iyi günlere uçurmak isterdim. Keşke sen bütün bu acıları çekmeden oturma odasındaki sobanın kıyısında buluşabilseydik ikimiz. Ama sabret lütfen, o gün gelecek.

Kırk yamalı entariyi kalbine bastın mı anneanne? Uzun uzun kokladın mı hayatı? Tüm bu tılsımlı çaputları giydir Gün Işığı*** kızına. Uzun upuzun olsun eteklerindeki, yüreğindeki varlığı. Bil ki o hepimizin gün ışığı olacak. Kırk yamalı entariyi gün kızına giydiren İşthar**** ışığımı onun üzerinen tutacak evlerimize.


ON YEDİ GÜN TAM KAPANMA

 

"Hayatta her şey yalan ve aşktan ve aşktan başka" denir ya, yalan. Hem de ne kocaman bir yalan. Ben size doğrusunu söyleyeyim; hayatta her şey paradan, sadece paradan!

Tibet'de bilmem ne manastırında üç hafta inziva var deseydim sorgusuz sualsiz ardıma takılıp dağlara bayırlara tırmanacak en az elli kişi biliyorum. O manastırda hidayete ereceğiz* ama azıcık konforunuz düşecek desem, koşulsuz kabul edeceklerdi. Alkol yok, şeker yok, hayvansal gıda yok desem, yine de razı olacaklardı. Yeter ki hidayete ersinlerdi, kaç dolardı? Taksit var mıydı?


*İslami anlamda kullanmıyorum, hakikate ulaşmak, yolu bulmak anlamında kullanıyorum

YAŞIM ON DOKUZ, BELKİ DOKUZ?

 


Büyümeye çalışıyorum; beni besleyemeyen, ihtiyaçlarımı karşılayamayan insanlara, anama, babama, kardeşime ve eski sevgililerime kızmaktan bitik, beklentimi sıfırlamaya, son bir gayretle büyümeye çalışıyorum. Büyümeye, kendimi büyütmeye....

Bütün bu sinirli ve taşmış tavırlarımı ne mi yapıyorum? Öpüp okşuyor, "gördüm seni, haklısın ama bi bakalım birlikte neler yapabiliriz" diyorum! Bana yeteri kadar kucak açılmamış tüm zamanlar için kendime kucak açmaya çalışıyorum. 

Kollarım mı? Onlar çok yorgun....
 
Köye gidiyorum bir iki güne. Neden? Saklanmaya, soyunmaya, sırtımdaki kırbaç, kalbimdeki ihmal izlerini sağıltmaya.

Önce bu haftayı anlatayım azıcık. Bir güzel, ama çok güzel günümü. Bana on dokuz hissettiren olağanüstü huzurlu bir günü.

Ne ki mutluluk? Şu:

Birlikte yaş almak, yaşlanmak! Beraberce kırışıp buruşmak. Mutluluk, birinin yanında saklanmadan durmak. Beni yargılar mı, acaba hakkımda ne düşünür demeden çocuk gibi hoplaya zıplaya, neşeni, kaygını, deliliğini saklamadan konuşabilmek. Bütün bunları uzun yıllar boyunca yapabildiğin insanın yanında olmak mutluluk, senden sana rağmen vazgeçmeyen bir dostun kıyısında durmak.


Nuru Osmaniye'de kahve içerken aşırı mutluydum.










 

Umut, bence zaman insanoğlu için sadece ve sadece zaman kaybıdır. Hayal ise teşvik edici. Ama diyorum, bence.

Umudun bittiği an, insanın konforlu alanından çıkmaya mecbur bırakıldığı zamandır. Her bitiş gibi epeyce de sancılıdır ve her başlangıç gibi hazırlıksız yakalanır insan umutsuzluğa. Her birimizin arafı, orada kalış süremiz farklıdır. Hayal kuracak gücü toplama dirayetimiz dersen, değişken ve kişiye özeldir..

Doğuştan getirdiğimiz özelliklerimiz var bizi diğerlerinden ayıran. Benim ki saçlarım demek isterdim ama ne yazık ki değil, daha derin bir sıkıntı. Hayalperestlik. Hayalperestim ben. Yaşamım boyunca böyleydim; hayat tercih etmediğim olaylar örgüsünde ısrar ettikçe, ben de hayal aleminde dolanmakta kararlı davrandım. Yani bizim cephede katiyen win win olmadı, olamadı ki, daha ziyade lose lose situation diyebiliriz :)))





KÜS



"Zamanın iki yüzü var dedi Hayyam*, iki boyutu; uzunluğunu güneşin seyri belirler. Derinliği ise tutkular."

