29 Ağustos 2009 Cumartesi

ASHRAM I

Külkedisi okyanusun ötesinden döndüğünde onunla yarım kalan rastlaşmamızın devamını yaşamak üzere buluşmuştuk. Hatta Kadıköy'de yediğimiz yemeği dün gibi hatırlarım. Bütün bu olumlu gelişmelere yani bizim birbirimizin varlığını keşfetmemize ise şimdi Boston'da yaşayan ve benim için pek kıymetli olan Küçük İnsan sebeptir. Ona ayrıca teşekkür etmek ve "seni çok özledim" demek isterim.
Neyse, Külkedisi ve ben hafiften sarpa sarmış, azıcık da inanç sorunu yaşayan hayatlarımıza çeki düzen vermek için ne yapsak diye düşünürken, aklını suyla bozmuş biri olarak havuza gitmeyi teklif ettim. Bu teklif onu havalara uçurmadı ama itiraz da etmedi. Civardaki havuz fiyatlarına bakmaya başladık. Ya çok pahalıydı ya da yüzülemeyecek kadar küçük! Sonunda bu işin yaş olduğuna karar verdik.
İşte tam o sırada "yoga yapalım" dedi Külkedisi. Yoga?
"Nasıl yani? Hani şu sosyetik ve enteldantel kadınların bir araya gelip abukladığı aktivite mi? Yo yo yo, bunu isteme benden" demedim:)) Ama aklımdan geçen tam olarak buydu. Yoga benim için çok satan ve artık okuma isteğimi köreltmiş bir kitap gibiydi. Ne kadar kafayı yemiş, hayatın gerçeğinden kopmuş insan tanıyorsam hepsi en iyi ihtimalle sadece vejeteryandı. Çoğu da Hindistan'a gitmiş, sandalatlerle dolaşan, özgür sekse inanan vs vs vatandaşlardı. Hem ben bu hikayeyi yıllar öncesinden biliyordum. O zaman da bana uymamıştı... Ama Victor'la yaşadığım yıllar ayrı bir blog yazısı:))
Neyse, bir teklif vardı ve onu da diğeri gibi araştırmak gerekiyordu. Nihayetinde öyle de yaptık ve bu işten ben epeyce karlı çıktım. Tam arka apartmanda bir yoga okulu varmış meğer! Eh bu durumda "ben gitmem" diyebilecek hal kalmamıştı. Elbette başlayacaktık.
Aklım havuzda, bedenim yoga sınıfında, ayağımda Pippi Uzunçorap'ın çizgili çoraplarıyla ilk derse girdim. Yaramaz çocuklar gibi sağa sola bakıp, anlamaya çalışıyordum neler olduğunu. Bir süre sonra anlamaya çalışmayı bıraktım. Derslere koşarak gitmeye başladım. Uyku problemim kalmamıştı, ayrıca ne zamandır istediğim bir şeyi yapmaya başlamıştım. Yazmıştım! İlk yazdığım masal, yoga derslerine başladıktan üç ay sonra ortaya çıkmıştı. Eda Liza'nın birinci doğumgünü için bir hediye. Onu takip eden ise eski kocama yazdığım mektup olmuştu...
Nazmi Hocam her dersin sonunda beşten geriye saydırırken nedense "kendimi ve geçmişi sevgiyle kucaklıyor ve affediyorum" diyemiyordum. Mühürlü gibiydi dudaklarım. Çok zorluyordum küçücük bir kımıltı için ama bu aylarca olamadı... Sonra bir gün oturup o mektubu yazdım. Aslında mektup kendimeydi. Özetlersek, onu seçtiğim ve kendimi mutsuz ettiğim için kendi kendimi affediyordum! Denemeseydim bilemezdim. Görünürde dört dörtlük olan bir ilişkide başka neler aramam gerektiğini bilmiyordum. Pek çok insan gibi içimdeki tek gerçeği gözardı ederek seçmiştim onu. Kendime bir kez bile "ben bu adamı seviyor muyum? "diye sormamıştım. Oysa bunu ona defalarca hiç huzursuzluk duymadan söylemiştim! Ve üç yıl sonra nihayet "affettim kendimi".
Sırf bu iki gelişim için bile yoga sınıfına gelmeye değerdi. Her derste içimin yıkandığını hissediyordum. Sanki tüm iç organlarım köpük köpük yıkanıyor, sonra ılık bir rüzgarda kurutulup yerine bırakılıyordu. Huzurluydum. Yoga beni huzurlu yapmıştı. Esnekliğim artmıştı. Bedenim esnedikçe, ruhum da esniyordu sanki.
Yoga Külkedisi ile aramda çok sağlam bir köprü inşa etmişti. Yan yana uzanıp, hayata ve kendimize teslim olurken, bir kaç saniye göz göze gelip gülümsemek altı ay içinde mucizeler yaratmıştı. Bizim bile hiç ummadığımız garip ve güçlü bir bağımız vardı artık. J. Winterson'dan sonra Küçük Prens'le devam eden tanışıklığımız yogayla olgunlaşmıştı. Konuşmadan derinleşen bir bağımız vardı. Sohbete çoook sonra başladık.
Ve ben buna inandım; enerjilerin uyumlanması için, evrenle bağ kurulabilmesi için en güvenilir, en geleneksel metodlardan birisi kesinlikle yoga. Elbette sema yapabilir, yelkene çıkabilir, namaz kılabilir ve hatta farklı sporlarla rahatlayabilirsiniz. Kişisel çözümleriniz de olabilir. Dünyanın size vermediklerinin intikamını alırcasına bedeninizi ve ruhunuzu ucuzlaştıracak türlü çözüm arayışına girebilirsiniz.... Sonuç? Bilmem. Herkes kendi deneyiminden mesul.
Hocam Nazmi Hoca değil, bir başkası olsaydı acaba yoga beni buralara taşır mıydı diye bazen merak ediyorum. Bence taşıyamazdı. Benim alaycı ve bir o kadar da şüpheci yapıma ancak o boyun eğdirebilirdi. Ben ancak onun bilgisi ve sevgisi ile hizaya gelebilirdim. Onun her olaya etrafında daireler çizerek bakışı, bize iyi geleni bulmamız için ısrar edişi, tam yerlerde sürünürken cevaba ulaşmamız için anahtar kelimeyi fısıldayışı paha biçilmez.
Benim gibi huysuz ve haylaz bir öğrenciyle bunca yıldır uğraşması ve zaman zaman geriye düşerek asanaların hakkını veremediğim dönemlerde bile asla benden vazgeçmeyişi unutulmaz. Ödenmez...
Dürüst olmak gerekirse meditasyon konusunda şu zamana kadar fazla yol alamadım. Teslim olamayı bilmeyen karakterim hep beni engelledi. Belki de hayatımın tam bu noktasında ilk kez inanmayı seçiyorum. Sorgulamaktan, sorulardan ve akıllı cevaplardan bir halt olmadığını, şu sezgi denilen şeye artık biraz inanmak gerektiğini anladım.
Dün akşam ilk kez meditasyon sınıfında kendimi bıraktım. Hala tam bir teslimiyet değildi ama kendimi kasmadığımı gördüm. Bana çok iyi geldi doğrusu. ve karar verdim bundan sonra blogda daha fazla yazacağım yoga hakkında. Önyargılarımın nasıl kırıldığını, aslında çiftlerin birlikte yoga yapmasına ne kadar inandığımı anlatacağım. Yıllarca aşılamayacak mesafelerin o yan yana uzanılan matlar üzerinde ne kadar azaldığını kendimce paylaşacağım. Sık sık bizim ashramın "pay günlerini" haber vereceğim. Aranızdan isteyen olursa deneme derslerine davet edeceğim. Eğer ben bu şansa sahip olmuşsam etrafımdaki her insanı bu güzel yoldan haberdar edeceğim.
Son bir şey, şu an yogaya zamanım yok, param yok- bunu hocam asla mazeret olarak kabul etmez:))- veya hazır değilim diyorsanız hiç olmazsa "Tibet Egzersizleri"ni ( özellikle ayin demiyorum, çünkü bu kelime bambaşka çağrışımlar yapıyor ne yazık ki ) yapmanızı öneririm. Hepsini değilse de birinci ayini yapmak için bir dakika sadece...

28 Ağustos 2009 Cuma

ADAM GİBİ ADAM.

Bodrum'dayım, nasıl bir tatil olduğu malum; kah havalarda uçuyorum, kah dehlizlerde el yordamıyla çıkış arıyorum. Arada bir İstanbul'dan telefon geliyor, birileri "nasılsın?" derken, daha da ince olanları "nasılsınız?" diyor. Birileri "dönmeyecek misin artık?" diye sitem ederken, bazıları da "kal orada canım, İstanbul çok sıcak" diyor... Ve fakat adam suskun. Ben, buradan yola çıkarak, "unuttu tabii; gözden ırak, gönülden uzak..." diye düşünüyorum. Aslında düşünmüyorum bile, çünkü nasıl olsa karşılaşınca kaldığımız yerden devam ederiz diye planlıyorum.

Sonra annesi arıyor beni, "özledik" diyor. "Ben de sizi özledim" diyorum. Haftasonu verilecek partiye yetişemeyeceğim diye üzülüyor kadıncağız. Ben ondan daha fazla üzülüyorum ama "dert değil diyor, nasıl olsa asıl doğumgünü Çarşamba ve sen o zamana kadar dönmüş olacaksın değil mi?" "Elbette!!" diyorum.

Tatil bitiyor ve günlerden Çarşamba. Sabah anneyi arıyorum. Havadan sudan sohbet ediyoruz. Laf arasında diyor ki, "oğlumla aramızda şöyle bir konuşma geçti Elvan":

- Ne kadar güzel bir doğumgünü oldu değil mi canım? Herkes buradaydı.

- Gelmeyenler vardı....

- Kim mesela?

- Elvan.

- Başka?

- O kadar. Hem Elif bile geldi. Üstelik o...

İnanamıyorum. Meğer bu adam beni çok önemsermiş! Aramızdaki iletişimin zaman içinde bu kadar güçlendiğini hiç anlayamamışım. Zaten ben ezelden beri kaz kafalıyımdır ya, bu kadarı da fazla kaçmış doğrusu!

