Mandalina yediğimde böyle oluyor; Alice gibi küçülüyorum... Küçücük kalıyorum. İçimdeki ruh yolcuğa çıkıyor. Bu hayatta giydiğim bedeni bırakıp, zamansız geçmek zorunda kaldığı kapıları bir bir ters yönde tamamlıyor. En başa dönüyor. Sonra önünde uçsuz bucaksız bir mandalina bahçesi beliriyor. Ağaçların arasında arklar ve o arklarda yüzdürülen kağıt yelkenliler var... Yeşil ve turuncunun muhteşem uyumu... Ve bu iki rengi kucaklayan kusursuz mavilikteki gökyüzü. Mandalina bahçesinin sonundaki kavak ağaçları... Kavakların bittiği yerdeki yazlık sinema ve ardındaki dere..
Gözlerimi kapattığımda, damağımdaki turuncu sıvı ve ellerime bulaşan koku beni olduğum yere mıhlıyor. Üzerimdeki gücü büyük. Bir kadeh viski veya üç tane mandalina ile yapabildiğim seyahati aşan hiç bir deneyimim yok zaman yolculuğu adına...
Belki bir tane... Küçülmediğim, fakat başka bir hayatımdan sahneler izlediğim...
"Burası neresi? Neden daha önce gelmedik?" dediğim...
Zaman, ardımdaki ve önümdeki tüm izleri silmiş. Rüzgar geleceğimde pusu kurmuş. Şimdi her şey yepyeni. Her sabah yeni bir sabah. Her ölüm erken ölüm. Her karşılaşma bir hediye, eğer kabul edebilirsek...
Az kaldı geliyorum laleler, geliyorum mandalinalar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder