Sudan uzaklaşmak pahasına evimin bahçesine kadar gelen sevgi dolu yengeçlere - ki onlar kendilerini çok iyi bilirler:)- ve Pamuk Prenses'in babasına ithaf edilmiştir...
Uzak ülkenin birinde, gittiği her savaştan zaferle dönen, aynı anda üç ejderhayı öldürüp kafalarını üst üste dizebilen güçlü bir şövalye yaşarmış. Hiç kimse onun yenildiğini ya da yorgun düştüğünü görmemiş. Hayatı savaş meydanlarında başarıdan başarıya koşarak geçen bu güçlü adam ülkedeki herkesin kahramanıymış. Yaşlılar gün boyu onun yeni zaferlerine dua eder, çocuklar resim defterlerine hep onu çizerlermiş. Civarda yaşayan bütün erkekler savaşta onunla omuz omuza dövüşmeyi hayal ederken, ülkede yaşayan 286 bekar kadının en büyük isteği yenilmez şövalyenin kalbini kazanabilmekmiş.
Ama nasıl?
Zaman akmış, yıllar geçmiş ve gün gelmiş savaşlar bitmiş. Ejderhalar desen çok zeki bir prens tarafından evcilleştirilmiş. Bu beklenmedik gelişmeler sonunda şövalye büyük bir boşluğa düşmüş. Çünkü yeni dünyada onun kılıcının gücüne hiç ihtiyaç kalmamış. Vaktinin çoğunu şehrin sokaklarında aylak aylak dolaşarak ve çocuklara -tahta kılıçlarla- dövüş sanatını öğreterek geçirmeye başlamış.
Bazen yaşlılarla sohbet ediyor, erkeklerle içki içiyor ve kendisini büyük bir hayranlıkla süzen kadınlara nazik nazik tebessüm ediyormuş. Yine de pek mutlu değilmiş. İçindeki işe yaramazlık duygusu ne uyurken, ne de yemek yerken, ne de herhangi bir şeyle uğraşırken onu hiç ama hiç rahat bırakmıyormuş... Bu garip boşluğu doldurmak için aşık olmak bile aklına gelmiş fakat kalbinin derinliklerinde eski bir çocukluk hatırası dışında kimseleri görememiş. O en gizli, en kutsal alanda küçücük çilli bir kız varmış. Binlerce zaferin ve ejderha kafasının arkasından tatlı tatlı gülümsüyormuş. Şövalye günlerce düşünmüş, düşünmüş ama o küçük kızın adını bir türlü hatırlayamamış.
Acaba kızın adı neymiş?
Bu tuhaf anımsamadan sonra günler günleri kovalamış ve bir sabah henüz horozların bile ötmediği sabahın karanlık saatinde şövalye aniden gözlerini açmış. Yataktan kalkmış ve alacakaranlıkta iyice zayıflamış olan yıldızların altında yürümeye başlamış. Ayakları onu şehrin meydanına kadar götürmüş. Ve tesadüf bu ya, tam saat kulesinin önünde durmuş. Fakat başını kaldırıp yukarıya baktığında inanılmaz bir manzarayla karşılaşmış..
Saatin kadranında kollarını, bacaklarını pergel gibi açmış ve bir eliyle yelkovanı, diğeriyle de akrebi tutan biri varmış.
Hiç bir anlam verememiş güçlü şövalye. Öylece bakakalmış kadına. İncecik kolları o kadar güçsüz görünüyormuş ki, şövalye düşeceğinden endişelenmiş. Fakat ne o gün, ne de diğer günler kadın kuleden düşmemiş.
Kadının kolları inceymiş belki ama kalbi çok güçlüymüş.
Saat 06.00 olduğunda kadın yavaşça serbest bırakıyormuş akreple yelkovanı ve göz açıp kapayana kadar kuleden aşağıya iniyormuş.. Güçlü şövalye bir sabah saklandığı yerden çıkarak, kadını takip etmeye karar vermiş. Limana kadar peşi sıra yürümüş.. Kadın gerçekten tuhafmış. Üstelik sadece kıyafetleri değil, davranışları da acayipmiş. Bir ara durmuş fırından ekmek almış ve sonra yine hızla limana doğru devam edip, yarısı suya batmış bir teknenin içine atlayarak gözden kaybolmuş.
