3 Ekim 2024 Perşembe

DÜNYA


Zamanın genişliğinde yolunu kaybetmiş, yuvasını yitirmiş yalnız bir ruh dolaşırmış. Nasıl olmuşsa olmuş, bir an gelmiş, yolu Usta'nın kapısına varmış. Orada, ustasının yanı başında huzur ve sevgi dolu yıllar geçirmiş. Hatta ustası ona isim vermiş, Vadin demiş; hikayeler anlatan.

İşte bu hikaye Vadin'den. 

Ay: Kalbinin kapısını aralamadan yıldızlara dokunamazsın.

Yıldızlar: Kalp kapısının anahtarı kimde? 

Uzak ülkenin birinde, muhtemelen Afrika'da güzeller güzeli bir prenses yaşarmış. Prenses sadece güzel değil, aynı zamanda çok da zekiymis. Kim ne anlatırsa anlatsın bilgiye doyamıyor, Dünya'yı keşfetmek istiyor ve saray duvarlarının ardında eşsiz bir hayat olduğuna inanıyormuş. Bu sezdigi, varlığını hissettiği hayat öyle bir şeymiş ki prensesin ipek saçlarından, atlas elbisesinden, kadife pelerini ve gece gibi ışıldayan gözlerinden çok ama çok daha fazlasıymış. Fakat yasakmış saraydan çıkmak.

İşte bu yüzden geceleri uyuyamıyormuş prenses, hep o bilinmeyen, eksik anlatılan gizemli hayatı merak ediyormuş. Her gece bahçeye çıkıyor, saray kurallarını çiğneyerek çıplak ayaklarıyla çimenlerde koşturup, hoplayıp zıplıyormuş. Her çocuk gibi kollarını bacaklarını hareket ettirmeye ihtiyacı varmış. Dev bao bab ağaçları varmış sarayın bahçesinde, prenses onlar gibi uzun boylu olup tüm şehri görebilmeyi öyle çok istiyormuş ki, sonunda bir gece saray halkı derin uykudayken cesaretini toplamış ve her gece yaptığı gibi penceresine uzanan sarmaşığın yardımıyla bahçeye inmiş. Fakat o gece daha önce hiç yapmadığı bir şey daha yapmış; bir başka sarmaşığa tırmanarak saray duvarının diğer tarafına geçmiş. 

Gördükleri karşısında hayrete düşmüş. Uzun süre hiç kımıldamadan yaşadığı saraya kesinlikle benzemeyen derme çatma evlere, birbirine sokulmuş ısınmaya çalışan köpek yavrularına ve solmak üzere olan çiçeklere, kurumuş ağaçlara bakakalmış .

O geceden sonra prensesin uykusuzluğuna iştahsızlık da eklenmiş. Kral ve kraliçe ne zaman odasına gitseler çocuklarını neşesiz, düşüncelere dalmış buluyorlarmış. Eskiden çimenlerde çıplak ayak dolaşmanın keyfi için bahçeye inen prenses, artık her gece saraydan kaçıp, duvarın ötesindeki hayata bakmaya gidiyormuş. Bu yolculuklar sırasında gördüğü ve duyduğu herşeyi anlamaya çalışıyor fakat yatağına döndüğünde olan biteni düşünmekten kafası iyice karışınca uyuyamıyormuş. 

Zamanla halsiz düşmeye baslamış. Gözlerindeki yıldızlar bir bir sönmüş. Yanaklarının pembesi, dudaklarının kırmızısı yavaş yavaş solmuş. Artık neredeyse hiç yemek yemiyor, en sevdiği elbiseleriyle, kitaplarıyla ve saraydaki eğlencelerle hiç ama hiç ilgilenmiyormuş. 

