28 Şubat 2017 Salı

YOLA ÇIKMAK

 
 
Eskisi kadar sevdiğim bir eylem midir yolculuk  emin değilim. Yormaya, hırpalamaya başladı son zamanlarda. Tıpkı geç yenen akşam yemeğine benziyor; uykusuz bırakıyor, rüyalarımı kemiriyor. Heyecanım azaldı, kendimi gaza getirmelerim, günler önceden çanta hazırlamalarım bitti. Bavullar küçüldü fakat ağırlaştı... Gitmek, kalmak hepsi manasız gibi. Uçak kaçırmak istiyorum ya da hoooop diye uçuvermek, hiç beklememek...
 
Yola çıkmak fikri yolun kendisinden fazla yorar oldu. Ardımda kalanların beklentileri, gidiyorum diye gönül koymaları... Gittiğim yerdeki insanların beklentileri... Belki de sadece ve sadece kendim için yola çıkmayı başaramıyorum... Kırmaktan korkarken, en çok kendimi yıpratıp, derin öfkeme hapsoluyorum... Kimsenin hayal kırıklığı olmamak uğruna nefes alamıyorum.
 
Hangi yolculuktur ki insan yalnızca kendini alır yanına, geri kalan herkes ve her şey ne ardındadır, ne önünde. O zaman mı anlamlı olur yol? Ya da bizim için anlamlı olan yolculukları fark ettiğimiz gelecekte bir an mıdır asıl kederleneceğimiz yer?
 
İmdat diye bağırasım var günlerdir, ellerimi ağzımdan çekmeye cesaretim yok!
 

26 Şubat 2017 Pazar

FARE

 
Dokuz aydır bir bahçe katında oturuyorum. Geldiğim hafta ilaçlattığım için börtü böcek sıkıntım hiç olmadı. Gerçi kapı ve pencerelerdeki tel konusunda da hep dikkatliydim ama yine de nasıl olduysa oldu evime iki kez fare girdi.
 
Birincisinde gözlerime inanamamıştım. Çünkü hazırlıksız yakalanmıştım. İkincisinde biraz daha makul bir tutum içindeyim çünkü artık süreci biliyorum...
 
Sadece şunu ilginç buluyorum, bu fareler her iki zaman diliminde de, evime gelmesiyle ilgili içimin yüzde yüz huzurlu olmadığı insanlar söz konusu olduğunda ortaya çıktılar.
 
Bu zamanlamadan adım kadar emin olduğum için, hocamın nasihatını hatırladım ve bu hayvan evime gelerek bana ne anlatıyor diye düşündüm... Galiba bir kez daha sezgilerimi göz ardı etmememi söylüyordu. Bir şey veya bir durum içime sinmiyorsa henüz ilk adım atılmadan dur demeliydim. Gerçeği olduğu gibi görmeli ve farklı bir gelişme ihtimali varmış gibi yanılsamalı bir kapı aralamamalıydım.
 
Şu anda evimde kendini beğenmiş, burnu Kaf dağında, egosu ondan da aşkın bir fare dolaşıyor.. Alabildiğine cahil, bu yüzden beş kaplan gücünde ve çok cesur... Her şeyi o biliyor. Uyarıları tehdit olarak algılayacak ve fakat sallamayacak kadar kendinden emin. İşin kötüsü kalbi oldukça bulanık...
 
Neyse ne, herkesin sınavı kendine. Dilerim üçüncü deneyim gelmeden ben dersi iyice idrak etmişimdir...

25 Şubat 2017 Cumartesi

BAHAR VE YİĞİT OKUR

 
 
Geldi geldi. Kesin bilgi, zira cemre düştü, mine çiçekleri açtı. Şu an itibariyle önümüzdeki üç ayı mevsime methiyeler düzerek geçireceğiz. Ha, aranızda daha iyi işi olanlar varsa onu bilemem. Kendi adıma,  her bulduğum fırsatta kıra bayıra çıkacağım. Bol bol okuyacağım. Elimdeki işleri bitireceğim ve yüzme sezonunu gün sayacağım.
 
Elbette o arada ülkede yer yerinden oynayacak. Güneş tutulacak, akıllar tutulacak, ardından kim bilir nasıl bir macera selinde hangimiz nereye savrulacağız? Bilmiyorum. Hiçbir şeyi önceden bilmek, henüz gelmemiş bir an için endişelenmek istemiyorum... Doğmamış çocuğuna okul arayan annelere benzemek istemiyorum. Bi doğsun, biraz oynasın, büyüsün, okul buluruz. Olmadı gitsin mahalle mektebine!
 
Dün arkadaş tavsiyesiyle ilk Yiğit Okur romanımı bitirdim; Hulki Bey ve Arkadaşları. Gerçekten beğendim. Yazarın bağıra bağıra veya sessizce kendini ortaya koyduğu, satırları bazen mürekkeple, çoğu zaman da okkasını anılara daldırıp, bizzat  et ve kanla yazmasını seviyorum. İşte o zaman yazar ve okur arasında bir tür kan kardeşliği, adını bulamadığım bir akit imzalanıyor.
Hiç yüz yüze gelmediğiniz biriyle bağ kurmak sanırım böyle bir şey.. Hele ki anlattıkları mekan, zaman ve konu olarak sizi yakalamışsa, işte orası sözün bittiği yer oluyor.
 
6-7 Eylül farklı kişilerden dinleme ayrıcalığına eriştiğim bir tarihtir... Duyduklarım karşısında hissettiğim mahcubiyeti belki başka bir zaman anlatırım... Birilerinin sebepsiz yere ölmesinin ardında yine başkalarının politik ve ekonomik çıkarlarının olması ne kadar tanıdık değil mi? Vah bizi "insan sosyal canlıdır" diye tanımlayan antropologlara!
 
Sanırım Yiğit Okur'un başka romanlarını da okuyacağım. Geçen yıl vefat etmiş olmasına üzüldüm... Bana üç biraya patlamasıysa ayrı bir güzellik! Söz sözdür Ege, biralarını alacağız :)
 
 

24 Şubat 2017 Cuma

IT IS TIME

 

 İngilizce öğrenmekte ne kadar zorlandığımı anımsıyorum. Hatta hala kendimi pek öğrenmiş saymıyorum ya, yine de belli bir seviyede hayatı çevirecek kadar konuşup yazabilmemi sanırım bana bu dili sevdiren yazarlara, şairlere ve onların unutulmaz cümlelerine borçluyum. Elbette kamu için düşünülen uyarı cümlelerinin derinliğine olan hayranlığım* başka bir konu:)
 
 
Londra'ya dönmek hayal oldu. Pound aldı başını yürüdü. Neyse ki kahvemizi ve kitabımızı getiren Mehmetus gibi değerli dostlarımız var, yoksa ruhumun sahibi bir şehirden uzak yaşamak çok acı...
 
Konumuz Londra değil, konu "it is time!"
 
Gerçekten öyle, dün ışıl ışıl denize, kaldırımın kenarında başını kaldırıp gelene geçene gülümseyen mine çiçeğine baktım da "evet ya, zaman  geldi" dedim içimden. Uzun, soğuk ve kımıltısız bir kışın ardından cemreler düşmeye başladıysa, kırları bembeyaz papatyalar örtmüş, badem çiçekleri coşmuş ve köyümün sulak topraklarında nergisler çıldırmışsa yeniden yaşamaya başlamayı kim engelleyebilir?
 
İstar'ın kanı kaynıyordur yavaş yavaş değil mi? Hem Türklerin yeni yılına da az kaldı.. O halde ha gayret diyerek uyanmanın, elde cepte olan ne varsa masaya yatırıp, işe koyulmanın vaktidir.
 
İçimden kırda bayırda Winterson okumak, öyle mal gibi durup deniz seyretmek ve badem ağaçları altına yatıp gökyüzüne bakmak geliyor. Hepsini yapacağım! Az kaldı.
 
It is time... Yaşamak, yaşatmak, üretmek ve silkinmek için... Hadi hadi içelim şu sabah kahvesini de duşumuzu alıp işe koyulalım di mi ya?!
 
*Mind the gap please...
 

21 Şubat 2017 Salı

EVSİZLER





İstanbul'un sokaklarında eski neşe nicedir yok. Daha çok açlık, hoyratlık, bencillik var. Benim çocukluğumda dilencileri sadece Sultanahmet'de görürdük. Ya da Eyüp'e gidince. Cuma günlerine özel bir dilenme ekibi falan da olmazdı. Hele hele bizim mahallelerde hiç olmazdı. Fazla yemeğimizi, artık kullanmak istemediğimiz ev eşyalarını ve kıyafetleri apartman görevlisine verirdik. O, içinden işine yarayanları alır, kalanları da yazın giderken köyüne götürürdü.
 
Evsizlik, açlık gibi kelimeler Afrika'yı çağrıştırırdı. Savaş yıllarında karne ile yapılan alışverişi dinlerken sanki o günleri yaşayan babaannem değilmiş de onun büyükannesiymiş gibi gelirdi.
 
Günler geçti, zaman aktı ve bugün bakıyorum da belki de ömrüm boyunca yaşamadığım bir yoksulluğun, yoksunluğun tam ortasındayız.
 
Bir yanda türlü sebeple İstanbul'a sığınmak durumunda kalmış mülteciler ve doğudan kaçıp gelmiş vatandaşlarımız, diğer tarafta hayatın süprizli yollarında yürürken evine, ocağına yabancılaşan eşimiz dostumuz, özellikle bacılarımız.
 
Birinci grubun acısını, çaresizliğini şu an için üzüntüyle izlemek dışında bir şey yapamıyorum... Beni aşan, devası bende olmayan kocaman bir sorun gözlerimizin önündeki. Kimbilir nasıl bir servet ödediği ayakkabılarıyla caddenin kaldırımlarını ezen pek çok hanımın hiç mi yüreği burkulmuyor diye bazen merak ediyorum. Nasıl anne bunlar? Nasıl insan? Neyse ne aslında, kimsenin insanlığını sorgulamak benim vazifem değil. Ben, benim insanlığımdan sorumluyum...
 
İkinci grubu yakından tanıyorum. Buradaki kadınlar ve erkekler kendi hayatlarına yabancılaşmış insanlar. Her biri farklı bir şehrin, değişik bir işin veya yeni bir ilişkinin hayatlarını güzelleştireceğine inanıyor. Koşanlar mı ararsın, estetik ameliyatlardan yardım bekleyenler mi?

Sıkılıp sıkılıp saç rengi değiştirenler, sinemadan çıkmayanlar, kurstan kursa savrulanlar... Sabah körü mesaj yazanlar ve şimdi aklıma gelmeyen daha neler neler....

Ben ikinci evsizler grubunu biliyorum. İnsanın yuvasını aramasının ne kadar büyük bir kalp yorgunluğu olduğunu da anlıyorum. Keşke elimden bir şey gelse.. Keşke yuvaya dönmek o kadar kolay olsa..


19 Şubat 2017 Pazar

MAGRITTE RENE



 
 
Bir Rene resmini ilk gördüğüm yer Le Guin'in  kitap kapağıydı. Önce Dali zannettim, sonra önüme Magritte Rene çıktı. Ve o andan itibaren bu tuhaf fakat bir o kadar neşeli adamın resimlerini seyretmeye başladım.
 
 

Tabloların her biri üzerlerine kısa öyküler yazılacak kadar güzeldi.. Sade, derdini anlatan, tertemiz ve bir o kadar da derin...
 



Bu tabloların hemen hemen hepsinde aynı şeyi sevdiğimi fark ettim, ressamın imkansızı düşlemesi ve imkansızın resmini yaparak, onu bir parçasıyla hayatın içine davet etmesi bana büyüleyici geliyordu. Her tablonun kendi dili vardı; bazı eserler içinizi acıtırken, kimileri karşısında gülümsemeden durmak imkansızdı.
 

 
Ve korku. Onun tablolarındaki alaycılığın zirveye taşındığı görüntüler, korku temasını işledikleridir. Korkmakla, bunda korkulacak ne var, düpedüz saçmalık duygusu arasında o kadar hızlı gelip gidersiniz ki, korku etkisini kaybeder. Ama hala oradadır! Ama nasıl?



Gizemli bir şey konuşurken veya düşlerken onu anımsamamak imkansızdır. Gökyüzünde yürüyenler, adeta bir Bosch tablosuna gönderme yapan yarı balık kadınalar... Ama elbette Bosch karanlığı yoktur Magritte eserlerinde, O başka, bambaşka bir zamanın gizemini anlatır.



Ailesi ve dostlarıyla çektirdiği fotoğraflar da en az tabloları kadar şaşırtıcı ve düşündürücüdür.  Bugün günlerden Magritte Rene.  Burada gördüğünüz tabloları en güzelleri değil, sadece benim en sevdiklerimden birkaçı. Şimdi bir de müzik bırakıyorum ki, güzel bir Pazar olsun:)
 

18 Şubat 2017 Cumartesi

CHAGALL




"Chagall bu imgeleri nereden buluyor bilmiyorum, kafasında bir melek olsa gerek." Picasso



Mutluluğun resmini bilemem ancak bence aşkın resmi yapılmış... Bu sabah Chagall bizim için çizmiş ve boyamış olsun....
 
 
Sabah kahvemi bu tabloları seyrederek içmek o kadar iyi geldi ki paylaşmak istedim.
 
 
 
Chagall, Rus kökenli bir Yahudiymiş. Kendisi Yengeç burcu :)) Yani sarılıp sarmalanmaya odaklanmış olması gayet normal. İlk Chagall tablosunu Burhan Uygur'un evinde görmüştüm. Daha doğrusu nefis bir kopyaydı elbette. Sonra sonra onun tablolarındaki şiirle, Chagall arasında bağ kurmaya başladığımı anımsıyorum...
 