Öylece kala kalmış güçlü şövalyenin bu eski, yarısı sulara gömülmüş teknede birinin yaşadığına inanması zormuş. Tekneye yaklaşmak istemiş ama rıhtımdaki yengeçler o kadar büyüklermiş ki, sabah aceleyle çıkarken çizmelerini giymeyi unuttuğundan ayaklarını ısıracaklarından cekinmiş. Ayrıca zaten suya yaklaşamazmış, çünkü tuzlu su zırhının paslanmasına neden oluyormuş. Bütün bu imkansızlıklardan ve yavaş yavaş acıkmaya başlayan karnının gurultusundan iyice bunalan şövalye, bu alışılmadık sabahı orada bırakarak evinin yolunu tutmuş.
Aradan haftalar geçmiş ve bir gece hiç beklemediği bir anda rüyasında saat kulesini görmüş. Bu defa kadın yokmuş saatin kadranında. Güçlü şövalye tamamen unuttuğunu sandığı o tuhaf sabahları aniden rüyasında görünce hayret etmiş.. Rüyanın etkisiyle hemen kalkmış yataktan. Ne tesadüftür ki, tam o sırada saat kulesinden sabah altı olduğunu hatırlatan ses gelmiş.
Şövalye hızlı adımlarla meydana doğru yürümüş, saat kulesinde akrebi ve yelkovanı sıkıca tutan kadına bakmış. Rüzgarda uçuşan saçları ve etekleriyle rakamların ortasında gerçekdışı görünüyormuş. Şövalye, bu kez daha fazla merak etmiş bu tuhaf sahnenin nedenini. Kadının kuleden inmesini beklemiş ve sonra yine önde kadın arkada güçlü şövalye, önce fırına ardından limana doğru yürümüşler. Tekneye ulaştıklarında kadın çevik bir kaplan gibi atlayıvermiş güverteye. Bu defa çizmeleri ayağında olduğu için şövalye de yavaşça yengeçlerin arasından geçebilmiş. Tekneye yaklaşmış, lumbozlardan birine sokulmuş ve gördüğü manzaraya inanamamış!
Saat kulesine tırmanan kadın, elinde bir kase çorba ve azıcık ekmekle hamakta yatmakta olan yaşlı adama bir şeyler yemesi için yalvarıyormuş. Ama adam her ağzını açtığında anlaşılmaz bir dilde garip sözcükler mırıldanarak, yemek yememek için direniyormuş. Neden sonra şaşkınlığından sıyrılan şövalye, daha da büyük bir hayretle adamın belden aşağısının balık kuyruğu şeklinde olduğunu ve ona yemek yedirmeye çalışan kadının yüzünün de kendisine hiç yabancı gelmediğini fark etmiş!
Daha fazla dayanamamış izlemeye ve yengeçlere basmamaya dikkat ederek usulca uzaklaşmış limandan. Fakat kadının başındaki derdi ve teknede olup biteni sahiden merak ediyormuş. Ülkedeki tüm tanıdıklarına genç kadını tanıyıp tanımadıklarını ve teknede yaşananları bilip bilmediklerini sormuş. Fakat hiç kimse ne limandaki tekneyi, ne de içinde yaşananları ne duymuş ne de görmüş. Üstelik, uzun zamandır savaşa gitmeyen şövalyenin sıkıntıdan saçmalamaya başladığını bile düşünüp, ona çok acımışlar.
Kendisine yönelen tuhaf bakışlar karşısında Güçlü şövalye soru sormayı bırakıp, evine dönmüş. Yine de günlerce uyku girmemiş gözüne. Ve nihayet ülkedeki en bilge insana gitmeye karar vermiş. Ne şanslıymış ki bu adam ona yardım edebilirmiş! Çünkü o teknede olan bitenleri biliyormuş. Zaten sadece iki sorusu varmış güçlü şövalyenin: bütün bu garipliklerin ne anlama geldiğini ve kızın adını öğrenmek istiyormuş
Bilge adam, hikayenin en başından başlamış anlatmaya...