Kimselerin bilmediği bir sırrı da varmış prensesin; şehirde yalınayak gezerken ayak tabanlari kömür gibi olmuş! Öte tarafta dolaşırken de tıpkı sarayın bahçesindeki gibi  ayakkabı giymediğinden yoksulluğun, açlığın, mevsimlerin, neşenin, kederin, aşkın ve savaşın tüm yasanmışlığı artık ayak tabanlarındaymış. Yıkamak istemiyormuş ayaklarını prenses, dahil olmadığı ve hiç bilmediği diğer hayatı adeta ayak tabanlarıyla öğreniyormuş.

Masal bu ya, aynı günlerde uzaklarda yaşadığı sarayının duvarlarını aşan bir de prens varmış. Bambaşka bir kıtada, sanırım Avrupa'  da çok ama çok gösterişli imparatorluğun tek veliahtı olan prensin en merak ettiği şey dahil olmadığı hayatlar, saray kurallarını önemsemeden yaşayan sıradan insanlarmış. Prens doğduğu günden beri saray hizmetlileri ve soylular dışında hiçkimseyle tanışmamış. O da tıpkı Dünya'nın diğer ucundaki prenses gibi merakına yenilmiş ve  sık sık saraydan kaçıp ülkenin sokaklarında dolaşmaya başlamış. Gördüğü sefalet karşısında günden güne kederleniyor, yemek yemek istemiyor ve uykuları kaçıyormuş.  Ve şüphesiz onun da ayak tabanları simsiyahmış!

Aradan geçen onca günden sonra,  uzun ve sıcak mevsimin sonunda hem prens, hem de prenses duvarların ötesindeki hayat hakkında çok şey öğrenmişler. Orada olan tek şeyin yoksulluk olmadığını, sevinçlerin, varlığın, yokluğun, doğumun neşesinin, ölümün yasının aynı anda yaşanabildiğini görmüşler. Bu her ikisi için de çok inanılmaz bir maceraya dönüşmüş yaşamak. Çünkü örnek vermek gerekirse soylular hiç aç kalmaz, dolayısıyla hiçbir zaman büyük bir iştahla tatlı bir elmadan ısırık almazlarmış. Zaten elma soyulup getirilirmiş önlerine, pek çoğu gerçek bir elmaya dokunamazmış bile.  Hizmetkarlar üzerlerine titrediğinden hastalıklardan, soğuktan ve  hatta neredeyse ölümden bile uzak yaşarlarmış.  Sarayda üzüntülü konulardan bahsetmek uygun değilmiş.  İşte bu yüzden duvarların ötesindeki mevsimlere, duygulara, günlere ve saatlere göre an be an değişen hayat sahiden çok başkaymış. Mutluluk kocaman, yemekler lezzetli, uyku eşsiz, meyveler bal gibi tatlı, su desen en kıymetli içeceklerden bile lezzetliymiş. 

Fakat o mucizevi gün, çocukların ikisi de saraylarının bahçesine çıkmış kışın gelmekte olduğunu hissederek gökyüzünü seyrediyorlarmış. Önce leyleklerin göçünü izlemişler, sonra da herkes uyuyunca  yazın son dolunayını görmek için gizlice saraydan kaçmışlar. Birbirlerinden habersiz saray bahçıvanlarının ustaca biçtiği kusursuz çimenlere uzanmış, değişen mevsimin ülke sakinlerini nasıl etkileyeceğini düşünmeye başlamışlar. 

Farkında olmasalar da onları izleyen biri varmış!

Gökyüzündeki Ay bu iki iyi yürekli çocuğu görmüş. Onların ne kadar kederlendiklerini ve yalnız hissettiklerini hemen anlamış. Aslında pek adeti değilmiş yeryüzündeki işlere burnunu sokmak ama içinden bu işe karışmak gelmiş. Aşağıya ışıklı merdivenlerini uzatarak ikisini de yanına almış! 