 
Anlık bir tesadüfle keşfettiğim Chagall o günden beri en sevdiklerimdendir..
 
 
 
 

17 Şubat 2017 Cuma

KAZ AYAKLARI

 
Bu sabah bahar havasında uyandım. Belki günler sonra yüzünü gösteren güneşin etkisi, belki de bugün evde temizlik yapılacak diye içten içe seviniyorumdur? Ne bileyim yahu, insan kendine de yabancı ya bazen!
 
Neyse konumuz bu değil aslında. Şu ki, göz çevremdeki kırışıklıklar anneminkilerden fazla! Ağzımın iki yanındaki çizgiler de öyle! Neden??? Durmadan gülüyorum ondan mı? Of ya, gülmemek için işimi değiştirmem lazım. Zira küçük insan komik!
Daha doğrusu komik değil, doğal. Ancak biz yetişkinler doğallığımızı her nerede kaybettiysek, tekrar onunla karşılaşınca ister istemez gülümsüyoruz. Çünkü çok acayip bişi!
 
Sınıfta efsane sahneler dönüyor. Son olanlardan birkaç örnek veriyorum, sonra tekrar kaz ayaklarıma döneceğim. Önce sebebini anlatayım da, bi anlaşılayım.
 
 
Şimdi bahsi geçen ikizler, ki ablaları da öğrencimdi yani düşünün bu işi uzun zamandır yapıyorum ve bu gidişle kaz ayakları yazısı ile kalmam, ellerimin üzerindeki yaşlılık lekelerini de yazarım:) Hey hat!, inanılmaz bir aileden geliyorlar. Dolayısıyla kendilerini ifade etmekle ilgili zerre kadar sıkıntıları yok.
Mesela kız, sınıfın kapısından girer girmez doğruca üzerime atlayıp, ardından "ben senin matına geçiyorum" diyor. Hani, geçebilir miyim falan gibi saçma sapan girizgahlar yok. Bodoslama! Bazen "tamam" diyorum, bazen de "yanımdaki de boş, oraya geç de rahat çalışalım istersen" diyorum.
 
Anlatıyorum ama siz yüzü göremiyorsunuz tabii. Üstelik bu hafta giyilen akıllara zarar eteği de görmediniz!!! Efsane bir tütü! "Baksana Elvan Öğretmen, beğendin mi?"
"Beğendim tabii, çok yakışmış"
Burada kocaman bir gülümseme karşılıklı! Öyle güzel gülüyor ki pencereden taşıp, caddelere sıçrıyor ışıltısı!
 
Oğlan daha sakin. Onun da yüzünde kocaman bir gülümseme var. Nasıl oluyor bilmiyorum, bir soru soruyorum ve kız atlıyor "biz aynı evde yaşıyoruz, ikiziz ya!"
Hadi ya, demek aynı evde yaşıyorsunuz!!!! Gel de kopma:)))
 
Sonra dans başlıyor. Kızlar el ele tutuşup dönerken, erkek adam solo! Ama ne solo! Müzik bedeninde okunuyor, o kadar!
 
Bu arada bir hanım kızımız daha var ki, kendisi gerçek bir Tomurcuk ve Sevecen hayranı. Konu nasıl oluyorsa oluyor, mutlaka oraya geliyor. İ., nefis bir yaratık, onun da ağabeyi öğrencimdi. Belki hatırlarsınız, önce beni sevme diyen ve sonra gizlice "seni seviyorum" notları yazan ve şimdilerde Fide'nin bahçesinde belime sarılan M.! Ah ya, bunlar koca kadınlar ve adamlar olacaklar ve ben onlara sarılmak için parmak uçlarımda yükseleceğim değil mi?
 
İ. ye dönersek, kıyafet on numara. Artık anne nasıl seçiyor bilmem çok zevkli. "Beğendin mi?" diyor. Ben de "beğendim tabii, bugün çok şıksın" diyorum. Bize gittiği tiyatro oyunlarını anlatıyor. Belli ki çok etkilenmiş. Sınıftan çıkarken bağırıyor "seni doğum günüme davet edeceğim" Ben de bağırıyorum "olur, mutlaka geleceğim!"
Ardından  diğer sınıfla birlikte Ö. geliyor, boynunda bir kağıt: Ö. 5,5 Yaşında!
"Tatlım bu nedir?"
"Yarın 6 oluyorum ya, onun için"
"Aaa ne güzelmiş!"
 
O gün konumuz sevgi, zira sevgililer günü kutluyoruz. Bu sebeple çocuklara tek tek notlar yazdım. Küçük Prensler ve renkli mandallarla süsledim. Sevgi sözcükleri söylemek ve sarılmak üzerine uygulamalı bir ders yaptık. Elimde öyle sevimli videolar var ki, kaşlarımı çattığımda bir tanesini açıyorum ve işte o zaman da kaz ayaklarım çıkıyor! Ne var bu kadar gülecek demeyin, öyle içtenler ki...
 
Tanrım güneş yüzünden iki kaşımın ortasında bir çizgi, küçük insan sebebiyle de kaz ayakları verdin ya bana, vallahi bilemiyorum ne desem? Şansıma şükretmek galiba en iyisi:))
 
 

16 Şubat 2017 Perşembe

CEBİNDEKİ DELİĞE DİKKAT ET; UMUT DÜŞMESİN!

 
 
 
 
Şehrin gürültüsünden epeyce sıyrılmış bir evde yaşamama rağmen Sağır Bahçe'yi özlüyorum... Çünkü içimi duymak istiyorum. Balkonumun önündeki bahçeye bakıyorum da eğer ona bir isim vermek isteseydim sanırım Yalnız Bahçe derdim. Etraftaki apartmanlar ve fazlasıyla yeni binalar arasında o kadar yalnız görünüyor ki palmiyeler, bin dokuz yüz yetmişlerden gelen köhnelikleriyle bana umut esinlemiyorlar. Umutsuzluk iç sesimi perdeliyor. Duyamıyorum.
 
Oysa hayat bu umutsuzlukla yaşamak için çok kısa.
 
Victor her sabah soğuk suyla yıkanırdı. Yıkanacak zamanı yoksa soğuk suyu yüzüne kollarına çarpar, sonra havlu ile masaj yapardı. Önce bedeni canlandırırdı. O zamanlar kapı aralığından bakardım ona ve gülerdim. Hem aynı kafadaydık, hem de benim zihinsel etkinliklere ve entelektüel birikime verdiğim değer bizi farklı kılıyordu. Yine de içsel olarak onun yaptığı her şey bana doğru gelirdi. Ye dediğini yer, iç dediğini içerdim. Uygulamaya hazır değildim ama  ardında yürüdüğü hayatı izlemekten çok hoşlanıyordum. Yolunu kaybettiğim yuvamdan biriydi o. Tanışıklık hissi başka nasıl anlatılır bilmem..
 
Neyse, şimdi bunca yıldan sonra aynı şeyleri yapıyorum. Güzel bir kahvaltı, harika bir duş. Bütün bedeni fırçala ve  ardından yoga matına zıpla!
 
Zihnin ileri geri salınımlarının bedene ve ruha verdiği hasardan birkaç dakikalığına sıyrılmanın ödülü ışıldayan bir cilt ve neşeli bakışlar. Çocuklarla yoga yaptığım günlerde eğer ders çıkışı birileriyle buluşursam benden taşan ışığı mutlaka görüyorlar. Bütün bunların mesajı çok açık: Kımılda, neşelen, koş, coş, dans et, yoga yap. Hımbıl hımbıl oturma!
 
Umut, kafasını kuma gömen, olumsuzu çok lazım bir haltmış gibi durmadan tekrarlayan, döngüyü kırmak, hiç olmazsa esnetmek için hiç hamlesi olmayanlara gelmeyecek. Umut, ona inanan, onun varlığını arzulayanlara gelecek. Hiç mi derin kuyulara düşülmeyecek? Elbette düşülecek. Küfürler, acıklı şarkılar, lanet okumalar olacak. Soru şu ne kadar sürecek bu hal? Oraya yapışacak mısın yoksa zıplayıp çıkacak mısın o kuyudan?
 
İşte tam burada akıla ihtiyaç var. Söke'ye gittiğimizde Mürsel çamura girmişti. Ege ona baktı ve hiç sesini çıkartmadı. Mürsel de işi abartmadı, yanlış hamleyi görünce hemen oradan çıktı. Evet, çamura bulanmıştı ama sadece bacakları. Ege ilk bulduğumuz suyla onu sakince yıkadı. Sonra biraz güneşte koşturdu ve bataklık ardımızda kaldı.
Sonra anlattı. Başka bir arkadaşının köpeği de aynı şeyi yapmıştı. Ama o çamurdan hemen çıkmamış, kendini iyice bulamıştı... İki köpek,  aynı durum ve iki farklı seçim!
 
Umudu beslemek ve umutlu kalmakla, karanlığa sarılmak arasındaki fark da bu kadar basit aslında. Bulduğun ilk suyla yıkanıyor musun? Çözüm ararken neşene sahip çıkıyor musun? Negatif insanlardan uzaklaşırken bile onlara şefkat beslemeye özen gösteriyor musun? Dans ediyor musun dans? Yoga? Neşeli müziklerden bir liste yap kendine dostum! Ah bir de severek ve sevilerek sarılıp sarmalansan bi şeyin kalmayacak bak gör:)
 
 
 
 

15 Şubat 2017 Çarşamba

AŞKA DAİR SİNİRİME DOKUNANLAR :))

 
 
Son iki gündür teröre, döküle kana, işsizliğe, aşsızlığa ve katsayısı matematikçilerin boyunu aşan umutsuzluğa rağmen sevgi ve aşk düşündük. Konuştuk. Gülümsedik.
Şiirlerde, sevdiğimiz yazarlarda, minyatürlerde aşkın izini sürdük. İç çektik. Pek çok sanat eserinin ardındaki bu göklere çıkartılan hissi, en kadim vaadi yad ettik.  İnceliği, derinliği karşısında bir kez daha eğildik..
 
Önü ardı buydu aslında, başka bir şey değil. Çiçeklerle, notlarla, karikatürler ve şarkılarla birbirimizi neşelendirdik. Elbette bütün bunların aşkla ve sevgililer günüyle doğrudan ilgisi yoktu. Biz sadece o günü bahane edip, içinden payımıza düşeni çaldık!
 
Özel günlere karşı tepkili olan insanları anlıyorum. Sadece bunu dile getirmekteki ısrarlarını anlamıyorum. Sanki anlaşılması gereken her şey gayet iyi anlaşılmış ve bir tek sevgililer gününün kapitalizmin oyunu olduğuna mı kafamız basmamış? Bana bunu anlatmak için harcayacağınız eforun onda biriyle gidip bir demet çiçek alın karınıza, kızınıza, sevgilinize verin. Çiçek alıp vermeye bahane olsun. Günün adını, pompaladığı şeyi geç be tatlım, evindeki, çevrendeki insanları gülümsetmek için bir fırsat işte!
 
Gelelim beni rahatsız eden ikinci konuya. Aşkın cinsiyeti... Aşk sadece ve sadece cinsellikle ilgili bir durum değildir. Ona seks veya türün devamlılığı için cinsel birleşme diyor bilim dünyası. Kaldı ki cinselliğin de illa bir türün iki karşı cinsi arasında yaşanmasını bir zorunluluk olarak sunamayız. Zira doğada işler böyle yürümüyor.

Sosyalleşmiş bir hayvan olan insanın doğasında da hikaye böyle yürümüyor... Bir erkeğin, diğer bir erkeği cazip bulması tarih sahnesinde ilk kez ne zaman resmedildi bilmiyorum ancak homoseksüellik, biseksüellik Hitit'den başlar benim görsel hafızamda. Hatta Uzakdoğu tapınaklarının yüksek kabartmalarında, belki Sümer'de de vardır? Doğrudan araştırdığım bir konu değil. Ama Yunan ve Roma'nın cinselliğe bakışının ne denli sınırsız olduğunu sanat eserlerinden izlemek gayet mümkün.



Beni asıl rahatsız eden yirmi birinci yüzyılda insanlar neden hala buna takılıyorlar? Neden kimse karısıyla, kocasıyla veya sevgilisiyle rahat rahat sevişemiyor? Bunu başarmış olanlara diş bilemek yerine yataklarınızı şenlendirin bence. Çünkü sevişen insanlara saldırmanın altındaki öfke ve tatminsizlik gerçekten çok üzücü...

Kime aşık olacağımızı seçemeyiz. Bugüne kadar erkekleri tercih etmem, ki ne kadar akıllıca olduğu tartışma konusu, bundan böyle de tercihimin bu yönde olacağı anlamına gelmez. Hayatın bana nasıl oyunlar belirlediğini, önümde ne gibi sınavlar, çetrefilli yollar olduğunu bilmiyorum. Bugün bana Jüpiter kadar uzak olan bir his, bakarsınız yarın gayet benimsediğim bir duyguya dönüşür? Zira aşk sadece ve sadece bedende başlayıp, bedende biten bir hal değil ki... Kimi isteyeceğime karar veren fizik ve kimya kurallarını ben yönetebilseydim hayat pek güzel olurdu? Olur muydu? Bilemedim şimdi.

Neyse, cinsiyet ayrımcılığı yapan, aşkı kendi kalıplarına sıkıştırmak isteyen, kafalarındaki cinsellik tablosundan taşanları ağır şekilde yargılayan ve diğerlerinin yatak seçimlerini hayatlarının her boyutunu eleştirmek için kullanmaktan çekinmeyen acımasız insanlardan hiç hoşlanmıyorum. Ama üzülerek görüyorum ki onlar kendilerine de çok acımasız. Ot gibi yaşıyorlar. Ellerinde üç beş kitap, kafalarında 2x2= 4!

Ah canım ya, keşke işler bu kadar kolay olsaydı... Hangi kitabında hatırlayamadım ama Murathan Mungan'ın bir ceylanı anlatışı vardır ki, küçücük bir çocuğun o kısacık andan edindiği ve ömrü boyunca anımsadığı his insanı düşündürür..
Winterson'dan bahsetmeyeceğim bile... Bilen bilir, bana aşk hakkında yazılmış en güzel, en samimi romanları söyle deseler onun kitaplarını sayarım... Kimse onun kadar sınırsız, onun kadar doğrudan kalbe yazamadı bence.

Toparlarsak, dün akşam Sarışın bir makale paylaşıyor, pek hoşuma gidiyor. Ben de adı lazım olmayan birine diyorum ki "bak ne güzel bir minyatür." Adam diyor ki "işte ecdadımız!" Vay arkadaş, kaç yüz yıl önceki kervan yolculuğunda yaşanan tutkulu bir aşk hikayesi resmedilmiş, sene bilmem kaç ve işçilik nefis... Ama adamın orada gördüğü şey şu: hımmm kurallara uygun seks yapmıyorlar, sapkın bunlar zaten! Üstelik benim onaylamadığım tarafta değiller miydi? Hah o zaman verip veriştireyim...
Baktığını göremiyor, gördüğünde de sadece kendi tezlerini güçlendirecek ayrıntılara takılıyor. Oysa deve üzerindeki abiler aslında Arap yahu, senin ecdadın bile değiller! Bu arada bütünün güzelliği ata binmiş kaçıyor, gördün mü?

Ah ya, o cücük kadar yargılama kabiliyetinle kocaman bir hikayeden sana kalan bu işte, yani bak ellerine hayattan sana kalan da bu: hiç!

14 Şubat 2017 Salı

AŞK



Eğer aşık olsaydım, aşk hakkında yazamazdım. İnsan aşıkken yazamaz, okuyamaz, uyuyamaz, acıkmaz, susamaz... Aşk insanın kimyasını bozan, sosyal yaşamına darbe indiren, fabrika ayarlarını darma duman eden fena bir "şey" dir. Değil midir?
 
A değil mi sahi? Bize böyle öğretmişlerdi. Tüh ya, şimdilerde böyle yaşanmıyor öyle mi? Zaten aşık olmanın girizgahı falan da kalmadı di mi? Ben ve benim gibi birkaç dinozor gitsek mi buralardan?? Zira gerçeği kaldıramıyoruz Sarışın:)
 
Gerçekten aşık olduğumuzda ne acayip tepkileri vardır bedenin... Bizden bağımsızdır kelimeleri, eli kolu savrulur, konuşurken tükürükler saçmaya başlar.. Ayağı takılır düşer. Anlatırken, anlattığı şeyi unutur. Kendini komik duruma düşürecek ne kadar saçmalık varsa ardı sıra gelir. Elleri uyuşur insanın, midesinde güveler, kelebekler uçuşur. Bağırsakları bozulur. Uyku mu? Sanki artık ihtiyaç yoktur. Acıkılmaz. Acıkınca da iştah olmaz.
 
O arıyorsa telefonun anlamı vardır. Hatta bizim zamanımızda postacı diye bişi vardı, beklerdik kapıda. Mail vs olmadığında APS yolu gözlerdik. Sevgiliden gelecek mektuplardı hayatı anlamlı kılan... Sayfalar dolusu gündelik cümle arasında bir tek "özledim seni", "seviyorum" kelimeleri seçilirdi.
 
Zangır zangır titremek, soğuk soğuk terlemek kelimelerini duyan var mı? O beden tepkileri sadece hastayken verilmezdi, aşk da bir tür akıl tutulması olduğundan, sevgiliyi görmek böyle bedensel tepkiler doğururdu.
 
Karşısındakini tıpkı alelade eşyaları tüketircesine tüketen bir topluma dönüştüğümüz doğrudur. Biriyle tanışmak için "pışt n'ber?" demenin yeterli olduğu, onu yatağa atmak için ise konuşmaya bile gerek kalmadığı da doğrudur. Öyleyse, yani her şey bu kadar kolaysa, bulaşığı, çamaşırı makineler yıkıyorsa insanlık neden ölümüne tatminsiz?
 
Küçük insan der ki, "seviyorsan ona resim yap, git öp!"
Yani bunca hengamenin arasında azıcık içinizi ısıtan birileri varsa; dosttur, kardeştir, anadır, sevgili adayıdır bence gidip bir resim verin, hatta öpün ya. En fazla saçmaladığınızı düşünüp, bıdırdanır ama şansınızı denemiş olursunuz:) Sevginin bin bir yüzü var, birini yakalarsınız bence.
 
Dünya Sevgi ve Sevgililer Günü şahanedir ve kutlanmalıdır. Şahsen biz okulda misler gibi kutladık. Sümüktür, hapşırıktır umursamadan öpüştük, sarıldık.

Eee o halde ne diyoruz; Sevgililer günü kapitalizmin en şahane hediyesidir. Bu durumda Kutlu ve de pek mutlu olsun!


Önemli Not: Yarın Ömer'in doğum günü. Bugün sınıfa boynunda "ÖMER 5,5" yazan bir kağıtla geldi. Hatta 5,5 yaş dansı yaptı! Yaw bundan güzel hediye mi olur söyler misiniz?
 
 

13 Şubat 2017 Pazartesi

HASTA OLMAK DA GÜZEL

 
 
Hasta olmak beden, zihin ve ruh bütünlüğümüzü korumaya çalışırken, bir noktada çuvalladığımızı anlatan sinyallerden başka bir şey değildir.* Büyüklerin dediği gibi ilaçla bir haftada, ilaçsız yedi günde iyileşilir. Elbette hastalıkların irili ufaklı olduğunu biliyoruz. Ancak hiç bir zaman sinyal en büyük hastalıkla gelmez, bunu da biliyoruz...
 
Velhasıl bu kez fazlaca yorulan ruhumu, yeteri kadar dinlendiremediğim zihnimi, bedenim kurtaramadı ve soğuk algınlığına yenildim. Perşembe gününden beri adaçayı, mandalina ve elma çalısı yağı üçgeninde koltukla yatak arasında terliklerimi sürüklüyorum. Battaniyemi alıp, pencereye götürüp, silkeleyecek gücüm yok. Kaldı ki camı açarsam beni nasıl bir soğuk bekliyor kestiremiyorum.
 
C.tesi evden çıkmak pek akıllıca bir davranış değilmiş, bugün olsa vallahi kımıldamam. Çok lazım İspanyolca! Hadi dedim, sınav öncesi belki kulağıma bişi girer. Neyse ne, iki seksen yatıyorum sonuç olarak.
 
Fakat her zaman olduğu gibi eşşek gibi şanslıyım. Zira an itibariyle Bodrum'a uçmak için bir biletim var! Bu demektir ki badem çiçeklerini görmeyi öylesine içten istemişim ki, oluvermiş! Üstelik bana çorbalar, pastiller, tatlılar taşıyan centilmenler var. Yani hayat her durumda güzel!
 