Gerçi Bodrum'a gitmeden önceki son akşam birlikte yemek yemiş ve Beethoven dinleyerek duygusal dakikalar geçirmiştik. Yine de ben bu sahneye fazla anlam yüklememeyi tercih etmiştim. Ama kapıdan çıkarken hediye ettiği resim inanılmazdı. Renkleri ve konuyu görseniz güzelliği karşısında diliniz tutulurdu. İnsan ister istemez, hala böyle hassas adamlar var diye umuda kapılıyor. Ne diyelim, Allah nazardan korusun:))

Ve Çarşamba akşamı. Tam sözleştiğimiz saaatte kapı çalıyor, açılıyor ve birisi ahtapot gibi boynuma sarılıyor. Dakikalarca sımsıkı kucaklıyor beni, kafasını da boynumun altına yerleştiriyor! Bu ne beklenmedik, ne harika bir karşılama! Ben bunu hakedecek ne yapmış olabilirim ki?

Çok duygulanıyorum. Bana yeni müzik aletlerini gösteriyor heyecanlı heyecanlı. Klavyenin üzerinde kelebekler gibi uçuşuyor elleri. Diğer insanları ve yemeğe gideceğimizi çoktaan unuttu. Neyse ki anne olaya el atıyor ve evden çıkmayı başarıyoruz.

Günün en gizli bölümü başlamak üzere. Bilin bakalım neredeyiz? Lunapark! Yıllardır gitmediğim, hatta gizliden gizliye azıcık da ürkütücü bulduğum bir eğlence mekanı. Önce hepimiz çekingeniz. Oyuncaklara bakıp, yüzlerce renk ve ışık arasında şaşkın şaşkın geziyoruz. Onbeş dakika sonra hayatımdaki bu çok kıymetli adam ve annesi benden daha cesur davranarak ejderhanın kollarında uçmaya başlıyorlar. Marazlı bir kadın olarak, onları izlerken bile midem bulanıyor. Çarpışan otomobillere yaklaşmıyorum bile! Hele zincirler benden çok uzak!!

Ama nasıl oluyorsa oluyor, bu harika adam ve bir ortak arkadaşımızla beraber kendimi korsan gemisinde buluyorum. Başlıyoruz apartmanlar arasında uçmaya, yüzmeye! Bu korsan hikayeleri nedense beni çok çekiyor, aklıma Leyla ile Kargı Plajı'nda ne kadar eğlendiğimiz geliyor ister istemez. Adam, arkadaşı ve ben gayet memnunuz hayatımızdan. Anne, yüzünde koskocaman bir gülücükle bizi seyredip, fotoğraf çekiyor.

Lunapark'dan çıkıp taksiye doğru yürüken kol kolayız. Ama birden yüzü düşüyor. "Sen benim partime gelmedin..." diyor. Yol kenarındaki kaldırıma oturup, onu da yanıma oturması için ikna ediyorum. Sakin sakin Pamuk Prenses'i ve başına gelenleri anlatıyorum. O zaman Bodrum'da neden bu kadar uzun kalmam gerektiğini anlıyor sanki. Hem zaten asıl doğumgünü bugün değil mi? Sanırım ikna oluyor ve biz yola devam ediyoruz:))

Kol kolayız! Aniden, "Nişanlım ol sen" diyor.

- Ama ben senden çok büyüğüm.

- O zaman gerçek aşkımı bulana kadar nişanlı kalalım.

Kabul ediyorum.

Artık bir nişanlım var. O ya da ben gerçek aşkımızı bulana kadar nişanlandık. Hem annesi de beni seviyor. Bu beklenmedik bomba habere kahkahalarla gülüyoruz. Açıkcası yemek de çok güzel geçiyor. Gittiğimiz restaurantı* onlar anne oğul daha önce denemişler, bilmeyen bir tek bendim. Ama bayıldım.

Uzun zamandır bu kadar keyifli bir yemek denememiştim. Hem sadece yemek mi? Güzel müzik, şarap ve bir annenin gözlerindeki ışıltı o kadar harikaydı ki...

Yemeğin sonunda, tatlımızı da bitirdikten sonra gökyüzüne bakarak hep birlikte dilek diliyoruz. Anne dileğini söylemiyor. "Dilekler saklanır" diyor bize. Ama adam tutamıyor kendini ve "Allah'la konuşmak istiyorum" diyor. Ben mi? Onun kulağına eğilip, tıpkı ona benzeyen bir oğul** dilediğimi söylüyorum!

Sevgili dostum Barones'e bu özel geceye beni dahil ettiği ve hayattaki en kıymetli hazinesini benimle bu kadar cömertçe paylaştığı için teşekkür ederim. İşte size hayatımın erkeği Koral!
*Mongolian Restaurant , Suadiye.
** Mehmetus, bu adam da en az senin kadar tatlı, sakın ola kıskanmayasın:))

27 Ağustos 2009 Perşembe

AŞKIN YAŞI OLMAZ!

Ne o, bu başlığa inanmadınız mı? Bakın o zaman:

http://images.google.com.tr/imgres?imgurl=http://estb.msn.com/i/8D/2962FDFD7E7D64E448ABEDCB81CE2.jpg&imgrefurl=http://www.webhatti.com/unlulerin-resimleri/470789-aralarinda-yas-farki-olan-ciftler.html&usg=__qLlR7f8pI0Ei0lWTRlur1TPhwfM=&h=566&w=350&sz=150&hl=tr&start=32&um=1&tbnid=ykdG0bjMqeicsM:&tbnh=134&tbnw=83&prev=/images%3Fq%3Dya%25C5%259F%2Bfark%25C4%25B1%26ndsp%3D18%26hl%3Dtr%26sa%3DN%26start%3D18%26um%3D1

DEDEM & BEN


Bugünün beklenen yazısı elbette hayatımdaki "adam" biliyorum... Ama ne olur sanki birazcık sabretseniz? Ben kendisini ne kadar uzun zamandır bekliyorum bir düşünsenize!

Bodrum'dayken dedemin fotoğrafını göstereceğime söz vermiştim. Günün konusu da dedemdir bugün; hayatımdaki çok değerli bir başka adam. Ayrıca saçlarımı kestirmem yakın arkadaşlar - özellikle Mehmetus:))) - arasında ciddi bir paniğe sebep olmuştu. Öncelikle belirtmek isterim ki, saç kestirmek benim için çok sembolik bir anlam taşıyordu. Kimbilir belki de hala taşıyordur da, eskisi kadar güçlü değildir? Kuaföre gitmekten oldum olası nefret etmişimdir. Bilsem ki dünyanın en güzel kadını olacağım, yine de bir saatten fazla o tuhaf kokan salonlarda maymun olmaya dayanamıyorum. Belki de bu sebeple maymuna dönmeden o kapıdan içeri giremiyorum! İnsan ne garip çelişkilerle dolu!

Amma velakin, Bodrum'da bir hafta arayla iki kez kuaföre gittim. Birincisinde teyzem, "kızım ne bu saçlarının hali?" diye oturttu koltuğa, diğerinde ise ne tip cadıların eline düştüğümü yazmıştım! Yine de hasar az sayılır. Manasız bir uzunluktan kurtuldu saçlarım. Ayrıca dedem çok beğendi. Eh bu da çektiğim acıya değdi doğrusu. Yazının üstündeki fotoğraf dedemle benim son halimizdir. Onda diş kalmadı, ben de saç! Şahane bir ikili olma yolundayız:))
Tatilin Yalıkavak bölümünü ve sonrasını az çok biliyorsunuz. Ama dedemin bana ısmarladığı çaylardan - çaydan şiddetle nefret eden ben dolu dolu iki bardak içtim!-, yola çıkarken cebime koyduğu harçlıktan haberiniz yok! O, bir tanedir. Hayata bağlılığı, pratik çözümleri ve yerinde yorumlarıyla aklını başından alır insanın.
Dedem İstanköy göçmenidir. Bodrum'a savaştan sonra cebinde 250 sarı lirayla geldiğini, bugün sahip olduğu her kuruşu çalışarak kazandığını her zaman anlatır. Bir tek lirası yoktur ki ona havadan ya da usulsüz bir yoldan gelmiş olsun. Otuzbeş yıl muhtarlık yapmıştır. Onu tanımayan, sevmeyen yoktur bizim mahallede. Hayatı boyunca tek kadını sevmiş, dolayısıyla türü tükenmiş erkeklerdendir. Aramızdan ayrılalı neredeyse on yıl olmasına rağmen hala anneannemi sayıklar. Onu bırakıp gidişini affetmiş değildir...
Yunanca ve İtalyanca bilir. Adadayken İtalyanlarla okula gittiği için her hücresi Akdenizlidir dedemin. İçki içmez ama yemeğe daima hakkını verir. Denize aşıktır. Yıllardır yüzemediği içinse çok kırgın... Onu denize götürebilmeyi o kadar çok isterdim ki...
Bunu başaramadım ama ikimiz için de en anlamlı ritüeli bu yıl da keyifle gerçekleştirdik; Yalıkahve yürüyüşü! Dedemle limana yürümek, Kale caddesinden geçmek ve Denizciler Kahvesi'nde çay içmek benim için en önemli Bodrum geleneği. Dünyalara değişmeyeceğim bir paylaşım. En çok istediğim şey ise dedem hala yürüyebiliyorken bunu uzun yıllar devam ettirebilmek. Denize bakarak çay içmek!
Bazı mekanların hayatımızda kelimeleri aşan bir tılsımı vardır ya; Kale Caddesi ve devamındaki kahve de benim için tam olarak öyledir işte. Ailemin kaderinde çok değerlidir oralar. Babamın ilk dükkanı oradadır, benim emeklediğim alfalt, kardeşimin türlü haylazlıkla nam saldığı ve hatta ilk aşık olduğum an oradadır...
Bütün bu zamanların ve hatta çok daha ötesinin tanığı olduğu için çoook değerlidir dedem. Posa peynirini, su böreğini ve teyzemin nohutlu pırasasını sevmek de bizi ayrıca yakınlaştırır:))
Annemin ve babamın ortak ailesi olan bu dünya güzeli adamı herkesin hayatına sokabilmek isterdim. Onun benim için nasıl dua ettiğini, anlattığı birbirinden güzel ada hatıralarını ve eski kocama savurduğu küfürleri duymalıydıydınız! Onu tanımalıydınız...
Hala da şansınız var. Havalar soğuyana kadar mahallede çay içecektir dedem. Öğle uykusundan sonra temiz kıyafetlerini giyip evin kapısına çıkacaktır. Yeni arkadaşı ve sırdaşı Ömer'e* aile geçmişini, anneannemle verdikleri mücadeleyi ve daha türlü hikayesini anlatmaya devam edecektir. Eğer yanına sokulup hatırını sorarsanız ve elbette keyifli bir günüyse mutlaka çay ısmarlar size. Tabii gözü tutarsa! Çok akıllıdır benim dedem.
* Kuzenin mimarlık bürosunda çalışan sessiz çocuk!

