21 Ağustos 2009 Cuma

KÖY

İki gün önce teyzemin telefonuyla uyandım. Sabah sabah çalan telefon beni çok tedirgin etmişti ama gayet güzel bir teklifle karşılaştığımı görünce içim rahatladı. Köye gel diyordu. Bol bol sebze ve deniz teklif ediyordu. Hayır diyemedim. Hem Ortakent'i hem de teyzemin huzurlu varlığını çok severim ben.

Öğleden sonra Bodrum'daki işlerimi halledip, Ahmet'in ve Süleyman'ın korumalığı eşliğinde köye gittim. Meğer bana neyin iyi geleceğini teyzem çok daha iyi biliyormuş! ( bazen teslim olmak lazım, bazen biri gel dediğinde düşünmeden gitmek lazım...) Ertesi sabah öyle hafif uyandım ki, on gün dinlenmiş gibi fırladım yataktan. Üstelik bunu burnumun dibinde yükselen minareye ve uykumu böğürtüsüyle bölen makam bilmez imama rağmen başarmıştım! Elvan'a on puan!!

Güne harika bir kahvaltı ve teyzeyle içilen Türk kahvesiyle başlayınca, öyle güzel devam ettim kalan saatlere . Öğlene doğru Kirişoğlu Ailesi beni almaya geldiler. Onlarla beraber Kargı Koyu sularında doya doya yüzdüm. Leyla'nın "heya mola" ve "korsanlar" hikayesini unutmamış olması beni havalara uçurdu. Eda Liza'nın kıyıdan uzaklaşmak istemesi ve denizede kalmaya hevesli oluşu da ayrı bir mutluluktu! Onlar bu tatilin yaşayan tarafıydılar. Bütün bu denge için Piri Altuğ Reis'e ne kadar teşekkür etsem azdır... Poseidon onu daima korusun.

Onlardan ayrıldıktan sonra eve dönüp nohutlu pırasamı yedim. Bu acayip lezzetli yemeğin sırrını da öğrendim. Dedemin deyişiyle nohutlu prasanın pezevengini biliyorum artık! Yemekten sonra uyudum ve uyanınca teyzelerimle, tekrar denize gittim. Bu kez Ortakent yalısına indik. Su inanılmazdı! Aslında benim pek tercih etmeyeceğim kadar ılıktı ama nedense çok hoşuma gitti. Uzun uzun yüzüp eve dönmek ve sakin sakin yemek yiyip, tekrar yalıya inmek çok dinlendirdi. Kafam hafifledi sanki. Berraklaştım. Güçlendim.

Dün gece, hep bildiğimiz, bize bütün öğretilerin tekrar tekrar fısıldadığı yerde uykuya daldım. Aslında her şey çok basitti. Ve bütün sır, o en basitte gizliydi...
Burada bana çok iyi gelen bir şey var. Burada sadece anılarım değil, geleceğimden sahneler de var. Hayat beni döndürüp dolaştırıp Bodrum'a fırlatıyor. Yedi denizde rotasız ve rüzgarsız kalakaldığımda, hep bu coğrafyayı özlüyorum. Kendime en çok sahip çıktığım yer burası. Üzerime basılmayan, sınırsız sevildiğim, sınırsız kollandığım sihirli topraklar. Akdeniz.

Dün sabah bahçedeki zeytin ağacına bakıp sohbet ediyorduk teyzemle. Daha önce de bahsettiğim gibi kutsal saydığım yiyeceklerdendir zeytin. Ki bu benimle başlayan bir süreç de değildir. Binlerce yıldır, pek çok halk kutsal kabul etmiştir zeytini.
Bizim bahçedeki zeytin ağacının kaç kilo zeytin verdiğini sordum, teyzem:"Bir çuval kadar" dedi. "hatta belki biraz daha fazla". Zaten yetişkin bir zeytin ağacı ortalama bir buçuk, en fazla iki çuval zeytin verirmiş. Bu da 40 kilo civarı bir şey yapıyor. Neyse, asıl canımı sıkan zeytin silkme işiydi. "Amma hırpalanıyor ağaç teyze " dedim. Teyzem de, her yıl aynı işlemin yapılmadığını söyledi. Bir yıl dövüyorduk zeytin ağaçlarını, diğer yıl dinlendiriyorduk!

İnsan zeytin ağacının tanrısıydı sanki. Ve bence bütün hainliğine rağmen, görünürde bizimkinden çok daha merhametliydi! Çünkü insanlığın dinlendiği refah dolu bir yıl yoktu! Kimbilir belki de hak etmiyorduk! Ama ben kararlıyım; 2010 benim meyva verme yılım olacak.

Köyde kaldığım iki gün boyunca zeytinler, ahtapotlar ve mürenler üzerine yaptığımız tüm sohbetlerden pay biçtim gelecek aylara. Her hikayeyi özenle yazdım hafizama. Hepsinin kullanılacağı yer neredeyse belli. Şimdi gitmem lazım, Pamuk Prenses beni bekliyor!

2 yorum:

Gadno Kopele dedi ki...

yine çok güzel. konu yemek, deniz ve uyku olunca hiç kaçırmıyorum virgülüne noktasına kadar dikkatle okuyorum :)

Fortunata dedi ki...

Aganti Aga,
Bu ne ki, sonbaharda yemek tarifleri de vereceğim:)))