                                *Ömer Hayyam



Kıymetli dostum Pelin Özer epigraf kullanmanın yazıya iyi gelmeyeceğini düşünüyor. Bence tam tersi; okuru ensesinden tutup karşımıza oturtmanın en zarif ve en etkili yoludur epigraf. Madem biz konuştuğumuzda herkes çil yavrusu gibi dağılıyor, o halde hiç değilse zahmet edip yazdıklarımızı okusunlar değil mi? 

Herkese küstüm ben. 





4 EKİM

 

Acaba bu hafta Dünya hayatındaki son haftam olsaydı nasıl planlardım? Kim bilir...

İnsanın akıllara zarar bir ölümsüzlük yanılgısı var ve hiçbirimiz bir gün gelip, üstelik muhtemelen hiç beklemezken sona ereceğine inanamıyoruz....

Bugün Ayşe'nin ölüm günü, İdil'in doğum günü ve Dünya  Hayvanları Sevme ve Koruma Günü.

Bana ne günü olduğunu akşam başımı yastığa koyduğumda anlayacağım.

Az sonra üzerimi değiştirip sokaklara döküleceğim. Başka türlü ev bulamayacağıma karar verdim. En iyisi gözüme kestirdiğim istasyonlarda trenden inip etrafa bakınmak. En geç Haziran'da taşınmam gerektiğine göre aslında kışın da tamamını bu evimde geçirmem gerekmiyor. Eğer seveceğim bir yer bulursam belki hemen taşınırım?

Neyse, Pazartesi benim uğurlu günümdür. Her ne kadar retro var dense de ben şansımı denemek taraftarıyım.. Üstelik yürümek için çok güzel bir hava var. Belki nerelere sığdıracağımı bilemediğim iç karışıklığı yürüyerek rahatlar:)

Bu sabah yeniden bana iyi gelen şekilde beslenmeye geri döndüm. Gerçi ay ortası planladığımız gezide ufaktan dağılacağım ama olsun. Bir yerden ipin ucunu yakalamak lazım. Belki dönüşte P.tesi pazarına uğrarım. O kadar çok özlüyorum ki pazara gitmeyi...

Theodora ile bu hafta pek zaman geçiremeyeceğiz, genellikle sokak işleriyle uğraşıyor olacağım. Fakat onun da mamasını sipariş etmeliyim. Yahu internet yokken nasıl hallediyorduk bunca işi hiç hatırlayamıyorum. Alış veriş, fatura ödeme, birşey alma, satma ne kadar pratikleşti.


KIRLANGIÇLAR ZAMANI

 

Mutlu insanlar melodilerde mutluluğu, hüzünlü insanlar hüznü bulur.

                                                               Beyaz Geceler, Dostoyevski


Çok şükür hayatım boyunca depresif veya hüzünlü olmadım. Kederlendiğim, üzüldüğüm, çaresiz hissettiğim oldu şüphesiz ama hüzün, ı ıh. Hele melankoli, katiyen bende karşılığı olmayan bir duygu. Dilerim her zaman öyle olsun!

Yağmurlu bir Salı oldu. Evden hiç çıkmadım. Derslerin biri iptal, diğerinin eli kulağında. Akşam Ramazan Usta gelecek, evde kış öncesi yapılması gereken şeyler var. Artık hiç mızmızlanmıyorum böyle işlere. Beğensem de beğenmesem de bana bakıyor nasıl olsa. kabullendim gitti.

Theodora çok suratsız bugün. Balkona çıkmakta ısrar ediyor. Sabah çıkmıştı ama yetmedi. İyi de tamam desem, çıksa, e sonra üşütecek şapşal!

Hah, neden yazıyordum unuttum:)) Meryem Ana Fırtınası yaklaşıyor. O tarihte yazamayacağım çünkü yollarda olacağım. Ama bilin istedim: 14 Ekim Meryem Ana Fırtınası'dır, ardından da Kırlangıç Fırtınası gelir.

Kırlangıçlara ayrı bir düşkünlüğüm olduğunu söylemiş miydim? Onları ve sığırcıkları çok sevimli bulurum. Geçen sene nasıl güzel bir geçit töreni izlemiştim Dalyan'da! Of! Nefisti. Biz insanlar değil iki kişi, kendimizle bir bir ahenk yakalayamazken, beden ayrı, ruh ayrı, zihin apayrı telden çalarken, nasıl oluyor ve yüzlerce kırlangıç müthiş bir ahenkle uçabiliyorlar?