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Günaydın İstanbul!

Ben geldim! Sabah 07.00'de uyandım. Aslında oldukça erken bir saatte yatmış olmama ve gereğinden fazla uyumama rağmen kafamı yastıktan ayıramadım. Önce korktum, biri beni buraya yapıştırmış olabilir mi diye?!! Sonra anladım; bu şehir ağır, bu şehre gelince kafam da çok ağır... Uykum da, bedenim de, ruhum da...


İstanbul'da nicedir bana yaramayan bir şey var sanki. Yaşamam değil de özlemem gereken bir şehir İstanbul. İçindeyken tadını alamadığım, fazla uzak kalınca da yana yakıla özlediğim... U2 gibi ifade edersek "I can't live with or without you..."


Buralara sonbahar gelmiş. Ilık ılık akşam rüzgarı, havadaki huzurlu koku, yaprakların yavaş yavaş kıızllaşmaya başlaması... Her şey uzun ve karanlık bir kışın sinyallerini veriyor. Korkuyor muyum? Yooo, gayet güçlüyüm. Enerjim fazlasıyla yerinde. Pamuk Prenses'in bana - dün - aldığı minik kedicik ( şimdiden tostlarını özledim.... ) ve annemin kış gelmeden hediye ettiği yeşil kazakla ( bana çok yakıştı doğrusu ) kendimi Süperman gibi hissediyorum. Muse sözünde durur ve yürüyüşlere de başlarsak kim tutar beni?


Ayrıca Bodrum'dan getirdiğim peynirler ve zeytinler de var. Zaten bir evde yeterli miktarda adaçayı, zeytin ve incir varsa hiç korkmamak lazım. Bu saydığım yiyecekler kutsaldır. Binlerce yıldır Akdeniz kıyısında yaşayan halklar bu kutsal bitkiler sayesinde hayatta kalmışlardır. Unutmadan posa peynirini biliyor musunuz? Ah ya, peynir sevenlere tattırmayı çok isterdim. Bu peynir İstanköy'den geliyor dedeme. Gerçi bir kaç yıl evveline dek dedem kendi de yapardı ya, artık pek gücü kalmadı ne yazık ki...


Posa peyniri şarap fıçılarının dibinde kalan tortuya yumruk şeklindeki inek peynirlerinin salamuraya yatırılmasıyla oluyor. Bol tuz ve şarap posası ile iyice yuvarlanan peynirlerin muhteşem bir kokusu ve bir o kadar şık görüntüsü var. Tabağı hayal edin; posa peyniri, keçi peyniri, Milas zeytini, frenk inciri ve üzüm!


Bizim evin köylüsü benim. Bu sebeple balkonda bekleyen bir koli frenk incirini ( kendisi dikenlidir ve soymanın usulünü bilmeyenin vay haline, ayrıca bilip de seveni varsa, annem hepsini bitirmeden evvel bize uğrayıp yiyebilir:)) ) ev halkına ikram etmek benim işim. Ayrıca börülceleri şoklamak ve imansız peyniri tuzlamak da görevlerim arasında:))


Bodrum'da üç hafta kalınca, bütün bu birbirinden zevkli ve hayati değeri olan uğraşlardan sonra şehrin gürültüsü ve kendine has gerçekliği bana hiç iyi gelmiyor... Keşke Londra, İstanbul ve Bodrum arasında yaşayabilsem... Yılı üçe bölsem ve üç tane odam olsa...


Neyse, öyle ya da böyle geldim işte. Sonbahar turlarını planlamak, Kapadokya için misafir bulmak, yelken yapmak, derginin yazısını hazırlamak için çalışmaya başladım bile. Ama bugün izinliyim. Neden? Çünkü çok yakışıklı, genç bir adamla randevum var... Aramızda son altı aydır ciddi bir yakınlaşma olmuştu ama açıkcası beni bu kadar ciddiye aldığını bilmiyordum:)) Az evvel öğrendiğime göre üç hafta boyunca uzaklarda kalmama ve doğumgününü kaçırmama fena halde bozulmuş! Şimdi gidip ona bir hediye bulmam lazım. Sonra da eğlenceli bir yemek için hazırlık yapmalıyım:))


Herkesi koskocaman öpüyorum...






24 Ağustos 2009 Pazartesi

İyot ve Adaçayını Bırakıp, Kavak Ağacındaki Balığa Doğru Yürümek.

Köy günlerimin sonuna geldim... Geriye dönmemek için ne kadar dirensem de orada beni beklemekte olana karşı hiç bir gücüm yok...

Bu akşam dönüyorum. Barones ve mirasçısı, Muse, Burhan, M&H Altınçekiç, Erol Hocam, CengizHan(!), Külkedisi, teyzem... yolumu gözlerler ne zamandır. Hepsini çok özledim. Ama ardımda bıraktığım deniz, huzur ve burada yaşadığım ( özellikle son hafta ) onca olan biten acaba nasıl bir ben getiriyor İstanbul'a ? Eskisinden daha akıllı ve aydınlık olduğu kesin! Devamını bilemem...

Özetlersek dönüş için az evvel bavulunu toplayan kadının, eski benden ufak tefek farkları şöyle sıralanabilir:

Artık çoook uzun, dümdüz saçları yok! Pamuk Prenses ve Cadı Ablaları ( tatlı cadılar elbette:)) tarafından cebren ve hile ile kestirildi:)) Artık kulelerde prens falan da beklemiyor, aşağı indi. ( Prenslerin çok umurundaydı sanki! )

Geleceğe dair korkuları inanılmaz azaldı. Çünkü gerçeği bir kez daha hatırladı: Hepimiz Öleceğiz! Ve geleceği şekillendirecek olan sadece ve sadece biziz; kendimiz! Buna inanmayan, bunun için emek harcamayan ve denemeyenler için üzülmeye bile gerek yok!

Hiç tanımadığı bir yabancıya yirmidört saate kalmadan tüm zihnini teslim edebilecek kadar büyük bir manevra yapabildi...
Küçük Prens ve demek istediklerini iki farklı adamdan bir kez daha dinledi... Artık yılana kızgın değil...

Kafasında üç önemli proje iyice olgunlaştı, üçü de çocuklarla ilgili. Sadece biraz paraya ihtiyacı var :))Ve nihayet emek harcayabilecek kadar yüksek bir morali yakaladı, ki bu paradan çok daha önemli...

Son olarak kavak ağacına çıkan balığa* selamı var, söyle diyor: "Sana inanmıyorum!"

Bodrum benim ruhuma en uygun coğrafya. Kabul ediyorum, cildime hiç iyi gelmeyen bir mevsimde epeyce uzun bir zaman geçirdim burada. Fakat haklı sebeplerim vardı. Prenseslerim buradaydı; hem küçük hem de büyük olanlar... Hatta içimde bir köşeye saklanmış ve artık bir prenses olduğuna dair inancını kaybetmiş olan da buradaydı...

Hesaplaşmam gereken geçmişim buradaydı; hem çok eski, hem de daha yakın zamanlara dair karalama defterlerim... Dedemle bir yıl daha Denizciler Kahvesi'ne inebilmiş olmaya, Erdal Amca ve Sevinç Teyze ile güce ve inanca methiye düzen sohbetlere, Pamuk Prenses babasını uğurlarken el sallayabilmeye, küçük prensesler ve anneleriyle yaşanan huzurlu gün batımlarına ve en önemlisi bana evrenden yollanan inanılmaz mesaja değerdi... Her dakikasına değerdi. Buna sebep olan herkese nasıl teşekkür etmeli bilmem. Özellikle de Piri Altuğ Reis'e... Onun kararlı ısrarı olmasaydı bu başlangıç şansını ıskalayacaktım. Teşekkür ederim, Poseidon seni daima korusun Altuğ'cuğum.

Prenseslerin çamur banyosu, Yalıkavak'da içtiğim son şarap (!), balığın kavağa çıkmasını anlatacağım hikayeler size borcum olsun. Nasıl olsa uzun bir kış var önümüzde...

Aranızda şehirden kaçma şansı olmayanlar vardı, biliyorum... Bütün kalbimle buralarda olabilmenizi isterdim... Hiç olmazsa bir kez birlkikte yüzebilseydik. Hatta Külkedisi'nin hayalindeki eve herkesi toplamak ve kocaman kalabalık bir aile olarak yaşayabilmeyi çok ama çok isterdim...İstiyorum da!

Bu yaz başaramamış olmam gelecek yazı ilgilendirmez ki. O daha yaşanmadı... Tatilde öğrendiğim en değerli şey; geleceğin hala şekillenmemiş olduğunu kavramaktı. Geçmişin yanlış akitleriyle durmadan baltalanan geleceği artık akışa teslim ediyorum. Yepyeni akitler ve yepyeni taleplerle duruyorum karşısında. Bu inanılmaz deneyime beni hazırlayan sevgili Nazmi Hocam ve Celaleddin Dede olmasaydı biliyorum ki geleceğim de geçmişim kadar yorucu olurdu. Yine de yorulacağım ama artık yorgunluktaki anlama daha yakınım... Kendime, isteklerime daha yakınım. Daha dürüstüm.

Şimdi geri dönüyorum. Üstelik sadece şehre ve dostlarıma değil, kendime de dönüyorum bir anlamda. İyice avuttuğum, sakinleştirdiğim, kararlı bir kalple dönüyorum. Alçalıp yükselmelere daha dayanıklı, evinin penceresindeki sarmaşığa inancı tazelenmiş bir benle. Olmuş ve olmakta olan tüm olaylarla barışmış bir benle. Yogayı daha fazla önemseyen, hayatın hakkını vermeye daha kararlı, yazdığı masallara inancı tazelenmiş biri olarak.

Londra'dan gelecek dostuna harika bir tatlı pişirecek ( tarifi teyzemden, bana tapacaksın Mehmetus!! ), Koç burcu arkadaşıyla romantik filmler izlemekten ve ağlamaktan korkmayan ( beni en çok ağlatacak filmi bul, sana karşılığında yemek yapayım:)) , bel ve kalp ( hiç düzelmem sandın değil mi, ama bak yanıldın!!! ) ağrılarıyla barışmış, daha yüzlerce kez yıkılıp yıkılıp ayağa kalkmayı olağan sayacak kadar hazır biri. Yaşamaya hazır biri:))


Not. Külkedisi, bizim komşuya adaçayı getireyim diyorum ne dersin?:)) Fazla mı romantik kaçar?
* Charlotte Cafe'de bana bakılan son falda bu çıktı; kavak ağacında bir balık! Ya da alık!

21 Ağustos 2009 Cuma

KÖY

İki gün önce teyzemin telefonuyla uyandım. Sabah sabah çalan telefon beni çok tedirgin etmişti ama gayet güzel bir teklifle karşılaştığımı görünce içim rahatladı. Köye gel diyordu. Bol bol sebze ve deniz teklif ediyordu. Hayır diyemedim. Hem Ortakent'i hem de teyzemin huzurlu varlığını çok severim ben.

Öğleden sonra Bodrum'daki işlerimi halledip, Ahmet'in ve Süleyman'ın korumalığı eşliğinde köye gittim. Meğer bana neyin iyi geleceğini teyzem çok daha iyi biliyormuş! ( bazen teslim olmak lazım, bazen biri gel dediğinde düşünmeden gitmek lazım...) Ertesi sabah öyle hafif uyandım ki, on gün dinlenmiş gibi fırladım yataktan. Üstelik bunu burnumun dibinde yükselen minareye ve uykumu böğürtüsüyle bölen makam bilmez imama rağmen başarmıştım! Elvan'a on puan!!

Güne harika bir kahvaltı ve teyzeyle içilen Türk kahvesiyle başlayınca, öyle güzel devam ettim kalan saatlere . Öğlene doğru Kirişoğlu Ailesi beni almaya geldiler. Onlarla beraber Kargı Koyu sularında doya doya yüzdüm. Leyla'nın "heya mola" ve "korsanlar" hikayesini unutmamış olması beni havalara uçurdu. Eda Liza'nın kıyıdan uzaklaşmak istemesi ve denizede kalmaya hevesli oluşu da ayrı bir mutluluktu! Onlar bu tatilin yaşayan tarafıydılar. Bütün bu denge için Piri Altuğ Reis'e ne kadar teşekkür etsem azdır... Poseidon onu daima korusun.

Onlardan ayrıldıktan sonra eve dönüp nohutlu pırasamı yedim. Bu acayip lezzetli yemeğin sırrını da öğrendim. Dedemin deyişiyle nohutlu prasanın pezevengini biliyorum artık! Yemekten sonra uyudum ve uyanınca teyzelerimle, tekrar denize gittim. Bu kez Ortakent yalısına indik. Su inanılmazdı! Aslında benim pek tercih etmeyeceğim kadar ılıktı ama nedense çok hoşuma gitti. Uzun uzun yüzüp eve dönmek ve sakin sakin yemek yiyip, tekrar yalıya inmek çok dinlendirdi. Kafam hafifledi sanki. Berraklaştım. Güçlendim.

Dün gece, hep bildiğimiz, bize bütün öğretilerin tekrar tekrar fısıldadığı yerde uykuya daldım. Aslında her şey çok basitti. Ve bütün sır, o en basitte gizliydi...
Burada bana çok iyi gelen bir şey var. Burada sadece anılarım değil, geleceğimden sahneler de var. Hayat beni döndürüp dolaştırıp Bodrum'a fırlatıyor. Yedi denizde rotasız ve rüzgarsız kalakaldığımda, hep bu coğrafyayı özlüyorum. Kendime en çok sahip çıktığım yer burası. Üzerime basılmayan, sınırsız sevildiğim, sınırsız kollandığım sihirli topraklar. Akdeniz.

Dün sabah bahçedeki zeytin ağacına bakıp sohbet ediyorduk teyzemle. Daha önce de bahsettiğim gibi kutsal saydığım yiyeceklerdendir zeytin. Ki bu benimle başlayan bir süreç de değildir. Binlerce yıldır, pek çok halk kutsal kabul etmiştir zeytini.
Bizim bahçedeki zeytin ağacının kaç kilo zeytin verdiğini sordum, teyzem:"Bir çuval kadar" dedi. "hatta belki biraz daha fazla". Zaten yetişkin bir zeytin ağacı ortalama bir buçuk, en fazla iki çuval zeytin verirmiş. Bu da 40 kilo civarı bir şey yapıyor. Neyse, asıl canımı sıkan zeytin silkme işiydi. "Amma hırpalanıyor ağaç teyze " dedim. Teyzem de, her yıl aynı işlemin yapılmadığını söyledi. Bir yıl dövüyorduk zeytin ağaçlarını, diğer yıl dinlendiriyorduk!

İnsan zeytin ağacının tanrısıydı sanki. Ve bence bütün hainliğine rağmen, görünürde bizimkinden çok daha merhametliydi! Çünkü insanlığın dinlendiği refah dolu bir yıl yoktu! Kimbilir belki de hak etmiyorduk! Ama ben kararlıyım; 2010 benim meyva verme yılım olacak.

Köyde kaldığım iki gün boyunca zeytinler, ahtapotlar ve mürenler üzerine yaptığımız tüm sohbetlerden pay biçtim gelecek aylara. Her hikayeyi özenle yazdım hafizama. Hepsinin kullanılacağı yer neredeyse belli. Şimdi gitmem lazım, Pamuk Prenses beni bekliyor!

19 Ağustos 2009 Çarşamba

CENAZE

Hayatım boyunca bana en çok sorulan soru "neredesin?" olmuştur. Nadiren içinde bulunduğum anda kalabiliyorum. Bazen bilinçli olarak kaçıyorum, bazen de hiç farkına varmadan bambaşka bir zamanda ve dekorda buluyorum kendimi... Anda olamama sorunum var benim. Ya da bazı anları tekrar tekrar yaşamakla lanetlenmişim...
Annem arar mesela, ilk sorusu genellikle "neredesin?" olur. Sokaktayımdır, evde ya da işte. Ama acaba kendimde miyimdir? Bunu soran yok...
Çok romantik bir anda sevgilim sorar "neredesin?". Kaçmışımdır. An fazla duygulu gelmiştir ve bir gün bu dakikaları hatırlamak ve üzülmek kaygısıyla, içinde bulunduğum ortama ve karşımdaki adama yabancılaşmışımdır. Bedenimi bırakıp, aleni bir şekilde firar etmişimdir oradan! ( bunu soran adamlara hem teşekkür etmek , hem de özür dilemek lazım. Çoğu farkına bile varmamıştır bu kaçışların ya neyse...)
"Neredesin?" sorularının en zorlarından biri ve kimbilir belki de en zoru, benim kendime sorduğumdur: "neredesin Elvan?" Bunlar sobe anlarıdır. Geçmişe dönmüşümdür. Günlerce geri gelemem... Konuşurum, yemek yerim, uyurum ama dönemem... Neyse ki çok sık olmaz. Toplasan sayısı üçü geçmez 36 yıllık hayatımdaki kendimden firar sayısı. Geçmişte takıldığım anlara, hesaplaşamadığım zamanlara dönerim bu firar günlerinde. Her insanı, her sahneyi tıpkı bir ruh çağırma seansındaki gibi tek tek çağırıp, canlandırırım gözümde. Renkleri beslerim, kokuları keskinleştiririm. İçimi yakıp kavuran üzüntüyü diriltirim.
Pamuk Prenses'in babasını da öyle yolcu ettim. Gönlümde eksik kalan, olamadığı için hep suçlu hissettiğim ritüelleri tek tek gerçekleştirdim... Bunun için ona ve babasına kelimenin tam anlamıyla minnettarım...
Babamın ölümünü izleyememiştim. Çünkü bir bedenin gün be gün eriyişini izleyemeyecek kadar küçüktüm. Zaten her şey hızlıca olup bitmişti... Ama anlatamadığım, hatırladığımı anneme dahi söyleyemediğim bir kaç sahneyi o zamandan beri bir kez bile dile getiremedim. Bende kalan güzel anıları zaman zaman anlatabildiysem de, diğerlerini söyleyemedim. Nadiren, aklımdan geçirirken bile asla sonuna kadar canlı tutamadım görüntüleri. Dayanamadım... Fakat bir mucize oldu ve bunca yıldan sonra hiç olmazsa bir tanesini Pamuk Prenses'e anlattım. Anlatabildim. Gerçi ağlamaktan sonunu getiremedim ama denedim.
Cenaze çıktığı evindir, her ölüm ona yakınlık derecenize göre içinizi acıtır. Ama aslında hepimiz bütün cenazelerde kendi kayıplarımıza ağlarız... Belki sadece ben böyleyimdir de, genellemeler yaparak huzursuzluğumu azaltmaya çalışıyorumdur... Olabilir...
Hayatın bir bedeni bırakışını izlemek hangi yaşta olursanız olun zor. Hiç bir acıya benzemiyor. Tarifi yok. Tesellisi de yok. Unutulmuyor. Atlatılmıyor. Bir bumerang gibi dönüp dönüp tam kalbinize nişan alıyor.
Günlerdir bir çuval gibi sürüklüyorum kendimi iki ev arasında; iki ev, iki ölüm. Geçmiş ve bugün... Dün her şey bitti. Küçücük bir kızken yapamadığım her şeyi yaptım. Pamuk Prenses'in babasını yolcu ederken andan kaçmadım. Acıdan kaçmadım. O, kendime bile anlatamadığım sahnelerden kaçmadım.
Tepecik Camii'sinde, Pamuk Prenses'in babasının tabutu önünde, denize karşı hayatımın ilk cenaze namazını kılarken, limandan çıkmak için manevra yapan yelkenliye baktım. Bana anlattığı şeyi anladım. İçimde ölen ama gömemediğim bir dönemle vedalaştım. Birden fazla cenaze namazını bir kerede kıldım. Hayata dönmek için güçlü bir manevra yaptım!
Babamı gömmeyi hayal ettiğim mezarlıkta bir başka baba için ağladım. Benim olmayan bir babanın huzurunda, kendi babamın toprağını deniz suyuyla ıslattığımı düşleyerek eksik törenlerimi tamamladım. ( Bu harika fikir için sağol Pamuk Prenses:)) Bir şişe deniz suyunu da babama götürmeye, hatta yanına mavi yaseminler ve begonviller eklemeye karar verdim...
Akşam, şişede kalan son rakıyı önce Pamuk Prenses'in sonra da benim babamın anısına kaldırarak- ve elbette masaya vurarak - içtik. Lokumlar, limonatalar ve Pe Re Ja ile uğurladık ölülerimizi.
Ölenle ölünmez lafına hiç katılmıyorum. Ölenle ölünür. Ama bir gün ama ama yirmialtı yıl ... Yeniden doğmak için ölmek gerekir. Bu sebepledir Tanrıça İştar'ın her sonbaharda ölüp, her ilkbahar da dirilişi... Geç gelen bahara benden selam olsun.... Kendimden kaçtığım anların azaldığı bir hayata selam olsun! Burada yazamadığım ama artık hayattan taşan tüm kelimelere selam olsun....

17 Ağustos 2009 Pazartesi

ÖLÜM


Bu fotoğraftaki adam neye bakıyor dersiniz? Geleceğine mi? Yoksa vakitsiz gelecek olan ölümüne mi? Onu uyarmak isterdim; fotoğrafa dokunup, ona kaç günü kaldığını söylemek isterdim. Karısını, kızını, oğlunu bol bol kucaklamasını çünkü daha sonra fırsatı olmayacağını söylemek isterdim. İşin aslı pek çok şey söylemek isterdim ama söyleyemedim. Çünkü o zaman çok küçüktüm. ( Gerçi sonraki yıllarda da sevdiklerime pek fazla güzel söz söyleyemedim... Etrafımdaki erkeklerin çoğu yeterince sevilmediklerini düşündükleri için gittiler. Umarım şimdi oldukları yerde daha çok seviliyorlardır ).
Yıllar sonra hayat bana ikinci bir şans verdi. Bugün babası uzun bir yolculuğa hazırlanan Pamuk Prenses'e bütün bunları anlattım. Babasının, her gün yavaş yavaş hazırlandığı yolculukta, onun ellerini sımsıkı tutuşunu sevgiyle, kalbim burkularak ve takdirle izliyorum. İçimdeki yolculukta asla vedalaşamadığım babamı da bu vesileyle uzaklara gönderiyorum sanki. Hiç düşünmediğim kadar onun hakkında düşünüp, hiç konuşmadığım kadar konuşup ve hiç yazmadığım kadar yazıyorum.
İçi irin dolu bir torba patladı sanki.. 2009 Benim öldüğüm yıl olacak. Ölmeden tekrar doğamayacağımı anladım.

14 Ağustos 2009 Cuma

PASLANMAKTAN KORKAN ŞÖVALYE VE BALIKÇININ KIZI.


Sudan uzaklaşmak pahasına evimin bahçesine kadar gelen sevgi dolu yengeçlere - ki onlar kendilerini çok iyi bilirler:)- ve Pamuk Prenses'in babasına ithaf edilmiştir...


 

Uzak ülkenin birinde, gittiği her savaştan zaferle dönen, aynı anda üç ejderhayı öldürüp kafalarını üst üste dizebilen güçlü bir şövalye yaşarmış. Hiç kimse onun yenildiğini ya da yorgun düştüğünü görmemiş. Hayatı savaş meydanlarında başarıdan başarıya koşarak geçen bu güçlü adam ülkedeki herkesin kahramanıymış. Yaşlılar gün boyu onun yeni zaferlerine dua eder, çocuklar resim defterlerine hep onu çizerlermiş. Civarda yaşayan bütün erkekler savaşta onunla omuz omuza dövüşmeyi hayal ederken,  ülkede yaşayan 286  bekar kadının en büyük isteği yenilmez şövalyenin kalbini kazanabilmekmiş. 

Ama nasıl?
Zaman akmış, yıllar geçmiş ve  gün gelmiş savaşlar bitmiş. Ejderhalar desen çok zeki bir prens tarafından evcilleştirilmiş. Bu beklenmedik gelişmeler sonunda şövalye büyük bir boşluğa düşmüş. Çünkü yeni dünyada onun kılıcının gücüne hiç ihtiyaç kalmamış. Vaktinin çoğunu şehrin sokaklarında aylak aylak dolaşarak ve çocuklara -tahta kılıçlarla- dövüş sanatını öğreterek geçirmeye başlamış.
Bazen yaşlılarla sohbet ediyor, erkeklerle içki içiyor ve kendisini büyük bir hayranlıkla süzen kadınlara nazik nazik tebessüm ediyormuş. Yine de pek mutlu değilmiş. İçindeki işe yaramazlık duygusu ne uyurken, ne de yemek yerken, ne de herhangi bir şeyle uğraşırken onu hiç ama hiç rahat bırakmıyormuş... Bu garip boşluğu doldurmak için aşık olmak bile aklına gelmiş fakat kalbinin derinliklerinde eski bir çocukluk hatırası dışında kimseleri görememiş. O en gizli, en kutsal alanda küçücük çilli bir kız varmış. Binlerce zaferin ve ejderha kafasının arkasından tatlı tatlı gülümsüyormuş. Şövalye günlerce düşünmüş, düşünmüş ama o küçük kızın adını bir türlü hatırlayamamış. 
Acaba kızın adı neymiş?

Bu tuhaf anımsamadan sonra günler günleri kovalamış ve bir sabah henüz horozların bile ötmediği sabahın karanlık saatinde şövalye aniden gözlerini açmış. Yataktan kalkmış ve alacakaranlıkta iyice zayıflamış olan yıldızların altında yürümeye başlamış. Ayakları onu şehrin meydanına kadar götürmüş. Ve tesadüf bu ya, tam saat kulesinin önünde durmuş. Fakat başını kaldırıp yukarıya baktığında inanılmaz bir manzarayla karşılaşmış..
Saatin kadranında kollarını, bacaklarını pergel gibi açmış ve bir eliyle yelkovanı, diğeriyle de akrebi tutan biri varmış.
Hiç bir anlam verememiş güçlü şövalye. Öylece bakakalmış kadına. İncecik kolları o kadar güçsüz görünüyormuş ki, şövalye düşeceğinden endişelenmiş. Fakat ne o gün, ne de diğer günler kadın kuleden düşmemiş. 

Kadının kolları inceymiş belki ama kalbi çok güçlüymüş. 

Saat 06.00 olduğunda kadın yavaşça serbest bırakıyormuş akreple yelkovanı ve göz açıp kapayana kadar kuleden aşağıya iniyormuş.. Güçlü şövalye bir sabah saklandığı yerden çıkarak, kadını takip etmeye karar vermiş. Limana kadar peşi sıra yürümüş.. Kadın gerçekten tuhafmış. Üstelik sadece kıyafetleri değil, davranışları da acayipmiş. Bir ara durmuş fırından ekmek almış ve sonra yine hızla limana doğru devam edip, yarısı suya batmış bir teknenin içine atlayarak gözden kaybolmuş. 

Öylece kala kalmış güçlü şövalyenin bu eski, yarısı sulara gömülmüş teknede birinin yaşadığına inanması zormuş. Tekneye yaklaşmak istemiş ama rıhtımdaki yengeçler o kadar büyüklermiş ki, sabah aceleyle çıkarken çizmelerini giymeyi unuttuğundan ayaklarını ısıracaklarından cekinmiş. Ayrıca zaten suya yaklaşamazmış, çünkü tuzlu su zırhının paslanmasına neden oluyormuş. Bütün bu imkansızlıklardan ve yavaş yavaş acıkmaya başlayan karnının gurultusundan iyice bunalan şövalye, bu alışılmadık sabahı orada bırakarak evinin yolunu tutmuş.

Aradan haftalar geçmiş ve bir gece hiç beklemediği bir anda rüyasında saat kulesini görmüş. Bu defa kadın yokmuş saatin kadranında. Güçlü şövalye tamamen unuttuğunu sandığı o tuhaf sabahları aniden rüyasında görünce hayret etmiş.. Rüyanın etkisiyle hemen kalkmış yataktan. Ne tesadüftür ki, tam o sırada saat kulesinden sabah altı olduğunu hatırlatan ses gelmiş. 

Şövalye hızlı adımlarla meydana doğru yürümüş, saat kulesinde akrebi ve yelkovanı sıkıca tutan kadına bakmış. Rüzgarda uçuşan saçları ve etekleriyle rakamların ortasında gerçekdışı görünüyormuş. Şövalye, bu kez daha fazla merak etmiş bu tuhaf sahnenin nedenini. Kadının kuleden inmesini beklemiş ve sonra yine önde kadın arkada güçlü şövalye, önce fırına ardından limana doğru yürümüşler. Tekneye ulaştıklarında kadın çevik bir kaplan gibi atlayıvermiş güverteye. Bu defa çizmeleri ayağında olduğu için şövalye de yavaşça yengeçlerin arasından geçebilmiş. Tekneye yaklaşmış, lumbozlardan birine sokulmuş ve gördüğü manzaraya inanamamış!

Saat kulesine tırmanan kadın, elinde bir kase çorba ve  azıcık ekmekle hamakta yatmakta olan yaşlı adama bir şeyler yemesi için yalvarıyormuş. Ama adam her ağzını açtığında anlaşılmaz bir dilde garip sözcükler mırıldanarak, yemek yememek için direniyormuş. Neden sonra şaşkınlığından sıyrılan şövalye, daha da büyük bir hayretle adamın belden aşağısının balık kuyruğu şeklinde olduğunu ve ona yemek yedirmeye çalışan kadının yüzünün de kendisine hiç yabancı gelmediğini fark etmiş!

Daha fazla dayanamamış izlemeye ve yengeçlere basmamaya dikkat ederek usulca uzaklaşmış limandan. Fakat kadının başındaki derdi ve teknede olup biteni sahiden merak ediyormuş. Ülkedeki tüm tanıdıklarına  genç kadını tanıyıp tanımadıklarını ve teknede yaşananları bilip bilmediklerini sormuş. Fakat hiç kimse ne limandaki tekneyi, ne de içinde yaşananları ne duymuş ne de görmüş. Üstelik, uzun zamandır savaşa gitmeyen şövalyenin sıkıntıdan saçmalamaya başladığını bile düşünüp, ona çok acımışlar.

Kendisine yönelen tuhaf bakışlar karşısında Güçlü şövalye soru sormayı bırakıp, evine dönmüş. Yine de günlerce uyku girmemiş gözüne. Ve nihayet ülkedeki en bilge insana gitmeye karar vermiş. Ne şanslıymış ki bu adam ona yardım edebilirmiş! Çünkü o teknede olan bitenleri biliyormuş. Zaten sadece iki sorusu varmış güçlü şövalyenin: bütün bu garipliklerin ne anlama geldiğini ve kızın adını öğrenmek istiyormuş
Bilge adam,  hikayenin en başından başlamış anlatmaya...
Batmakta olan teknede yaşayan yaşlı adam çok güçlü, zamanında yedi denizde avlanmış ünlü bir süngerciymiş. Süngerler bitip, denizlerde hiç sünger kalmayınca, balıkların peşine düşmüş. O kadar çok, o kadar çok balık tutmuş ki, öylesine güçlü fırtınalardan sağ çıkmış ki,  sonunda denizlerin kralı onu durdurması gerektiğine karar vermiş ve güçlü bir büyü yapmış. Çünkü bu şekilde avlanmaya devam ederse yakında hiç balık kalmayacakmış!
Büyü yaşlı adamı insanların dünyasından alıp bir balık yapacakmış! Böylece balıkçı, uzun yıllar boyunca balıklara yaşattığı korkunun nasıl bir şey olduğunu yaşayarak öğrenecek ve kalan ömründe balık olarak yaşayacakmış. Fakat bu güçlü büyü öyle bir gecede gerçekleşmeyecek, dönüşüm haftalar hatta aylar sürecekmiş. Denizler kralı, sonuçtan ziyade, o baş edilmez korkunun yaşlı adama büyük bir ceza olacağını düşünüyormuş. Çünkü  dakika dakika, pul pul bir balığa dönüşecek ve bu amansız korkunun sonunda tamamen bir balık olduğunda teknesiyle birlikte sulara gömülecekmiş.

Büyünün yapıldığı an, meydandaki saat kulesinde zaman ilerlemeye başlamış. Balıkçının kızı, her gece zamanı durdurmaya çalışarak babasını insanların dünyasında daha uzun süre tutmaya gayret ediyormuş. Hayatta babasından başka kimsesi olmayan genç kadın, onunla  fazladan birkaç saat daha paylaşabilmek için bütün gece uykusuz kalmaya ya da kuleden düşüp parçalanmayı göze almaya bile razıymış. 

Sadece bir kaç dakika için...

Güçlü şövalye duydukları karşısında şaşkına dönmüş dönmesine ama hala aklına takılan bir soru varmış; kadının adı neymiş?

Bilge bu soruya cevap veremeyeceğini, çünkü cevabını bildiği bir soruyu neden kendisine sorduğunu anlamadığı söylemiş. Üstelik bu düpedüz kabalıkmış! Bu kez şaşırma sırası şövalyedeymiş. Çünkü bu kadının adını gerçekten bilmiyormuş.

Güçlü Şövalye ertesi sabah meydana gittiğinde kızı görememiş. Ama hikayeyi bildiği için, iyice endişelenmiş. Hiç zaman kaybetmeden limana koşması  gerektiğini düşünmüş. Fakat limanda gördüğü manzara karşısında ne yapacağını şaşırmış. Balıkçının kızı neredeyse tamamen sulara gömülmüş olan teknenin ana direğine sımsıkı sarılmış, suya bata çıka yüzen, kocaman bir balığa dönüşmüş babasına üzüntüyle bakıyormuş.

Kıyıdaki yengeçler ve teknenin tepesinde uçuşan martılar bu acıklı manzara karşısında çığlık çığlığa bağırışıyorlarmış.
Kız çok inatçıymış, eğer tekneyle birlikte sulara gömülürse, denizler kralının ona acıyacağına, ölmesine izin vermeyip, kendisini de bir balığa dönüştüreceğine inanıyormuş. Ama kral kararlıymış; büyü sadece babayı dönüştürecekmiş.

Güçlü şövalye, malum, zırhının paslanmasından korktuğundan suya yaklaşamıyormuş. Fakat diğer taraftan kızın tekneyle birlikte batıp sulara gömülmesine de seyirci kalamazmış. Onun bütün bu kararsızlık anlarında kız, her dakika daha fazla yaklaşıyormuş karanlık sulara. Yengeçlerin çığlıkları limanda inanılmaz bir gürültü yaratıyormuş. Etraftaki martılar ve kargalar da en az yengeçler kadar yaygaracıymış!

Bütün bu cümbüşün ortasında nihayet tekne derin sulara gömülmüş. Kız da tekneyle birlikte derin sularda kaybolmuş.. Kararsızlığının sonuçları karşısında adamakıllı suçlu hisseden şövalye, limandaki balık kasalarından birinin üzerine oturup, başını ellerinin 
arasına almış. Ölümüne seyirci kaldığı bu kadını kurtaramadığına gerçekten pişmanmış...
Tam o sırada hiç beklenmedik bir mucize olmuş, kocaman bir balığa dönüşen yaşlı balıkçı, sulara gömülen tekneden çıkarttığı kızını, yengeçlerin de yardımıyla iskeleye taşıyormuş. Üç küçük yengeç minik minik ısırarak ve saçlarını çekiştirerek kızı uyandırmaya çalışırken, onları fark eden şövalye, hemen yanlarına koşmuş. Kızı kucakladığı gibi evine taşımış.
Yengeçler de onları takip etmiş.

Akşam olup kız uyanınca, şövalye deliler gibi sevinmiş. Hemen sıcak bir çorba yapmış ve babasının onu nasıl kurtardığını anlatmış. Zavallı kız şövalye anlattıkça ağlamaya başlamış. Onun gözyaşlarına dayanamayan şövalye, kıza sıkı sıkı sarılmış. İşte ne olduysa o anda olmuş; kızın gözyaşları şövalyenin zırhından içeri sızmış ve o çok kıymetli, görkemli zırh hızla çürümeye başlamış!

Paniğe kapılan şövalye, önce çok öfkelenmiş; bağırmaya, çırpınmaya ve ardından çocuk gibi ağlamaya başlamış. O ağladıkça zırh daha büyük bir hızlı çürüyormuş! Çünkü gözyaşları da tıpkı deniz gibi tuzluymuş! 

Bir süre sonra ne zırh kalmış ne de gözyaşları. Ağlamaktan yorgun düşen güçlü şövalye ve balıkçının kızı bitkinlikten uyuyakalmışlar.
Sabah olup, gözlerini açtıklarında saat o6.00'ymış. Şövalye birden bire yanında uzanmakta olan kızın ismini hatırlamış; Freya! 

Balıkçının kızı, çocukluğundan hatırladığı o çilli yüzün sahibinden başkası değilmiş! Zırh ortadan kaybolunca Freya da şövalyeyi hatırlamış!
 
O sabahtan sonra, Balıkçının kızı ve güçlü şövalye tuzdan ve zırhtan uzak yeni bir hayata başlamışlar. Kalbi sevgiyle dolan şövalyenin artık bir zırha ihtiyacı kalmamış çünkü savaşmasını gerektirecek bir durum yokmuş. 

Freya evin bahçesindeki gölette yaşamaya çalışan yengeçleri denize dönmeye ikna ettikten sonra bir tekne inşa etmeye başlamış. Gündüz tersanede çalışan Freya, geceleri kocaman yelkenler dikiyormuş yeni tekne için.
Bir kaç ay sonra ikisi birlikte uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Denizlerin kralı onları kutsamış, ejderhalar yıldızsız gecelerde yol göstermişler.  Yolculuk boyunca Freya'nın babası sık sık ziyaretlerine gelmiş.

Herkesin çok mutlu olduğu bu masalın sonunda, limanda denizi seyreden  284 kadın öylece kala kalmışlar. Aralarından sadece biri kederli değilmiş. Çünkü 285. kadın, önce bir kaç dalgıç arkadaşıyla anlaşıp limandaki batık tekneyi sudan çıkarttırmış sonra da onu güzelce restore ederek ülkedeki önemli bir müzeye yerleştirmiş. 285. kadına göre herkese ibret olmalıymış zamanın ve sevginin anlattıkları. Müzeler de bu yüzden çok önemliymiş; zamanı, ama özellikle de geçmiş yaşamları anlattıkları için.











13 Ağustos 2009 Perşembe

YALIKAVAK GÜNLÜĞÜ, 13 AĞUSTOS 2009 PERŞEMBE.

Yalıkavak günlüğü dün kesintiye uğradığı için üzgünüm. Yazamayacak kadar sarhoş, yazamayacak kadar duygusaldım. Kontrol dışıydım. Bugün daha mı iyiyim derseniz. Hayır! Ve Evet!

İyiyim çünkü Kargı Koyu'nda çok güzel bir denizde, iki küçük melekle yüzdüm. Korsanlardan kaçtık. Onları yenebilmek için ellerimizle tuttuğumuz hayali balıkları hapur hupur yedik. Üstelik korsan gemisinden gelen sesleri duyduk; "heya mola, heya mola" diye kürek çekiyordu tutsaklar! Ama hiç korkmadık. Ne korsanlar ne de soğuk deniz bizi kaçıramadı!

Ah tabii ki bunlardan evvel, Leydi Agi ve Eda Liza pazara gidince, Leyla ile Kirpi Kiki'nin maceralarını okuduk ve çok güzel bir sabah yürüyüşü yaptık. Üstelik dedemi ziyarete gittik. Öyle sevindi ki... Beni o kadar güzel öptü, o kadar tatlı kucakladı ki...