Bu olanlar öylesine büyüleyiciymiş ki, ne prens, ne de prenses Ay'dan Dünya'yı izlerken tek kelime konuşamamışlar. Herşey rüya gibiymiş. Dünyanın uydusu tarafından davet edilen iki konuk olarak Ay'ın un gibi toprağına basmanın heyecanı varmış yüreklerinde.

Bütün gece birbirlerine başlarından geçen ilginç olaylardan, saray hayatı dışındaki dünyada gördükleri karşısında neler hissettiklerinden bahsetmişler. Sabaha karşı Ay tekrar ışıklı merdivenlerini hazırlayarak onları ülkelerine uğurlamış. Sabah olup uyandıklarında yaşadıklarının gerçek mi, yoksa rüya mı olduğunu bilememişler. Fakat herşeyin gerçek olduğuna dair inkar edilemez bir kanıt varmış: her zaman kömür gibi olan ayak tabanları ay yüzeyindeki incecik beyaz tozla kaplıymış!

Prenses, anne ve babasına koşmuş, bir prensle tanıştığını ve onu bulmak için yardım etmelerini rica etmiş. Çocuklarını neşeli ve heyecanlı gören kral ve kraliçe bu isteği seve seve kabul etmişler. Aynı heyecan prensin sarayında da yaşanıyormuş. O ve ailesi de sevinç ve umut içinde prensesi aramaya başlamışlar. Fazla zaman geçmeden haberciler işlerini layığıyla yapmışlar. Çok zaman geçmeden Prens ve prenses Akdeniz'in en güzel adasında buluşmak için sözleşmişler..

Bu ada Afrika ve Avrupa'nın  tam ortasındaymış. İki arkadaş, uzun ve eşsiz güzellikte kumsalların, renkli balıkların yüzdüğü denizin ve masmavi bulutların altında nefis bir tatil yapmışlar. Ancak güzel günler bitip herkesin evine dönme vakti geldiğinde hüzünlenmişler. Çünkü en iyi arkadaşından ayrılmak zormuş... 

Sonra prenses mevsimleri hatırlamış, bu ayrılık ikisi için kış gibi olacakmış ama geçen kıştan farkı birbirlerini tanıyor olmalarıymış. Ve asıl güzel olan tarafı bahar mutlaka gelecekmiş!

Prens ve prenses sımsıkı kucaklaştıktan sonra  vedalaşmışlar. Ve tabii kral kralı, kraliçe de kraliçeyi sevgiyle selamlamış.

O tatilden sonra herşey değişmiş. Her iki ülkenin de saray kapıları halka açılmış. Ülkenin çocukları olağanüstü güzellikteki saray bahçesinde oynamak ve mevsim meyvelerini yemek için sık sık davet edilmişler. Artık prensesin çıplak ayaklarını elbisesinin altına gizlenmesi de gerekiyormuş çünkü sarayın pek çok katı kuralı esnetilmiş. Artık sadece büyük törenlerde geleneklere uygun davranılıyormuş. 

Saraydaki bahçıvanlar ülkedeki parkları güzelleştirmek için erkeklerle birlikte çalışmaya, en usta dokumacılar yoksul mahallelerdeki kadınlara muhteşem battaniyeler dokunmayı öğretmeye başlamışlar. Elbette zor ve kederli günler yine olmuş, gelecekte de olacakmış ama farklı dünyaların kapıları arasında açılan geçitle, keder ve neşe paylaşılmaya, hep birlikte yaşanmaya başlamış. Bütün bunlar dünyayı merak eden iki iyi yürekli ayakkabı giymeyi sevmeyen çocuk sayesinde olmuş.

Prens ve prensesin dostlukları iki ülkenin kaderini değiştirmiş. Önce kalplerin, sonra sarayların kapıları açılmış. Dileriz ki birgün Dünya'nın hiçbir köşesinde bir tek kilitli kapı kalmasın, mevsimler, keder ve neşe doya doya paylaşılsın.



























              









ı hissetmek,anlamak isteği o kadar gucluymus ki 

Hiç yorum yok: