19 Ağustos 2009 Çarşamba

CENAZE

Hayatım boyunca bana en çok sorulan soru "neredesin?" olmuştur. Nadiren içinde bulunduğum anda kalabiliyorum. Bazen bilinçli olarak kaçıyorum, bazen de hiç farkına varmadan bambaşka bir zamanda ve dekorda buluyorum kendimi... Anda olamama sorunum var benim. Ya da bazı anları tekrar tekrar yaşamakla lanetlenmişim...
Annem arar mesela, ilk sorusu genellikle "neredesin?" olur. Sokaktayımdır, evde ya da işte. Ama acaba kendimde miyimdir? Bunu soran yok...
Çok romantik bir anda sevgilim sorar "neredesin?". Kaçmışımdır. An fazla duygulu gelmiştir ve bir gün bu dakikaları hatırlamak ve üzülmek kaygısıyla, içinde bulunduğum ortama ve karşımdaki adama yabancılaşmışımdır. Bedenimi bırakıp, aleni bir şekilde firar etmişimdir oradan! ( bunu soran adamlara hem teşekkür etmek , hem de özür dilemek lazım. Çoğu farkına bile varmamıştır bu kaçışların ya neyse...)
"Neredesin?" sorularının en zorlarından biri ve kimbilir belki de en zoru, benim kendime sorduğumdur: "neredesin Elvan?" Bunlar sobe anlarıdır. Geçmişe dönmüşümdür. Günlerce geri gelemem... Konuşurum, yemek yerim, uyurum ama dönemem... Neyse ki çok sık olmaz. Toplasan sayısı üçü geçmez 36 yıllık hayatımdaki kendimden firar sayısı. Geçmişte takıldığım anlara, hesaplaşamadığım zamanlara dönerim bu firar günlerinde. Her insanı, her sahneyi tıpkı bir ruh çağırma seansındaki gibi tek tek çağırıp, canlandırırım gözümde. Renkleri beslerim, kokuları keskinleştiririm. İçimi yakıp kavuran üzüntüyü diriltirim.
Pamuk Prenses'in babasını da öyle yolcu ettim. Gönlümde eksik kalan, olamadığı için hep suçlu hissettiğim ritüelleri tek tek gerçekleştirdim... Bunun için ona ve babasına kelimenin tam anlamıyla minnettarım...
Babamın ölümünü izleyememiştim. Çünkü bir bedenin gün be gün eriyişini izleyemeyecek kadar küçüktüm. Zaten her şey hızlıca olup bitmişti... Ama anlatamadığım, hatırladığımı anneme dahi söyleyemediğim bir kaç sahneyi o zamandan beri bir kez bile dile getiremedim. Bende kalan güzel anıları zaman zaman anlatabildiysem de, diğerlerini söyleyemedim. Nadiren, aklımdan geçirirken bile asla sonuna kadar canlı tutamadım görüntüleri. Dayanamadım... Fakat bir mucize oldu ve bunca yıldan sonra hiç olmazsa bir tanesini Pamuk Prenses'e anlattım. Anlatabildim. Gerçi ağlamaktan sonunu getiremedim ama denedim.
Cenaze çıktığı evindir, her ölüm ona yakınlık derecenize göre içinizi acıtır. Ama aslında hepimiz bütün cenazelerde kendi kayıplarımıza ağlarız... Belki sadece ben böyleyimdir de, genellemeler yaparak huzursuzluğumu azaltmaya çalışıyorumdur... Olabilir...
Hayatın bir bedeni bırakışını izlemek hangi yaşta olursanız olun zor. Hiç bir acıya benzemiyor. Tarifi yok. Tesellisi de yok. Unutulmuyor. Atlatılmıyor. Bir bumerang gibi dönüp dönüp tam kalbinize nişan alıyor.
Günlerdir bir çuval gibi sürüklüyorum kendimi iki ev arasında; iki ev, iki ölüm. Geçmiş ve bugün... Dün her şey bitti. Küçücük bir kızken yapamadığım her şeyi yaptım. Pamuk Prenses'in babasını yolcu ederken andan kaçmadım. Acıdan kaçmadım. O, kendime bile anlatamadığım sahnelerden kaçmadım.
Tepecik Camii'sinde, Pamuk Prenses'in babasının tabutu önünde, denize karşı hayatımın ilk cenaze namazını kılarken, limandan çıkmak için manevra yapan yelkenliye baktım. Bana anlattığı şeyi anladım. İçimde ölen ama gömemediğim bir dönemle vedalaştım. Birden fazla cenaze namazını bir kerede kıldım. Hayata dönmek için güçlü bir manevra yaptım!
Babamı gömmeyi hayal ettiğim mezarlıkta bir başka baba için ağladım. Benim olmayan bir babanın huzurunda, kendi babamın toprağını deniz suyuyla ıslattığımı düşleyerek eksik törenlerimi tamamladım. ( Bu harika fikir için sağol Pamuk Prenses:)) Bir şişe deniz suyunu da babama götürmeye, hatta yanına mavi yaseminler ve begonviller eklemeye karar verdim...
Akşam, şişede kalan son rakıyı önce Pamuk Prenses'in sonra da benim babamın anısına kaldırarak- ve elbette masaya vurarak - içtik. Lokumlar, limonatalar ve Pe Re Ja ile uğurladık ölülerimizi.
Ölenle ölünmez lafına hiç katılmıyorum. Ölenle ölünür. Ama bir gün ama ama yirmialtı yıl ... Yeniden doğmak için ölmek gerekir. Bu sebepledir Tanrıça İştar'ın her sonbaharda ölüp, her ilkbahar da dirilişi... Geç gelen bahara benden selam olsun.... Kendimden kaçtığım anların azaldığı bir hayata selam olsun! Burada yazamadığım ama artık hayattan taşan tüm kelimelere selam olsun....

4 yorum:

kelebeklerözgürdür dedi ki...

okurken tüylerim ürperdi...seni seviyorum rapunzel..sen inanılmaz birisin. ve ben sana inanıyorum.

öperim, gözyaşlarından.

kelebeklerözgürdür dedi ki...

bir not daha...

biraz önce konuştuğum kadının sesinde acıdan yorgunluktan üzüntüden ziyade, bir eşiği geçmiş birinin tınısı vardı. çok duru, sakin ve güçlüydü sesin.

Fortunata dedi ki...

Sevgili Külkedisi,Ben de seni seviyorum! Koskocaman öperim.

Not. gerçekten çok güçlüyüm ben artık! Korkmuyorum!

JoA dedi ki...

iddia ediyorum, bu blogdaki en güzel yazı budur (şimdilik:)) yazıya değil, yazana bakıyoruz ve yazdırana. o zaman daha da güzel oluyor.