Ona bir torun veremediğim için çok üzgünüm. Sevdiğim insanlara benden beklediklerini veremediğim için çok üzgünüm. Hayatında hayal kırıklığı olduğum herkesten özür dilerim... Özellikle dedemden. Onun hayal ettiği gibi çalışkan ve dürüst bir adamla evlenemediğim, limana inerken elini tutacak bir bebek doğuramadığım için... Elimde olsa yapardım. Bugün çok ağlattı beni, "öleceğim ama seni yuvanda görmeden gitmek istemiyorum" dedi. Sözleri içimi yakıyor ama elim kolum bağlı....

Yıllar evvel, İzmir'de büyük bir aile yemeği yerken, dedem durduk yerde, bana kadeh kaldırıp, "bu yıl evlenmeni istiyorum" demişti. O yıl nişanlandım. Ertesi yıl da evlendim. O zaman çok mutluydu.. Şimdi başa sardık, her yerde bana koca arıyor. Dürüst, ekmeğini kazanan bir koca... Ah dedem, bir bilsen ki onlardan hiç kalmadı...

Dedeme kızları götürdüm. Doğuramadım ama teyze oldum ben! Bahçeden birlikte meyva topladığım, kucağımda uyuttuğum, ellerimle yemek yedirdiğim bu harika yaratıklara sahibim, bir anlamda gayet mutluyum elimdekilerle. Anne ve babalarının dostluğu da bonus! Yine de ikna olmadı dedem... Üzgün üzgün baktı kapıdan. C.tesi onun yanına gideceğim. Sanırım bir kaç gün onunla limana inmek ve öğle uykularına yatmak bana iyi gelecek. Belki bu zırıl zırıl ağlamam da durur...

Güzel haberlere dönersek, Eda Liza artık gerçek bir denizkızı oldu. Onunla kıyıdan epeyce uzaklaşmanın tadını çıkarttık bugün.

Bütün gün güzel yemekler yiyerek ve kucak kucağa oynayarak geçti. Bugün ilk kez kumdan kuleler yapmadık. Şov yoktu. Türk ve Macar mühendisler izin yaptılar. Oysa bir gün evvel inşa ettiğimiz Çin Seddi epeyce puan toplamıştı plaj sakinlerinden.

Burada çözüldüm ben; ip gibi akıyor yaşlarım... Pamuk Prenses'in uzun bir yolculuğa hazırlanan babası, benim babamın valizlerini getiriyor gözümün önüne. Çocukluğum, karman çorman bir dolaptan olur olmaz fırlayan anılarla beni zorluyor.
Külkedisi'ni, evimi ve geleceğimi özlüyorum....
Önemli not. Yalıkavak Günlüğü burada sona ermiştir. Yarın akşam Piri Altuğ Reis seferden dönüyor. Ailesini ona emanet ederek dedemin evine gideceğim. Saçlarımı kestireceğim ve Pamuk Prenses'in ellerini tutup, onunla uzun uzun susacağım.
Bizimle bu güzel günleri paylaşan herkesi sevgiyle kucaklıyorum.

YALIKAVAK GÜNLÜĞÜ 12 AĞUSTOS 2009 ÇARŞAMBA.

BORCUM OLSUN BUGÜN.

11 Ağustos 2009 Salı

HEDİYE



Yirmisekiz dişim, sayısız çilim ve bir kalbim var. Onun kaç dişi ve kaç tane çili var bilmiyorum. Sormadım. İlgilenmiyorum da. Ama koskocaman bir kalbi var. Bunu bilmek bana yetiyor.

Seni her yıl, daha da artan bir içtenlikle seviyorum Pamuk Prenses. Huzurlu bir uyku diliyorum bu gece.

YALIKAVAK GÜNLÜĞÜ, 11 AĞUSTOS 2009 SALI.

Eveeet, Bu sabah güne çilekli cornflakes ve neşeyle başladık.

Ardından Leydi Agi'den gelen harika bir teklifi değerlendirip Yalıkavak Çarşısı'nda yürüyüşe çıktık. Elbette bebeklerimiz de bizimle geldiler. Üstelik rujlarımızı da sürdük.*


Eda Liza'nın gizli sokağından geçtik, Boncukcu Kız'dan alış veriş yaptık. Nihayet aytaşından bir bileziğim oldu! Ne zamandır biri halime acısın da bana aytaşı alsın diye umutla bekliyordum. Sonunda Leydi Agi benim için bir tane seçti. Fotoğrafını koymadım ki, bileğimde ne kadar güzel durduğunu görüp üzülmeyin diye:))


Fotoğraf tazedir, tam bu karede Boncukçu Kız'ın tezgahını ve Leyla'nın kendine takı seçmek için verdiği mücadeleyi görüyorsunuz. O kadar heyecanlandı ki, fotoğrafın sağında gördüğünüz çolak bebeğini - ki kendisini ne heveslerle yürüyüşe çıkartmıştık- tezgahın kenarına bırakıverdi. Çok zorlandı Leyla'cık. Onu anlayabilirim, çünkü her ne kadar iki yaşında olsa da, nihayetinde o da bir kadın ve biz kadınlar bir kaç saniye için bile olsa mücevherden etkileniriz... Ama ne yazık ki küçük hanım onu taktı olmadı, bunu denedi ı ıh...


Sonunda hepimiz birer bilezik seçmeyi başardık ama Leyla'cık müşkülpesentliğinden bileziksiz kaldı:( Yine de Eda Liza'nın bileziğinin aynısından ona da alındı.
Böylece, takı tutkumuzu makul bir bütçeyle dizginledikten sonra sokakta karşımıza çıkan her detaya dikkatli dikkatli bakaraktan Yalıkavak Pastanesi ( şimdilerde "cafe" olmuş adı ) önüne kadar ulaştık. Orada balık tutmak için oltasını hazırlayan bir abi vardı. Bize verdiği ekmekleri balıklara attık. Çok eğlendik.


Bu balık, misina, ekmek ve olta gurubu beni kendi çocukluğuma ışınladı. Raşid'in Kahvesi'nde ( Şimdilerde adı Bodrum Cafe ) oynadığımız oyunları hatırladım... Yengeç dürtmece - acayip zevklidir, beton iskeleye tekneler çarpmasın diye eklenen ahşap hatıl zamanla şişer ve sonra da betondan uzaklaşır. O arada kalan daracık koridorda yengeçler dolaşırlar. Uzun bir sopayla onları dürtmek, takdir edersiniz ki epeyce bir iştir çocuklukta -, balık tutan abilerin kovalarını devirmece, açılan meyva suyu şişelerinin kapaklarını toplayıp MEYSU yazmak ve en önemlisi de balık lokantası'ndan - O zamanın en ünlüsü Körfez Restaurant idi ve beni tanıdıkları için mutfaktan istediğim kadar ekmek alabiliyordum:))- bayat ekmekler alıp, abilerin balık tuttukları yerde balık beslemek
!



Balık besleme işimiz bitince balıkçıdan taze balık almaya gittik. Deniz çupraları gerçekten harikaydı. Kızlarla balıkları neredeyse tek tek mıncıkladık ve sonra da amcalara teşekkür edip evin yolunu tuttuk. Eda Liza bir ara "bu balıklarla yüzelim" diyerek bizi çok güldürdü. Ardından da hiç fena sayılmayacak bir abi ile flörtleşmeleri kayda değerdi. Ben de abiye bol bol gülüm ama ne yazık ki beni muhtemelen onların annesi zannetti ve sonuç sıfır!

Şimdi evdeyiz. Balıkları pişirip yedik, hatta dondurmamızı da yedik. Akşam Bodrum'a inip Sünger Pizza'ya gideceğiz. Dört kız baş başa pizza partisi vereceğiz. Sonra ben azıcık firar edip, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceleri görmeye gideceğim. Bu nedenle pizza maceralarımızı eğer uyku bastırmazsa gece yarısı civarında yazabileceğim.

Şimdi uyumaya gidiyorum. Siesta zamanı!










* Bu not Barones içindi; bakınız rujsuz asla:))

10 Ağustos 2009 Pazartesi

YALIKAVAK GÜNLÜĞÜ, 10 AĞUSTOS 2009 PAZARTESİ.

İki küçük canavarın sevinç çığlıkları arasında yapılan kısa bir kahvaltıdan sonra bilin bakalım ne oldu? Yola çıktık!

Bugün için hedefimiz Kargı Koyu olarak dün geceden belirlenmişti. Leydi Agi ile içtiğimiz bir şişe beyaz şarabın yardımıyla ( bu gece içtiğimiz kırmızı vallahi daha iyiydi, sanırım Virgilius'un şerefine oldu:)) tüm gücümüzü ve cesaretimizi toplayarak sevimli varlıkları güzel bir plaja götürmeye karar verdik.

Her ne kadar arabada mızıldansalar da, daha kumsala ayak bastığımız anda suratlarına memnun bir ifade yayılıverdi. Tabii benim de! Buradaki en muhteşem hadise de şudur, ben kumda oynamaya bayılırım. Takdir edersiniz ki koskocaman bir kadın olarak kova küreği kapıp sahile inmem ve insanların yürüyüş yollarına kuleler inşa etmem azıcık abes kaçıyor bu saatten sonra.

Her neyse, iki yıl aradan sonra prensesleri bahane ederek kumdan köfteler, fırınlar ve nihayetinde kuleler inşa etmek acayip hoşuma gitti. Beşinci sınıf derimi bilip de aranızdan endişe edenlere hemen söyleyeyim - blogu annem de okuyor da bazen:))- Pamuk Prenses'in getirdiği kremleri boca ettiğim için kızarmadım bile! Ama saçımın rengi iyice acayipleşti, sonunda kızılşın oldum!

Sadece kum muydu günü güzelleştiren derseniz, yooooo. İnanılmaz güzeldi su. Manyak gibi yüzdük. Kızlar o kadar eğlendiler ki, görmeliydiniz. Leyla ile "hoppala cubbala" oynadık. Bu nedir sorusuna cevabım yok! Görmek lazımdı. Eda Liza ise inanılmaz cesur davranarak kıyıdan metrelerce uzaklaşmayı başardı. Yarışmalarda ise hep berabere kaldık:))

Kargı Koyu Yeşilyurtlular Sitesi'ne ait sevimli mekanı çocuklu ve çocuksuz herkese tavsiye ederiz. İyi müzik, temiz ve ucuz yiyecek de cabası. Unutmadan kahveleri gerçekten başarılı. Bodrum'da kahve sıkı bir problemdir ve ben bunu ciddi bir kahve sever olarak söylüyorum.