Batmakta olan teknede yaşayan yaşlı adam çok güçlü, zamanında yedi denizde avlanmış ünlü bir süngerciymiş. Süngerler bitip, denizlerde hiç sünger kalmayınca, balıkların peşine düşmüş. O kadar çok, o kadar çok balık tutmuş ki, öylesine güçlü fırtınalardan sağ çıkmış ki, sonunda denizlerin kralı onu durdurması gerektiğine karar vermiş ve güçlü bir büyü yapmış. Çünkü bu şekilde avlanmaya devam ederse yakında hiç balık kalmayacakmış!
Büyü yaşlı adamı insanların dünyasından alıp bir balık yapacakmış! Böylece balıkçı, uzun yıllar boyunca balıklara yaşattığı korkunun nasıl bir şey olduğunu yaşayarak öğrenecek ve kalan ömründe balık olarak yaşayacakmış. Fakat bu güçlü büyü öyle bir gecede gerçekleşmeyecek, dönüşüm haftalar hatta aylar sürecekmiş. Denizler kralı, sonuçtan ziyade, o baş edilmez korkunun yaşlı adama büyük bir ceza olacağını düşünüyormuş. Çünkü dakika dakika, pul pul bir balığa dönüşecek ve bu amansız korkunun sonunda tamamen bir balık olduğunda teknesiyle birlikte sulara gömülecekmiş.
Büyünün yapıldığı an, meydandaki saat kulesinde zaman ilerlemeye başlamış. Balıkçının kızı, her gece zamanı durdurmaya çalışarak babasını insanların dünyasında daha uzun süre tutmaya gayret ediyormuş. Hayatta babasından başka kimsesi olmayan genç kadın, onunla fazladan birkaç saat daha paylaşabilmek için bütün gece uykusuz kalmaya ya da kuleden düşüp parçalanmayı göze almaya bile razıymış.
Sadece bir kaç dakika için...
Güçlü şövalye duydukları karşısında şaşkına dönmüş dönmesine ama hala aklına takılan bir soru varmış; kadının adı neymiş?
Bilge bu soruya cevap veremeyeceğini, çünkü cevabını bildiği bir soruyu neden kendisine sorduğunu anlamadığı söylemiş. Üstelik bu düpedüz kabalıkmış! Bu kez şaşırma sırası şövalyedeymiş. Çünkü bu kadının adını gerçekten bilmiyormuş.
Güçlü Şövalye ertesi sabah meydana gittiğinde kızı görememiş. Ama hikayeyi bildiği için, iyice endişelenmiş. Hiç zaman kaybetmeden limana koşması gerektiğini düşünmüş. Fakat limanda gördüğü manzara karşısında ne yapacağını şaşırmış. Balıkçının kızı neredeyse tamamen sulara gömülmüş olan teknenin ana direğine sımsıkı sarılmış, suya bata çıka yüzen, kocaman bir balığa dönüşmüş babasına üzüntüyle bakıyormuş.
Kıyıdaki yengeçler ve teknenin tepesinde uçuşan martılar bu acıklı manzara karşısında çığlık çığlığa bağırışıyorlarmış.
Kız çok inatçıymış, eğer tekneyle birlikte sulara gömülürse, denizler kralının ona acıyacağına, ölmesine izin vermeyip, kendisini de bir balığa dönüştüreceğine inanıyormuş. Ama kral kararlıymış; büyü sadece babayı dönüştürecekmiş.
Güçlü şövalye, malum, zırhının paslanmasından korktuğundan suya yaklaşamıyormuş. Fakat diğer taraftan kızın tekneyle birlikte batıp sulara gömülmesine de seyirci kalamazmış. Onun bütün bu kararsızlık anlarında kız, her dakika daha fazla yaklaşıyormuş karanlık sulara. Yengeçlerin çığlıkları limanda inanılmaz bir gürültü yaratıyormuş. Etraftaki martılar ve kargalar da en az yengeçler kadar yaygaracıymış!