Bu haftayı sürüngen formatında geçireceğim çok belli. İşin güzel tarafı Gen Bencildir'i okuyorum ve kitaba göre ben bencil bir hayatta kalma makinasıyım! Yani, sorun değil, geçecek.
O halde yaşasın bencillik, ölsün mikroplar!!!
 
* DÜŞÜNCE GÜCÜYLE TEDAVİ, Louise Hay.
Soğuk algınlığının zihinsel sebebi nedir?  
Aynı anda birçok şeyin birden olması. Zihinsel karışıklık. Küçük incinmeler... Kullanılacak Olumlama Cümlesi: Gevşemeye ve düşüncelerimin berraklaşmasına izin veriyorum. İçimde ve çevremde berraklık ve uyum var. 
 
 
 
 
 
 
 

12 Şubat 2017 Pazar

BADEM AĞACI, ŞİMDİLERDE AKLIM HEP SENDE.




Yeşilin en güzel tonları amansız bir yarışa girdiğinde kırlardaydım. Bütün kış hayalini kurduğum nemli çimenlere uzanmış, muhtemelen de gözle göremediğimiz mikroskobik canlılığı ezerek, gökyüzünün mavisini seyre dalmıştım.

Aldığım her nefesle göğsümde bilmediğim kapılar açılıyordu. Mavinin genişleten, adeta içime dolan her zerresi, düşünerek yapamadıklarımı gerçekleştiriyordu; genişliyordum, eriyordum, çoğalıyordum. Saçlarımdaki tokayı çıkarttım. Botlarımın bağcıklarını çözdüm. Sonra çoraplarımı sıyırdım. Şimdi her bir saç telim toprağın üzerinde, kökünden ucuna kadar çimenlerin arasına iyice yayıldılar. Topuklarımda çimenlerin nemini hissediyorum. Esintiyle kımıldayan yeşil deniz ayaklarımı ıslatırken, gözlerimi kapatıyorum; hala her yer mavi.
 
İki rengin ortasında öylece duruyorum.
 
Baharın sınırlarımı ihlal eden, her hücremi kışkırtan davetine teslim, akıyorum. Ben kımıldamadığımı zannederken, kirpiklerim, saçlarım milimetrik bir dansla salınıyor. Kan damarlarım boyunca ritim tutturmuş yaşam sıvısı, akışından memnun. Kaslarım gevşemiş, dudaklarım hafif aralık.. Ben dediğim, benim dediğim her şeyden uzak, bilinmezin kıyısındayım. Huzurluyum.
 
Az ötede bir ağaç var. Kalkıp yanına gitmeliyim. Dallarındaki uçuk pembe güzelliğin adı badem çiçekleri! Güneş tam tepemde, gözümün ucuyla ağaca bakıyorum, sonra çimlere uzanmış bedenimi kımıldatıyorum. Ağaçla kendi varlığım arasında bağ kurma ihtiyacım öyle derin ki, içimden mırıldanıyorum; ikimiz de aynı toprağın üzerinde ve aynı gökyüzünün altındayız. Merhaba.
 
Gözlerimi kapatıyorum. Açtığımda, ağacın altındayım. Oraya nasıl gittim bilmiyorum. Bütün çiçekler tazecik. Mavi gökyüzünün üzerinde öylesine gerçek dışı bir güzellik ki bu çiçekler, bencilleşiyorum; hafif bir rüzgar essin, bir kaç tanesi yüzüme düşsün istiyorum.

Oysa biliyorum, havası değil çiçek yağmurunun
 
Kapatıyorum gözlerimi; dudaklarımda anın güzelliğine minnettar, mevsime hayran bir tebessüm..
 
 

11 Şubat 2017 Cumartesi

KADIN HİKAYELERİ VOL. XXI: MESELA BİRİ SANA BAŞROL TEKLİF EDERSE?



Telefon konuşması:

- Şaka yapıyorsun herhalde
- Yok çok ciddiyim. Geri çekilip bakınca hikayenin tamamını gördüm. Şimdi bir sorun kalmadı.
- Allah aşkına anlatsana ne gördün bacım?
- Adam geçmişin bir özeti muhterem. Ne olup bitmişse her biri onun üzerinde toplanmış sanki.
- Nasıl oluyor o iş?
- Şöyle oluyor, kıyafetinin bir kısmı babama, saç şekli, göz rengi ve kişisel merakları hatta politik duruşu Harun'a benziyor.
- Hadi ya, Harun türünün tek örneği değil miydi? ( burada bir kahkaha )
- Ya tabii, Harun eşsiz bir mahluktur ve fakat benziyorlar işte.
- Eee başka?
- Doğumgünü eski kocamla aynı gün. Buna ne dersin?
- Yok canım!
- Ciddiyim. Hatta daha da fenası yani bana göre en kötüsü bir ilişkisi var ve bunu açıkladığı an hemen şikayette bulunmaya kalktı. Sanırım beni buz gibi soğutan bu oldu.
- Şaka mı bu? Adam flört etmiyor muydu?
- Bana öyle geldi belki?
- Saçmalama ya, gece yarısı şarkılar yollayan adamdan bahsetmiyor muyuz?
- Evet. Belki saati şaşırmıştır ( bir kahkaha daha )
- Saçmalama yahu, ben sana bu olsa olsa sinsi  zamparanın teki dememiş miydim?
- Bak ben hala öyle düşünmüyorum. Sadece burada görmem gerekeni zamanında fark edebildiğim için şükrediyorum. Karşımda basiretsiz ve karar mekanizması bozulmuş bir insan var muhtemelen. Hem kaldı ki sen haklısın, pis insanın biri, yine de ben onun seçimlerini sorgulama hakkına sahip değilim.
- Ya ne demek bu?
- Şu demek, asıl önemli olan benim nasıl davranacağım.
- Nasıl davranacaksın?
- İnsan gibi.  Kendimi koruyarak ve karşımdakini yaralamayarak.
- Yuh!
- Haklısın:)

Konuşma devam eder. Aslında kahkahaların yerine gözyaşları da konulabilir ama değmez. İnsanlık tarihi boyunca oynanmış oyunlarda roller değişir, oyunun ana metni değişmez... 
 
Hep mutsuz bir çift vardır. Ya da ilişkideki bir kişi memnuniyetsizdir. Ve bu mutsuz çift ne hikmetse mutlu olmayı da ayrılmayı da beceremez. Bir ton mazeretleri vardır. Hikayenin diğer tarafındakiler  ilişkideki insanlara tesadüfen rastlayanlardır. 
Kurtarılmış hayatlarında, pür-ü pak yaşadıklarından başlarına geleni anlamaları biraz zaman alır... Bu sözde mutsuz çiftler, ilişkilerine bypass yapmak üzere dönem dönem birilerini hayatlarına alırlar. Bu hayata kabuller, mahalle manavıyla şakalaşmakla sınırlı kalabildiği gibi, aralık kapı bulunca yatağa zıplamaya kadar  varabilir. Neyse ki aradan geçen onca yıldan sonra, kendi adıma hikayenin her tarafında başrol oynamış birinin rahatlığıyla gülümseyebiliyor ve şöyle bir özet çıkartıyorum:
 
Geçmişin çoktan ardımızda kaldığını bize bir bedende gösteren her ne ise adına ister tanrı,ister koruyucu melekler diyelim her birine ya da hepsine  birden minnettarım. 
Denenmemişin izini sürmeye , kurda kuşa yem olmadan yürümeye devam! 