Bütün bu plaj maceralarından sonra Leydi Agi ve Eda Liza markete gittiler. Leyla ve ben de biraz uyuduk. Sonra dans ettik ve en sonunda pencerede anneyi beklemeye başladık. Güne ait kare de o dakikalardandır. Leyla anneyi bekliyordu beklemesine de acaba ben hala ne bekliyordum??

Şimdi, dalga sesleri eşliğinde kadehimde kalan son yudumu da içerken herkese iyi geceler diliyorum. Çok uykum geldi:))


9 Ağustos 2009 Pazar

GEMİLER...

GEMİLER
Bir an için çıksan hayatımdan

Yanık tenli omuzumdan

Haykirsam maziden uzaklardan

Şu anda yanımdan

Deniz rüzgara karışmış güneşte,

Martı sesleri vardı gülüşlerde

Sen geçerken sahilden sessizce

Gemiler kalkar yüreğimden gizlice

Bir an için çıksan hayatımdan

Yanık tenli omuzumdan

Haykirsam maziden uzaklardan

Şu anda yanımdan

Deniz rüzgara karışmış güneşte

Dalga sesleri vardı gülüşlerde

Sen geçerken sahilden sessizce

Gemiler kalkar yüreğimden gizlice
İstanbul 5 Ağustos 2009
NOT. Yalıkavak'da bir amca var. Her akşam sırasıyla şu listeyi çalıyor:
Şık Latife
Güllerin İçinden
Gemiler
Yalnızlığım
Sensiz Yıllarda
...
Sizce canıma kasdetmiş olma ihtimal, nedir???

100. Maymun Hikayesi.


Pasifik Okyanusu'nda irili ufaklı birçok ada. Bu adalarda Macaca Fuscata türü Japon maymunları yaşıyor. Bu adalardaki maymunların doğal ortamları içindeki davranışları otuz yılı aşkın bir süre bilim insanları tarafından gözleniyor. 1952'de Koshima Adası'nda bilim insanları maymunların beslenmesi için kumların içine tatlı patates bırakıyorlar. Bu adanın maymunları da tatlı patatesin tadından hoşlanıyor ama yiyeceklerinin kumlu olması hiç de hoşlarına gitmiyor. Ama can boğazdan gelir diyerek kumlu da olsa tatlı patatesleri yemeye devam ediyorlar. Bir gün, on sekiz aylık İmo isimli dişi maymun bu soruna bir çözüm buluyor, İmo, tatlı patatesleri en yakın su birikintisinde yıkayarak yemeyi akıl ediyor. Bu buluşunu annesine de öğretiyor, İmo'nun arkadaşları da patateslerini yıkayarak yemeyi öğreniyor ve kendi annelerine de öğretiyor. Bu yeni davranış biçimi bilim insanlarının gözleri önünde, yavaş yavaş maymunlar arasinda yayılıyor.
1952 ve 1958 yılları arasinda genç maymunlar, beslenmelerini daha zevkli hale getirmek için, kumlu tatlı patateslerini yıkamayı öğreniyorlar. Bu daha sağlıklı ve zevkli yeni davranış biçimini çocuklarını taklit ederek onlardan yeni bir şey öğrenen yetişkin maymunlar da kazanıyor. Yeniliklere açık olmayan, çocuklar ve gençlerden de öğrenilebileceğini düşünmeyen, kendi bildiklerini tekrar eden yetişkin maymunlar ise kumlu patates yemeye devam ediyor. 1958'in sonbaharında çok şaşırtıcı bir şey oluyor. Koshima maymunlarının bir kısmı (diyelim ki 99 maymun) artık patateslerini suda yıkayarak yemeyi öğrenmiş oluyor. Bir sabah, gün doğarken yüzüncü maymun da patateslerini yıkayanlar arasına katılıyor. İşte o an her şey değişiyor. Aynı günün akşamı, adadaki hemen hemen tüm maymunlar, patateslerini yemeden önce yıkamaya başlıyor. Yüzüncü maymunun ilave enerjisi her nedense devrim yaratıyor! Ama hikâye bitmedi. Bilim insanlarını şaşırtan asıl sürpriz, bu adayla doğrudan bir ilişkileri olmadığı halde, diğer adalardaki maymun kolonilerinin de aynı anda patateslerini yıkamaya başlamaları... Yeni bir düşünce ve davranış tarzı, toplumları oluşturan fertlerin belirli bir oranı tarafından benimsendiği an, bu yenilik, mesafenin önemi olmaksızın zihinden zihine aktarılabiliyor. Yani, "Yüzüncü Maymun Fenomeni" denilen bu fenomen şunu gösteriyor: Yeni bir düşünce, yeni bir yol, toplumda sadece belirli sayıda insanlar tarafından biliniyorsa, bu yenilik sadece o kişilere ait bir şey oluyor. Ama "bilenlerin" sayısı belli bir kritik noktaya ulaştığı an, sadece bir kişinin daha "yeni yol"a katılması, toplum bilincinin aşama geçirmesine yol açıyor. Yeni düşünce, birdenbire herkes tarafından düşünülmeye başlanıyor. Niceliğin niteliğe dönüşme noktası... "Yüzüncü Maymun Fenomeni", Duke Üniversitesi'nden Doktor J.B. Rhine tarafından değişik deneylerde tekrarlanıyor. Sonuç her seferinde aynı. Bugüne dek mutsuz, huzursuz, bencil, korku dolu, karamsar bir dünya süre geldi. Zihinlerde hala taş devri korkularmı taşıyoruz. Yeniiklere açık, farklı düşünenler ise aşağılanıyorlar, alay ediliyorlar, toplum dışına itiliyorlar. Cesaretleri takdir edilmek bir yana söndürülmeye çalışılıyor bu insanların... Einstein bile teorisini ilk ortaya attığında meslektaşları tarafından kınanmış. Sıradan insan asla büyük insan olamaz. Doğar, yaşar ve ölür. Buna yaşamak denirse! Dünyada mutlu, huzurlu, sevecen, aydınlık dolu insanlar yok mu? Cesur bir dünya isteyen ve bu uğurda çaba göstermekten çekinmeyen, her şeyi göze alan insanlar yok mu? Elbette var. Sayıları gittikçe de çoğalıyor. İnsanın, insanlık boyutunda devrim yapabilmesi için yüzüncü maymunun aralarına katılmasını bekliyorlar. "Yüzüncü Maymun" belki de sizsiniz.
Ken Keyes Jr.
Çeviri: Nil Gün

YALIKAVAK GÜNLÜĞÜ, 9 AĞUSTOS 2009 PAZAR.

Bu sabah da tıpkı dün sabah olduğu gibi 5.30 sularında uyandım. Gördüğüm acayip rüyaların etkisiyle salon penceresinin önüne kadar manasız bir yürüyüş yapıp, üzerine bir yudum su içerek yatağa döndüm.
Rüyamda etraf İngiliz ajanlarıyla doluydu. Manasız olan ise ben de ajandım! İngiliz olduklarını nasıl anladın derseniz, evlerin mimarisinden diyerek paçayı kurtaracağım.
Bütün bu hengameden sonra kapıma dayanan sevimli canavarların enerjisine direnemeyip, ikinci ve son hamlemi yaparak güne başladım.
Ben bu iki garibanın "tatil babasıyım". O da ne demek açıklayayım. Babaları Gökova'ya yelkene giden bu iki yavrucak, annelerinin kafayı yemesine neden olmasınlar diye, babalarından boşalan kadroda misafir oyuncuyum. Asıl rolüm "komşu teyze" olmakla birlikte zaman zaman "tatil annesi"* ve "tatil babası" olarak da sahnelerdeyim:))
İşin aslı onları gerçekten çok seviyorum ve bana inanılmaz iyi geliyorlar. Geçen hafta Ege ile dvd seyrederken, aniden televizyonun üzerinde duran fotoğrafa bakıp, Prusya Kralı ile yakınlığımızı biraz acayip bulduğunu söylemişti. Kardeşler böyle sarmaş dolaş poz vermezmiş. Sevgili Ege, beni bu afacanlarla yan yana görsen, sevginin bu şekline ne derdin acaba?
Bence sevgi tarifleri, tanımları ve ifade şekilllerini alt üst eden bir kavram. Ama en temel ifadesi dokunmak. Bakışlarla ve kelimelerle dokunmak safsatasından ziyade el ve kol kullanarak dokunmak. Koklamak lazım. Kucaklamak lazım. Minicik bir elin bir saniye yüzünüze değmesinin ne kadar ömür uzattığını biliyor musunuz? Basit bir yemek ve tatlı için teşekkür edildiğinde ve o tabaklarda bir lokma bile kalmadığında içinizde açan güllerden haberiniz var mı? Miiiisss gibi kokuyorlar. Güzelleştiriyorlar insanı. İyileştiriyorlar.
Bu evde, sözde ben Agi'ye destek oluyorum ama aslında tam tersi. Tüm çözümsüzlüklerden uzakta, saf huzur ve sevgiyle arınıyorum. Bol bol uyuyorum ve bol bol düşünMÜYORUM!
Tam anlamıyla olmak istediğim yerdeyim. Bendeyim.
Yukarıdaki fotoğrafta kokoşların havuz öncesi maskaralığından bir kare görüyorsunuz. Anlayacağınız üzere yazlık mazlık tanımıyorlar ve modanın sıkı takipcisi olmakta kararlılar. Gerçi anneleri ve teyzeleri fazlasıyla sade kadınlar ama bu arkadaşlarda gelecek var! İkoncan olmasalar bile stil sahibi olacakları garanti.
Unutmadan Pamuk Prenses bugün geldi. Yarın onu görmeye gideceğim. Şimdi izninizle batmakta olan güneşe ve Gusta'ya saygılarımı sunmak üzere müsade istiyorum.
*Leyla üç aylıkken ilk tatilimizi yapmıştık. O zaman garibimi benim bebeğim zannetmişlerdi. Bütün hafta top gibi kucağımda uyumuştu:))