Bütün bu cümbüşün ortasında nihayet tekne derin sulara gömülmüş. Kız da tekneyle birlikte derin sularda kaybolmuş.. Kararsızlığının sonuçları karşısında adamakıllı suçlu hisseden şövalye, limandaki balık kasalarından birinin üzerine oturup, başını ellerinin
arasına almış. Ölümüne seyirci kaldığı bu kadını kurtaramadığına gerçekten pişmanmış...
Tam o sırada hiç beklenmedik bir mucize olmuş, kocaman bir balığa dönüşen yaşlı balıkçı, sulara gömülen tekneden çıkarttığı kızını, yengeçlerin de yardımıyla iskeleye taşıyormuş. Üç küçük yengeç minik minik ısırarak ve saçlarını çekiştirerek kızı uyandırmaya çalışırken, onları fark eden şövalye, hemen yanlarına koşmuş. Kızı kucakladığı gibi evine taşımış.
Yengeçler de onları takip etmiş.
Akşam olup kız uyanınca, şövalye deliler gibi sevinmiş. Hemen sıcak bir çorba yapmış ve babasının onu nasıl kurtardığını anlatmış. Zavallı kız şövalye anlattıkça ağlamaya başlamış. Onun gözyaşlarına dayanamayan şövalye, kıza sıkı sıkı sarılmış. İşte ne olduysa o anda olmuş; kızın gözyaşları şövalyenin zırhından içeri sızmış ve o çok kıymetli, görkemli zırh hızla çürümeye başlamış!
Paniğe kapılan şövalye, önce çok öfkelenmiş; bağırmaya, çırpınmaya ve ardından çocuk gibi ağlamaya başlamış. O ağladıkça zırh daha büyük bir hızlı çürüyormuş! Çünkü gözyaşları da tıpkı deniz gibi tuzluymuş!
Bir süre sonra ne zırh kalmış ne de gözyaşları. Ağlamaktan yorgun düşen güçlü şövalye ve balıkçının kızı bitkinlikten uyuyakalmışlar.
Sabah olup, gözlerini açtıklarında saat o6.00'ymış. Şövalye birden bire yanında uzanmakta olan kızın ismini hatırlamış; Freya!
Balıkçının kızı, çocukluğundan hatırladığı o çilli yüzün sahibinden başkası değilmiş! Zırh ortadan kaybolunca Freya da şövalyeyi hatırlamış!
O sabahtan sonra, Balıkçının kızı ve güçlü şövalye tuzdan ve zırhtan uzak yeni bir hayata başlamışlar. Kalbi sevgiyle dolan şövalyenin artık bir zırha ihtiyacı kalmamış çünkü savaşmasını gerektirecek bir durum yokmuş.
Freya evin bahçesindeki gölette yaşamaya çalışan yengeçleri denize dönmeye ikna ettikten sonra bir tekne inşa etmeye başlamış. Gündüz tersanede çalışan Freya, geceleri kocaman yelkenler dikiyormuş yeni tekne için.
Bir kaç ay sonra ikisi birlikte uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Denizlerin kralı onları kutsamış, ejderhalar yıldızsız gecelerde yol göstermişler. Yolculuk boyunca Freya'nın babası sık sık ziyaretlerine gelmiş.
Herkesin çok mutlu olduğu bu masalın sonunda, limanda denizi seyreden 284 kadın öylece kala kalmışlar. Aralarından sadece biri kederli değilmiş. Çünkü 285. kadın, önce bir kaç dalgıç arkadaşıyla anlaşıp limandaki batık tekneyi sudan çıkarttırmış sonra da onu güzelce restore ederek ülkedeki önemli bir müzeye yerleştirmiş. 285. kadına göre herkese ibret olmalıymış zamanın ve sevginin anlattıkları. Müzeler de bu yüzden çok önemliymiş; zamanı, ama özellikle de geçmiş yaşamları anlattıkları için.