31 Ocak 2017 Salı

EGE'DE OLMAK!


Yoldayız, oley! Ne zamandır yapmadığım, hatta özlediğimi fark etmediğim bir güzellik; elimde fincanla  yollara düşmek!



Arabada üç kişiyiz. Ben, Ege ve Mürsel! Onları beklerken o kadar üşümüşüm ki ne arabanın ısıtıcısı, ne de kahve, burnumun ucunu ve ellerimi ısıtmaya yetmiyor. Tam ısınacak gibi oluyorum, bu defa da kahvaltı molası için duruyoruz. 



Güvercinlik'de yol kenarında bir kahvehane. İçeride amcalar var. Az sonra gelecek ablayı saymazsak dişi olarak bir ben. Yeşil çuhanın üzerine kuruyorum sofrayı. Köy peyniri, Milas zeytini, ısırganlı ekmek, otlu börek! Bu benim kutsal kahvaltım. Bir tür zeytin üzüm incir ritüeli gibi. Pan ve Dionysos sofrası. 
Sıcacık çaylar geliyor. Mürsel de musallat oluyor bizim ısırganlı ekmeğe. Az mı getirdim diye hayıflanıyorum. Ama çok getirsem önümüze çıkacak lezzetleri atlarız di mi?



Yoldayız. Bafa Gölü rüya gibi. Bugün bu göle bir şey olmus; bakmaya doyamıyorum. Sanki dursak, ben orada oylece kalabilirim ve asırlar asırlar geçebilirmiş gibi... Suat arıyor: "Neredesiniz?" "Göldeyız canım" diyorum.



Yola devam... Didim'e uğrasak mı? Miletos! Oh ne şahane! O halde bakalım nasıl bir güzellik bekliyor bizi? Elbette uzun uzun zaman ayırmalı buralara ama günün hedefi ne Miletos, ne de Priene. Bugün yolculuğumuz Doğanbey köyüne.  O halde Priene'nin davetkar kent görüntüsüne göz ucu ile bakıp, Doğanbey istikametinde devam ediyoruz. 



Kulağımda müzik, arada Mürsel kafasını omzuma koyup çaktırmadan yanağıma dayıyor yanağını. Ege bir seyler anlatıyor. Keyfimiz yerinde. Isınmaya başladım. Ellerim daha iyi durumda ama burnumun ucu hala buz parçası!



Ve Doğanbey.... Gerçekten de güzelmiş... Dilek Yarımadası Milli Parkı'na dahil olan bu cennet görünümlü köye inanamıyorum. Evler, sokaklar, deniz manzarası... İnanılmaz.. Köyde gezerken civarı anlatan tabelayı okuyoruz. Nasıl da ilginç bitkiler ve kaybolmaya yüz tutmuş canlı türleri varmış... Bir yürüyüş rotası çizilmiş. Daha oradayken, yine gelsek keşke diyorum.. Gözümü manzaradan alamıyorum. Evlerin önünde İstanbul plakalı arabalar var. Belli ki burası çoktan keşfedilmiş... Ege, "ev al buradan" diye tavsiyede bulunuyor. Ama ben birkaç milyon dolarımın beş yüz bin lirasını senede bir iki hafta kullanacağım bir eve gömmek istemiyorum:))



Lagüne doğru iniyoruz. Karina yazıyor tabelada. "Karina ne demek biliyor musun?" diyorum. Bilinmiyor... Olsun, hemen söylüyorum "Teknenin karnı"



Ve Karina'dayız. Burası kısa bir süre once Ege'nin çektiği fotoğraflarda  görüp bayıldıgım yer. Ege, seni götürürüm oraya demişti ve sözünü tuttu. İşte buradayız. Üstelik tam da o çok beğendiğim manzaranın içindeyiz! Mürsel sevinçten çılgınlar gibi oraya buraya koşuyor. Az ileride bir pelikan yüzüyor. Evet evet Pelikan. Ve bu pelikanın adı Tepeli Pelikan'mış. Hadi bari latince de söyleyelim; Pelecanus crispus. Bataklık kuşları, sazlıklar ve bazısı suda, kimi karaya çekilmiş kayıklar... Güneş tepemizde şıkır şıkır. İçini ısıtıyor insanın. Ah bir de Mürsel çamura batmasaydı keşke! Neyse ki hortum ve su bulundu da bacaklarını yıkadı Ege.