10 Şubat 2017 Cuma

UĞUR AĞABEY

 
Bizim mahalle yani Arap Mahallesi blog yazısı olamaz. Arap Mahallesi olsa olsa bir kaç ciltlik roman olur... Harımiçi... Papatyalar.. Keçiboynuzu ağaçları, Keleşler, babamın biricik aşkı Kübra Nine...  Tıpkı bir klan hayatına benzeyen dairesel düzendeki evler, dar sokaklar... Meydanlarda yapılan düğünler... Bahçelerde dökülen lokmalar...
 
Bir zaman gelir ve hala hatırlar mıyım, hatırlarsam oturur yazar mıyım, yazsam benden başka kimi ırgalar? Gerçekten bilmiyorum.
Bildiğim tek şey çocukluk çağında yaşanan sevinçlerin ve üzüntülerin her bir hücrenin hafızasına işlediğidir. İlerleyen yıllarla birlikte, neyi hatırlamak istedikleri arasına alıp, neyi sonsuza kadar unutacağına karar veren zihin bu yazı çizi işine müdahale ediyor malum. Oysa çocukluğun yalın dünyasında hesap kitap yok.. Bu yüzden de yaşanmış olan her şey yıllar sonra bile ciğerini dağlayabiliyor insanın.
 
Ege, "sen nasıl olsa buralısın, geri dön" dediğinde, içimden bir ses "dön be!" dedi. Sonra dış sesim ona cevap verdi: "çok fazla yaşanmışlık var burada, yeni bir şey yaratacak gücüm yok..."
 Baştan sona mutluluk verici Bafa Gölü-Doğanbey gezisinde aklıma düşen onlarca yaşanmışlıktandır sadece bir tanesidir Uğur Ağabey...
 
Çok ama çok yakışıklıydı. Emin değilim fakat galiba içten içe ona hayrandım. Kuzguni siyah saçları, kömür karası gözleri ve dikkat çekecek kadar  güzel dudakları vardı. İnce, uzun bir bedeni, bembeyaz teni.. Galiba biraz Bülent Ersoy'un gençliğine benziyordu; tertemiz bir ifade, lekesiz bir ten ve ışıltılı bakışlar. Epeyce yakışıklıydı yani.
 
Elinde hep bir tığ olurdu. İster evlerinin önünde , ister mahallede başka birilerinin bahçesinde olsun, hep bir şey örerdi! Kimsecikler yadırgamazdı örgü örmeyi sevmesini. Onun birine motif vermesi veya mahallenin kadınlarıyla çay içmesi kadar doğal bir şey yoktu ki.. Kalbinin güzelliğiyle kabul görmüştü Uğur Ağabey. Ya da ben öyle zannettim...
 
Onun ölüm haberinin mahallede yarattığı uğultu hala kulaklarımdadır... Annesi Nigar Teyze hayatımda duyduğum en acı çığlığı atmıştı. Kaldı ki o günlerde olsa olsa yedi sekiz yıllık bir ömrüm vardı.. Kaç çığlık duymuş olabilirim ki?
 
Bafa Gölü'nde bir kaza olmuştu. Oracıkta ölmüştü dünyalar güzeli Uğur Ağabey. Kamyon virajı alamamıştı... Cenazesini getireceklerdi... Kimileri tanınmaz halde diyordu... Nasıl yani, o pürüzsüz ten yok muydu artık? Ya o içinde yıldızlar yanıp sönen gözler? Mahallenin kadınlarına kim motif verecekti?
 
İlk ciğer acımdır Uğur Ağabey... İlk tanıklığımdır toplumsal  cinayete... Uğur Ağabey'i ailesi öldürdü... Dile gelmeyen, ama açıkça fark edilen özellikleri daha fazla göze batmasın diye zorla kamyon şoförü yaptılar onu. Kendi hayatının direksiyonunda usul susul otururken, ölümün koynuna yolladılar... Başta ailesi olmak üzere hepimizin eline kan mı bulaşmıştı?
Yok, benim ellerim temizdi. Ben onu sevmiştim. Babam gibi bıyıkları yoktu evet, incelikleri onu hemcinslerinden ayırıyordu. Fakat bunların bir önemi yoktu ki, ben onu çok seviyordum. Gülüşünü, konuşmasını, mahalleye uzaydan düşmüşçesine farklı salınımını çok beğeniyordum...
 
Onu hiç unutmadım. Ne zaman evlerinin önünden geçsem, açık yeşil renkte boyanmış demir kapının önüne çıkacak, elinde danteliyle bana gülümseyecek diye bekledim.. Keşke bir fotoğrafı olsaydı... Keşke..
 
 
 

7 Şubat 2017 Salı

SABAH SABAH DERS VERESİM GELDİ!





Yoga mutlu bir yolculuk değil... HİÇ BİR ZAMAN DA OLMADI.. Farkındalık da aslında öyle pek elde etmek isteyeceğin bir şey değil. Hayatı anlamlandırdığı kesin... Fakat bu gerçekten senin istediğin şey mi? Anlamak ve derinlerde kulaç atmak sahiden tek arzun mu? İşte orası muamma... Bence ne istediğini bilmiyorsun...
 
Yogayla gelen derin keder, kelimelerle nasıl anlatılır emin değilim. Bedende başlayan ve insanın tüm varlığını ele geçiren o tarifsiz mutluluk bulutuyla yükselip, sonra güm diye düşmelerin hangi yolla yumuşatılabileceğini henüz bilmiyorum.
 
Yoga yaşarken, gündelik hayatın içinde kalmak kolay değil. Tıplı ölü bir dilde sohbet etmeye çalışmak gibi... Evet, her şey anlamını ikiye katlıyor ve derinleşiyor fakat karşılığında şunu yaşıyorsun; olumsuzluklar da seni çok daha fazla etkiliyor... Yolda yürürken omuzuna çarpan adamdan tut, yüreğine od tıkarken gözünü kırpmayan eski dostun cümlelerine kadar her şey, sadece gözlerini ve kulaklarını hırpalamıyor; tüm yaşananları her bir hücre çeperinde tek tek hissediyorsun. İçeri sızıyorlar!

Bütün bu uçurum kenarı gezmeleri, sarkacın iki ucu arasında depar atmalar hep dengeye gelmek için....
 
Yoga, bitse de gitsek dedirten, daha cümleni tamamlamadan içinde çiçekler açtıran, sen olanı biteni tanımlamak için çırpınırken, usul usul yarenlik eden şefkatli bir gölge! Tam içinde ya da tam dışında, zerre kadar, evren kadar... Yüreğine bakmaya cüret ettiğinde içeride karşılaşacaklarına seni hazırlayan kadim bir öğreti..
 
