Ben küçükken, ama çok küçükken annemin şarkı mırıldandığını hatırlıyorum hayal meyal... "bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde tatlı bir kız yaşarmış Boğaziçi'nde..."
İnsanın bilinçaltı o kadar gizemli bir alan ki, sabah sabah birden aklıma bu şarkı geldi, acaba İstanbul Boğazı'na derin hayranlığım arkada bir yerlerde bu şarkıyı hatırlamakla ilgili olabilir mi?
Nasıl iyi geliyor bana Kuzguncuk. Biliyorum itiraz edenleriniz olacak, çok değişti diyeceksiniz, haklısınız, değişti. Yine de ufacık dükkanlar, sokağa atılan sandalyeler ve o deniz gören ufacık, minicik alan. Şehre açılan pencere.
İstanbul'da en sevdiğim şeylerden biridir Çınaraltı'nda kahvaltı. Hele sabah erkenden, kimseler gelmeden, Boğaz'ın serinliğinde azıcık üşüyerek olursa, miss. Ah o nemli ve hafif hafif ürperten serin, eşsiz, tanımsız manzara... Tüm kulelere, bütün haince, açgözlü şekillenmeye rağmen hep sevilesi.
Sokak lambalarından yayılan sarı ışık, arabaların neredeyse evlerin içine girecek kadar yakınlaştığı daracık yollar. Olur olmaz yerden insana "vay be" dedirten ferforjeler, ahşap oymalar, vitraylar.... Kuytuya saklanmış çiçekler. Tüm sokağı delice kokutan yaseminler...
Bana hala çok huzur veriyor buralar. Aslında şehirde boğaza bakan her noktayı seviyorum. Çiçekçi, Selimiye, Kuzguncuk, Kandilli.... Rumeli Hisarı... Anadolu Hisarı... Göksu...
Defalarca taşındım İstanbul'dan, bin kere gücendim ve sonra yine ayaklarım beni bu şehre geri getirdi, her defasında kentlerin kraliçesine diz çöktüm. Ne kök saldım, ne de ayrılabildim ondan. Tipik bir yengeç burcuyum ben; huzursuz, huzuru anlık!
Dün çok mutlu oldum Boğaziçi'nde. İçtiğim çay, kokladığım hava öyle iyi geldi ki, omuzlarıma azıcık da olsa hasretini çektiğim gevşemeyi getirdi. Kırk dokuz yaşıma orada, boğazın kıyısında girmeye karar verdim. Belki İsmet Baba'da bir sofra diyeceğim ama orada yıllar, uzun yıllar önce yediğim son lokma boğazımda kalmıştı. Hala da ne yutabildim ne tükürebildim. Çocuk gibi yanağıma sıkıştırdım, duruyor...
Neyse, muhtemelen, bir sonraki aralığa gizlice sofra kurarım sevdiklerime. Kaç kişiler ki zaten...
Anlatmış mıydım hatırlamıyorum, Ömer Amca vardı babamın arkadaşı. Kuzguncuk'da oturuyordu. Nam-ı diğer Deli Ömer. Paşa dedesinin yalısında yaşıyordu. Zaman zaman onu ziyarete giderdik. Öğle uykusuna yattığımız odayı unutamam. Tavanda boğazın suları oynaşırdı. Işıklı bir tavanı seyrederek uyumak! Ne mümkün.... Muhtemelen o uyuyamamaları da anımsıyor hücrelerim. Benim gibi bir su delisine paha biçilmez anlardı. Rıhtımda koşuşturmak, üşüdüğümüzde arka bahçeye kaçmak. Güllerin kokusu. Günlerin kokusu...
Madde dünyasında oyum buyum olsun demedim hiç fakat Boğaz'da yaşamak isterdim. Nasıldır acaba sabah kahveni alıp ayaklarını rıhtımdan sallandırmak ve yüzlerce yılın hazinesini saklayan sulara bakmak. Akıntının oyunlarını izlemek. Aman tanrım! Muhtemelen uzun yaşamam, kalbim kaldırmaz:)
Zorlayıcı günlerin ortasında derin ve huzur veren birkaç nefesti dün akşam. Rabia ve Burhan'la Kuzguncuk'dan şehre bakmak iyi, çok iyi geldi. Bir bardak çay hala beş lirayken, şehri doya doya izlemeli. Gitmelisiniz bence.
Güzel birgün olsun:)