Güzel bir yere oturuyoruz az ileride. İki bira, bir patates söylüyoruz.  İşte şimdi burnum ısındı. Hatta bu sesler, görüntüler sadece burnumun ucunu değil, içimi de ısıttı. Sandalları sürükleyen adamlara bakıyorum. Bacak boyu suyun içindeler, demek ki kasık çizmesi giymişler diyorum içimden. O sırada bir yalıçapkını görüyorum. Ne manyakça bir tesadüf; iki gün öncede fotoğrafını gördüm senin diyorum içimden. Mis gibi güneşin altında üçümüzün de hayatı güzel. Ege'nin ardındaki okaliptüslere bakıyorum, acaba o da ağacın sesini duyabiliyor mu diye düşünüyorum ama sormuyorum. Kulağım lagünün sığlığında köpüren deniz sesinde. Hem konuşalım, sadece şu an olsun istiyorum, hem de susalım ve etraftaki tüm sesleri, görüntüleri bir gün hayat zorlaştığında çıkartıp bakmak için ceplerimize doldurabilelim istiyorum. Ben neden hep en imkansızı, en mantık dışı olanı istiyorum?

Biraz daha yürüyoruz. Burası kelimenin tam anlamıyla güzel... Işık, mevsim, renkler, bira, kokular. Mursel ın sevinci.. her biri seyirlik!

İstikamet yılan! Bafa gölüne gidip yılan balığı yiyeceğiz. Çocukken yediğimi hayal meyal hatırlıyorum. Ama bir yetişkin olarak bu ilk yılanım. Yer misin diye sorulunca, tabii diyorum da acaba neye tabii dedim Allah bilir!



Ateşin yanındaki masaya kuruluyoruz. Göl inanılmaz güzel. Bir filmden mi anımsıyorum bu dağ rengini? Nasıl da tanıdık bugün? Tamam diyor Ege, yine geliriz. Oh diyorum içimden, ne güzel. "Bak diyor sözümü tuttum, Doğanbey dedim, gittik ya". Gülüyorum. Çok gülüyorum bugün, hatta bir ara arabada şarkılara eşlik ediyorum. Sık sık şarkı söylemem ki ben, demek ki memnunum halimden. Nereye gitsek diye soruyor Ege, her yer olur diyorum. Çünkü gerçekten olur. Nasıl olsa her taraf güzelliklerle dolu, ha sağ taraftakini görmüşüm, ha soldakini.

Şimdi buldum göl ve ardındaki dağ, Magritte Rene tablosu gibi! Evet ya, bu yüzden çarpıldım. Ah bu çağrışımlar.. Nasıl da anla ilgili algımızı değiştirme gücüne sahip!

Milas'ın Nişantaşı'nda gezerken ve günbatımında eve dönerken nedense en çok bu şarkı takıldı aklıma: https://www.youtube.com/watch?v=bG4xZJiO8OE

Uğur abinin anısına bir Bafa yazısı daha yazmak istiyorum... Bakalım ne zaman....


1 yorum:

Elif Ayvaz dedi ki...

Üniversitedeyken gitmiştim Doğanbey'e. Hepimiz Kuşadası'ndan (Okulum Kuşadası'ndaydı) bir minübüse doluşup milli parka gitmiştik. Milli parkın içinden yürüyerek Doğanbey'e çıkmıştık. Oraya bayılmıştım ama zenginler kapmışlar hemen. Koç'un bile evi vardı. sonra bir teyze ve amcayla muhabbet etmiştik. Oraya yerleşmişler. Amca Türkiye'de ilk interneti kullanan mı yoksa ilk interneti getiren kişi miydi neydi, hatırlayamıyorum şimdi tam detayını. Teyzenin bahçede beslediği bir sürü kedi vardı. Sonra bize bahçesindeki yabani hurma ağacından hurma ikram etmişti.:)