Sabah sabah niye bunları yazmak istedim gerçekten bilmiyorum... Galiba ustamın doğumgünü yaklaşıyor.. Ne mutlu ki tanışmışım onunla...

6 Şubat 2017 Pazartesi

KORSAN!

 
 


Haziran'da tanıştık. Nasıl oldu, ne sebeple başladık hatırlayamıyorum fakat biz de tıpkı küçük Prens ve Tilki gibi bir ritüel oluşturduk; balkonda beslenmek, evin içinde kısa bir tur atmak ve kucakta bir iki dakika sevilip, tekrar dışarı dönmek.
Korsan, ki gerçek ismi nedir bilmiyorum, taşındığım apartmanın kedisi. Bizim binadaki her eve serbest giriş çıkış hakkı var. Üşüdüğünde ortalığı ayağa kaldırıp apartmanın kapısını açtırmak ve karnı acıktığında karşı komşunun kapısını tırmalamak Korsan ve komşular için normal davranışlar.
 
Benden pek bir beklentisi yoktu aslında. Hatta yazın uğramadı bile. Sonra sonra nasıl olduysa ilk yakınlaşmamız kar yağdığında gerçekleşti. O gün sabah çok erken uyanmıştım ve iyi hissetmiyordum. Biraz yazı yazdım. Sonra kar seyrederek örgü örmeye başladım. Korsan önce balkona, oradan da pencerenin pervazına zıpladı. Bıyıklarına kar taneleri yapışmıştı. Her zamanki gibi sakin sakin yüzüme bakıyordu. Hani anlatsam dinleyecek gibi... Balkon kapısını açtım. Islak ve çamurlu patileriyle salonda gezinmeye başladı. Üşümüştü. Muhtemelen de açtı. Markete gidip ona mama aldım. Geri geldiğimde karnını doyurup biraz daha ısınması için onu rahat bıraktım.
Komşular hırsızlıkları konusunda uyardıklarından, yatak odalarına giden ara kapıyı kapattım. Fazla kalmadı benimle, dışarı çıkmak istedi. Çıkarttım.
 
Birkaç hafta sonra dışarıda bağırdığını duydum. Çıkıp kapıyı açtım. Ne olduysa o gün oldu. Artık balkon kapısından benim eve gidebileceğini, yelkenleri indirdiğimi anlamıştı. Savaşmadan kazanan bir şövalye vardı karşımda. Korsan bir, Elvan sıfır!
 
 
 
Açıkçası tam anlamıyla bir canlı sorumluluğu alamadığım için ( nedense böyle bir zırh giydim şimdilerde:))böyle bir ilişki benim de hoşuma gitmişti. O bir ev istiyordu, ben de bir kedi. İşte ev, işte kedi demişti hayat!
 
Korsan Bodrum dönüşümü iple çekmişti besbelli. Eve önce hangimiz girdi emin değilim! Kapıyı açmamla eşiği  geçmesi bir oldu muhtemelen. Bu defa eğitimimi tamamlamak için geldiğini bilmiyordum. Beni mama kabının yanına götürdü. Ama mama kalmamıştı ki.. Sonra da mutfağa gittik birlikte. Bu defa da mamasının durduğu yeri işaret etmez mi?
 
Ona verebileceğim bir şey yoktu. Dondurucudan bir şeyler çıkartıp çözmek zamana aldı. Neyse ki ikimiz de aç uyumak zorunda kalmadık. Fakat adam çaktırmadan yer etti kendine ve bunu nasıl başardı anlayana aşk olsun.
 
Dün gece de ilginçti. Galiba en çok buna güldüm. Önce koltuğa gelip yanıma oturdu. Ben yazı yazdım, o uyukladı. Ama öyle derin uyku değil, tavşan uykusu. Sonra sıkılıp etraftaki eşyalara bulaşmaya başladı. Önce hasır sepetlere.. Ardından kitaplardan sarkan ayraç püsküllerine ve en son olarak da kadife pufu tırmalamaya... Hepsine hayır cevabı alınca sıkıldı. Bir oyuncağı olmalıydı di mi? Haklı Korsan. Ona bizim çocukların oyuncaklarından verince salon çift kale futbol sahasına döndü:)) Neyse ki alt katta yaşayan yok!
 
Korsan ve ben yeni bir döneme girdik. Artık istesem de istemesem de çiçeklerim ve bir kedim var... Yapılacak işlerim, ilk fırsatta geri dönmek istediğim bir köy...
 
 

3 Şubat 2017 Cuma

ALBATROS


                                                                   

                                                                      ALBATROS


Sık sık, eğlenmek için, acımasız tayfalar
Yakalar kanadından bu deniz kuşlarını,
Ürkütücü sularda gemileri izleyen
Yolcuların yıllardır dost arkadaşlarını.

Gökten inen tasasız, bu utangaç krallar
Güvertelerin üstüne kondukları zaman
Geniş kanatlarını sofuca bırakırlar,
Yorgun kürekler gibi, sular üstünde kayan.

Sen ey kanatlı yolcu, bir zaman ne güzeldin !
Bak gaganı dürtüyor hoyrat tayfanın biri,
Ya öteki, bilir mi bu hale nasıl geldin,
Topallayıp öykünüyor uçtuğun günleri.

Ozan, ey bulutlardan toprağa sürgün ece,
Oklara göğüs geren, dostu fırtınaların,
Yuhlarlar yeryüzünde, seni de, gündüz gece
Uçmana engel olur, ağır dev kanatların.
 
 
 
 
 
 
Dün uçağa bindiğimden beri aklımda bu şiir var; Albatros... Kolum kanadım kalkmıyor. Etrafımdaki neşeye, sevgiye zar zor cevap verebiliyorum. Annem sımsıkı sarılıyor, sarışın iki kez öpüyor beni, yine de boğazına elma takılmış Pamuk Prenses misali gözlerimi açamıyorum. Gülümserken dudaklarım acıyor...
 
Elbette geçecek; birkaç gün sonra okul, ev, iş ve arkadaşlar çemberinde yeniden büzüşecek masmavi gökyüzü atında genişleyen, dalga sesiyle semiren, dost sohbetleriyle parlayan ruhum ve ben bir kez daha kendime koyduğum engellerin ardından kös kös bakacağım yitik cennetime... Önce sepetteki sardunyalar, sonra vazodaki nergisler solacak... İncirleri, zeytinleri taneyle yiyeceğim bitmesin diye. Mandalina soyduktan sonra ellerimi yıkamayacağım, dişlerimi fırçalamayacağım. Avuçlarımı burnuma yaklaştırıp uykuya dalacağım. Bir kez daha, keskin bir kılıçla ortadan bölünen varlığım zar zor nefes alacak. Ama geçecek... Ne orada kaldığımda, ne de burada asla tam olamayacağımı bildiğimden olsa gerek, az biraz sonra geçecek...